Veba-Albert Camus

16 Nisan sabahı Doktor Bernard Rieux muayenesinden çıktı ve sahanlığın ortasında ölü bir fareyle karşılaştı. O anda fazla önemsemeden hayvanı ayağıyla itti ve merdivenleri indi. Ancak sokağa geldiğinde, bu farenin olması gereken yerde olmadığı aklına geldi ve kapıcıya haber vermek üzere geri döndü. Yaşlı Mösyö Michel ‘in tepkisi karşısında bu gördüğünün alışılmadık olduğunu daha iyi hissetti. Bu ölü farenin varlığı ona yalnızca tuhaf gelmişti, oysa kapıcı için bir rezaletti. Zaten bu sonuncunun tavrı kesindi: Apartmanda fare yoktu. Doktor boşu boşuna onu ilk katın sahanlığında muhtemelen ölü bir fare bulunduğuna inandırmaya çalıştı; Mösyö Michel’in kanısı biraz olsun değişmiyordu. Apartmanda fare yoktu, o zaman biri bunu dışarıdan getirmiş

olmalıydı. Sözün kısası, bir şaka söz konusuydu.

Aynı akşam, Bernard Rieux koridorun iyice dibinde yalpalayan ve ıslak tüylü, büyük bir fare gördüğünde, apartmanın girişinde, dairesine çıkmadan önce, ayakta durmuş anahtarlarını

arıyordu. Hayvan dengesini arıyormuş gibi durdu, küçük bir çığlıkla kendi çevresinde döndü ve aralanmış dudaklarından kan fışkırtarak sonunda devrildi. Doktor bir süre onu izledi ve dairesine çıktı.

Düşündüğü fare değildi. Bu fışkıran kan, onu kafasını kurcalayan konuya döndürüyordu. Bir yıldır hasta olan karısı ertesi gün dağda bir dinlenme yerine gidecekti. Ona tembih ettiği üzere, karısını

odalarında yatıyor buldu. Böylece karısı yol yorgunluğuna hazırlanıyordu. Gülümsüyordu.

— Kendimi çok iyi hissediyorum, dedi.

13Başucu lambasının ışığında doktor yüzünü ona çevirmiş bakıyordu. Rieux için otuz yaşındaki bu yüz, hastalığın izlerine karşın hep gençlik yüzüydü, belki de geri kalan her şeyi alt eden şu gülümseme yüzünden.

— Uyuyabilirsen uyu, dedi Rieux. Hastabakıcı saat on birde gelecek ve sizi öğle trenine götüreceğim.

Hafifçe nemlenmiş bir alnı öptü. Gülümseyiş kapıya kadar ona eşlik etti.

Ertesi gün, 17 Nisan saat sekizde kapıcı geçerken doktoru durdurdu ve koridorun ortasına üç ölü

fare koyarak bu soğuk şakayı yapanlara suçu yükledi. Onları büyük kapanlarla yakalamış

olmalılardı, çünkü hayvanlar kan içindeydi. Kapıcı fareleri ayaklarından tutarak, suçluların bu acı

alay karşısında kendilerini ele vermeleri beklentisiyle bir süre kapının önünde beklemişti. Ama hiçbir şey olmamıştı.

— Ah şu insanlar! diyordu Mösyö Michel, sonunda elime geçireceğim onları.

Kafası karışan Rieux, ziyaretlerine müşterileri arasında en yoksul arın oturduğu dış semtlerden başlamaya karar verdi. Oralarda çöp toplama işi çok daha geç saatlerde yapılıyordu ve bu semtin dar ve tozlu yol arı boyunca ilerleyen araba kaldırım kenarlarına bırakılmış çöp kutularına değip geçiyordu. Böyle ilerlediği bir yolda sebze artıkları ve kirli paçavraların üzerine atılmış bir düzine kadar fare saydı.

İlk hastasını yatakta buldu, hem yatak odası hem de yemek odası olarak kul anılan oda sokağa bakıyordu. Sert ve yıpranmış yüzlü, yaşlı bir Ispanyoldu. Önünde, örtünün üzerinde bezelye dolu iki tencere duruyordu. Doktorun içeri girdiği sırada yatağında yarı doğrulmuş yaşlı astımlı

öksürüğünü yeniden yakalamak için kendini geriye atıyordu. Karısı bir leğen getirdi.

— Ee doktor ortaya çıkıyorlar, gördünüz mü? dedi iğne sırasında.

— Evet, dedi kadın, komşu üç tane bulmuş. 14

Yaşlı adam el erini ovuşturuyordu.

Ortaya çıkıyorlar, bütün çöp tenekelerinde görüyoruz, açlıktan bu!

Çok geçmeden Rieux burada oturan herkesin fareleri konuştuğunu saptamakta güçlük çekmedi.

Ziyaretleri bitince evine döndü.

— Yukarıda, size bir telgraf var, dedi Mösyö Michel. Doktor ona yeni fareler görüp görmediğini sordu.

— Yo hayır, dedi kapıcı, kapıyı gözetliyorum, anlarsınız. O domuzlar da göze alamıyorlar.

Telgraf Rieux’ye annesinin ertesi gün geleceğini bildiriyordu. Hastanın yokluğunda oğlunun eviyle ilgilenmeye geliyordu. Doktor evine girdiğinde hastabakıcı gelmişti. Rieux, tayyör giymiş, yüzünü

boyayla renklendirmiş, ayakta duran karısını gördü. Ona gülümsedi:

— İyi, dedi, çok iyi.

Bu süre sonra garda onları yataklı vagona yerleştiriyordu. Karısı kompartımana bakıyordu.

— Bizim için fazla pahalı değil mi?

— Gerekli bu, dedi Rieux.

— Nedir şu fare hikâyesi?

— Bilmiyorum. Tuhaf, ama geçecek.

Sonra karısına çabuk çabuk ondan özür dilediğini, onunla daha yakından ilgilenmesi gerektiğini ve onu çok ihmal ettiğini söyledi. Karısı susmasını istediğini bel i edercesine başını sal ıyordu.

Ama Rieux ekledi:

— Geri döndüğünde her şey daha iyi olacak. Yeniden başlayacağız.

— Evet, dedi gözleri parlayarak, yeniden başlayacağız.

Bir süre sonra kocasına sırtım dönüyor ve camdan bakıyordu. Peronda insanlar aceleyle koşturuyor ve birbirlerine çarpıyorlardı. Lokomotifin tıslayan sesi onlara kadar geliyordu. Karısını

adıyla çağırdı, kadın başını çevirdiğinde yüzünün gözyaşlarıyla ıslanmış olduğunu gördü.

— Hayır, dedi yumuşaklıkla.

15Gözyaşlarının ardından biraz buruk, gülümsemesi belirdi. Derin bir soluk aldı:

— Haydi git, her şey iyi olacak.

Karısına sıkı sıkı sarıldı ve şimdi peronun üzerinde, camın öte yanında artık yalnızca, onun gülümsemesini görüyordu.

— Rica ediyorum, kendine iyi bak, dedi karısına. Ama o duyamıyordu.

Çıkışın yakınında, peronda Rieux, oğlunu elinden tutmuş, sorgu yargıcı Mösyö Othon’u burun buruna geldi. Doktor ona yolculuğa çıkıp çıkmadığını sordu. Biraz eskilerin sosyete adamı

dedikleri insanları, biraz da ölü taşıyıcılarını andıran, uzun ve siyah bir adam olan Mösyö Othon sevimli bir sesle ancak kısaca yanıtladı:

— Benim aileme saygılarını sunmaya giden Madam Othon’u bekliyorum.

Lokomotifin düdüğü öttü.

— Fareler… dedi yargıç.

Rieux trenin yönüne doğru bir hamle yaptı, ama yeniden çıkış tarafına döndü.

— Evet, dedi, önemli değil.

Bu anla ilgili tek aklında kalan, kol arının altında ölü farelerle dolu bir kasa taşıyan bir görevlinin geçtiğiydi.

Aynı gün öğleden sonra, Rieux muayeneye başlarken, gazeteci olduğu ve sabah geldiği söylenen genç bir adamı kabul etti. Adı Raymond Rambert’di. Kısa boylu, kalın omuzlu, kararlı yüzlü, açık ve zeki gözleri olan Rambert’in sırtında spor giysiler vardı ve keyfi yerinde gibiydi. Doğrudan konuya girdi. Paris’teki büyük bir gazete adına Arapların yaşam koşul arını araştırıyordu ve onların sağlık durumlarıyla ilgili bilgiler istiyordu. Rieux bu durumun iyi olmadığını söyledi. Ancak fazla ileri gitmeden önce, gazetecinin doğruyu söyleyip söyleyemeyeceğini bilmek, öğrenmek istiyordu.

— Tabi , dedi beriki.

16

— Şunu demek istiyorum: Tam bir eleştiri getirebilir misiniz?

— Tam değil, bunu açıkça belirtmeliyiz. Ancak sanıyorum böyle bir eleştiri dayanaktan yoksun olurdu.

Rieux yumuşak bir tonla gerçekten de böyle bir eleştirinin dayanaktan yoksun olacağını, ancak Rambert’in tanıklığının eksiksiz olup olamayacağını yalnızca bilmek istediğini söyledi.

Ben tam olmayan tanıklık dışında bir şey kabul etmem. Böylece sizin tanıklığınızı da kendi bilgilerimle desteklemeyeceğim.

— Bu SaintJust’ün dili, dedi gazeteci gülümseyerek. Rieux ses tonunu yükseltmeden o konuda hiçbir şey

bilmediğini, bunun yaşadığı dünyadan bıkmış, ancak yine de benzerleriyle aynı zevklere sahip olan ve kendi adına haksızlık ve ödünleri reddetmeye kararlı bir insanın dili olduğunu söyledi.

Rambert, boynu omuzlarına gömülmüş, doktora bakıyordu.

— Sizi anladığımı sanıyorum, dedi sonunda ayağa kalkarak.

Doktor onunla kapıya doğru yürüdü:

— Olayları bu şekilde ele aldığınızdan ötürü size teşekkür ederim.

Rambert sabırsızlanıyor gibiydi:

— Evet, anlıyorum dedi, sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.

Doktor onun elini sıktı ve şu sıralar kentte bulunan ölü farelerin miktarıyla ilgili ilginç bir röportaj yapılabileceğini söyledi.

— Evet, beni ilgilendirir bu, dedi coşkuyla Rambert. Saat on yedide yeni ziyaretler için evden çıkarken doktor merdivenlerde hantal yapılı, kalın kaşlarla belirginleşmiş geniş ve çökmüş yüzlü, henüz genç bir adamla karşılaştı. Apartmanının en üst katında oturan İspanyol dansçılarda birkaç

kez ona rastlamıştı. Jean Tarrou ayaklarının dibinde, bir basamağın üzerinde can çekişmekte olan bir farenin

Veba

17/2son çırpınışlarını izleyerek büyük bir dikkatle sigara içiyordu. Doktora gri gözlerinin de biraz desteklediği sakin bir bakış yöneltti, ona merhaba dedi ve farelerin ortaya çıkışının ilginç bir şey olduğunu söyledi.

Evet, dedi Rieux, ancak rahatsız etmeye başladı.

Bir anlamda öyle doktor yalnızca bir anlamda. Hiç bunun gibi bir şey görmedik, işte hepsi bu.

Ancak bunu ilginç buluyorum, evet, olumlu anlamda ilginç.

Tarrou el eriyle saçlarını geriye attı ve artık hareketsiz olan fareye yeniden baktı, sonra Rieux’ye gülümsedi:

— Ama doktor, sonuçta bu asıl kapıcının işi.

Zaten doktor da, kapıcıyı, o her zamanki kanlı canlı yüzünde bir bıkkınlık ifadesiyle, girişin yanında duvara sırtını dayamış, kapının önünde buldu.

Kendisine yeni buluntuyu bildiren Rieux’ye:

Evet, biliyorum, dedi yaşlı Michel, şimdi ikişer üçer ele geçiyorlar. Ama öteki evlerde de aynı şey oluyor.

Bitkin ve düşünceli duruyordu. Durmadan boynunu ovuşturuyordu. Rieux ona iyi olup olmadığını

sordu. Tabi ki kapıcı ona iyi olmadığını söyleyemiyordu. Yalnız, rahatsızlık duyuyordu. Ona göre, bu moral işiydi. Bu fareler ona bir darbe indirmişti ve ortadan kaybolduklarında her şey çok daha iyi olacaktı.

Ancak ertesi sabah, 18 Nisan’da, annesini gardan getiren doktor Mösyö Michel’i daha çökmüş bir suratla buldu: Mahzenden tavan arasına on kadar fare merdivenlerde yatıyordu. Komşu evlerin çöp tenekeleri de bunlarla doluydu. Doktorun annesi haberi şaşkınlık duymadan öğrendi.

— Olur böyle şeyler.

Gümüş rengi saçlı, kara gözlü ve yumuşak bakışlı bir kadındı.

— Seni görmekten mutluyum Bernard, diyordu. Fareler buna karşı hiçbir şey yapamaz.

Rieux onaylıyordu; onun yanında her şey her zaman kolay gözüküyordu.

18

Öte yandan Rieux, müdürünü tanıdığı, belediyenin fareyle mücadele birimine telefon etti. Açık havada ölmeye gelen çok sayıdaki şu farelerden söz edildiğim duymuş muydu? Müdür Mercier bundan söz edildiğini duymuştu, hatta rıhtımların çok uzağında olmayan kendi servisinde bile el i tane kadar fare bulunmuştu.Yine de bunun ciddi bir şey olup olmadığını düşünüyordu. Rieux bunu belirleyemezdi, ancak fareyle mücadele biriminin müdahale etmesinin gerektiğini düşünüyordu.

Evet, dedi Mercier, bir emirle. Eğer bunun gerçekten gerekli olduğuna inanıyorsan bir emir çıkarmaya

çalışabilirim.

— Her zaman için gereklidir, dedi Rieux.

Temizlikçi kadın ona, kocasının çalıştığı fabrikada yüzlerce ölü fare toplanmış olduğunu bildiriyordu.

Kentliler işte aşağı yukarı bu dönemde kaygılanmaya başladılar. Gerçekten 18’inden itibaren fabrika ve antrepolar yüzlerce fare cesediyle dolup taştı. Bazı durumlarda farelerin uzun uzun can çekişmesine son vermek gerekti. Ancak, dış semtlerden kentin merkezine kadar, Doktor Rieux’nün geçebildiği her yerde, kentlilerin toplandığı her yerde, fareler ya çöp kutularında yığılmış bir halde ya da akan sularda sıra sıra bekliyorlardı. Gazetelerin akşam baskısı hemen o günden başlayarak olaya el koydu; belediyenin harekete geçmeyi düşünüp düşünmediğini ve bu iğrenç istiladan kentlileri korumak için hangi acil önlemleri tasarladığını sordu. Belediye hiçbir şey düşünmemiş, kesinlikle hiçbir şeyi de tasarlamamıştı, ancak kurulda durumu görüşmek üzere toplantılara başladı. Her sabah, şafakta ölü farelerin toplanması için farelerle mücadele birimine emir verildi. Toplama işi bittiğinde birimin iki arabası onları yakmak üzere çöp yakma merkezine götürecekti.

Ancak sonraki günlerde durum ciddileşti. Toplanan kemirgenlerin sayısı katlanarak artıyor ve her sabah toplanan fareler giderek çoğalıyordu. Dördüncü günden başlayarak fareler ölmek için toplu halde ortaya çıkmaya başla

19dılar. Çatı katlarından, bodrumlardan, mahzenlerden, lağımlardan uzun sıralar halinde sendeleyen öbekler, gün ışığında titreşmek, kendi çevrelerinde dönüp insanların yakınında ölmek üzere ortaya çıkıyorlardı. Gece dar geçitlerde ya da ara sokaklarda küçük can çekişme çığlıkları

rahatlıkla duyuluyordu. Sabah kenar mahal elerde dere boyunca uzanmış olarak bulunuyorlardı; sivri burunlarında küçük bir kan çiçeği, bazıları şişmiş ve kokuşmuş, bazıları da katılaşmış ve bıyıkları hâlâ sert. Kentin içinde de, sahanlıklarda ya da avlularda küçük yığınlar halinde onlarla karşılaşılıyordu. Bazen de idare binalarının salonlarında, okul avlularında, kafelerin teraslarında tek başlarına ölmeye geldikleri oluyordu. Şaşkına dönmüş yurttaşlarımız onları kentin en yoğun bölgelerinde buluyorlardı. Place d’Armes, anacaddeler, FrontdeMer’in gezi yolu zaman zaman kirleniyordu. Şafakta ölü hayvanlardan arındırılan kent, gün içinde yavaş yavaş giderek artan sayıda onlarla yeniden karşılaşıyordu. Kaldırımlarda akşam gezintisi yapan birçok kişinin, ayağının altında yeni can vermiş bir cesedin yumuşak kütlesini hissettiği de oluyordu. Üzerinde evlerimizin dikildiği toprağın kendisi şimdiye kadar derinlerinde için için kaynayan çıban ve kanlı

irinlerin artık yüzeye çıkmasına göz yumuyordu adeta. Tıpkı sağlığı yerinde bir insanın beynine kan hücum etmesi gibi, o zamana kadar öylesine dingin yaşamış ve birkaç günde al ak bul ak olan küçük kentimizin geçirdiği o şaşkınlığı düşünün yalnızca .

İşler öyle ileri gitti ki, Ransdoc Ajansı Renseignement gayri resmi haberleri verdiği radyo yayınında yalnızca 25 Nisan günü altı bin iki yüz otuz bir farenin toplandığını ve yakıldığını

bildirdi. Kentin gündelik görüntüsüne ilişkin kesin bir fikir veren bu sayı kargaşayı artırdı.

0 zamana kadar yalnızca tiksinti veren bir olaydan yakımlmıştı. Şimdiyse, henüz ne boyutlarının belirlenebildiği, ne de kaynağının anlaşılabildiği bu olgunun tehdit edici bir yanı olduğunun farkına varılıyordu. Yalnız yaşlı İspan

1 Renseignement: Bilgi; document: belge. (Fr.) (Çev.)

20

yol el erini ovuşturmayı sürdürüyor ve yaşlılara özgü bir neşeyle, “Çıkıyorlar, çıkıyorlar!” diye yineliyordu. Öte yandan 28 Nisan’da Ransdoc yaklaşık sekiz bin farenin toplandığını bildiriyordu ve kentte endişe doruğa ulaşıyordu. Kökten önlemler isteniyor, yetkililer suçlanıyor ve deniz kıyısında evi olanlar oralara çekilmekten söz ediyordu. Ancak , ertesi sabah ajans olayın ansızın durduğunu ve fareyle mücadele biriminin yalnızca önemsiz miktarda ölü fare topladığını bildirdi.

Oysa aynı gün, öğle saatinde, Doktor Rieux apartmanının önünde arabasını park ederken yolun kenarında, başı öne eğilmiş, kol arıyla bacakları ayrık, bir kukla gibi güçlükle yürüyen kapıcıyı fark etti. Yaşlı adam bir rahibin koluna tutunuyordu; doktor rahibi tanıdı. Birkaç kez gittiği ve kentimizde din konusuna ilgi duymayanların bile büyük bir saygı gösterdiği, çok okumuş ve militan bir cizvit olan Rahip Paneloux’yclu bu. Onları bekledi. Yaşlı Michel’in gözleri parlıyordu ve soluğu ıslık ıslık çıkıyordu. Kendini iyi hissetmemiş ve hava almaya çıkmıştı. Ancak boynunda, koltuk altlarında ve kasıklarındaki şiddetli ağrılar onun eve geri dönmesini ve Rahip Paneloux’nun yardımını istemesini zorunlu kılmıştı.

— Şişlikler yüzünden, dedi. Biraz uğraşmak zorunda kaldım.

Doktor, bir kolu apartman kapısının dışında, Michel’in ona uzattığı boynun alt tarafında parmağını

gezdirdi; bir sertlik oluşmuştu.

Yatın ve ateşinizi ölçün, sizi bu akşamüstü görmeye geleceğim.

Kapıcı gittikten sonra Rieux, Rahip Paneloux’ya şu fare hikayesiyle ilgili ne düşündüğünü sordu:

— Evet, dedi rahip, bu bir salgın olmalı dedi ve yuvarlak gözlüklerinin ardından gözleriyle gülümsedi.

Yemekten sonra, telefon sesi duyulduğunda, Rieux sağlık evine karısının geldiğini haber veren telgrafı okuyordu. Onu arayan, belediyede memur, eski müşterilerin 21den birisiydi. Uzun süre aort daralmasından sıkıntı çekmişti ve yoksul olduğundan Rieux onu para almadan tedavi etmişti.

— Evet, diyordu, beni anımsarsınız. Ama başka birisi için arıyorum. Çabuk gelin, komşuma birşeyler oldu.

Sesi soluk soluğaydı. Rieux’nün aklına kapıcı geldi ve hemen onu görmeye karar verdi. Birkaç

dakika sonra, dış mahal elerden Faidherbe sokağında alçak bir evin kapısından giriyordu. Islak ve pis kokulu merdivenin ortasında kendisini karşılamaya inen memur Joseph Grand’la karşılaştı.

Sarı bıyıklı, uzun ve kamburlaşmış, dar omuzlu, kol arı bacakları zayıf, kırk el i yaşlarında bir adamdı.

— Durumu daha iyi, dedi Rieux’ye doğru gelirken, ancak ölüyor sandım.

Burnunu siliyordu. İkinci ve son katta, sol kapının üzerinde Rieux kırmızı tebeşirle ‘Girin, kendimi astım’ yazısını okudu.

İçeri girdiler. Devrilmiş bir sandalyeyle, bir köşeye itilmiş masanın üzerinde bir ip asılıydı. Ama boşlukta sal anıyordu.

— Onu zamanında ipten indirdim, dedi Grand, en basit dil e konuşsa da hep sözcükleri arıyor gibiydi. Tam o sırada evden çıkıyordum ve bir gürültü duydum. Yazıyı görünce, nasıl desem, bir oyun sandım. Ama tuhaf, hatta diyebilirim ki, bel i belirsiz bir inilti duydum.

Kafasını kaşıyordu:

— Bence, acı veren bir işlem olmalı bu. Tabi ki içeri girdim.

Bir kapıyı itmişlerdi ve aydınlık ancak yoksul biçimde döşenmiş bir odanın eşiğinde duruyorlardı.

Ufak tefek, tombulca bir adam bakır karyolada yatıyordu. Derin derin soluk alıyor ve kanlanmış

gözleriyle onlara bakıyordu. Doktor durdu. Soluk alıp verişlerin arasında küçük fare çığlıkları

duyuyor gibiydi. Ancak kıyıda köşede hiçbir şey kımıldamıyordu. Rieux yatağa doğru gitti. Adam çok yüksekten düşmemişti, çok fazla sert biçimde de düşmemişti, 22

omurgaları dayanmıştı. Tabi ki biraz soluğu kesilmişti. Röntgen gerekiyordu. Doktor bir kâfuryağı

iğnesi yaptı ve birkaç gün içinde her şeyin düzeleceğini söyledi.

Teşekkür ederim doktor, dedi adam boğuk bir sesle.

Rieux, Grand’a komiserliğe haber verip vermediğini sordu, memurun yüzü şaşkın bir ifadeye büründü.

Hayır, dedi, hayır. Düşündüm ki en çabuk …

— Tabi , diye sözünü kesti Rieux, o işi ben yaparım. Ancak o sırada hasta yatakta kımıldandı ve iyi olduğunu, buna gerek kalmadığını söyleyerek doğruldu.

— Sakin olun, dedi Rieux. Bu bir iş değil, inanın bana, benim durumu bildirmem gerek.

Hay Al ah! dedi öteki.

Ve kendini geriye atarak sessiz sessiz ağlamaya başladı. Bir süredir, bıyıklarını sıvazlayan Grand ona yaklaştı.

Haydi Mösyö Cottard, dedi. Anlamaya çalışın. Doktorun sorumlu olduğunu söyleyebiliriz.

Örneğin, ya bir daha içinizden buna yapmak geçerse…

Ancak Cottard gözyaşları arasında bunu bir daha yapmayacağını, bunun yalnızca bir çılgınlık ânı

olduğunu ve kendisini yalnızca sakin bırakmalarını istediğini söyledi. Rieux bir reçete yazıyordu.

— Anlaşıldı, dedi. Bunu bırakalım, iki ya da üç gün sonra gene geleceğim. Ama bir budalalık yapmayın.

Sahanlıkta Grand’a yetkililere durumu bildirmek zorunda olduğunu, ancak komiserlikten iki günden önce bir soruşturma yapmamalarını isteyeceğini söyledi.

— Bu gece onun yanında kalmak gerek. Ailesi var mı? Tanımıyorum. Ama ben kalabilirim.

Başını sal ıyordu.

— Bakın aslında onu da tanıdığımı söyleyemem. Ancak tabi ki yardımlaşmak gerek.

Apartmanın koridorlarında Rieux bilinçsizce köşelere bakıyordu, Grand’a mahal esinde farelerin tam olarak ortadan kalkıp kalkmadığını sordu. Memur bu konuda hiç

23bir şey bilmiyordu. Aslında ona bu hikâyeden söz etmişlerdi, ancak mahal e dedikodusunu pek önemsemiyordu.

— Benim başka kaygılarım var, dedi.

Rieux onun elini sıkmıştı bile. Karısına mektup yazmadan önce kapıcıyı görmek için acele ediyordu.

Akşam gazetesi satan sokak satıcıları fare istilasının durduğunu bildiriyorlardı. Ancak Rieux, hastasını, beline kadar yatağından sarkmış, bir eh karnında, öteki eli boynunun çevresinde, bir çöp kovasına öğüre öğüre pembemsi bir safra kusarken buldu. Kapıcı uzun çabalardan sonra soluğu kesilmiş bir durumda

yeniden yattı. Ateşi otuz dokuzdu; boyundaki yumrular ve el eriyle ayakları şişmişti, böğründe iki büyük siyah leke genişliyordu. Şimdi içindeki bir acıdan söz ediyordu.

— Yanıyor, diyordu, şuradaki domuz yakıyor beni. Kurum rengindeki ağzı sözcükleri doğru dürüst söyle

yememesine neden oluyordu, baş ağrısından yaşaran, dışarı fırlamış gözlerini doktora çeviriyordu. Karısı sessiz duran Rieux’ye endişeyle bakıyordu.

— Doktor, diyordu, nedir bu?

— Her şey olabilir. Ancak elimizde henüz kesin bir şey yok. Bu akşama kadar perhiz ve ishal ilacı. Bol bol su içsin.

Kapıcı da susuzluktan kavruluyordu. Evine döndüğünde Rieux kentin en önemli doktorlarından biri olan meslektaşı Richard’a telefon ediyordu.

— Hayır, diyordu Richard, olağanüstü hiçbir şey görmedim.

— Bölgesel iltihaplı ateş yok mu?

— A evet, çok iltihaplanmış yumrulu iki vaka.

— Anormalin dışında bir iltihaplanma mı?

— Eh, dedi Richard, normali, bilirsiniz…

Durum ne olursa olsun, akşam kapıcı sayıklıyordu ve ateşi kırka vurduğunda farelerden yakınıyordu. Rieux olgunlaşmış bir çıbanı yarmayı denedi. Terebentinin yakmasının etkisiyle kapıcı bağırdı: ‘Ah! Domuzlar!’

24

Yumrular daha da şişmişti, dokununca sert ve pütürlü oldukları hissediliyordu. Kapıcının karısı

şaşkına dönmüştü.

Başında nöbet tutun, dedi doktor ve gerekirse beni çağırın.

Ertesi gün, 30 Nisan’da, ılık bir meltem, mavi ve rutubetli gökyüzünde esiyordu. En uzak banliyölerden çiçek kokusu getiriyordu. Sokaklardaki sabah gürültüleri her zamankine oranla daha canlı, daha neşeli gibiydi. Hafta boyunca içinde yaşadığı o sessiz kaygıdan kurtulan küçük kentimizde o gün bir yeniden doğuş günüydü. Karısından gelen bir mektupla içi rahatlayan Rieux de hafiflik duygusuyla kapıcının dairesine indi. Ve gerçekten de sabah ateş otuz sekize düşmüştü.

Zayıf düşmüş hasta yatağında gülümsüyordu.

— Durum daha iyi, değil mi doktor? dedi karısı.

— Bekleyelim daha.

Ancak öğlen, ateş birden kırk dereceye çıkmıştı, hasta durmadan sayıklıyordu ve kusmalar yeniden başlamıştı. Boyundaki yumrular dokununca acıyordu ve kapıcı başını bedeninden olabildiğince uzak tutmaya çalışmak istiyor gibiydi. Karısı yatağın ayakucuna oturmuş, el eri battaniyenin üzerinde, hafifçe hastanın ayaklarını tutuyordu. Rieux’ ye bakıyordu.

— Dinleyin, dedi Rieux, onu tecrit etmek ve özel bir tedavi denemek gerek. Hastaneyi arayayım, onu ambulansla götüreceğiz.

İki saat sonra ambulansta doktor ve kadın, hastanın üzerine eğiliyorlardı. Yaraların yol açtığı

mantarlarla kaplı ağzından sözcük kırıntıları dökülüyordu: ‘Fareler!’ diyordu. Balmumunu andıran dudakları, kurşun gibi ağırlaşmış gözkapakları, kesik kesik ve kısa solukları, yeşil suratı ile yumrularla canı yanan kapıcı, küçük yatağı kendi üzerine kapamak istiyormuş ya da yerin dibinden gelen bir şey durmadan onu çağırıyormuş gibi küçük yatağa yerleşmiş, 25görünmez bir ağırlığın altında boğuluyordu. Kana ağl

Hiç mi umut yok doktor?

Öldü, dedi Rieux.

26

Kapıcının ölümü, şaşırtıcı işaretlerle dolu bu dönemin sonu ve ilk zamanlardaki şaşkınlığın yavaş

yavaş paniğe dönüştüğü, göreceli olarak daha güç bir başka dönemin başlangıcını gösteriyordu denilebilir. Bundan böyle yurttaşlarımız bir şeyin farkına varıyorlardı, küçük kentimizin, farelerin güneşte ölmesi ve kapıcıların tuhaf hastalıklardan yaşamlarını yitirmesi için belirlenmiş bir yer olabileceğini asla düşünmemişlerdi. Bu açıdan, sonuçta bir yanılgı içindeydiler ve düşünceleri yeniden gözden geçirilmeliydi. Olay bununla sınırlı kalsa bile alışkanlıklar üstün gelecekti kuşkusuz. Ama kentliler arasından, yoksul ya da kapıcı olmayan bazı kişiler de, Mösyö Michel’in öncülük ettiği o yola girmek zorunda kaldı. İşte o andan itibaren korku ve korkuya eşlik eden bir düşünmedir başladı.

Öte yandan bu yeni olayların ayrıntısına girmeden önce, anlatıcı az önce anlatılan dönemle ilgili bir başka tanığın düşüncelerine de yer vermenin yararlı olduğuna inanıyor. Bu anlatının başında karşılaşmış olduğumuz Jean Tarrou birkaç hafta önce Oran’a yerleşmişti ve o zamandan beri merkezde büyük bir otelde oturuyordu. Görünüşte kendi geliriyle yaşayabilecek denli rahat koşul ar içinde olduğu anlaşılıyordu. Ancak, kentlilerin yavaş yavaş ona alışmasına karşın, kimse ne onun nereden geldiğini, ne de niçin burada olduğunu biliyordu. Onunla halka açık her yerde karşılaşılıyordu. İlkbahar daha başlarken sık sık kumsal arda görülmüştü; çoğunlukla yüzüyor ve açıkça bir keyif aldığı bel i oluyordu. İyi yürekli, basit, her zaman güler yüzlü olan bu adam, kendini köle gibi kaptırmadan tüm normal zevklerle dost gibiydi. Aslında onda gördüğümüz tek alışkanlık kentimizde oldukça çok sayıda

27ki İspanyol dansçıları ve çalgıcılarını düzenli olarak ziyaret etmesiydi.

Öte yandan onun not defterleri de bu güç dönemle ilgili bir belge oluşturuyordu. Ancak anlamsızlıktan yana olması istenmiş gibi özel bir belgeydi bu. İlk bakışta, Tarrou’nun nesneleri ve insanları dar açıdan incelemeye çalıştığı samlabilirdi. Bu genel karışıklık içinde tarihi olmayan şeylerin tarihçisi olmaya çalışıyordu özetle. Kuşkusuz bu yanlılığı bizi üzebilir ve notlarındaki duygusuzluk eleştirilebilir. Ancak yine de bu not defterleri bu dönemin bir belgesi olarak, kendi açılarından bir önemi olan ikincil nitelikli bir yığın ayrıntı sunabilir; bu ayrıntıların tuhaflığı da onları

yazan ilginç kişilikle ilgili çok çabuk bir yargıya varmayı engel eyebilir.

Jean Tarrou’nun ilk notları onun Oran’a geldiği tarihte yazılmış. Daha başından, kendi başına böylesine çirkin bir kentte bulunmanın getirdiği tuhaf bir memnuniyeti yansıtıyor. Belediye binasını

süsleyen iki bronz aslanın ayrıntılı betimlemesi, ağaç yokluğu, sevimsiz evler ve kentin saçma sapan planı üzerine olumlu düşünceler notlarda yer alıyor. Tarrou bunlara tramvaylarda ve yol arda duyduğu söyleşileri de yorum yapmadan ekliyor; ancak biraz ileride, Camps adında birinin hakkındaki söyleşiyle ilgili bir yorum vardı. Tarrou iki tramvay biletçisinin konuşmasına tanık olmuştu:

— Camps’ı tanıdın değil mi?

— Camps mı? Uzun boylu, siyah bıyıklı mı?

— Hah, işte o! Demiryol arında makasçıydı.

— Evet, tabi .

— Eee, öldü mü?

— Yaa ne sandın?

— Şu fare hikâyesinden sonra. Hay Al ah? Nesi vardı?

— Bilmiyorum, ateşi vardı. Sonra zayıftı. Kolunun altında iltihaplar oldu. Dayanamadı.

— Halbuki herkes gibiydi o da.

28

— Hayır, göğsü zayıftı ve Orpheon’da çalıyordu. Bir boruyu sürekli üflemek, yıpratır adamı.

— Ama, diye sözü bitirdi ikinci adam, insan hastayken boruları üflememeli.

Bu bilgilerin ardından Tarrou, Camps’ın kendi yararına açıkça karşı gelerek niçin Orpheon’a girdiğini ve onu pazar günü yapılan geçit törenleri için yaşamını tehlikeye atmaya yönelten derin nedenlerin neler olduğunu kendi kendine soruyordu.

Sonra Tarrou penceresinin karşısına gelen balkonda sık sık geçen bir sahneden olumlu yönde etkilenmiş gibiydi. Gerçekte odası duvarların gölgesinde kedilerin uyuduğu küçük bir sokağa enlemesine bakıyordu. Ancak her gün, öğle yemeğinden sonra, tüm kentin sıcakta uyukladığı

saatlerde sokağın öteki tarafında yaşlı bir adamcağız bir balkonda beliriyordu. Beyaz ve taranmış

saçları, asker kesimli giysilerinin içinde dimdik ve ciddi, aynı zamanda hem mesafeli hem de tatlı

bir sesle kedileri bir ‘pisi pisi’yle çağırıyordu. Kediler rahatlarını bozmadan, uykudan soluklaşmış

gözlerini yukarı çeviriyorlardı. Adam sokağın ve hayvanların tepesinde küçük kâğıt parçaları

yırtıyordu, dikkatleri bu beyaz kelebek yağmuruna çekilen kediler son kâğıt parçalarına doğru tereddüt içinde ayaklarını uzatarak yolun ortasına doğru ilerliyorlardı. O zaman yaşlı adamcağız kuvvetli ve belirgin biçimde kedilerin üzerine tükürüyordu. Tükürüklerden biri amacına ulaşırsa gülüyordu.

Son olarak Tarrou, görünümü, canlılığı, hatta zevkleri ticaretin gereklilikleri doğrultusunda gelişmiş

bu kentin ticaret kokan havasından kesin olarak hoşlanmış gibiydi. Bu özel ik (not defterinde kul anılan terim bu) Tarrou’nun onayını alıyordu ve hatta övgü dolu gözlemlerinden birisi şu ünlemle son buluyordu: ‘Sonunda!’ O tarihte yolcu notlarının öznel bir nitelik kazandığı tek bölüm işte burasıydı. Şu var ki, bunların anlamını ve ciddiliğini değerlendirmek güç. Örneğin otel muhasebecisinin bir ölü fare bul

29masının hesaplarda bir yanlış yapmasına yol açtığını anlattıktan sonra Tarrou her zamankinden daha zor okunur bir yazıyla şunu eklemişti: ‘Soru: Zamanını yitirmemek için ne yapmalı? Yanıt: Onu alabildiğine duyumsamak. Yöntem: Bir dişçinin bekleme odasında rahatsız bir koltukta gün geçirmek, pazar öğleden sonrasını balkonda yaşamak, anlamadığımız bir dilde konferanslar dinlemek, ayakta yolculuk etmek için en uygun olmayan ve en uzun demiryolu güzergâhını

seçmek, tiyatro gişesi önünde kuyruğa girmek ve bilet almamak, vb.’ Ancak dil ya da düşünce boyutundaki bu sapmaların hemen ardından not defterleri, sepeti andıran biçimleri, belirsiz renkleri, alışılmış pislikleriyle kent tramvaylarının ayrıntılı bir betimlemesine el atıyor ve bu gözlemleri hiçbir şey açıklamayan bir ‘dikkate değer’ tümcesiyle bitiriyordu.

İşte Tarrou’nun fare hikayesiyle ilgili verdiği bilgiler: “Bugün karşıdaki yaşlı adamcağız afal adı. Hiç

kedi yok. Gerçekten de sokaklarda büyük miktarlarda bulunan ölü fareler yüzünden ortadan yok oldular. Bence, kedilerin ölü fareleri yemesi söz konusu değil. Benimkilerin bundan nefret ettiğini anımsıyorum. Yine de mahzenlere üşüşmelerine ve yaşlı adamcağızın afal amasına engel değil.

Bugün daha az özenle taranmış, daha az güçlü. Endişesi hissediliyor. Bir süre sonra içeri girdi.

Ancak bir kez boşluğa tükürmüştü.

“Kentte bugün bir tramvayı durdurdular, çünkü oraya nasıl geldiği bilinmeyen bir fare ölüsü

bulunmuştu. İki üç kadın indi. Fareyi attılar. Tramvay yeniden yola koyuldu.

“Otelde, güvenilir bir adam olan gece bekçisi tüm bu farelerle bir felaket beklediğini bana söyledi.

‘Fareler gemiyi terk ettiğinde.’ Bunun gemiler için doğru olduğunu ancak kentlerle ilgili olarak hiçbir zaman doğrulanmadığını söyledim. Yine de buna inanmış. Ona göre nasıl bir felaketin beklenebileceğini sordum. Felaketin öngörülmesi olanaksız olduğundan bunu bilmiyordu. Ama bu işi bir dep

30

rem yaparsa şaşırmayacaktı. Böyle bir şeyin olabileceğini kabul ettim, o da bana bunun beni endişelendirip endişelendirmediğini sordu.

“Beni ilgilendiren tek şey, dedim, iç huzuru bulmak.

“Beni çok iyi anladı.

“Otelin lokantasında çok ilginç bir aile var. Baba uzun boylu, zayıf bir adam; dik yakalı; siyahlar giyen biri. Kafasının ortası kel, sağda ve solda gri iki saç tutamı var. Küçük, yuvarlak, sert bakışlı

gözler, ince bir burun, yatay bir ağız ona iyi yetiştirilmiş bir gecekuşu havası veriyor. Lokantanın kapısına her zaman ilk o geliyor, siyah bir fındık faresi gibi ufak tefek karısının geçmesi için kenara çekiliyor, sonra hemen ardında gösteri köpekleri gibi giydirilmiş küçük bir erkek ve küçük bir kız çocuğuyla içeri giriyor. Karısına ve çocuklarına, birincisine terbiyeli, kötü sözler, mirasçılara da kesinliği olan sözler yağdırıyor:

— Nicol muhteşem biçimde itici görünüyorsunuz! “Ve küçük kız ağlamaya hazır. Gereken de bu.

“Bu sabah küçük oğlan fare hikâyesi yüzünden çok heyecanlıydı. Sofrada bir şey söylemek istedi:

— Sofrada farelerden söz edilmez Philippe. Bu sözcüğü bundan böyle kul anmanızı

yasaklıyorum.

— Babanız haklı, dedi siyah fındık faresi.

“İki kaniş burunlarını ciğer ezmelerine daldırdılar ve gece kuşu sözü fazla uzatmayan bir baş

hareketiyle teşekkür etti.

“Bu güzel örneğe karşın kentte şu fare hikâyesinden çok söz ediliyor. Gazeteler de işe karıştı.

Genelde farklılıklar gösteren yerel gazeteler bile şimdi birlik içinde belediyeye karşı bir kampanyaya giriştiler. Belediye başkanlık üyeleri bu kemirgenlerin çürümüş cesetlerinin ortaya çıkaracağı tehlikeyi farkında mı? Otel müdürü başka bir şeyden söz edemez oldu. Ancak bunun bir nedeni, zor durumda kalması. Saygın bir otelin asansöründe bir fare ölüsü bulmak ona akıl almaz geliyor. Onu avutmak için ona: ‘Ama herkes bu işin içinde,’ dedim.

31— İşte biz de şimdi herkes gibi olduk, diye beni yanıtladı.

— İnsanları endişelendirmeye başlayan şu yüksek ateşle ilgili ilk vakalardan bana söz eden o.

Oda hizmetlilerinden birisi buna yakalanmış.

Ama kesin olarak bulaşıcı değil, diye aceleyle belirtti.

— Bunun benim için önemi olmadığını söyledim.

— Anlıyorum. Beyefendi de benim gibi, Beyefendi yazgıcı.

— Hiç buna benzer bir şey ileri sürmemiştim, hem zaten yazgıcı değilim. Bunu ona söyledim…

Bu andan başlayarak Tarrou’nun defterleri halk arasında endişe uyandıran, şu ne olduğu bilinmeyen ateşten biraz daha ayrıntılı biçimde söz etmeye başladı. Farelerin ortadan kaybolmasıyla yaşlı adamcağızın kedilerine yeniden kavuştuğunu ve sabırla nişan almayı

sürdürdüğünü yazarken Tarrou bu ateşle ilgili, çoğu ölümle sonlanmış on kadar vaka anılabileceğini belirtiyordu.

Belge olması açısından son olarak Tarrou’nun çizdiği Rieux betimlemesi yeniden yazılabilir.

Anlatıcının gördüğü kadarıyla gerçeğe oldukça bağlı kalınmış:

“Otuz beşinde gösteriyor. Orta boylu. Güçlü omuzlar. Aşağı yukarı dikdörtgen yüz. Karanlık ve dik bakışlı gözler, ancak çene kemikleri çıkık. Burun yapılı ve düzgün. Kısacık kesilmiş siyah saçlar.

Neredeyse her zaman sıkılı duran etli dudaklarla ağız yay gibi. Yanmış teni, siyah tüyleri, hep koyu renkli ancak ona yakışan giysileriyle Sicilyalı bir köylü havası var.

“Hızlı yürüyor. Kaldırımlardan duruşunu değiştirmeden iniyor, ama karşı kaldırıma çıkarken her üç

seferden ikisinde hafifçe zıplıyor. Arabasının direksiyonunda dalgın ve yön belirten sinyal erini hep açık unutuyor, dönüşünü tamamladıktan sonra bile. Başına hiçbir zaman bir şey takmıyor. Bilgi sahibi bir havası var.”

32

Tarrou’daki sayılar doğruydu. Doktor Rieux de bu konuda birşeyler biliyordu. Kapıcının bedeni tecrit edildikten sonra, şu kasık ateşleriyle ilgili olarak sorular sormak üzere Richard’a telefon etmişti.

— Bundan hiçbir şey anlamadım, demişti Rıchard. İki ölü, biri kırk sekiz saatte, öteki üç günde.

Sonuncusunu bir sabah tüm nekahet belirtilerini göstermişken bırakmıştım.

— Başka vaka olursa bana haber verin, dedi Rıeux.

Birkaç doktoru daha aradı. Böylece yürüttüğü soruşturma birkaç gün içinde yirmi kadar benzer vaka olduğu sonucunu verdi. Hemen hemen hepsi ölümle sonuçlanmıştı. Bunun üzerine Oran Doktorlar Odası Başkanı Richard’dan yeni hastaların tecrit edilmesini rica etti.

— Bu konuda bir şey yapamam, dedi Richard. Valiliğin önlemleri gerekleri. Zaten kim size bulaşma tehlikesi var dedi ki?

— Hiçbir şey, ancak belirtiler endişe verici.

Yine de Richard ‘böyle bir sıfatı olmadığı’nı düşünüyordu. Tüm yapabileceği valiliğe, valiye bundan söz etmekti.

Ancak onlar konuşadursun, hava bulanıyordu. Kapıcının ölümünün ertesinde göğü büyük bir pus kapladı. Seli andıran kısa yağmurlar kentin üzerine indi; bu beklenmedik su baskınlarını fırtınalı

bir sıcak izliyordu. Deniz bile derin mavi rengini yitirmiş, puslu göğün altında, gözü acıtan gümüş

ya da demir rengi parıltılara bürünüyordu. Bu ilkbaharın rutubetli sıcağı yaz mevsiminin bunaltıcı

sıcağını özletiyordu. Bir düzlük üzerinde salyangoz biçiminde kurulmuş, çok az bölümü denize açılan kentte iç karartıcı

Veba

33/3bir uyuşukluk egemendi. Kentin sıvalı, uzun duvarları boyunca, tozlu vitrinli sokaklar arasında, kirli sarı renkteki tramvaylarda insan kendini biraz göğün kölesi gibi hissediyordu.

Yalnızca Rieux’nün şu yaşlı hastası bu dönemin keyfine varmak için astımını alt ediyordu.

— Hava ısınıyor, diyordu, bronşlara iyi gelir bu. Gerçekten de hava ısınıyordu, bir ateşten ne eksik ne

fazla. Tüm kentin ateşi vardı, en azından Rieux, Cottard’ın intihar girişimiyle ilgili soruşturmaya katılmak üzere Fadherbe Sokağına gittiği sabah bu izlenime kapılıyordu. Ancak bu izlenim ona mantıksız geliyordu. Kendisini tedirgin eden uğraşlara ve sinirliliğe bağlıyordu bunu, acele olarak düşüncelerini bir düzene sokmak gerektiğini kabul etti.

Geldiğinde komiser henüz orada değildi. Grand sahanlıkta bekliyordu, önce onun evine girmeye karar verdiler, kapıyı açık bıraktılar. Belediye memuru iyice baştan savma döşenmiş iki odalı bir dairede oturuyordu. Burada yalnızca iki üç sözlüğün süslediği ahşap bir raf ve üzerinde yarı

yarıya silinmiş, ancak hâlâ okunabilen ‘çiçekli bahçe yol arı’ sözcükleri bulunan bir karatahta göze çarpıyordu. Grand’a göre Cottard geceyi iyi geçirmişti. Ancak sabah baş ağalarıyla ve hiçbir tepki gösteremez bir halde uyanmıştı. Grand yorgun ve sinirli görünüyordu; bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyor, el yazısıyla yazılmış sayfalarla dolu bir dosyayı bir açıyor, bir kapıyordu.

Bu arada doktora Cottard’ı iyi tanımadığını, ancak biraz malı mülkü olduğunu sandığını söyledi.

Cottard tuhaf bir adamdı. Uzun süre ilişkileri, merdivende karşılaştıklarında birkaç merhabayı

geçmemişti.

— Onunla yalnızca iki kez sohbet ettim. Birkaç gün önce eve getirdiğim bir kutu tebeşiri döktüm.

Mavi ve kırmızı tebeşirler vardı. O sırada Cottard sahanlığa çıktı ve onları toplamama yardım etti.

Bu değişik renklerdeki tebeşirlerin ne işe yaradığını sordu.

34

Grand da ona yeniden biraz Latince çalıştığını anlatmıştı. Liseden bu yana bilgileri azalmıştı.

— Evet, dedi doktora, Fransızca sözcüklerin anlamını daha iyi bilmek için bunun yararlı olduğunu bana söylediler.

İşte karatahtasına Latince sözcükler yazıyordu. Sözcüğün ad ve eylem çekimlerine göre değişen bölümünü mavi tebeşirle, sözcüklerin hiç değişmeyen bölümlerim kırmızı

tebeşirle yazıyordu.

— Cottard’in iyice anladığını sanmıyorum, ama ilgilenmiş gibiydi ve benden bir kırmızı tebeşir istedi. Biraz şaşırmıştım, ama sonuçta… Bunu tasarısı için kul anacağını tahmin edemezdim elbette.

Rıeux ikinci sohbetin konusunu sordu. Ancak yanında sekreteriyle komiser geliyordu, öncelikle Grand’ın açıklamalarını dinlemek istiyordu. Doktor Grand’ın Cottard’dan söz ederken onu hep

‘umutsuz adam’ diye andığını fark etti. Hatta bir ara ‘öldürücü karar’ deyimini kul andı. İntiharın nedeni üzerinde konuştular ve Cottard sözcük seçiminde kılı kırk yarıyordu. Son olarak ‘özel acılar’ sözcükleri üzerinde durdular. Komiser Cottard’ın davranışlarında onun ‘kararlılık’ dediğiyle ilgili herhangi bir şey hissedip etmediğini sordu.

— Dün benden kibrit istemek için kapımı çaldı, dedi Grand. Ona bir kutu kibritimi verdim.

Komşular arasında olur… diyerek özür diledi. Sonra bana kutuyu geri vereceğim vaat etti. Onda kalmasını söyledim.

Komiser, memura, Cottard’da bir tuhaflık olup olmadığını sordu.

— Bana tuhaf gelen, konuşmayı sürdürmek istiyormuş gibi bir hali olmasıydı. Ancak ben çalışıyordum.

Grand Rieux’ye döndü ve sıkkın bir havayla ekledi:

— Kişisel bir çalışma.

Öte yandan komiser, hastayı görmek istiyordu. Ancak Rieux öncelikle Cottard’ı bu ziyarete hazırlamanın yerinde olacağını düşünüyordu. Odaya girdiğinde 35yalnızca griye bakan bir flanel giymiş olan Cottard yatağında doğrulmuş ve endişeli bir yüz ifadesiyle kapıya doğru dönmüştü.

— Polis, değil mi?

Evet, dedi Rieux, hareket etmeyin. İki üç formaliteden sonra rahata kavuşacaksınız.

Ancak Cottard bunun bir işe yaramayacağını ve polisten hoşlanmadığım söyledi. Rieux biraz sabırsızlık gözlemledi.

— Ben de polise bayılmıyorum. Bu işi bir kerede bitirmek için sorularına çabuk ve doğru biçimde yanıt vermek söz konusu.

Cottard sustu ve doktor yeniden kapıya doğru döndü. Ancak adamcağız yine onu çağırıyordu ve yatağa yaklaşınca doktorun el erini tuttu:

— Hasta birisine, kendini asmış bir adama dokunamazlar değil mi doktor?

Rieux bir an ona dikkatle baktı ve sonunda asla böyle bir şeyin söz konusu olmadığına ve kendisinin hastasını korumak için orada olduğuna onu inandırdı. Adamın gerginliği azalır gibi oldu ve Rieux komiseri içeri aldı.

Cottard’a Grand’ın tanıklık belgesi okundu ve ona eyleminin nedenlerini açıklayıp açıklayamayacağı soruldu. Komisere bakmadan, yalnızca, ‘Özel acılar; çok iyiydi,’ diye yanıt verdi. Komiser buna bir daha girişmek isteyip istemediğini sorarak onu sıkıştırdı. Cottard canlanarak, hayır, diye yanıtladı ve tek istediğinin rahat bırakılmak olduğunu söyledi.

Komiser sinirli bir ses tonuyla:

— Size şunu belirteyim, şu anda başkalarının rahatını kaçıran sizsiniz.

Ancak Rieux’nün bir işaretiyle konu burada kesildi. Komiser çıkarken: Tahmin edersiniz, şu ateşten söz edileli beri daha yapacak çok işimiz var, diye iç geçirdi.

36

. Doktora bunun ciddi bir şey olup olmadığını sordu, Rieux bu konuda hiçbir şey bilmediğini söyledi.

— Zamanı geldi, hepsi bu, diye sözü bağladı komiser. Kuşkusuz, zamanı gelmişti. Gün boyunca, zaman geçtikçe her şey yüze göze bulaşıyordu ve Rieux her ziyarette kaygısının arttığını

hissediyordu. Aynı günün akşamı, dış mahal ede yaşlı hastanın bir komşusu el erini kasıklarına bastırmış, sayıklamalarla kusuyordu. Yumrular kapıcınınkilerden çok daha büyüktü. Bir tanesi irinlenmeye başlamıştı ve az sonra bozulmuş bir meyve gibi açıldı. Rieux eve dönünce ildeki ecza deposunu aradı. Mesleği gereği aldığı notlar o tarihte yalnızca şunu gösteriyor: ‘Olumsuz yanıt.’

Ve o sıralarda benzer vakalar için onu çağırıyorlardı. Çıbanları yarmak gerekiyordu, orası kesindi.

Haç biçiminde iki bisturi darbesiyle yumrulardan kanla karışık koyu bir sıvı akıyordu. Acı içindeki hastaların kanları akıyordu. Ancak lekeler karın ve bacaklarda da beliriyordu, bir yumrunun irinlenmesi duruyor, sonra yeniden başlıyordu. Çoğunlukla hasta berbat bir koku içinde ölüyordu.

Fare olayında iyice çenesi düşük davranan basın artık tek söz etmez olmuştu. Çünkü fareler sokakta, insanlar evlerinde ölür. Ve gazeteler yalnızca sokakla ilgilenir. Ancak valilik ve belediye konu üzerinde düşünmeye başlamışlardı. Doktorların her birinin iki üç vaka dışında bir bilgisi olmadığı sürece kimse kılını kıpırdatmayı düşünmemişti. Ancak sonunda birisinin aklına bir hesap yapma fikrinin gelmesi yetti. Hesabın sonucu içler açışıydı. Hemen hemen birkaç gün içinde ölümle sonuçlanan vakalar katlandı ve bu tuhaf hastalıkla ilgilenenlerin gözünde gerçek bir salgının söz konusu olduğu kesinlik kazandı. Rieux’den çok yaşlı olan meslektaşı Castel de onu görmek için bu ânı seçti.

— Tabi ki siz bunun ne olduğunu biliyorsunuz Rie

ux? dedi.

— Tahlil erin sonucunu bekliyorum.

37— Ben, biliyorum. Ve benim tahlile ihtiyacım yok. Mesleğimin bir bölümünü Çin’de yaptım ve yirmi yıl önce Paris’te birkaç vaka gördüm. Yalnız o vakalara hemen bir ad vermeyi göze alamadılar. Kamuoyu kutsaldır: Şaşkınlığa yer yoktur, özel ikle şaşkınlık olmaz. Hem sonra bir meslektaşın da dediği gibi: “Olamaz bu, herkes Batı’da bunun ortadan yok olduğunu biliyor.” Evet, herkes bunu biliyordu, ölüler dışında. Haydi Rıeux, sız de benim gibi bunun ne olduğunu iyi biliyorsunuz.

Rieux düşünüyordu. Bürosunun penceresinden körfezin uzağında bir boğaz gibi kapanan taşlı

yalıyara bakıyordu. Mavi rengine karşın gökyüzünün saatler akşama doğru ilerledikçe yumuşayan solgun bir parıltısı vardı.

— Evet Castel, dedi, neredeyse inanılması olanaksız. Ama açıkça bu veba gibi duruyor.

Castel ayağa kalktı ve kapıya yöneldi.

— Bizi nasıl yanıtlayacaklarını biliyorsunuz, dedi yaşlı doktor: Yıl ardır ılıman ülkelerde izine rastlanmıyor.

— Ne demek, izine rastlanmıyor? diye yanıtladı Rieux omuz silkerek.

— Evet. Ve şunu unutmayın: Paris’te bile oldu, yaklaşık yirmi yıl önce.

— İyi. Şimdi bir zamanlar olduğundan daha ciddi olmamasını umut edelim. Ama gerçekten inanılmaz!

38

‘Veba’ sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu. Anlatının bu noktasında Bernard Rieux penceresinin gerisinden yalıyara bakadursun, anlatıcının, doktorun içinde bulunduğu kararsızlık ve şaşkınlığı

açıklamasına izin verilecektir; çünkü farklılıklarla da olsa onun tepkisi yurttaşlarımızın çoğunun tepkisiyle aynıydı. Gerçekten de felaketler ortak bir şeydir, ancak başınıza geldiğinde inanmakta güçlük çekilir. Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da, savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar. Kentliler kadar, Doktor Rieux de hazırlıksızdı; böylece onun kararsızlıklarını anlamalıyız. Onun endişe ve güven arasında sıkışıp kalmasını da böylece anlamalıyız. Bir savaş patladığında insanlar : “Uzun sürmez bu, çok aptalca!” derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engel emez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıdan burada oturanlar da herkes gibiydi, kendilerini düşünüyorlardı; bir başka deyişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçekdışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlemlerini almadığından başta hümanistler gider. Yurttaşlarımız da başkalarından daha az ya da çok suçlu değildi; alçakgönül ü olmayı unutuyorlardı, hepsi bu ve kendileri için hâlâ her şeyin olanaklı olduğuna inanıyorlardı; bu durum da felaketlerin olanaksızlığını varsayıyordu. İşlerini yapmayı

sürdürüyorlardı, yolculuklar ayarlıyorlardı ve düşünceleri vardı. Geleceği, yolculukları ve tartışmaları ortadan kaldıran bir vebayı nasıl düşünecekler 39di ki? Kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olmayacak.

Doktor Rieux, sağa sola dağılmış bir avuç hastanın, habersizce, vebadan ölmeye gelmesini arkadaşıyla konuşurken doğruladığında bile tehlike onun için hâlâ gerçek dışıydı. Nedeni basit, insan doktor olduğunda acıyla ilgili bir fikir edinir ve hayal gücü biraz daha fazladır. Doktor penceresinden değişikliğe uğramamış kentine bakarken, endişe diye adlandırılan, gelecek karşısında içinde hafif bir tiksinme duygusunun doğduğunu henüz hissetmeye başlıyordu. Bu hastalıkla ilgili bildiklerini kafasında toparlamaya çalışıyordu. Bel eğinde sayılar uçuşuyordu ve tarihin gördüğü otuz kadar büyük vebanın yaklaşık yüz milyon kişinin ölümüyle sonuçlandığını

aklından geçiriyordu. Ancak yüz milyon ölü nedir? Savaşta insan ölüyü diriyi bilmez. Nasıl ölü bir adam ancak ölü halde görüldüğünde önem taşırsa, tarih sahnesine saçılmış yüz milyon ceset de hayalimizde silik bir görüntüden başka bir şey değildir. Doktor, Prokopios’a göre, günde on bin kurban veren Konstantinopolis vebasını düşünüyordu. On bin ölü büyük bir sinemanın müşteri sayısının beş katı eder. İşte yapılması gereken buydu. Beş sinemanın çıkışında insanları toplayıp kentte bir meydana götürmek ve olayları daha net görebilmek için onları yığınlar halinde öldürmek. En azından o zaman bu adsız kalabalığa tanıdık yüzler takılabilirdi. Ancak, gerçekleştirilemeyecek bir şey bu doğal olarak, hem sonra on bin yüzü kim tanır? Zaten Prokopios gibi, insanlar saymayı bilmiyorlardı, herkes bilir bunu. Yetmiş yıl önce Kanton’da, felaket insanlara ilişmeden, kırk bin fare vebadan ölmüştü. Ancak 1871’de fareleri saymanın bir yolu yoktu. Yaklaşık, toptan hesaplar yapılıyordu, belirgin yanılma paylan vardı. Yine de, eğer bir fare otuz santimetre boyundaysa, uç uca eklenmiş kırk bin fare…

Ancak doktor sabırsızlanıyordu. Kendini olayların akışına bırakıyordu ve bunu yapmamak gerekirdi. Birkaç

40

vakadan salgın olmaz ve önlem almak yeterlidir. Eldeki bilgilere bakmak gerekiyordu: şaşkınlık ve bitkinlik, kızarmış gözler, pis bir ağız, baş ağrıları, deri üstü kabarcıkları, korkunç susuzluk, sayıklama, bedende lekeler, endişe ve tüm bunların sonunda… Tüm bunların sonunda, Rieux’nün aklına bir tümce geliyordu, belirtileri sıraladığı el kitabının sonunu getiren şu tümce:

‘Nabız iyice düşer ve anlamsız bir hareket sonucunda ölüm gelir.’ Evet, tüm bunların sonunda, bir ipin uçundaydık ve insanların dörtte üçü, kesin sayı buydu, onları çeken bu anlamsız hareketi yapmak için sabırsızlanıyordu.

Doktor hâlâ pencereden bakıyordu. Camın dışında ilkbaharın serin göğü, içinde, odada çınlamasını sürdüren sözcük: Veba. Sözcük, bilimin ona yüklediği özel ikleri kapsamıyordu yalnızca; olağanüstü bir dizi görüntüyü de kapsıyordu; bu saatte orta karar bir hareketlilik içinde, gürültüden çok uğultunun duyulduğu, aynı anda hem mutlu hem tasalı olunabilirse eğer, özetle mutlu diye nitelenebilecek, sarı ve gri renkli bu kentle hiç bağdaşmayan görüntüler. Ve öylesine barışla dolu ve öylesine kayıtsız bir dinginlik eski felaket görüntülerini pek de güçlük çekmeden yok sayıyordu; vebaya bulanmış ve kuşların terk ettiği Atına, sessizce acı çekenlerle dolu Çin kentleri, Marsilya’da sızıntı içindeki bedenleri çukurlara üst üste gömen zindan hükümlüleri, Provence’da vebanın deli rüzgârını durdurması için inşa edilen büyük duvar, Yafa ve o iğrenç

dilencileri, Konstantinopolis hastanesinin ezilmiş toprağına yapışmış nemli ve çürümüş yataklar, kancalarla yerlerinden çekilen hastalar, Kara Veba sırasında hekimlerin maskeli karnavalı, canlıların Milano mezarlığında birleşmeleri, korku içindeki Londra’da ölü taşıyan el arabaları ve her yerde, her zaman insanın bitip tükenmez çığlığıyla dolu geceler ve gündüzler. Hayır, tüm bunlar bugünün huzurunu bozacak denli güçlü değildi henüz. Pencerenin öteki tarafında seçilmeyen bir tramvayın düdüğü ansızın çınlıyor ve bir saniyede zulüm ve acıyı değersiz kılıyordu. Ev

41lerin soluk renkli, damalı görüntüsünün ucundaki deniz dünyada endişe ve rahatsızlık verici ne varsa onun kanıtıydı yalnızca. Ve körfeze bakan Doktor Rieux, Lucretius’un sözünü ettiği ve hastalığın şaşkına çevirdiği Atinalıların denize karşı yığdıkları şu odunları düşünüyordu. Gece boyunca buraya ölüleri taşıyorlarmış, ancak yer yetmiyormuş ve hayatta kalanlar sevdiklerinin cesetlerini buraya koyabilmek için, onları bırakmaktansa kanlı kavgalara girişerek, el erindeki meşalelerle birbirlerine vuruyorlarmış. Dingin ve karanlık suların karşısında kızaran odunlar, kıvılcımların çıtır çıtır çıtırdadığı gecenin içindeki o meşale kavgaları ve tetikte duran göğe yükselen zehirli, yoğun dumanlar düşünülebilirdi. Korkuya kapılabilinırdi…

Ancak bu baş döndürücü gerçek, akıl karşısında direnemiyordu. ‘Veba’ sözcüğünün ağza alındığı

doğruydu, tam o anda felaketin sarstığı ve iki ya da üç kurban verdiği de doğruydu. Ne yapalım, durabilirdi bu. Yapılması gereken, kabul edilmesi gerekeni kabul etmek ve son olarak, gereksiz gölgeleri kovalamak ve uygun önlemleri almaktı. Sonra, veba duracaktı, çünkü kendinin ne olduğunu ya bilmiyor ya da yanlış biliyordu. Eğer durursa, bu da en olası durumdu, her şey yoluna girecekti. Tersi durumdaysa, sonradan onu yenmek için önceden önlem alma olanağı

bulunmuyorsa, onun ne olduğu öğrenilecekti.

Doktor pencereyi açtı ve birden kentin gürültüsü kabardı. Komşu atölyeden elektrikli bir testerenin kısa ve yinelemeli, vınlayan sesi geliyordu. Rieux silkindi. Gerçek orada, günlük çalışmadaydı.

Gerisi olayların akışına ve anlamsız hareketlere bağlıydı, buna takılıp kalınamazdı. Esas olan, işini iyi yapmaktı.

joseph Grand’ın geldiği haber verildiği sırada Doktor Rieux bu düşünceler içindeydi. Belediye memuru olarak ve orada çok değişik işlere bakmasına karşın onu geçici olarak medeni hal istatistik biriminde görevlendiriyorlardı. Böylece ölümlerin bir toplamını yapmak durumundaydı. Ve kendi isteğiyle sonuçların bir örneğim Rıeux’ye getirmeye karar vermişti.

Doktor, Grand’ı komşusu Cottard’la içeri girerken gördü. Memur elinde bir kâğıt sal ıyordu.

— Sayılar yükseliyor doktor, dedi: Kırk sekiz saatte

on bir ölü.

Rieux, Cottard’a selam verdi ve nasıl olduğunu sordu. Grand, Cottard’ın doktora teşekkür etmeye ve neden olduğu sıkıntılardan ötürü özür dilemeye geldiğini söyledi. Ancak Rieux istatistik raporuna bakıyordu:

— Haydi, dedi Rieux, belki de artık bu hastalığı adıyla anmaya bir karar vermek gerek. Şimdiye kadar sal andık durduk. Ama benimle gelin, laboratuvara gitmeliyim.

— Evet evet, diyordu Grand doktorun peşinden merdivenleri inerken. Her şeyi adıyla anmak gerek. Ama nedir

bu ad?

— Size söyleyemem, zaten bir işinize de yaramaz.

— Görüyorsunuz ya, diye gülümsedi memur. Öyle

kolay değil.

Place d’Armes’a yöneldiler. Cottard hiç konuşmuyordu. Sokaklar kalabalıklaşmaya başlıyordu.

Memleketimizin o kaçamak günbatımı gecenin karşısında çekilmeye başlamıştı bile ve ilk yıldızlar henüz duruluğunu yitirmemiş ufukta beliriyordu. Birkaç saniye sonra sokakların te 43

42peşindeki lambalar yanarak göğü solgunlaştırdı ve konuşmaların gürültüsü bir ton daha yükseldi.

Beni affedin, dedi Grand, Place d’Armes’ın köşesinde. Ancak bizim oraya giden tramvaya binmeliyim. Akşamlarım kutsaldır. Bizim memlekette dedikleri gibi: ‘Bugünün işini yarına bırakma.’

Rieux, Montelimard’da doğmuş olan Grand’ın, memleketine özgü deyimleri anma ve ardından hiçbir yerde rastlanmayan ‘düşsel bir zaman’ ya da ‘masalsı bir ışık’ türünden birtakım kalıplaşmış

sözler ekleme huyunu önceden fark etmişti.

— Evet, dedi Cottard, bu doğru. Akşam yemeğinden sonra onu evinden dışarı çıkaramazsınız.

Rieux, Grand’a belediye adına mı çalıştığını sordu. Grand hayır, diye yanıtladı, kendisi için çalışıyordu.

— Eh! dedi Rieux birşeyler demiş olmak için, bari ilerleme var mı?

— Orada yıl ardır çalıştığıma göre, ister istemez var. Ancak yine de bir bakıma çok fazla ilerleme yok gibi.

— Ama sonuçta nedir sorun? dedi doktor durarak. Grand yuvarlak şapkasını büyük kulaklarının üzerine

indirerek ağzında birşeyler yuvarladı. Rieux bir kişiliğin gelişimiyle ilgili birşeylerin söz konusu olduğunu sezer gibi oldu. Ancak memur onlardan ayrılmış, küçük aceleci adımlarla incir ağaçlan altında, Boulevard de la Marne’dan yukarı çıkmaya başlamıştı bile. Laboratuvarın kapısında Cottard, bir şey danışmak için doktoru görmeye gelmek istediğini söyledi. El eriyle cebindeki istatistik raporuyla oynayan Rieux onu muayeneye çağırdı, ancak sonra fikir değiştirerek ertesi gün onun mahal esine geleceğini ve akşamüstü onu görmek için uğrayacağını söyledi.

Doktor Cottard’dan ayrılırken Grand’ı düşündüğünü fark etti. Onu bir vebanın ortasında düşünüyordu. Ancak, kuşkusuz ciddi boyuta varmayacak olan şimdiki vebanın değil de tarihin şu büyük vebalarından birinin ortasında. ‘O, bu gibi durumlardan etkilenmeyecek insanlardan.’ Ve 44

l

banın zayıf yapılı insanları etkilemediğini ve özel ikle güçlü yapılıları, yok ettiğini okuduğunu anımsıyordu. Bu konuyu düşünürken doktor, memurun gizemli bir havası olduğunu düşünüyordu.

Gerçekten de, ilk bakışta Grand küçük bir belediye memuruydu; bu da hal ve tavrına sinmişti.

Uzun boylu ve zayıf bedeniyle daha uzun kul anırım kandırmacasıyla kendine hep çok büyük seçtiği giysilerinin içinde yüzüyordu. Alt çenesindeki dişlerinin çoğu yerinde duruyorduysa da üst çenesindekileri yitirmişti. Özel ikle üst dudağını yukarı çeken gülüşü böylece ona gölgeli bir ağız görüntüsü veriyordu. Bu görüntüye bir de papaz okulu öğrencilerini andıran yürüyüşü, duvar dibinden yürüme ve kapılardan kayarcasına geçme sanatı, mahzen ve duman kokusu, anlamsızlığın tüm yüzleri eklenince, kentin hamam tarifelerini gözden geçirme ya da genç bir düzeltmene ev çöplerinin kaldırılmasıyla ilgili bir rapor için gereken bilgileri hazırlama işine kendini vermiş, çalışma masasının başından başka bir yerde düşünülemeyeceği anlaşılacaktır. Hiçbir şeyden habersiz birisinin gözünde bile o, günlük altmış iki franka geçici belediye hizmetlerinin ufak tefek ancak kaçınılmaz görevlerini yapmak üzere dünyaya gelmiş gibiydi.

İşe başvuru kâğıtlarının üzerinde, ‘meslek’ sözcüğünün karşısına bunu yazardı. Yirmi iki yıl önce, parasızlık yüzünden önüne geçemediği bir karmaşanın ardındanbu işi kabul etmişti; dediğine göre çabuk yoldan ‘esas atamasının’ yapılacağına inandırmışlardı onu. Yalnızca, bir süre için, kentimizin yönetiminde beliren hassas sorunlar karşısında yeteneğini kanıtlamasıydı söz konusu olan. Sonradan, rahat yaşamasını sağlayacak bir düzeltmen kadrosuna atanması işten bile değildi, bu konuda güvence vermişlerdi. Kuşkusuz Joseph Grand’ı harekete geçiren hırs değildi, hüzünlü bir gülümsemeyle kendi yaşamının güvencesi kendisiydi. Ancak dürüst olanaklarla edinilmiş maddi bir yaşam düşüncesi ve buna bağlı olarak gözde uğraşlarına hiç çekinmeden kendini verme olanağı da ona açıkça göz kırpıyor

45du. Ona yapılan teklifi kabul etmesi onurlu nedenlerden, hatta denebilir ki, bir ülküye bağlılıktan ileri geliyordu.

Uzun yıl ardır, bu geçici durum sürüyordu, yaşam sınırsız oranlarda pahalılanmıştı ve birkaç genel zam yapılmasına karşın, Grand’ın maaşı hâlâ gülünçtü. Rieux’ye bundan yakınmıştı, ancak kimsenin bunu düşündüğü yoktu sanki. İşte Grand’ın özgünlüğü ya da en azından özgünlük göstergelerinden biri de burada bulunmaktadır. Aslında, kendisinin de emin olmadığı hakları

değilse bile, en azından ona verilmiş güvenceleri ileri sürebilirdi. Ancak, öncelikle onu işe alan büro şefi uzun süre önce ölmüştü, hem zaten kendisi de verilen sözleri tam olarak anımsamıyordu. Son olarak ve en önemlisi, Joseph Grand ne diyeceğini bilemiyordu.

Rieux’nün de gördüğü gibi, işte bu özel iği hemşerimız Grand’ı en iyi biçimde betimliyordu.

Gerçekten de, uzun uzun tasarladığı istek mektubunu yazmasını ya da koşul arın getirdiği girişimde bulunmasını hep bu özel iği engel iyordu. Ona bakarsanız üzerinde fazla ayak diretmediği ‘hak’ sözcüğünü ya da hak ettiğini istemesi ve böylece ilgilendiği işlerin alçakgönül ülüğüyle pek bağdaşmayacak bir küstahlık gibi algılanabilecek ‘verilen sözler’

sözcüğünü kul anma konusunda kendisini özel ikle engel enmiş hissediyordu. Bir başka yönden de, ‘iyi

yüreklilik’, ‘rica etmek’, ‘minnet’ gibi kendi değeriyle uzlaşmayacak sözleri de kul anmayı

reddediyordu. İşte böylece, doğru sözcüğü bulamamaktan ötürü, hemşerimiz çok ileri bir yaşa kadar ne olduğu belirsiz görevlerini yapmayı sürdürdü. Kaldı ki, hep şu doktor Rieux’nün de dediği gibi, durum ne olursa olsun, maddi yaşamının güvence altında olduğunu yaşayarak gördü, çünkü her şeyden öte, gereksinimlerini elindeki kaynaklara göre ayarlaması onun için yeterliydi.

Böylece kentin önde gelen sanayicilerinden olan belediye başkanının gözde sözlerinden birisinin doğruluğunu anladı; adam büyük bir inançla, (yürüttüğü mantığın tüm ağırlığını üstlenen bu sözcüğün üzerinde duruyordu), sonunda kimse

46

nin açlıktan öldüğü görülmemiştir, diye kesınliyordu. Durum ne olursa olsun, Joseph Grand’ın sürdürdüğü yarı münzevi yaşantısı onu bu türden tüm kaygılardan arındırmıştı gerçekten. O

kendine uygun sözcükleri aramayı sürdürüyordu.

Bir bakıma onun yaşamının örnek bir yaşam olduğu söylenebilir. Her yerde olduğu gibi kentimizde de az bulunan, hep olumlu duygularının cesaretini taşıyan şu insanlardandı. Kendi hakkında açığa vurduğu çok az şey, aslında onun iyi yanlarını ve günümüzde açığa vurmaya cesaret edemediğimiz bağlılıkları gösteriyordu. Ailesinden kalan ve iki yılda bir Fransa’ya ziyaretine gittiği tek akrabası olan kız kardeşini ve yeğenlerini sevdiğini söylerken yüzü kızarmıyordu. Daha gençken yitirdiği anne ve babasının anısının ona hüzün verdiğini kabul ediyordu. Akşam saat beşe doğru mahal esinde tatlı tatlı çınlayan bir çanı her şeyin ötesinde sevdiğini saklamıyordu.

Ancak böylesine basit duyguları dile getirmek için en ufak bir sözcük ona binlerce acıya patlıyordu. Sonunda bu güçlük onun en büyük derdi olmuştu: “Ah doktor,” diyordu, “kendimi dile getirmeyi nasıl da öğrenmek isterdim!”

O akşam doktor, memurun gidişine bakarken Grand’ın ne demek istediğini birden anlıyordu: Bir kitap ya da onun gibi bir şey yazıyordu kuşkusuz. Sonunda geldiği laboratuvara varana kadar Rieux’nün bu düşüncesi kesinleşiyordu. Bu izlenimin budalaca olduğunu biliyordu, ancak içinde onurlu alışkanlıklarla uğraşan alçakgönül ü memurların da bulunabildiği bir kentte vebanın nasıl yerleşebileceğini anlayamıyordu bir türlü. Tam olarak bu gibi alışkanlıkların vebanın orta yerinde olmasını aklı almıyordu ve böylece pratikte vebanın kentliler arasında bir geleceği olmadığı kanısına varıyordu.

47Ertesi gün Rieux gereksiz bulunan bir diretmeyle vilayete bir sağlık kurulunun çağrılmasını

sağlıyordu.

Halkın endişelendiği doğru, diye durumu onaylamıştı Richard. Üstelik dedikodular da her şeyi abartır. Vali bana dedi ki: “İstiyorsanız hemen yapalım bu ışı, ama sessizce.” Zaten bunun yanlış

alarm olduğuna inanıyor.

Bernard Rieux, valiliğe gitmek üzere Castel’i arabasına aldı.

— İlde serum bulunmadığını biliyor musunuz, dedi bu sonuncusu.

— Biliyorum. Depoya telefon ettim. Müdür şaşkınlıktan donakaldı. Bunu Paris’ten getirtmek gerek.

— Uzun sürmeyeceğini umarım.

Telgraf çektim bile, diye yanıtladı Rieux. Vali sıcak davranıyordu, ancak sinirliydi.

Başlayalım baylar, diyordu. Durumu özetlemeli

mıyım.”

Richard bunun gereksiz olduğunu düşünüyordu. Hekimler durumu biliyorlardı. Sorun yalnızca hangi önlemlerin alınmasının uygun olacağıydı.

— Sorun, veba mı yoksa başka bir şey mi söz konusu, onu bilmek, dedi ansızın yaşlı Castel.

İki üç hekim şaşkınlıklarını belirttiler. Ötekiler tereddüt ediyor gibiydiler. Vali ise irkildi ve kapıya döndü, sanki kapının bu feci haberin koridorlarda yayılmasını engel ediğini görmek istercesine.

Richard şaşkınlığa boyun eğmemek gerektiğini düşündüğünü belirtti: Kasık bölgesinde komplikasyonlar çıkaran bir ateş söz konusuydu ve yaşamda olduğu gibi bilimde de varsayımlar her zaman tehlikeli olacağından, bundan başka bir şey söylenemezdi. Sa 48

kin sakin sararmış bıyığını kemiren yaşlı Castel açık renk gözlerini Rieux’ye doğru kaldırdı. Sonra iyilik dolu bakışını topluluğa çevirdi ve bunun veba olduğunu iyi bildiğini ancak kuşkusuz bunu resmi olarak tanımanın acımasız önlemler almayı zorunlu kılacağını belirtti. Temelde bunun meslektaşlarının geri çekilmesine yol açtığını biliyordu ve bundan dolayı onların huzuru için bunun veba olmadığını kabul etmek istiyordu. Vali yerinde kımıldandı ve durum ne olursa olsun bunun iyi bir düşünce biçimi olmayacağını

bildirdi.

— Önemli olan düşünce biçiminin iyi olup olmaması

değil, düşündürmesidir, dedi Castel.

Rieux söze karışmadığından, ona fikrini sordular:

— Tifüse benzeyen bir ateş söz konusu, ama şişlikler ve kusmaları da beraberinde getiriyor. Ben o yumruları yardım. Böylece tahlil er için birşeyler elde edebildim, bu konuda laboratuvar vebanın yassı basil erini saptadığını sanıyor. Tam olarak bir şey söylemek gerekirse, mikrobun bazı özgül değişimlerinin geleneksel tanıma uymadığını da

söylemek gerekir.

Richard bunun tereddütlere yol açtığına ve en azından, birkaç gün önce başlanan tahlil dizisinin istatistiksel sonucunu beklemenin gerekli olduğuna dikkat çekti.

— Eğer mikrop, dedi Rieux kısa bir sessizlikten sonra, üç gün içinde bir dalağı büyütebiliyor, bağırsak boğumlarını bir portakal büyüklüğüne ve lapa kıvamına dönüştürebiliyorsa hiç de tereddüte yol açmaz. Enfeksiyonun yuvalandığı yerler sürekli artıyor. Hastalığın yayılmasına bakınca durdurulmazsa iki ay dolmadan kentin yarısını öldürebilir. Böylece bunu ister veba, ister ateş diye adlandırın, pek önemi yok. Önemli olan tek şey, bunun kentin yarısını öldürmesine engel olmanız.

Richard hiçbir şeyin kötü yanını görmemek gerektiğini, zaten salgının da kanıtlanmadığını

düşünüyordu, çünkü kendi hastalarının yakınları hâlâ sağlamdı.

Veba 49/4 Ama başkaları öldü, diye dikkati çekti Rieux. Tabi salgın kesin değil, yoksa sonsuza doğru bir matematiksel artış ve yıldırım hızını

andıran bir nüfus azalması olurdu. Söz konusu olan, bir şeyin kötü yanını görmek değil, önlem almak.

Bununla birlikte Richard, eğer hastalık kendiliğinden durmazsa, onu durdurmak için yasanın öngördüğü koruyucu önlemlerin alınması gerektiğini, bunun için de vebanın söz konusu olduğunu resmen tanımak gerektiğini, bu konuda tam bir kesinliğe varılmadığını, dolayısıyla üzerinde düşünülmesi gerektiğini anımsatarak durumu özetlemeyi düşünüyordu.

— Sorun, yasanın öngördüğü önlemlerin ciddi olup olmaması değil, diye üsteledi Rieux, bunların kentin yarısının ölmesini engel emek için gerekli olup olmadığı. Gerisi yönetimin işi ve işte bizim kurumlarımız da bu sorunları hal etmek için bir vali öngörmüş.

— Kuşkusuz, dedi vali, ama benim için, sizin bir veba salgınını resmen tanımanız gerekiyor.

— Eğer bunu resmen tanımasak bile, dedi Rieux, yine de kentin yarısını öldürme tehlikesi var.

Richard biraz sinirli bir tavırla araya girdi.

— Gerçek şu ki, meslektaşımız vebaya inanıyor. Onun sendromu anlatması bunu kanıtlıyor.

Rieux bir sendromu anlatmadığını söyledi, gördüğünü anlatmıştı. Ve onun gördüğü, şişkinlikler, lekeler, kırk sekiz saatte ölümle sonuçlanan sayıklamalı ateşlerdi. Acaba Mösyö Richard salgının ciddi koruyucu önlemler olmaksızın duracağını ileri sürme sorumluluğunu üstlenebilir miydi?

Richard duraksadı ve Rieux’ye baktı:

— Samimi olarak bana ne düşündüğünüzü söyleyin, veba olduğundan emin misiniz?

— Sorunu ortaya yanlış koyuyorsunuz. Bu bir sözcük sorunu değil, bu bir zaman sorunu.

50

Anlaşılan, veba söz konusu değilse bile, yine de veba sırasında başvurulan koruyucu önlemlerin alınması gerektiği düşüncesindesiniz, dedi vali.

Eğer bir düşüncem olması gerekiyorsa, evet, böyle

düşünüyorum.

Hekimler görüş alışverişinde bulundu ve Richard sonunda şöyle dedi:

— Böylece bu hastalık vebaymış gibi davranma sorumluluğunu almamız gerekiyor.

Bu çözüm sıcak bir ilgiyle kabul gördü:

— Siz de böyle düşünüyorsunuz, değil mi dostum? diye sordu Richard.

— Çözüm beni ilgilendirmiyor, dedi Rıeux. Yalnızca şöyle diyelim, kentin yarısı ölme tehlikesiyle karşı karşıya gelmeyecekmiş gibi davranmalıyız, çünkü o zaman kent bu tehlikeden uzak kalabilir.

Genel rahatsızlık sürerken Rieux oradan ayrıldı. Bir süre sonra, kızartma ve idrar kokan mahal ede, kasıkları kan içinde, avazı çıktığı kadar haykıran bir kadın ona doğru dönüyordu.

51Toplantının ertesi günü ateş biraz daha yayıldı. Gazetelere bile geçti, ancak zararsız bir biçimdeydi, çünkü gazeteler birkaç anıştırmadan ileri gitmiyordu. Bununla birlikte, Rieux, valiliğin kentin en ücra köşelerine alelacele yapıştırdığı küçük beyaz duyurulan okuyabiliyordu. Bu duyurulara bakarak yöneticilerin durumu açıklıkla değerlendirdiğini söylemek güçtü. Önlemler çok ciddi değildi ve kamuoyunu telaşlandırmamaya özen gösterildiği bel iydi. Gerçekten de, duyurunun giriş bölümünde, henüz bulaşıcı olup olmadığı bilinemeyen birkaç tehlikeli ateş

vakasının Oran kentinde ortaya çıktığı belirtiliyordu. Bu vakalar gerçek

anlamda endişeye kapılmak için yeterli özel ikler göstermiyordu ve halkın soğukkanlılığını koruyabileceğinden kuşku duyulmuyordu. Bununla birlikte, herkesin anlayabileceği bir sakınımlılık düşüncesiyle valilik bazı

koruyucu önlemler alıyordu. Gerektiği biçimde anlaşılan ve uygulanan bu önlemler her tür salgın tehdidini kesinlikle ortadan kaldıracak nitelikteydi. Böylece, vali bu kişisel çabasına halkının da en bağlı biçimde katılacağından bir an bile kuşku duymuyordu.

Daha sonra duyuruda, kanalizasyonlara zehirli gaz vererek fareyle bilimsel bir mücadele işlemi ve su dağıtım şebekesinde sıkı bir denetim gibi genel önlemler anlatılıyordu. Kentte oturanlara en üst düzeyde temizlik salık veriliyor ve son olarak bitli kişiler belediye dispanserlerine çağrılıyordu.

Öte yandan aileler hekimin tanı koyduğu vakaları bildirmek ve hastalarının özel hastane odalarında tecrit edilmesini kabul etmek zorundaydılar. Zaten bu odalar hastaları en kısa zamanda ve en yüksek olasılıkla tedavi etmek üzere donatılmıştı. Birkaç ek madde hasta odasının

52

mikroptan arındırılması zorunluluğu ve ulaşım aracı konusunda uyulması gerekenleri belirtiyordu.

Bundan başka, eşe dosta sağlık gözetimine uyulması konusunda gereğinin yapılması

öneriliyordu.

Doktor Rieux birden sırtını duyuruya çevirdi ve muayenehanesinin yolunu tuttu. Rieux’yü

bekleyen Joseph Grand onu görünce kol arını kaldırdı.

Evet, dedi Rieux, sayı yükseliyor.

Bir gün önce kentte on kadar hasta yaşamını yitirmişti. Doktor Grand’a Cottard’ı ziyarete gideceği için belki onu da akşama göreceğini söyledi.

— Haklısınız, dedi Grand. Ona iyilik etmiş olursunuz, çünkü onu değişmiş buluyorum.

Nasıl?

— Kibarlaştı.

— Önceden değil miydi?

Grand duraksadı. Cottard’ın terbiyesiz olduğunu söyleyemezdi, doğru bir ifade olmazdı bu. İçe kapalı ve sessiz bir adamdı; hali tavrı biraz yabandomuzunu andırıyordu. Odası, alçakgönül ü bir lokanta ve oldukça gizemli gezmeler; Cottard’ın tüm yaşamı buydu. Resmi olarak şarap ve likör işinde temsilciliği vardı. Arada sırada müşterisi olması gereken iki üç adam onu ziyarete geliyordu. Bazen akşamları evinin karşısındaki sinemaya gidiyordu. Hatta oradaki görevli Cottard’ın gangster filmlerini tercih ettiğini fark etmişti. Her koşulda, Cottard yalnız ve sakınımlı bir yaşam sürdürüyordu.

Grand’a göre tüm bunlar epey değişmişti. — Nasıl desem bilmiyorum, ancak bana öyle geliyor ki, insanların dostluğunu kazanmak, herkesi yanına çekmek istiyor, anlıyor musunuz? Benimle sık sık konuşuyor, dışarı davet ediyor ve her zaman nasıl geri çevireceğimi bilmiyorum.

İntihar girişiminden beri Cottard’ı kimse ziyarete gelmemişti. Sokaklarda, yiyecek içecek dükkânlarında hep sempati toplamak istiyordu. Bakkal arla hiç bu denli yu 53muşak konuşulmamış, ya da bir tütün satıcısı hiç bu denli ilgiyle dinlenmemişti.

Şu tütüncü kadın, diyordu Grand, tam bir yılandır. Cottard’a söyledim bunu, ama bana yanıldığımı ve görmeyi bilen için iyi yönleri olduğunu söyledi.

Sonunda Grand iki üç kez Cottard’ı kentin seçkin lokanta ve kafelerine götürmüştü. Aslında bu yerlere sık sık gitmeye başlamışlardı.

— İnsan oralarda rahat ediyor, diyordu; hem sonra dostça bir ortam.

Grand buralardaki personelin Cottard’a gösterdiği özeni fark etmişti ve onun bıraktığı kabarık bahşişleri görünce bunun nedenini anlamıştı. Şefin onu kapıya kadar uğurlayıp, pardösüsünü

giymesine yardım ettiği bir gün, Cottard, Grand’a şöyle demişti:

— İyi bir çocuk, tanıklık edebilir.

— Neye tanıklık edebilir? Cottard duraksamıştı.

— Benim kötü bir adam olmadığıma.

Kaldı ki, sağı solu bel i olmuyordu. Bakkalın daha az sevecen davrandığı bir gün adamakıl ı

öfkelenmiş bir halde eve dönmüştü:

— Başkalarıyla düşüp kalkıyor, sürtük, diye yineliyordu.

— Kim başkaları?

— Herkes.

Hatta Grand tü

tüncü kadının dükkânında tuhaf bir sahneye tanık olmuştu. Heyecanlı bir konuşmanın ortasında, kadın Cezayir kentinde halkın diline düşmüş yeni bir tutuklama olayından söz etmişti. Bir kumsalda bir Arap’ı öldürmüş, ticaretle uğraşan bir memurdu söz konu su.

— Tüm bu ayaktakımmı hapse atsalar, demişti tütüncü kadın, namuslu insanlar rahat bir nefes alabilirdi. Ancak tek bir söz etmeksizin kendisini dükkândan dışarı atan Cottard’m beklenmedik bu öfkesi karşısında sözünü kes

54

mek zorunda kalmıştı. Grand ve satıcı kadın el eri kol arı havada onun çıkıp gitmesine bakakalmıştı.

Daha sonra Grand, Rieux’ye Cottard’ın karakteriyle ilgili başka değişiklikleri de bildirecekti. Bu sonuncusunun her zaman çok liberal fikirleri olmuştu. En gözde tümcesi: ‘Büyük balık küçük balığı yutar,’ bunu iyice kanıtlıyordu. Ancak bir süredir Oran’ın kurulu düzene uyan gazetesinden başka gazete almıyordu; halka açık yerlerde göstere göstere onu okuması da görmezden gelinecek gibi değildi. Aynı biçimde, yataktan kalktıktan birkaç gün sonra, postaneye giden Grand’dan, uzaktaki bir kız kardeşe yüz franklık posta havalesi yol amasını rica etmişti; her ay yol uyordu bunu. Ancak tam Grand’ın gideceği sırada:

— Ona iki yüz frank gönderin, diye rica etmişti, ona hoş bir sürpriz olacak. Hiç onu düşünmediğimi sanıyor. Ama gerçek şu ki, onu çok seviyorum.

Son olarak, Grand’la aralarında tuhaf bir konuşma geçmişti. Grand, her akşam giriştiği çalışmayı

merak eden Cottard’ın sorularını yanıtlamak zorunda kalmıştı.

— İyi, demişti Cottard, bir kitap yapıyorsunuz.

— Öyle diyorsanız öyle olsun, ancak o kadar basit de

ğil. ” ‘

Ah, ben de sizin gibi yapmak isterdim, diye bağırdı

Cottard.

Grand şaşırmış gibiydi ve Cottard sanatçı olmanın pek çok şeyi düzelteceğini ağzında gevelemışti.

— Niçin? diye sormuştu Grand.

— Çünkü bir sanatçının başkasına oranla daha fazla haklan vardır, herkes bunu bilir. Ona çok daha fazla şey

geçer.

— Yok canım, dedi Rieux, Grand’a, sabahki duyurular, fare hikâyesi çoğu kişinin olduğu gibi, onun da başını döndürmüş, hepsi bu. Ya da ateşten korkuyor.

Grand onu şöyle yanıtladı:

— Sanmıyorum doktor, eğer ne düşündüğümü öğrenmek istiyorsanız…

55Pencerenin aşağısından büyük bir egzoz gürültüsü içinde fareyle mücadele arabası geçti.

Birbirlerini duyabilecek hale gelinceye kadar Rieux sustu ve dalgın dalgın memurun ne düşündüğünü sordu. Öteki ona ciddiyetle bakıyordu:

— Onun, duyulmasından çekindiği bir şey var. Doktor omuz silkti. Komiserin dediği gibi daha yapılacak çok iş vardı.

Öğleden sonra, Rieux, Castel’le bir toplantı yaptı. Serumlar bir türlü gelmiyordu.

— Zaten işe yarayacak mıydı, diye soruyordu Rıeux. Bu basil bir tuhaf.

— Yo, ben sizin gibi düşünmüyorum, dedi Castel. Bu hayvanların hep değişik bir havası var gibidir. Ama temelde hep aynı şeydir.

— Bunu varsayıyorsunuz en azından. Aslında bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz.

— Tabi varsayıyorum. Ama herkes bu durumda. Gün boyunca doktor vebayı düşündüğünde kendisini

saran baş dönmesinin arttığını hissetti. Sonunda kendi kendine korktuğunu itiraf etti. İki kez insanlarla dolup taşan kafelere girdi. Cottard gibi o da bir insan sıcaklığına gereksinim duyuyordu.

Rieux bunu budalaca buluyordu, ama bu sayede şarap ve likör temsilcisine bir ziyaret sözü

verdiğini anımsadı.

Akşam Doktor Cottard’ı yemek odasında, masanın karşısında ayakta buldu. İçeri girdiğinde masanın üzerinde açılmış bir polisiye roman duruyordu. Ancak akşam iyice inmişti ve kuşkusuz yeni yeni bastıran karanlıkta okumak güçtü. Aslında Cottard bir dakika önce oturmuş ve yarı

karanlıkta düşünmüş olmalıydı. Rieux ona nasıl olduğunu sordu. Cottard yerine otururken iyi olduğunu ve

kimsenin kendisiyle ilgilenmediğinden emin olursa daha da iyi olacağını

homurdanarak söyledi. Rieux her zaman yalnız olunamayacağına dikkati çekti.

56

— Hayır, öyle değil. Ben işi gücü size sıkıntı yaratmak olan insanlardan söz ediyorum.

Rieux susuyordu.

— Benim durumum öyle değil, dikkat edin. Ama şu romanı okuyordum. İşte, ansızın bir sabah tutuklanan talihsiz bir adam. Onunla uğraşıyorlardı ve o hiçbir şey bilmiyordu. Bürolarda ondan söz ediliyordu, fişlere adı yazılıyordu. Bu adil mi sizce? Başkalarının bir insana bunu yapmaya hakkı var mı?

— Duruma bağlı, dedi Rieux. Bir açıdan buna kimsenin hakkı yok gerçekten. Ama tüm bunlar çok önemli değil. Çok fazla kapalı kalmamak gerek. Dışarı çıkmalısınız.

Cottard sinirlenir gibi oldu, bundan başka bir şey yapmadığını ve gerekirse tüm mahal enin buna tanıklık edeceğini söyledi. Hatta mahal e dışından bile tanıdıkları

eksik olmuyordu.

— Mimar Mösyö Rigaud’yu tanıyor musunuz? Benim

dostlarımdandır.

Odaya iyice karanlık çöküyordu. Sokak canlanmaya başlıyordu; dışarıda sessiz ve rahatlamış bir haykırış sokak lambalarının yândı’ğı ânı selamladı. Rieux balkona çıktı, Cottard da onu izledi.

Kentimizde her akşam olduğu gibi, hafif bir meltem, çevredeki tüm mahal elerden fısıltıları ızgara et kokularım, patırtılı, gürültülü bir gençliğin doldurduğu sokağı, yavaş yavaş coşturan özgürlüğün neşeli ve güzel kokulu uğultusunu taşıyordu. Gece, görünmeyen gemilerin haykırışları, denizden ve sokaklara dökülmüş kalabalıktan yükselen uğultu, Rieux’nün çok iyi bildiği ve bir zamanlar hoşlandığı şu saat bugün bildiklerinden ötürü ona bunaltıcı geliyordu.

— Işığı yakabilir miyiz? dedi Cottard’a.

Işık yanar yanmaz adamcağız gözlerini kırpıştırarak

ona baktı:

Söyleyin bana doktor, eğer hastalanırsam beni hastanedeki servisinize alır mıydınız?

— Niye almayayım?

57Bunun üzerine Cottard, bir klinikte ya da bir hastanede bulunan bir insanın tutuklandığı hiç oldu mu, diye sordu. Rieux böyle şeylere rastlandığını, ama her şeyin hastanın durumuna bağlı

olduğunu söyledi.

Ben, dedi Cottard, size güveniyorum.

Sonra doktora arabasıyla kendisini kente götürüp götüremeyeceğini sordu.

Kent merkezinde sokaklardaki kalabalık ve ışıklar azalmıştı bile. Çocuklar hâlâ kapıların önünde oynuyorlardı. Cottard’ın isteği üzerine doktor, arabasını bu çocuklardan bir grup önünde durdurdu.

Çığlıklar atarak kaydırak oyunu oynuyorlardı. Ancak aralarından biri, çizgiyle ayrılmış gibi duran yapışık koyu saçlı, yüzü kir içinde bir oğlan açık renkli ve sorgulayan gözlerini Rieux’ye dikmişti.

Doktor bakışını kaçırdı. Kaldırımda ayakta duran Cottard onun elini sıkıyordu. Kısık ve güç

anlaşılır bir sesle konuşuyordu. İki üç kez arkasına baktı.

— insanlar salgından söz ediyorlar. Doğru mu doktor?

insanlar hep konuşur, doğal bu, dedi Rieux.

— Haklısınız. Sonra da on kadar ölümüz olunca, dünyanın sonu gelecek. Bize gereken bu değil.

Motor homurtuyla çalışmaya başlamıştı. Rieux’nün eli vites kolundaydı. Ancak, ciddi ve sakin tavrıyla gözünü ondan bir türlü ayırmayan çocuğa yeniden bakıyordu. Ve birden, çocuk durup dururken tüm dişlerini göstere göstere ona gülümsedi.

— O halde nedir bize gereken? diye sordu doktor çocuğa gülümseyerek.

Cottard birden araba kapısını kavradı ve kaçmadan önce ağlamaklı ve öfke dolu bir sesle bağırdı:

— Bir deprem. Gerçek bir deprem!

Deprem olmadı ve Rıeux için ertesi gün kentin dört köşesine koşuşturmalarla, hasta aileleriyle görüşmelerle ve hastalarla konuşmalarla geçti. Rieux mesleğinin bu kadar ağır olacağını hiç

düşünmemişti. O zamana kadar hastaları

Benzer İçerikler

İyi Düşün Doğru Karar Ver

yakutlu

Ova Alev Alev – Juan Rulfo – EPUB ve Online Kitap Oku

yakutlu

Kayıp Gül

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy