KORKU VE TİTREME-SØREN ABBYE KIERKEGAARD

Tanrı İbrahim’e dedi ki, git ve bana bir evlat kurban et! İbrahim cevap verdi: Aman Tanrım, bana büyük bir yük yüklüyorsun!
BOB DYLAN, Highway 61

İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek için dağa yolculuğuna ilişkin Tevrat’taki öykü çok farklı şekillerde yorumlandı. Erken dönem Hristiyan Kilisesi tarafından iman ve itaatin kutsanması amacıyla kullanıldı. O zaman İbrahim ve onun Tanrı’nın isteğine tereddütsüz itaatine odaklanılıyordu. Musevî kültüründe daha sonraları bu öykü Tanrı’nın merhametini istemek için kullanıldı: Melek; “elini çocuğun üstünden çek, senden ona hiç bir şey yoktur”* dediğinde, kurban etmek için kalkan el yerine, yerde kalan el önem kazandı. İman, itaat ve merhamet sosyal erdemlerdir. Modern bilinç açısından bu öykü, bir yok etme ve ham gücün anti- sosyal kıssası olarak görülmesi olasıdır. Bob Dylan’ın şarkısının açılış cümlesi “Tanrı dedi ki, ne istersen yapabilirsin İbrahim, ancak gelecek sefer beni görmeye geldiğinde koşmalısın, İbrahim dedi ki, onu nerede kurban etmemi istiyorsun? Tanrı dedi ki, 61. anayolda”. Burada iman, itaat ve merhametin yerini inkar, keyfîlik ve gözdağı verme almıştır.
İbrahim’in seyahati Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’sinin merkezî temasıdır. Ancak orijinalinde olduğu gibi Kierkega-

*       Genesis (Incil’in ilk bölümü) 22.12

ard İbrahim’in üzerinde durmaktadır; İshak, İbrahim’in ‘yüceliği’nin üzerinde bir örtüden başka bir şey değildir. Ancak bu yücelik geleneksel yorumdan farklı olarak, İbrahim’in Tanrı’nın kudretinin bir aracı olma arzusudur. Kierkegaard’ın İbrahim’i, iman sınavında çektiklerinden dolayı yücedir. Ve İbrahim’in bu ıstırabı çekişi ve yüceliği, sosyal değerlerin tipik örneği olmasının aksine, onu kendi toplumundan ve sosyal usullerinden çok radikal bir biçimde koparmaktadır. Kierkegaard’ın bizi İbrahim’in yüceliği ile etkilemesinin çok özel bir amacı vardır. Aslında Korku ve Titreme’ nin İbrahim ve İbrahim’in öyküsü ile ilgili olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Söz konusu öykü okuyucunun dikkatini bazı çok temel sorulara çekmek için kullanılmaktadır. Eser tartışma amaçlıdır ve bunu gerçekleştirmek için Kierkegaard bizim öyküde anlatılan ıstırabın doğasına odaklanmamızı istemektedir. Bu takdimde bu özellikleri daha ayrıntılı olarak açıklayacak ve bu amaçla Kierkegaard’ın yazımlarının arka planının bazı detaylarını sergileyeceğim.
Korku ve Titreme, Kopenhag kitapçılarında ilk kez 16 Eylül 1843 tarihinde, ona eşlik eden bir çalışma olan Tekrarlar ve Terbiye Edici Söylemler ile birlikte görüldü. İlk iki eser ‘Johannes de silentio’ ve ‘Constantin Constantius’ müstear isimleriyle yayınlandı. Bu uygulama daha sonraları kendisinin ‘estetik ürünler’ olarak adlandırdığı Either/Or (Ya/Ya da) (1843)’ten Practice in Christianity (Hristiyanlıkta İbadet) (1850)’ye kadar bütün çalışmalarında sürdü. Alt başlığına göre, Korku ve Titreme bir ‘diyalektik lirik’tir. Bu Korku ve Titreme’nin temelde stil ve sunum standartlarına göre değerlendirilecek bir edebî eser olduğu ya da konusunun büyük oranda edebî yeteneğin sanatsal gelişimine aracılık ettiği anlamına gelmemektedir. Ancak eser bir lirik olarak adlandırıldığı için, yazarın kendi sanatının en azından kısmen bu standartlara göre değerlendirilmesini istediğini söyleyebiliriz. Aslında Kierkegaard’ın bütün ‘estetik’ çalışmaları, kendi edebî yeteneğiyle açıkça öğünen birisinin ürünleridir. Ancak onları tamamen edebî çalışmalar olarak okumak hem yanlış
algılama, hem de hayal kırıklığına neden olacaktır. Yanlış algılama olacaktır, zira eserlerin temaları edebî ifadenin aracı olmaktan çok, yazarın temel kaygılarını yansıtmaktadır. Yalnızca tarzı edebî kabul edilebilir ve yazar söz konusu temaları gün ışığına çıkarmak için bu yolu seçmiştir. Hayal kırıklığına neden olacaktır, zira okur temayı iyice anlamadıkça, – ki tema anlatımlardan açıkça çıkarılamamaktadır- eserin büyük bir kısmının edebî sunumun dayandığı ve hemen anlaşılabilen anlama ters düştüğünü görecektir.
Kierkegaard’ın ‘estetikle kastettiği; güzelliğin takdiri fikrinden tamamen uzak bir şey değildir. Onun yaşam tarzı nitelendirmesinde; hiçbir şeyin – yalnızca ‘sanat’, ‘güzellik’ ve ‘iyi zevk’ gibi etiketler için saklı tuttuklarımız değil- estetik olarak ele alınmadığı söylenebilir. Bir şeyi estetik olarak değerlendirmek onu oluşturduğu ilk etki bağlamında, burada ve şimdi sizi nasıl etkilediğine göre ya da sizi çekme ya da itme eğilimine göre kavramaktır. Daha genel bir deyişle, Kierkegaard’ın ifadesiyle estetik değerlendirme; yaşamın kendisini şiddetle arzu edilen ya da nefret edilen nesnelerin ve aynı zamanda bu ikisi arasında daha düşük derecelerde etkiye sahip nesnelerin bir deposu, kısacası korunması ve yokluklarından kaçınılması gereken (hangi tür olurlarsa olsunlar) malların havuzu olarak ele almaktır. Estetik yaşam; Kierkegaard’ın ifadesiyle ‘şimdi’ye (immediacy) adanmış bir yaşamdır. Sözcük Hegel’den alınmıştır. Hegel bu sözcüğü, içine imanı da -ki bu takip eden şey için hayati önem taşımaktadır- dahil ettiği, yansımasız bilgi anlamında kullanmaktaydı. Ana ‘diyalektik’ eseri olan Concluding Unscientific Postscript (Bilimsel Olmayan Dipnotun Çözümü)’nde Kierkegaard yaşamını şimdiye adayan kişiyi ‘tamamen göreceli amaçlara bağlı’* olarak tanımlamaktadır. Göreceli bir şeye mutlak bağlılık fikri çelişkileri yıkmayı, -ki kesinlikle sağlar- ve buradaki çatışma için uygun bazı ifadeler bulmayı amaç

*       Concluding Unscientific Postscript, İngilizce’ye tercüme D.F. Swenson ve W.Lowrie, Princeton University Press, Princeton, N.J., 1941, s.412.

lar ve böylece Korku ve Titreme’nin teması hakkında bize bir fikir verir. Bu temanın en basit fakat bir çok yönden en az uygun ifadesi ‘iman’dır. Sözcük yalnızca eksik olmakla kalmaz, aynı zamanda eserin iman hakkında bazı tespitler yapmaktan çok, genel ya da özel anlamda, böyle bir imanla ilgili olduğunu düşünmek yanlış olur. Gereksinim duyduğumuz uygun ifade; Kierkegaard’ın aklındaki iman türünün ne olduğunu ve onun müstear ismindeki sözcüklerle, bu konuda ne demek istediğini anlatabilen bir ifadedir.
Ancak açmamız gereken bir paket daha var. Acaba iman hakkında herhangi bir şey söylemenin mümkün olduğunu varsayabilir miyiz? Burada Kierkegaard’ın yazımlarının Hegelci arka planına dikkat etmeliyiz. Hegel kesinlikle, kişinin iman hakkında konuşabileceğini düşünüyordu. Fakat bunun nedeni Hegel’in kendi felsefesini prensip olarak, bütün konuların gerçek karakterini, felsefî olmayan bilinç biçemlerine ‘uygun’ şekilde görmeyi sağlayan genel bir avantajlı bakış açısı sağladığını düşünmesidir. Hegel iki alternatif bilinç biçemini ele almaktadır: Sanat ve güvenlik deneyimi (olağan, dar anlamda ‘estetik’) ve dinsel deneyim. Hegel’e göre bunlar bilgi ya da anlayışa giden eşit oranda geçerli rotalar oluşturmaları nedeniyle birbirlerine alternatif değildirler. En iyi olasılıkla her ikisi de, bu açıdan gerçeğin kısa ve temel yönleri çarpıtılmış bir vizyonunu sağlayabilir. Hegel, tam ve bozulmamış vizyon ya da böyle bir vizyonun elde edilmesi olanağının yeterince kavranmasını, Mutlak Akıl olarak adlandırmaktadır. Mutlak Akıl, rasyonel bir akıldır. Sanat, Mutlak Akıl’ın kendisini insan bilinci içinde, ancak donuk bir üslupla ifadesinin bir yoludur. Rasyonel; güzellik deneyimi içinde ve bilhassa doğadakinden çok sanatta, beden giymiş olarak duygularımıza görünür. Din ise; Mutlak Akıl için daha iyi ancak hâlâ donuk bir araçtır. Burada rasyonel hem duyulara, hem de bu güne kadar öyküsel bir yapı verilen ve Hristiyanlık’ta Mutlak Akıl’ın vizyonunu bu bilinç biçemi içinde mümkün olan oranda uyumlulaştıran, zekaya hitap eder. Ancak içerik hâlâ yalnızca sembolik ya da resimseldir. Felsefe, Mutlak Akıl’ın en yüksek ifadesidir ve felsefede Mutlak Akıl’ın sanatsal bildirgeleri ve dinsel bildirgeleri onun yeterli ve rasyonel ifadesini kazanır. O zaman doğal olarak Hegelci dinsel imanı, akim geçici bir durumu olarak görür. Gerçeği rasyonel realiteye daha uygun bir tarzda kavramak için, kişi daha ileri gitmek zorundadır. Kişi mutlaka felsefî bakış açısına ulaşmalıdır ve orada dinsel inancını o fenomenlerin ‘gerçek’ haline dönüştürecektir ve bu artık kişinin sahip olduğu şeyden başka bir şeydir. O zaman kişi yalnızda imanın ilerisine geçmekle kalmayacak, ayrıca imanı da, şeylerin (temelde rasyonel) şeması içinde uygun perspektifine yerleştirecektir. Üstelik kişi onu, kavramlar biçeminde, ortak bir lisanın sözcükleriyle paylaşılabilir düşünceler biçemine uyarlayacaktır.
Kierkegaard’ın, yazarına, Grimms’in masallarından birinden, ‘Sadık Uşak’tan* ödünç aldığı ‘Johannes de silentio’ adını verdiğine dikkat edelim. Ancak Kierkegaard’ın Sessizliğin John’u tamamen sessiz bir kişi değildir. Eğer sessiz olsaydı bir yazar olmazdı. Masaldaki sadık uşak da değil. Bunu yapmakla taş kesilebileceğinin farkında olmasına rağmen, sahibi olan genç krala onu tehdit eden üç tehlikeyi haber verdi. (Korku ve Titreme ile daha ileri bir bağlantıyı öndelemek istersek; kral ve kraliçenin iki oğula sahip olduğu daha sonraki dönemde, kral ve kraliçe Johannes’i yeniden yaşama döndürmek için oğullarının hayatını feda etmişlerdir, bunun üzerine Johannes çocukları yeniden yaşama döndürmüştür.) Yazar Johannes’in sözcüklerle arası iyi değildir; yine de iman hakkında, eğer ona sahipseniz, başka birine açıklayamayacağınız bir şey olduğu dışında, herhangi bir şey söylemekte zorlanmaktadır. İmanı, Hegel’in ‘sistem’i (Hegel’in Mutlak Akıl’ın şeffaflığına yükselmenin tam açıklaması için kullandığı isim) gibi bazı yüksek noktalardan görmek yerine, Kier-

*       Bu kökenle ilgili iddianın sahibi E. Hirsch olup Teologisk Tidsskrift for den danske Folkekirke (1931), ss 214 ve devamında ileri sürülmüştür. Bu bilgiyi Korku ve Titreme’nın Danimarka dilindeki versiyonuna ilişkin Niels Thulstrup’un yorumuna borçluyum. Gyldendals Ugleboger, Kopenhag, 1968, s. 164.

kegaard’ın yazarı bizi imanın, düşünce sistemi içinde yerinin olmadığı, ‘imanın tam olarak düşünmenin bittiği noktada başladığı’ acı gerçeğine götürmektedir. Johannes de silentio için iman düşünülebilecek olanın sınırlanmasından çok ifadesidir. Ona sahip olan kişi, neye sahip olduğunu söyleyemez. Ya da en azından imanın ne olduğunu herhangi bir ‘sistematik’ ya da bilimsel bakış açısından söyleyemez. (Hegel’in de kendi sisteminin bir bilim, ruh bilimi olduğunu düşündüğüne dikkat etmeliyiz). Ancak Korku ve Titreme’yi okuduğumuzda Kierkegaard’ın, müstear isminin bize, bir kimsenin, İshak’ın babası İbrahim’in İshak’ı kurban etmeyi kabullenmesiyle ispatladığı imanı gibi, gerçek imana sahip olması halinde, kendisini bu açıdan insan söylemi krallığından dışladığını söylemesini istediğini bile sanabiliriz. Onun imanı, genel olarak anladığımız şekliyle insanlığı, yani birbirimizde görmeyi ve değerlemeyi beklediğimiz az ya da çok tanımlanmış mizaçlar setini aşağılamaktadır.
Kierkegaard’ın yazarının iman sahibi olmaya atfetmesini beklediği anlaşılmazlığın tam boyutu konusunda (tartışma kesinlikle var olmakla birlikte) tereddütler olabilir. Ancak Korku ve Titreme’nin imanı ele alışındaki genel anlam yeterince açıktır: Eğer iman hakkında konuşacaksak, imanı, insanların eylemlerini ve birbirlerine karşı yaklaşımlarını tanımlamaya ve haklı kılmaya yetecek şekilde, herhangi bir lisanda açıklayamayız. Korku ve Titreme’nin önsözünde Kierkegaard’ın zamanındaki imanın, kişinin sonunda ulaşmayı amaçladığı yer değil, yaşamın kişinin başladığı yeri olduğunun düşünüldüğü belirtilmektedir. Yunanlı kuşkucular bütün yaşamları boyunca kendi yargı yürütme haklarını kullanmamak için çabaladılar ve onları bazı tartışmalı konularda bir karar vermeye zorlayanların her türlü baskılarına karşı, zihin huzurunu karar vermemekte buldular. Korumaya çalıştıkları şey, yenmek zorunda olduklarını hissettikleri olgunlaşmamışlık hali değil, kuşkuydu. Yaygın Hegelci iman nosyonu da aynıydı. Johannes’in önsözünde çağdaşlarının yaptığını söylediği gibi, inanabilmek, kişinin ucuzlatılmış iman kavrayışına sahip olması gereken nihai bir amaç değil, imanın başlangıç noktasıdır. Kişi imanı; belli bir aydınlanma içinde, yetişkin insanoğlunun baş edebileceği doğru ve uygun türde bir durum olarak görmelidir. O zaman iman, eski nesiller için olduğunun aksine, en üst düzeydekinin arzulayacağı bir şey olmadığı gibi, çağımızdakilerin kendileri için koyduğu hedefler de, imanın ‘ömür boyu sürecek bir görev’ olarak görüldüğü eski nesillerin hedefleriyle aynı değildir. İbrahim’i, ‘imanın babasını’ ele alalım. Onun imanının Tanrı tarafından sınandığı söylenmektedir. Her standarda göre amansız bir sınama! İbrahim, eylemi gerçekleştireceği noktaya kadar tek ve çok sevgili oğlu İshak’ı öldürmeye hazırlanmak zorundaydı. İbrahim sınamaya dayandı; ancak son anda oğlunun yerine bir koç kurban etmesine izin verildi ve bundan sonra, oğlunun soyundan gelen ulusların ve ailelerin değerli babası olarak kutsandı. Ancak bu kutlama yalnızca sözlü olarak gerçekleştirildi. Biz yalnızca İbrahim’in yaşadıklarını anlamamakla kalmıyor, ayrıca Hegel felsefesi tarafından; İbrahim’in yüceliğini ölçebilecek ölçüye sahip olduğumuzu ve İbrahim’in imanının ‘mümkün olduğu kadar kısa zamanda iyileşmesi ümit edilen bir çocuk hastalığı’ imiş gibi değerlendirilebileceğini sanmaya yöneltiliyoruz. Bir son deyişinde Johannes de silentio; insan idealleri olarak değerlendirdiğimiz şeylerin değerini yükseltmenin tek yolunun, bu değerleri zaten elde etmiş olma konusunda daha az tatminkar ve daha çok eleştirel olmak olup olmadığını sormaktadır – eğer ‘zamanımızı dolduracak bir şeylere sahip olma’ dan başka bir nedenimiz yoksa, yani ipin boş ucunu tutmak suretiyle. Johannes bir alternatif önermektedir; yaşamın sorunlarının ve görevlerinin gerçekte neler olduğunu anlamayı, onları aklımızda taze tutmayı ve bunların çözülmesi gerekmediğini ve Hegelcilerde olduğu gibi, içinde sorunlar ve görevlerin hemen hemen kaybolduğu yeni bilinç biçemleri kazanmak suretiyle çözülebileceğini, akılda bulundurmayı önermektedir. Böylece gelecek nesiller sorunlarla yüzleşmeksizin çözüm mirasını devralacaklardır.
Korku ve Titreme’nin en kucaklayıcı genel mesajı; mevcut tartışmada iman nosyonu o kadar ucuzlatılmıştır ki, hakkında konuştuğumuz şey artık iman olmaktan çıkmıştır ve eğer İbrahim gibi kutsal figürleri ya da İmanın Babası olması nedeniyle bilhassa İbrahim’i yüceltmek istersek, iman sınavından geçen İbrahim gibi olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak zorundayız. Eğer İbrahim yüce ise, o zaman onun başardığı şeyin ne olduğunun net bir resmine sahip olmalıyız. Johannes de silentio’nun, Korku ve Titreme’sinde, oldukça net iki ayrım belirmektedir. İlk kısmı diyalektik olmaktan çok liriktir. İbrahim ve İshak öyküsünün, hepsi de İbrahim’i bizim için anlaşılır hale getiren ancak hiç birisi onu imanın babası yapmayan, dört farklı versiyonunu içeren bu kısa bölümde bizler doğru mantık çerçevesine ‘ayarlanıyoruz’. Yazarımız bu dört versiyonu, bu öyküyü ilk kez çocukluğunda dinleyen ancak sonra, İbrahim’in yüceliği hissini kaybetmeden, büyüdükçe İbrahim’in gerçekte ne yaptığı konusunda kafası gittikçe karışan bir kişi tarafından imgelenmiş olarak sunmaktadır. Bu kişi – bize söylenmiyorsa da- önceki etkilenmesine yeni deneyimlerinin detaylarını eklemek için, kendisini olayların gözlemcisi konumuna koymakta, ancak düşünce düzeyinde olanı kavramaya çalışmaktadır ki, Johannes de silentio bu girişimin doğasının kendi ‘lirik’ine ‘diyalektik’ kalitesi kazandırdığını göstermektedir. Bunu ‘İbrahim’i övme söylevi’ takip etmektedir. Söylevin nosyonu, Johannes de silentio’nun bizi İbrahim’in gerçekte neler yaşadığına ulaştırmak için gösterdiği ‘lirik’ çabanın merkezini oluşturmaktadır. (Bu nedenle Danimarka lisanındaki ‘Lovtale’yi ‘methiye’ ya da ‘resmî övgü’ anlamına yakın olmasına karşın bu sözcükleri kullanmadım) Korku ve Titreme’nin temel ilgi odağı, (zarfına zıt olarak) imanın ne olduğu ve eğer herhangi bir şey ise, hakkında konuşulup konuşulamayacağı sorusudur. Sonucun konuşulamayacağı şeklinde olduğu görünmektedir. Ancak kesinlikle İbrahim hakkında konuşabiliriz. Onun hakkında bir çok şekilde konuşabiliriz: Çocuğun öyküyü ilk kez duyduğu gibi düşünmeden ve yetişkinlikte kullandığımız ayrımları henüz öğrenmemiş iken ya da -yazarımızın izleyen bölümde daha ironik bir mizaçla işaret ettiği gibi- ayrımları bilen ancak onları Pazar ayinindeki İbrahim methiyesinin sözlü ifadesinde kullanmayı unutan bir rahip gibi ya da, ‘söylev’de bize söylendiği gibi, İbrahim’in kahramanlığında kendisinin imrenebileceği daha iyi bir doğa gören, ancak bunu yalnızca ifade etmekle yetinen şair gibi. Johannes de silentio bizi bütün bunların daha ilerisine götürmektedir. Tanrı tarafından İshak’ı kurban etmesinin, onun imanını yalnızca öz oğlunu öldürmeyle ispatlamasının emredilmesinin, İbrahim için ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmaktadır. İbrahim bir çok yönden yüce olabilirdi. Oğlunun yerine kendisini kurban edebilirdi. Ya da imandan çok, teslimiyet içinde İshak’ı kurban edebilirdi (yukarıya bakınız). Ancak onun özel yüceliği, yaptığı şeyi yaparken İshak’ı geri getirebileceğinden şüphe duymamasıydı. İbrahim, ne yaparsa yapsın hatta öldürme noktasına varsa da; İshak’ı koruyamasa bile, onun yeniden hayata döndürülebileceğine inanıyordu. Onun yüceliği, İshak’ın onun için ifade ettiği bütün anlama rağmen ve inancının yanlış olduğunun ortaya çıkması halinde kaybının büyük olacağının tam idraki içinde olduğu o durumda bile imanını koruyabilmesidir. Johannes de silenti- o’nun İbrahim’i övme söylevinin sonucu onun yüceliğini üç alanda ortaya koymaktır: neyi sevdiği açısından (Tanrı), neyi inanarak beklediği açısından (imkansız) ve ne için çabaladığı açısından (dünya ya da kendisi için değil yine Tanrı için). Burada Johannes de silentio’nun söyleyebileceğinin özeti: İbrahim’in; hayal edilebilecek en zor sınama içinde bile, insan yaşamının, İshak’ın, kendisinin, herkesin yaşamının anlam ve değerini; insanın dünyada, hem dışarıda hem de kendi ruhunun ‘karanlık ihtirasları’ içinde karşılaştığı ve katlanmak zorunda olduğu ‘yaratılışın öfkeli elementleri ve güçlerinden’ değil, yaratılışın kaynağından aldığını kabul etmeye istekli ve bunu başarabilecek nitelikte olduğunu ispatladığıdır.
Her ne kadar yazarımız bunun için İbrahim’e imrense de, onu anlayıp anlayamayacağı sorusu hâlâ ortada durmaktadır. Bu soru Korku ve Titreme’nin daha düzgün ‘diyalektik’ kısmı olan ikinci bölümde ele alınmaktadır. Bu bölüm, bu bağlamda ‘iman’ın ne anlama geldiğini anlamak için gereksinim duyduğumuz ayrımların grafik açıklamasını vererek sahneyi oluşturan bir ‘Kalpten Gelen Açış Konuşması’ ile açılmaktadır (Forelig Expectoration, ‘başlangıç itirafı’, genellikle İngilizce konuşanları yanıltacak şekilde “başlangıç boğaz temizlemesi’ (preliminary expectoration) olarak çevrilmektedir). Her ne kadar burada ayrımlarla yüzleşilmesi onların oluşturulmasından daha güç olsa da, Kierkegaard ‘diyalektikle modern düşünürlerin ‘kavramsal çözümleme’ ya da ayrımların belirginleştirilmesi olarak adlandırabileceği bir çalışmadan daha ilerisini kastetmektedir. Bu bölümün en açık ilan edilen amacı, itirafın ‘başlangıcı’ oluşturduğu ve İbrahim’in ‘söylev’de de kendisine atfedilen özel yücelik için gerçekten övülmesi gerekiyorsa, o zaman Hegelci felsefenin bazı temel prensiplerinin savunulamaz olduğunu gösteren ‘Problemler’dir. Buna karşıt olarak eğer Hegelci felsefe prensipleri savunulabilir ise, o zaman Hegelciler İbrahim’in yüceliğinden söz etmemelidirler. Prensipler üç problem olarak ele alınmakta ve bunlar düzenli Korku ve Titreme’nin diyalektik kısmını oluşturmaktadırlar.
Hegel’in, kendi deyimiyle, ‘etik yaşam’ kavramına (Sittilichkeit) göre; davranış herhangi bir toplum tarafından oluşturulan etik birliğin sürdürülmesine katkıda bulunuyorsa ahlâka uygundur. Bireyler tarafından kendi adlarına gerçekleştirilen eylemler, niyet olarak ve/veya eylemsel bakımdan, bir bütün olarak toplumun iyiliği ile ilişkilendirilemiyorsa ahlâksızlık sayılır. Birey kendisini toplumsal bağlar ve görevlerle bağlı hissetmiyorsa (en azından kendi grubundakilere karşı) ya da sosyal bütün içinde kendi bireysel katılımının iyi olmasını bir gereklilik olarak görmüyorsa; gerçeği görmekten, birey ve toplum arasında, ya da hem Hegel hem de Kierkegaard’ın kullandığı terminolojiyle ifade edersek ‘özel’ ile ‘evrensel’ arasındaki ‘rasyonel’ ilişkiyi görmekten
yoksun demektir. (Kierkegaard’ın bazen, özel bireyin var oluşu ile evrensel içinde var oluş ayrımının konu edilmediği yerlerde bireye, ya da Individet’e gönderme yapması nedeniyle, “den Enkelte”yi “tekil birey” olarak tercüme ettim. Ve mantıksal evrende mutlak genelliği akla getirmesi halinde yanıltıcı olacağını bilerek “det Almene”yi “evrensel” olarak tercüme ettim. Hegel ve Kierkegaard’da “evrensel”; “parça”nın karşıtı olarak “bütün” nosyonuyla ya da en fazla sağlam bir alan içindeki genelle yani bir toplum ya da ulusla bağlantılıdır.) Korku ve Titreme’de etik şartı -her ne kadar gerçek olduğu yalnızca varsayılsa bile (aşağıya bakınız)- bireyin “evrensel için bir şeyler yapıyor olması” gereği olarak yer almıştır. Bu görüşe göre normalde görevinize karşıt olarak kabul edilebilecek bir şeyi yapmak, ancak eğer evrensele yönelik bazı daha geniş yararlar varsa haklı bulunabilir. Böylece baba ya da anne olarak yükümlülüklerinize zıt hareket etmek üzere, devletin askerlik hizmetine çağrılabilirsiniz. Eğer yapmanız istenen şey, diyelim ki oğlunuzun idamı için bir idam kararını imzalamak ise, aksi halde çocuğunuza karşı (ve elbetteki ayrıca o çocuğun üyesi olduğu topluma karşı) bir ahlâkî zulüm olarak adlandırılabilecek olan bu eyleminizden dolayı aklanacaksınız. Aslında yalnızca aklanmakla kalmayacak, aynı zamanda bir tür ahlâk kahramanı ilan edileceksiniz. Ancak aynı eylemi böyle bir ortam olmaksınız gerçekleştirecekseniz ve eğer bu eylemin içinde evrensel için bir şey yapmak olarak kabul edilebilecek bir şey yoksa, etik ifadeyle, lanetlenirsiniz.
Ama bu tam olarak İbrahim’in içinde bulunduğu durum. Bunu yapmasında evrensel için herhangi bir yarar olmamasına rağmen, öz oğlunu öldürmeye hazırlanıyor. Aslında, yazarımızın işaret ettiği gibi, her ne kadar Tanrı İbrahim’e İshak aracılığıyla ulusların atası olacağı sözünü vermişse ve bu söz (gelecek) ‘evrensel’e ilişkin bir sır ise de, İbrahim olayında ilave bir ironi daha vardır. Evrensel, İbrahim’in eylemine girmişse de bu ancak ‘(İshak’ın) belinde gizlenmiş olarak bulunmaktadır. Eğer İbrahim’in eylemi basit, ya da kar
maşık, bir cinayet değilse, o zaman etik yaşam bağlamında mutlak olarak adlandırılabilecek ve onunla karşılaştırıldığında etik yaşamın kendisinin yalnızca göreceli olduğu bir otorite bulunmalıdır. Bu şartın sağlandığı durumu Johannes de silentio, “etikselin teleolojik dengesi” olarak adlandırmaktadır. Zira bu durumda etik yaşam kendi içinde bir amaç olmaktan çıkar ve bir bütün olarak başka bazı amaçlara ya da telos’a hizmetkâr olur.
Kierkegaard’ın İbrahim ve İshak öyküsünü Korku ve Titreme’de kullanması, çok fazla karşı tartışmaya yol açmıştır. Bu davranış bazılarını, onu barbarca eylemlerin ‘iman’a başvurularak cezalandırılabileceği görüşüne mahkum ederek, Kierkegaard’ın düşüncesini hemen reddetmeye yöneltmiştir. Kierkegaard’a başlangıçtan itibaren daha sempatik davranmayı seçen diğerleri ise; örneğin Korku ve Titreme’nin nihayetinde bir takma adın eseri olduğu ve (Kierkegaard’ın açıkça söylediği gibi) açıklanan görüşlerin Kierkegaard’ın kendi düşüncesi olarak kabul edilemeyeceğini, ya da Kierkegaard’ın yarı şair olduğunu ve örneklerini analojik kesinlikten çok ilk etkileri için seçtiğini, ya da onun kaygılarının tartışmalı olduğunu ve bu nedenle İbrahim ve İshak örneğinin stratejik abartma olarak kategorize edilmesi gerektiğini ileri sürerek ve bunun gibi gerekçeleri sıralayarak yorum yapmamayı tercih etmişlerdir. Kierkegaard’ı kurtarmak için yapılan bu tür girişimleri ve hatta onun fikrini hemen reddetme kararını küçük görmüyorum ve çeşitli görüşleri yaymak ve değerlendirmek için yeterli alan bulunmadan bunu kesinlikle yapmazdım da. Ancak, bana göre bu reaksiyonlar genellikle gerçek metne yeterince yakından bakmama ve tartışmayı takip etmemeden kaynaklanmaktadır. Bakılacak ilk yer bu iman nosyonudur. İbrahim’in örneklik etmesi istenen şey nedir?
“Kalpten Gelen Açış konuşması”nda Johannes de silentio bize, kendi göreceli “şövalyeleri”nin figürleriyle temsil edilen, teslimiyetle iman arasındaki ayrımın bir grafiksel temsilini sunmaktadır. Kierkegaard’ın anlayışına göre ön teslimiyet olmadan iman olmaz. Bundan da fazlası, inanan kendi
siyle birlikte teslimiyet şövalyesine hayatî bir şeyleri götürmedikçe iman olmaz. Ve dünyada kişinin kalpten saldıracak kadar çok güçlü duygularla istediği bir şey olmadıkça, teslimiyet olmaz. Teslimiyet, eskiden olduğu gibi, kişinin en çok sevdiği ümitlerini, o ümit ettiği şeyin erişilemez olduğunu gördüğünde terk etmesidir. Teslimiyet kişinin kalbinin arzusu hakkında düşünmekten vazgeçmesi değildir. Aksine teslim olmak eski ilgiyi korumayı, ancak yeryüzünde hiçbir şeyin bu arzuyu tatmin etmeye yetmeyeceğini kabul etmek demektir. Eğer bu arzunun aslında tatmin edilebileceğini kabul edersen de, bu ancak “absürdün gücüyle” olabilecektir. Burada “absürd” “mantıksal olarak olanaksız” anlamına gelmez, “insan gücüyle olanaksız” ya da “herhangi bir anlaşılabilir yolla olanaksız” anlamına gelir. Bir dostu ölen kişinin her şeyden çok isteyebileceği şey, o dostunun yeniden yaşama dönmesidir. Eğer kişi bunun absürdün gücüyle mümkün olabileceğini düşünürse ve eğer ümitlerinin ve hatta beklentilerinin bilinmesine izin verirse, şüphesiz kendisini saçmalığa mahkum edecektir. Umut ya da beklentide mantıksal absürdlük yoktur; kişi dostunun hem ölü hem de canlı olmasını dilemez, yalnızca canlı olmasını ister. Ama bu, yine de absürd bir umut ya da beklentidir ve böyle bir düşünceye sahip olan herkes bunu tatmin için mutlaka absürdün gerçekleşmesi gerektiğinin tam bilincinde olarak yapabilir. Eğer, örneğin, umut ya da beklentiye sahip kişi; bu umut ya da beklentinin tatmininin bir İnsanî imkansızlık olduğu gerçeği ya da inancıyla tam olarak yüzleşmedikçe, kişinin kafası bir teslimiyet şövalyesi olamayacak kadar karışık olacaktır. Eğer yeniden dirilme olayının gerçekleşmesini imkansız olarak görüyorsanız, yazarımızın kendi örneğini ele alın. Genç bir adam bir prensese aşık olur; ancak sonradan bu hususta hiçbir şansı olmadığını fark eder ve kendisini imkansıza teslim eder. Bunun için buradaki fikir absürddür. Bir çelişki olmadığı açıktır. Kim bilebilir ki? Belki de günün birinde bu genç kendisini, prensesin ulaşılamaz olmaktan çıktığı bir durumda bulabilir. Ancak genç teslim olduğu sürece bu ihtimali tasarlayamaz. O zaman iman, bu ihtimali tasarlamasa bile genç adamın, (absürd olarak) mümkün olanın aslında kişinin geleceğinde var olduğunu kabul etme yeteneğidir. Johannes de silentio’nun işaret ettiği gibi, insanların genellikle “iman”la kastettiği şey, daha az bir şey, kişinin her şeyi terk ettiğim varsayan bir şey değil, kişinin “her şeyden feragat etmek” için gereksinim duyduğu bir şeydir.
Bir başka noktaya gelelim. İman neredeyse münhasıran, Tanrı’nın varlığına inanma fikriyle bağlantılıdır. Ancak bu, imanın burada ifade ettiği anlamın tamamı değildir. Johannes de silentio, İbrahim’in yalnızca teslim olduğu durumu imgelemektedir. İbrahim için teslimiyet, Tanrı’nın varlığına inanmaktan kendisini dışlaması olamaz. Johannes’e göre, İbrahim açısından teslimiyet İshak’ı Tanrı’ya teslim etmekti. Teslim olmuş İbrahim İshak’ı geri getirmeyi bekleyemezdi. Ancak bu beklememe onun, İshak’ı yaşama döndürmek için gerekli insan üstü imkanları kullanacak bir Tanrı olmadığına inandığı için değildi. Daha çok Tanrı İbrahim’e babalık sevgisini gösterme fırsatını geri vermeye hevesli olduğuna güvenilebilecek bir tanrı değildir. Teslim olmuş İbrahim, Tanrı’nın İshak’ı kurban etmesini istediğine inanıyor ve onun bilgisine göre bu kurban etme, İshak’ın sonu olacaktı. Eğer İbrahim zaten Tanrı’nın varlığına inanıyor olmasaydı, o zaman zorluklar olacaktı. Eğer sınav İbrahim’in Tanrı’nın varlığına inancının bir kanıtı olsaydı, İbrahim sınavı kimin yaptığını sanacaktı? Öykü İbrahim’in bu sınavı Tanrı’nın yaptığını kabullendiğini söylemektedir. Fakat o zaten Tanrı’nın varlığına inanıyordu.- ve gerçek, onun sınavda başarısız olması halinde bile hâlâ doğruydu. Sınavın İbrahim’den istediği onun Tanrı’nın varlığına inanması değil, Tanrı’nın, Onun babalık sevgisini göstermesi fırsatını ona geri vermek istediği ve buna gücünün yettiğine inanmasıdır. Tanrı’nın varlığına iman İbrahim’in zaten sahip olduğu bir şeydi; onun ispatlamak zorunda olduğu şey, Tanrı’nın İshak’ı öldürmesi emrini yerine getirse bile sonunda İshak’tan yoksun bırakılmayacağına olan inancıdır. “Sonunda” “bundan sonra”yı içermez.
Johannes de silentio’nun söylediği gibi, İbrahim bu yaşamda İshak’ı absürdün gücüyle geri getirme olasılığına inanmaktadır. İbrahim’in sınavı, kendisiyle İshak’ın, İshak’ı kurban ettikten sonra bile, birlikte yaşayacağına inandığını göstermekti.
Öykünün Kierkegaard’ın versiyonunun özüne, senaryoyu çeşitlendirerek daha da yaklaşabiliriz. Kierkegaard’ın, aslında İbrahim’in Tanrı’nın varlığına imanının sınanmasını amaçladığını varsayalım. Bunun anlamı İbrahim’in Tanrı’nın varlığına inanmama seçeneğine sahip olması ve sınavın doğası nazara alındığında, İbrahim var olduğuna inanmasını istediği bir tür Tanrı’ya inanmayla ilişkilendirilmeyi güç bulacaktı. İkinci olarak, İbrahim’in İshak’ı kurban ettiğini ve “sonunda” onu geri getiremediğini varsayalım. Bunun anlamı; sınavın aslında İbrahim’in sandığı sınav olmadığı anlamına gelebilir. Burada sınav, Tanrı’nın İbrahim’in imanını “evrenseli başarmak” doğruluğu içinde kanıtlamasını isteyen bir Hegelci olabileceği etiksel teleolojik ayartmaya direnme sınavı olabilirdi. Ya da üçüncü olarak, Hegelci bir Tanrı ihtimalini dışlayabiliriz; ancak hâlâ İbrahim İshak’ı geri alamaz. İbrahim’in inandığı gibi bir Tanrı, İbrahim’in İshak’ı geri alacağına inanmaya yönlendirip, İshak’ı geri vermeyeceği böyle bir eylemi talep edebilir mi? Ya da (Descartes’in gölgeleri *) Tanrı’nın var olmadığına dair bir tür kanıt olabilir mi?
İlk sanıya ilişkin olarak, söylediğim gibi, İbrahim, Tanrı’nın var olduğuna inanmamaya karar verebilecek birisi olarak anlaşılmamalıdır; onun seçimi daha çok Tanrı’nın var olmasını umut etme ya da bekleme ile ilişkilidir. İkincisi, Kierkegaard’ın Tanrısının Hegel’in Tanrısı olmadığı, daha çok anlaşılması etikselin teleolojik dengesi için çağrı yapan bir değerler kaynağı olduğu aynı derecede aşikardır. Üçüncü ve daha sorunlu sanı bakımından, burada Kierkegaard’ın niyetleri sorusuyla baş etmede, bu sanıyı benim için çekici kılan;
*       Descartes, Meditations on First Philosophy’sinin dördüncüsünde, Tanrı’nın mükemmel olması halinde aldatmayacağını ileri sürmektedir.

gerçekte neyin anlatıldığına odaklanmasıdır. İbrahim İshak’ı geri alacağına inanmakta ve geri almaktadır. Geri dönmemesi ihtimali İbrahim’in görmezden gelmeyi seçtiği olasılıktır ve sonuçta bu sanının doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Öykünün püf noktası bu iki özelliği bakımından en iyi şekilde izlenebilir.
‘Kalpten gelen Açış Konuşması’ bize İbrahim’inkinden çok farklı bir iman şövalyesi portresi çizmektedir. Burada şövalye görünüş itibariyle sokaktaki adamdan farklı değildir; aslında tepeden tırnağa bir küçük burjuva, sokaktaki bakkal olarak görünmektedir. Dünyadaki evinde bulunur ve yaşamın her türlü detayında bütün olası hevesiyle yer alır. Bu dünya için bütün umutlarını bırakan birisi gibi, hiçbir dalgın bakış ve teslimiyetçi kopuş işareti taşımaz; ancak İbrahim’in sessiz teslimiyetiyle karşılaştırılabilir bir yanı da yoktur. Ve yine de bize bu kişinin, “insanca ifadeyle” hakkında ilgi duyduğu şeylerin onun açıkça onlara verdiği değere sahip olmalarının absürd olduğu yolundaki yerleşik inanca karşı, her an “iman hamlesi” yaptığı söyleniyor. İbrahim’le aralarında olması amaçlanan analoji bu olabilir. İshak, yalnızca metaforik anlamda değil, her anlamda İbrahim için bütün dünyadır (gelecek nesillerin vaadi olması yönüyle geniş anlamda da bütün dünyadır) ve İbrahim’in İshak’la ayrılmaya istekli oluşu, “bütün dünya”ya sahip olma İnsanî olasılığından feragat anlamına gelen teslimiyetin gerekli bir özelliğini temsil etmektedir. Bu özellik mutlaka İbrahim’in imanının bir elementi olmalıdır. Ancak yalnızca bu özellik, teslimiyetin tamamı değil. Johannes de silentio’nun teslimiyet şövalyesi, prensese aşık genç adam, aşkının anlamsızlığını bir kez fark ettiğinde, onun bir dünyalı proje olma yönünü iptal eder ve prenses fikrini bir tür Tanrı inancına dönüştürerek aşkını Tanrı’ya yöneltir. Yazarımız onun aşkının “sonsuz aşkın ifadesi” haline dönüştüğünü söylemektedir. Eğer İbrahim İshak’ı kaybetmeye teslim olsaydı, İshak’ı Tanrı’ya bırakacak ve aşkını Tanrı’ya, şimdi bir baba olarak sevdiği her şeyden çarpıcı biçimde yoksun kalarak, dünyadan uzağa yönelte-
çekti. Ancak bir iman şövalyesi olarak sürekli bir dünyevî İshak aşkının İnsanî imkansızlığını kabul etmede, teslimiyet şövalyesini geçmek zorunda olsa da, tam bir iman şövalyesi olarak, aşkını eski hedefine, dünyevî hale, hâlâ bir İnsanî imkansızlık olmasına rağmen, şimdi absürdün gücüyle, imanda bir kutsal olasılık kazanmış ve hatta bir kesinlik olarak öndelenen hedefe yöneltmektedir. Kesinlik yanlış yerde aranırsa ne olacak sorusunu sorabilir ve bu olayın sonuçları hakkında spekülasyon yapabiliriz. Bu Tanrı’nın olmadığına bir kanıt olabilir mi? Ya da eğer İbrahim, İshak ve kendisi için en iyisinin birlikte kalmak olduğunu varsaymakla yanlış yapmış olsaydı veya Tanrı’yla birlikte olmanın İshak için daha iyi olmayacağını varsaymış olsaydı ne olacaktı? Bu teslimiyetin durmak için uygun yer olduğunu ve imanın çok uzak olduğunu gösterecek miydi? Ancak bu soruların, dikkati, öykünün çarpıcı olması amaçlanan özelliklerinden uzaklaştıracağına inanıyorum. Bu özelliklere göre İbrahim’i temelde, kendisine İshak’ın kimliğinde sunulan yaşamdaki güzel şeylerin değerlerini yalnızca var olmaları, ve değerlendirilebilmeleri, yaşanabilmeleri, zevk alınabilmeleri çıplak gerçeğinden değil, varlık kaynağının kendisinden aldıklarını en kesin biçimde kabul etmek olarak görmeliyiz. İbrahim, gerçekte olduğu gibi, İshak’ı tekrar düzgün bir temelde geri alabilmek için teslim ediyordu.
Eğer İbrahim’le bakkal arasında benzerlikleri bu noktadan daha ileri götürmezsek, İbrahim’in öyküsündeki önemli elementlerin kesinlikle kaybolacağı anlaşılmaktadır. İlk başta, Johannes de silentio’nun iman şövalyesini bakkal olarak betimlemesinde kurban etmeyi imgeleyen hiçbir şey yoktur ve İbrahim’in İshak’ı kurban etmede istekliliği onun imanının sınanması olarak varsayılmaktadır. İkincisi, bakkal şövalye betimlemesinde İbrahim’in özverisini içeren etik sorumluluğun ihlalini imgeleyen hiçbir şey yoktur.
Bu iki benzemezliği kısaca değerlendirelim. İlki özveridir. Bir özveride bulunmak değerli bir şeyi ya da bir kimseyi, değer ölçeğinde o şeyi ya da kişiyi vermekten kaçınmakla hizmet edilecek (zaten yüksek olduğu kabul edilen) yarardan daha yüksek olan bir yarar uğruna feda etmektir. İbrahim’i anlamadaki sorun daha yüksek olan yararın ne olduğunu kavramaktır. Daha yüksek bir amaç için özveride bulunma tarih ve mitte yeterince tanıdık bir olaydır; bu genellikle ulusun ya da devletin çıkarları için yapılır ve özveri kendi yararlarını ulusun ya da devletin yararları ile birlikte tanımlayanlar tarafından (gözleri yaş dolu olarak) alkışlayanlar için yapılır. Ancak İshak’ı kurban ederken İbrahim açıkça paylaşılan türde bir yüksek yarara hizmet etmiyordu. Kimse onu alkışlamayacaktı. Sıradan yaşamda şeyleri ve kişileri oldukça bencil nedenlerle terk ederiz. Ancak bu ‘kayıpların’ tamamen bencil yapıda olmayan projeler yararına yapılmış özveriler olduğunu söyleyerek hava atarız. Bir genç adam evlenme planlarını iptal edebilir ve terk ettiği nişanlısına evliliğin “dolu” bir insan olmadaki uzun dönem yararlarına ya da daha ağdalı bir biçimde yüksek eğitim almasındaki toplumun yararlarına engel olacağını söyleyerek kendisini mazur gösterebilir. Hatta nişanlısını, bunun onun da yararına olduğuna ikna etmeye çalışabilir. Nişanlısı dahil, dışardan bakanlar için, bu bencil olmadığı iddialarının ne kadar dürüst olduğunu ya da gerçek nedenin genç adamın kızdan bıkması, evliliğin onu bağlayacağını düşünmesi ya da “sakinleşip hayatını düzene sokmadan” önce daha fazla “deneyim” istemesi olup olmadığını söylemek çok zor olacaktır.
İbrahim’in öyküsü her gün rastlanılan bir öykü değildir. Johannes de silentio’nun söylediği gibi bu öykü, yukarıdaki türde bir aldatma ya da kendisini aldatma olamaz. İbrahim’in İshak’ı terk etmede hizmet edecek hiçbir bencil yarar olmadığına inanmada yanlış olamazdı. Onun bir tek bencil yararı vardı ve o da İshak’ın şahsındaydı. İbrahim’in kendi yararını imgeleyebileceği ve İshak için duyduğu umutla aynı olmayan hiçbir şey yoktu. Bu nedenle İbrahim için, bir özveride bulunanın dürüstlüğü konusunda sahip olunabilecek, insanların genellikle korumaları beklenen başkasının yararına ilişkin istek ve yararlara aldırmama için tamamen bencil nedenlerini gözleyecek motiflere sahip olması anlamına gelen genel kuşku bakımından İbrahim’de hiçbir neden yoktu. Böyle olunca, İbrahim’in imanını ispat etmek için İshak’ı feda ettiği bize söylendiğinde, sıradan yaşamda genellikle yaptığımız gibi, bunun daha sıradan yararları gizlemeye hizmet eden bir perde olduğundan şüphelenemeyiz. İshak’ı öldürmeye niyetlenmede İbrahim’in imanını sınattırmaktan başka bir yararı yoktur -İshak’ı öldürmesi halinde İshak’ı elde tutmasının İnsanî açıdan olanaksız olmasına rağmen, ona sahip olmaya devam edeceğine dair inancını hatırlıyoruz. İbrahim’in, İshak’ın ölümüne kendisinin neden olması ayrıca, kişinin büyük kaybın doğal olarak neden olduğu acıyı hafifletmek için sahip olduğu imana ilişkin olarak duyulabilecek kuşkuya benzer türdeki kuşkuları da yok etmektedir. Burada İbrahim kendisini İshak’tan yoksun bırakmakla hafifletilmesi gereken işkencenin nedeni olmaktadır. Onun imanı, hafifletilmesi gereken acının zaten nedeni olduğu için, acının azaltılması aracı olamaz. Ancak Korku ve Titreme’nin anlattığı gibi, İbrahim öyküsünün temel noktası, normalde özverilerin talep edildiği ortam türlerinden ve normalde özveriyi gerektiren durumlardan suni olarak koparılmış olmasıdır. Bu durum İbrahim’in, normalde imanın itirafını kuşkulu hale getiren bir tarzda etkileyen kişisel yararları söz konusu olmaksızın, gayet açık bir şekilde değer verdiği şeyler hakkındaki imanını ortaya koyan bir biçimde hareket etmesine izin vermektedir. Elbetteki imanını ispatlama niyetinin kendisi, İbrahim’in bir kişisel yararı olduğu söylenebilir. Eğer, örneğin İbrahim Tanrı’ya, O’nun her türlü emrine itaat edebileceğini göstermek için hareket etseydi, bu ancak o zaman söylenebilirdi. Zira İbrahim kendisini Tanrı’nın tamamen sadık bir hizmetkârı olarak imgelemektedir. Ancak bize anlatılan öyküden bu tür hiçbir şey çıkarılamaz. Bize söylenilen İbrahim’in imanını göstermek istediği ve gördüğümüz gibi, onun imanı İshak’ı elde tutacağına ya da İshak’ın yeniden canlandırılacağına inanmaktan oluşmaktadır. Normalde özveride bulunan, ayrıldığı şeyi tekrar geri alma olasılığını düşünmez. Ancak bunun nedeni normal olaylarda özverinin, (İbrahim’in sahip olduğu türde) bir iman olmayıp, bir teslimiyet eylemi olmasıdır.
Bu nedenle İbrahim ve İshak öyküsünün, bir kişinin imana sahip olmak için yapmaya hazır olması gereken şeyin tam bir tanımı olarak kabulü gerekmez. Bu öykü, içinde İbrahim’in eylemlerinin, dinsel bir bilince sahip olan kişiden beklenen ibadetlerin türünü göstermekten çok, dinsel bilincin genel özelliklerinden bazılarını sembolize ettiği bir alegori (mecaz) olarak okunabilir. Bu genel özelliğin ne olduğu çeşitli yollarla belirlenebilir. Yukarıda bu özelliğin, dindar bir inananın dünyada değer verdiği nesneler ve kişiler hakkında sahip olması gereken varsayımlarla ilişkili olduğunu önerdim. Bu varsayım, bir kişinin tamamen kalbini bağladığı nesne ya da kişinin, İnsanî ifadeyle elde edilemez olduğunu ispatladığı hallerde aydınlatılabilir. Bu durum imanın, kaybedenler, prensesini elde etmesi imkansız olan genç adam, asla koca bulamama yazgıcına mahkum edilmiş bâkireler (yazarın örneklerinden bir başkası) için, yine de kaybedilenin ‘absürdün gücüyle’ elde edilebileceği inancı olduğunu göstermektedir. Bu çok dar bir iman kavramı olacaktır (her ne kadar Kierkegaard’da imandan yalnızca acı çekenler için mümkün olan bir şey gibi söz etme eğilimi varsa da). Ancak Johannes de silentio’nun “lirik” teslimiyet açıklamasI da alegorik (mecazî) olabilir. Bir kişinin, elde edilebilir olsun ya da olmasın, değer verdiği her şeye karşı sahip olması gereken bakış açısını sembolize ettiği söylenebilir. Bu öykü, dünyadaki hiçbir şeyin, sadece birisi ona değer verdiği için değere sahip olamayacağını söyleyen bir yaklaşımı sembolize edebilir. Max Weberin “kopuş”unda (Entzauberung) olduğu gibi, bu yaklaşım, genel olarak değerler hakkındaki bir teslimiyet olabilir. Buna paralel olarak iman, ilave bir görüş açısı olacak, nesneler kendi değerlerine sahip olacaklar; ancak bu değere hem kendi hesaplarına sahip olacaklar, hem de Tanrı’dan alacaklardır. Bu bileşik yaklaşımı iman şövalyesi bakkala atfetmek uygun olabilir; ancak elbetteki ayrıca İbrahim’e ve onun Tanrı’ya verdiği şeyin, eski haliyle, ancak statüsü açıklığa kavuşmuş olarak geri döneceğine olan inancına da atfedilebilir.
Bakkal şövalye ile İbrahim arasında ikinci benzemezlik, yani Johannes de silentio’nun bakkalı tarifindeki hiçbir şeyin etiğin ihlalini gerektirmemesi kaldı. Bu bizi, daha önce söz edildiği gibi çok fazla akademik tartışmaya neden olan, rezil bir konu olan ‘etiğin teleolojik askıya alınması’na götürür. Sorun, İbrahim’in özverisinin, her tür akla yatkın etik standarda toptan meydan okuma oluşturan bir eylem olmasıyla birlikte, Tanrı’nın emrinin yerine getirilmesi nedeniyle ‘iyi’ bir eylem olarak uzlaştırılmasıdır. Bu özveri; yararları bazı değer ölçeğine göre yüksek olarak kabul edilebilecek bazı kişi ya da kişilerin iyiliğine katkına bulunduğu görülen ya da imgelenen nedenlere dayalı olarak savunulabilecek bir özveri değildir. Aslında bundan yarar sağlayan hiçbir kişi yoktur.
Bir kez daha Kierkegaard’ın yazarına ne söylettiğine kulak vermek gereklidir. Kierkegaard’ın her zaman yaptığı gibi, sözcükler uzman titizliğiyle seçilmiş ve büyük bir uyum içinde kullanılmıştır. Öncelikle daha önce söylenilenleri hatırlamalıyız. Kierkegaard’a göre iman; Tanrı’nın varlığına yalın biçimde inanmak değil, gerçekleştirilmeleri İnsanî açıdan olanaksız olsa bile, kişinin kalbini bağladığı projelerin mümkün olduğuna inanmaktır. Bu yeni bir temelde sürdürmeye devam edilen bir inançtır: İshak yeniden canlandığında onu sevme projesi bir babaya yakışır şekilde sürer. Ancak şimdi artık ‘absürdün gücü’ üzerine yapılandırılmıştır. Üçüncü Problem’de İbrahim’in etkilenen taraflara (elbetteki kurban edilecek mağdur dahil) İshak’ı kurban edeceğini söylemesi gerekip gerekmediği sorusuna ilişkin olarak; bize bir başka öykü anlatılmaktadır- ya da daha çok bir başka öykünün değişik versiyonları, yani Agnete ve Merman (deniz adamı)na ilişkin, açıkça gerçek yaşama aynalık etmesi amaçlanan öykü. Bu öyküden sonuçlar çıkarırken yazarımız bize en yüce kişinin ‘gerçekleştirilen’ kişi olduğunu düşündüğünü söylemektedir. Kierkegaard’ın terminolojisinde bunun anlamı; bazı köklü engellere rağmen, (normal) ahlâksal sorumluluklarla (ilgiyle olduğu kadar açık sözlülükle de) yüzleşecek akıl gücüne sahip kişidir. Bu ayrıca “evrenseli başarma” ya da “evrenseli kavrama” olarak da adlandırılır. Johannes de silentio’nun ana hatlarıyla anlattığı versiyonunda söylencede, deniz adamı Agnete ile evlenerek evrenseli kavrar; ancak bunu yalnızca “absürdün gücüyle”, “iman hamleleri yaparak” gerçekleştirir.
Burada Johannes deniz adamını anladığını, zira deniz adamının evrenseli kavramadan kendi hatasıyla yoksun bırakılması nedeniyle İnsanî açıdan anlaşılabilir durumda, hatta tanıdık bir durumda olduğunu söylemektedir. Bu konuda anlaşılabilir olan, deniz adamının suçunun kendisini sürgüne gönderttiği evrensele geri dönmek için absürde (ayrıca “paradoks” olarak da adlandırılmaktadır) başvurmasıdır. Ancak İbrahim bu açıdan anlaşılabilir değildir. İbrahim, İshak’la ilgili yükümlülükleri açısından zaten evrenseli oldukça başarmıştır. O İshak’a iyi bir baba olmuş ve her zaman da iyi bir baba olmayı istemiştir. İbrahim hakkında anlaşılamayan şey, onun kendisini evrenseli kavramada yetersiz yapmak için paradoks kullanmasıdır.
Ancak bu tamamıyla doğru değildir. İbrahim’in kendi yaptığı hamle hakkında söyleyeceği şey, sözleri imanının ifadesi olduğu sürece, kendisinin evrenseli gerçekleştirme kapasitesini koruduğu ya da yeniden doğruladığı, -çılgınca görünse bile yaptığı şeyin, İshak’ı kurban etse dahi onu geri alacağına inandığı, olacaktı. İbrahim imanının kendisini, İshak için duyduğu babalık kaygısını gösterebileceği ve göstermek istediği evrenselin dışına koyduğunu düşünmüyordu. Onun düşündüğü şey; Tanrı’ya imanını göstermek için bu kaygısını göstermeyi sürdürme olasılığını Tanrı’nın ellerine vermekti. Evrensele absürdün gücüyle hizmet etme yeteneğini yeniden kazanma gereksinimine inanan İbrahim’in inancını paylaşmayan birisi için, İbrahim’in hamlesi mutlaka aşırı derecede irrasyonel görünecektir. Evrenseli kavrama kapasitesine zaten sahip iken, kendisini niye her tür rasyonel hesaplama ile kaybetmesi fiilî bir gerçeklik olana mahkum ediyordu? Bu İbrahim’in irrasyonelliğinin bir yönüdür. Bir diğeri ise şudur: İbrahim İshak’ı geri alacağına inanmaktadır -ancak metne göre, bu olayın benzerini deniz adamı olayında görmüyor muyuz? O da ‘absürdün gücüne dayanarak’ iman hamlesi yapmaktadır. Ancak, burada deniz adamı tarafından paylaşılmayan bir üçüncü irrasyonellik vardır. Deniz adamı bu sonraki irrasyonelliğe, evrenseli başarma kapasitesini geri almanın bir (ya da tek) yolu olarak düşerken, İbrahim buna başvurmak için Tanrı’ya olan imanını ispatlamaktan daha iyi bir neden gösteremezdi. İşte deniz adamı ile İbrahim arasındaki anlaşılmazlık farklılıkların bunlar olduğu görünmektedir (okuyucudan gelecek birkaç satırın, konuyu daha açık ifade etme kabiliyetimin yetersizliğine bağlı olarak karmaşık olmasından dolayı özür diliyorum). Deniz adamının evrenseli başarma kapasitesini yeniden kazanmak için absürdlüğe başvurduğu gerçeği, kısmen anlaşılabilir. Ahlaklılığı evrenseli başarmayla eşit sayan birisi için bu husus yüzeysel olarak anlaşılabilir. Ancak yalnızca yüzeysel olarak. Zira böyle bir kişi, deniz adamının, bu eşit saymayı yapan kişi tarafından düşüncesizce övülecek olan bu kapasitesini yeniden kazanmak için gereksinim duyduğu absürdlüğün ve imanın elementini anlamayacaktır. Ancak böyle bir kişi, (aslında kendisinin deniz adamının hedefini derin düşünmeksizin övgüye değer bulduğu temeli yıkmayı içeren) araçları kavramada başarısız olacağından, ayrıca deniz adamını, yapmasından dolayı övdüğü şeyi kavramanın gerçek bir yolunu bulmada başarısız olacaktır. Deniz adamının gerçekten yaptığı şey; ahlaklılığı evrenseli başarmayla artık eşit saymayan bir konum aracılığıyla, evrensele geri gelmektir. İbrahim görünüşü farklı olsa da aslında deniz adamıyla aynı tür amaca sahiptir. Evrenseli başarma kapasitesini yeniden kazanmak istemektedir. Ancak onun spesifik amacı evrenseli bazı özel yollarla başarmak değil kendi imanını ispatlamak yani deniz adamının gerçekten sahip olduğu türden amaçların düzgün ahlâka uygun eylemler olduğuna inandığını göster
mektir. Bu, ahlâklılığı evrenseli başarmakla eşit sayan birisinin asla övmeyi düşünemeyeceği ve bu nedenle böyle bir kişinin ahlaksal eylem olarak asla anlaşılabilir bulmayacağı bir öz güçsüzlük eylemi gerektirir. Burada ortaya çıkan soru; Kierkegaard’ın Johannes de silentio’nun böyle bir kişi olmasını, yani yapay olarak deniz adamını anlayan ancak İbrahim’i anlamadığı için deniz adamını da anlamayan bir kişi olmasını, amaçlayıp amaçlamadığı ya da Johannes’in deniz adamını gerçekten anlayıp İbrahim’i anlamadığı bir şeyler bulmak için daha ileri gitmemiz gerekip gerekmediğidir. Akla yatkın bulduğum cevap türünü gösterecek bazı işaretleri aşağıda göstermekle birlikte, bu soruyu açık bırakıyorum. Yukarıdaki görüşlerden çıkarılacak en önemli sonuç; deniz adamı ve İbrahim’in birbirinden çok farklı iki projeyle meşgul olduğudur. Onlar arasındaki benzemezliklerden çıkarmaya hak kazandığımız sonuç; deniz adamının bir şey yaparken evrensele geri dönmek için imanı yardıma çağırması (ancak daha önce ait olduğundan başka bir temelde), İbrahim’in ise İshak’ı kurban ederken iki şey yaptığı: bir düzeyde kurban etme; İbrahim’in, “evrenselci” tarafından, onun övdüklerine bütünüyle karşıt bir prensibe dayalı olarak övmeye değer olarak yeniden oluşturulabilecek hedeflere inandığını göstermeden önce, gerçekleştirmek zorunda olduğu bir genel teslimiyet hamlesidir ve bir diğer düzeyde onun bunu bu genel teslimiyeti sürdürme yeteneğidir. İbrahim, özel bireyin evrenselden “daha yüksek” olduğu prensibine dayalı olarak hedeflerin yeniden oluşturulabileceğini göstermek istemektedir. Genelde imandan önce gelen feragat için hangi tür eylemlerin gerekli olduğunu bize göstermesi bakımından, artık daha fazla İbrahim ve İshak öyküsünü kullanmamalıyız (Bazılarının ileri sürdüğü gibi, İbrahim’in eyleminin tek başına, Kierkegaard’ın bizim, bireyin kontrol gücünü elde ettikten ve Tanrı ile doğrudan ilişki kurduktan sonra ondan beklememizi istediği ahlâksal davranış türünden bir şeydir.), o zaman deniz adamının Agnete ile evlenmesini onun Tanrı’ya imanını ispatlamasının bir yolu olarak görmeliyiz.
Üç problemin her birinin giriş sayfaları tekdüze bir kalıp takip eder. İlk olarak; etik, evrensel olarak tanımlanır ve sonra bundan bir sonuç çıkarılır, bu işlevi, çıkarılan sonucu Hegel’in etik açıklamasının doğru olduğunu itiraf etmek için kabul etme gözlemi izleyecektir. Bunun üzerine yazarımız eğer Hegel’in açıklaması gerçekten doğru ise, o zaman Hegelcilerin imandan söz etmeye ya da imanın babası olarak İbrahim’i yüceltmeye hakları yoktur. Zira söz konusu sonuçların hepsine göre İbrahim ahlâken (hatta ceza hukuku açısından) mahkum edilmelidir. Etiği “evrensel” olarak tanımlamanın üç sonucu şunlardır: (i) Bireyin ahlâksal performansı onun davranışlarının altında yatan sosyal niyete göre değerlendirilmelidir; (ii) İlk planda evrensele karşı görevlerden başka Tanrı’ya karşı görev yoktur ve (iii) Kişinin kendi ahlâksal projelerini ve onları gerçekleştirmede başarısız olma nedenlerini gizlememesi bir ahlâkî koşuldur. Problemlerin her birinde İbrahim, ilgili sonucu, ya da istenen koşulu yerine getirmede başarısız olarak, evrensel anlamındaki etik prensibini ihlal etmektedir. İbrahim sanki sosyal niyetleri ilgisiz hale getiren, üstün bir ahlâksal performans ölçütü varmış gibi hareket etmektedir. Kendisinin, evrensel olarak tanımlanan etiği aşacak şekilde, Tanrı’ya karşı mutlak bir göreve sahip olduğunu varsaymakta ve bu nedenle niyetini ilgili taraflara açamamaktadır.
Böylece problematadaki tartışma biçemi, mantıkçıların modus tollens olarak adlandırdıkları türdendir. Bu tür tartışmanın biçemi “eğer A, B ise o zaman B olmayan da A olmayandır” şeklindedir. “A” genel bir prensip ya da tanımı gösterebilir, “B” ise bu prensip ya da tanımın özelleştirilmiş anlamıdır. Üç özelleştirilmiş anlama ilişkin olarak Johannes de silentio gayet açık bir şekilde, bunların aynı zamanda Hegel’in etik açıklamasının anlamı olduğunu söylemektedir. O zaman A prensibinin (ya da tanımı), Kierkegaard’ın zamanında yaygın olan etik kavramının Hegelci ifadesi olması amaçlanmıştır. Hegel etik yaşamı (Kierkegaard, bireyin sosyal yaşamının bütünlüğü ile tanımlanması anlamında, Hegel’in “das Sittliche”sinin direkt çevirisi olan “det Saedelige” şeklinde bir Danimarka deyimi kullanmaktadır)* Sittlichkeit etiğinin ardında yatan temel fikir; kamusal ahlâk ya da gerçek toplumun temelini oluşturan sosyal ve siyasal kaynaşma prensiplerinin evrensel insan hedeflerinin ifadesi olduğudur. Eğer bir insan telosu (hedefi) varsa, o hedef, ifadesini bulduğu yerdedir. Bu nedenle ahlâklı hale gelmek için birey, herhangi bir devletin dayanması gereken kamusal ahlâk prensiplerine uymak ve onlara göre hareket etmeyi istemeye başlamak zorundadır. Hegel, “Devlet kendi içinde ve kendi kendine etik bir bütündür” demektedir.** Bu, problemlerin İbrahim’in hamlesinin ahlâka uygunluğunu ispatlamak için içinden geçmesi gereken bir çember olarak sunduğu evrensel olarak etik fikrinin ta kendisidir. İbrahim sürekli olarak başarısız olmaktadır. Eylemini açıklamak için söyleyeceği tek şey olan imanının sınava tabi tutulduğu açıklaması, bu prensibe göre kabul edilemez bir açıklamadır. Bu prensibe göre Tanrı, onu ancak ailesel ve sosyal sorumluluklarının dışına çıkmaya ayartarak sınayabilir; Tanrı’ya karşı yerine getirilmesi gereken hiçbir görev yoktur ki, bu sorumluluklar arasında bulunmasın. Daha da kötüsü İbrahim kendi durumunu açıklayamaz bile. Zira bir başkasını kurban edişinizi, ahlâka uygun bir eylem olarak anlaşılabilir bir biçimde anlatmanın tek yolu; kurban edilene, bu kurban etmenin o kişiyi kurban edilmekten korumaktan daha üstün bir sosyal amacın gerçekleştirilmesine bir şekilde katkıda bulunduğunu gösterebilmektir. Bu durum; İbrahim açısından niyetini diğerlerine bildirmek için yapacağı her tür girişimi ‘ayartma’ haline getirmektedir: eğer açıklama yoluyla ifade edebileceği anlaşılabilir bir şey bulabilirse, o zaman sınavı kaybetmiş, kendisinin etikten (evrensel olarak) yüce bir özel birey olduğunu ispatlamak yerine etik tarafından ayartılmış olacaktır.
*       Bakınız ‘System der Sittlichkeit’, Hegel’in Schriften zur Politik und Rechtsphilosophie’sinden, Leipzig, 1913. s. 419.
** Hegel’s Philosophy of Right, çeviren T.M. Knox. Oxford University Press, Londra, 1980, s. 279

Bu açıklama Problemlerdeki tartışmanın kısa bir özetidir. Şurası açıktır ki; eğer Hegel haklı ise o zaman İbrahim teleolojik olarak etiği askıya almakta, Tanrı’ya karşı mutlak bir göreve inanmaktadır ve bu nedenle gizlenmiş olarak kalmaktadır -O eylemini ilgililere izah edemez.
Peki Johannes de silentio’nun kendi görüşü nedir? O İbrahim’den yana mıdır? Yoksa problemleri daha çok minimal bir tarzda mı yorumlamalıyız? Yani Johannes’in bütün yaptığının; eğer bir Hegelci iseniz, o zaman imandan; kavradığınız ve ilerisine geçeceğiniz bir şey olarak inandırıcı olmayan bir biçimde söz edemezsiniz. Zira prensibinize göre İbrahim ahlâken bir şeytan ya da suçlu değil midir?
Ancak bu minimal cevap, Johannes’in (ya da Kierkegaard’ın) ahlâklılık açısından bazı alternatif prensipleri imgeleyip imgelemediği sorusunu cevapsız bırakmaktadır. Ben kendim Johannes’e (ve Kierkegaard’a) inanıyorum. Ancak bir alternatif olması olasılığını dışlamamak suretiyle alternatif imgelemek bir şey; bu alternatifin akla açık olduğunu söylercesine imgelemek başka bir şeydir.Kierkegaard’ın kendisinin ikinci anlamda imgelediğini söyleyeceğini, ancak Johannes de silentio’nun ise yalnızca birinci anlamda imgelemiş gibi yazmaya zorunlu bırakıldığını söyleyebilirim. İbrahim ve İshak öyküsü, bir kişinin, başkalarının ona verdiği herhangi bir özellikten bağımsız olarak, niyet ve eylem bağlamında genelde düzgün bir insan niteliğini kazanabileceği görüşünü, yalnızca ana hatlarıyla ve resmî özelliklerini sembolize ederek göstermektedir. Bu Hegelcilere göre düşünülemeyecek bir şeydir. Onlar prensip olarak, gelişmiş bir insan olma ile bazı kabul edilmiş genel “insan” tanımlarına daha başarılı ve özdeş biçimde uyma arasında ayrılamaz bir bağlantı bulunduğunu varsayarlar. Hegelcilerin İbrahim’de asla anlayamayacakları şey, onun için bir eylemin insancıllığının, bir İnsanî kazanımın bir cemaatin bütün sosyal yaşamı açısından ortaya konulmuş dengesi olmadığıdır. İbrahim, insancıllığı evrenselde ifade edilmeden önce düzgün insan olabilecek birisi gibi hareket etmektedir. Böylece evrensel, önceden olduğu gibi, özel düzeyinde, önceden oluşturulmuş bir insanlığın ifadesi haline gelmektedir ve artık içinde insanlığın oluşturulduğu bir kategori olmaktan çıkmaktadır.* Hegelcilerin, bireylerin bilinçli biçimde ve istekli olarak, evrenselde yer almak suretiyle kendilerini gerçekleştirdiklerine inanmalarına karşın; İbrahim evrenselin -ya da bir sosyal amacın varoluşunun- evrensele girişten (ya da tekrar girişten) önce oluşturulması gerektiği yönünde tümüyle karşıt bir görüşü temsil etmektedir. Bunun bir bireyde oluşması, Kierkegaard’ın kendi deneyimlerinden öğrenerek inandığına göre, kolay bir şey değildir. Sonunda, Johannes de silenti- o’nun açıklık getirmek zorunda bırakıldığı şekilde, bu oluşum iman gerektirir. Ancak Johannes’in platformu hâlâ onun (çağdaş) okuyucularının platformudur. Etiğin evrensel oluşunun, Johannes’in kabul ettiği, en azından ona açık olan tek etik prensip olduğu söylenebilir. Ve Johannes bunu İbrahim’in yüceliği hakkındaki kendi anlayışı ile onu anlama yeteneği arasındaki uzaklığı test etmek için kullanmaktadır. Gerçekten de onun ortaya çıkardığı şey, Hegel prensiplerini kabul edenlerin İbrahim’i anlama yeteneksizliklerinin boyutudur. Ancak Kierkegaard’ın kendisi için dizayn ettiği okuyucular bu prensiple evlidirler! Kierkegaard’ın üstün amacı onları bu prensipten boşamaktır; ancak bunun kendi onaylarıyla ve bu nedenle onların kendi kavramsal ve davranışsal önyargılarına bağlı olarak, yapılması gerektiğine inanmaktadır. Ölümünden sonra yayınlanan bir eserinde Kierkegaard, kendi “estetik” ve “diyalektik” çalışmalarının nasıl yorumlanacağına ilişkin bazı ipuçları vermektedir. Kierkegaard “estetiğin” okuyucuyu Hristiyan kavramlarım “estetik” tarzda yorumlamadan “geri dönmeye”, günübirlik yaşam bakış açısından geri dönmeye yönelttiğini; “diyalektiğin” ise sistemden ve spekülatif felsefeden “geri” dönmeye yönelttiğini söylemektedir. Ona göre estetik çalışmalar bakımından onun
*       Bu benim Kierkegaard adlı eserinde (Routledge & Kegan Paul, Londra, 1982, bilhassa ss 8788) daha detaylı olarak açıklanmıştır.

metodu aldatmaktır. Bu durumda aldatmanın ne anlama geldiği yolundaki kendi sorusuna cevap verirken şunları söylemektedir:
Bu kişinin iletişim kurmak isteği şeyle doğrudan başlaması anlamına değil,… diğerinin aldanmasına uyma anlamına gelmektedir. Böylece (bu çalışmanın konusuna bağlı kalmak için) kişi “Ben bir Hristiyan’ım, sen değilsin” diyerek değil, “Sen bir Hristiyansın ben değilim” diyerek başlar. “Öğütlediğim şey Hristiyanlık’tır ve sizin sürdüğünüz hayat tamamen estetik (günübirliğin yaşanmasıdır” diyerek değil, “Haydi estetik hakkında konuşalım” diyerek başlar. Aldatma kişinin tam olarak dinselliğe gelmek için yaptığı şeydir. Ancak varsayıma göre, öteki ayrıca estetiğin Hristiyan olduğu aldanışı içindedir, zira kendisinin bir Hristiyan olduğunu ve (günübirliğin) yaşamını sürdüğünü düşünmektedir.* Korku ve Titreme’nin, Johannes de silentio’nun İbrahim’i anlamadığını söylediği yerinde, ayrıca onu anlamak için yeni bir kategoriye gereksinimimiz olduğunu da söylemektedir. Bu neredeyse kesin olarak, büyük ölçüde Felsefî Kırıntılar ve bilhassa Bilimsel Olmayan Dipnotun Çözümü’nde tanımlanan ve değerlendirilen Hristiyan iman kavramı (İbrahim’in ki değil)dır. Gerçekte burada geliştirilen iman kavramı, bizim İbrahim’in bir ‘sınama’ olarak İshak’ı kurban etmeye istekli oluşunu anlamamıza hiçbir şekilde yardımcı olmamaktadır. Bu kavramın yaptığı şey; Johannes de silentio’nun yalnızca kafasını Hegelci paradigmanın sınırlarına çarpmak suretiyle oluşturabildiği bir alternatif etik paradigmaya taban sağlamaktır. Yani Johannes’in görevi bir takma adlı yazarın yapması gerekendir. Johannes de silentio, (kendisinin söylediğine göre) “diyalektik” olarak hareket etmektedir; ancak yalnızca günübirlik yaşamı yaşayan insanların perspektifinden. Bu insanlar Hristiyanlığın iman kavramına sahip değil
*       Synspunktet for min Forfatter-Virksomhed: En Ligefrem Meddelelse, Rapport til Historien (Bir yazar olarak Eserimin Bakış Açısı: Bir direkt iletişim-Tarihe Rapor), Samlede Vierker, derleyen A.B. Drachmann, J.L. Heiberg ve H.O. Lange, Kopenhag, cilt 18 (1964), s. 105.

dir, o da değildir. Yeni paradigma, Hegel’in Sistem’ini daha doğrudan kullanan ve okuyucuları buradan geri getirilmeye gereksinimleri olan kişiler olan, daha sonraki takma isimler için saklanmaktadır. Bu insanlar da aldanmışlardır. Bunlar “boş kafalı” dır; zira var olmanın ne demek olduğunu, özel olma duygusunu kendilerine unutturan sistem tarafından yutulmalarına izin vermekte ve süreç içinde yaygın bir “bireysel insanlar için tümtanrıcı [pantheistically] ahlâksız küçümseme”ye entelektüel destek vermektedirler.* Bu insanların aldanmalarından uyandırılmaları gerekmektedir. Ancak bu başka bir (her ne kadar tamamıyla farklı olmasa da) hikayedir.
Kierkegaard’ın çalışmalarının takdimleri genellikle yaşamının bir özetiyle başlar. Ben bu özeti sona bırakmayı tercih ettim. Eğer aniden ortaya çıkan biyografik ilgi noktalarına çok fazla vurgu yapılırsa, bilhassa estetik çalışmalarda, kişi Kierkegaard’ın en iyi yazımlarının kompozisyonel bütünlüğünü kaybetmektedir. Bu şüphesiz ki, neredeyse her sayfasında, mitten, halk hikâyesine, tarihe ya da Kierkegaard’ın kendi imgelemine kadar her bir örnek o zamanda asıl yazarın gerçek yaşamına tanıklık ettiği Korku ve Titreme için de geçerlidir.
Bu çalışma Søren Abbye Kierkegaard’ın otuz yaşında olduğu zaman ortaya çıkmıştır. Bu eser ilk ana ve daha geniş çalışması olan Either/Or: A Fragment of Life (Ya/Yada: Bir Yaşam Kesiti)’nin yayınlanmasından sekiz ay sonra yayınlanmıştır ve bu nedenle 1850 yılına kadar bir düzine büyük yayını meyve veren yoğun bir faaliyet döneminin başlangıcını göstermektedir. Geri plan özet biçimde çizilebilir. Kierkegaard (Danimarka lisanının erken dönemlerinde “Kilise bahçesi” sözcüğünün hecelemesine sahip, ancak İngilizce’deki “mezarlık” yan anlamını taşıyan bir sözcüktür) 5 Mayıs 1813 tarihinde Kopenhag’ta doğmuştur. Babasının ailesi Jutland’ta, feodal düzenlemeye uygun olarak, onlara kendi adı

*       Bilimsel Olmayan Dipnotun Çözümü, a.g.e., s. 317. Buradaki çeviri tarafımdan yapılmıştır.

nı veren yerel rahiplerinin arazisinde çalışmıştı. Baba kendisi, eylemsel askerlik hizmetinden sonra yirmi bir yaşında, çoktan Kopenhag’a amcasının iş çamaşırı işinde çalışmak için taşınmış iken, rahip tarafından azat edilmişti. Baba Kierkegaard sonraları zengin bir ithal malları toptancısı haline geldi ve Søren babası öldüğünde iyi bir mirasa kondu. Søren; anneleri babanın ikinci karısı olan ve eskiden ilk eşin hizmetçisi olan kadından olan yedi kardeşin en genciydi. O dokuz yaşma gelmeden önce bir erkek ve bir kız kardeşi öldü. Hayatta kalan iki kız kardeş, bir erkek kardeş ve anne o yirmi bir yaşma vardığında öldüler ve  kendisinin de otuz üç yaşından fazla yaşayamayacağı fikrine kapıldı. Katı bir biçimde yönetilen Medenî Erdem Okulu’nda eğitim gördü ve orada ve 1830 yılında kayıt olduğu üniversitede hızlı dili ve keskin nüktedanlığı ile ün yaptı. Seçtiği ders teolojiydi, ancak o liberal sanatlar ve bilim eğitimi de aldı. Bu dönemde babası hiç de az olmayan faturalar ödedi.
1837 yılında Kopenhag’ın ileri gelenlerinden birinin kızı olan Regine Olsen’e rastladı. O tarihte Regine on dört yaşındaydı. Ertesi yıl Kierkegaard’ın babası öldü. Babası oğlu üzerinde çocukluğundan itibaren ağır ve büyük ölçüde baskıcı bir etki uygulamıştı ve Kierkegaard sonunda kendi doğallığını özgürlüğe kaçarak yeniden kazanmayı denemeyi gerekli gördü. 1835 yılında Hristiyanlığı, babasıyla ilişkilendirerek, güçsüzleştirici bir etki olarak tanımlamaya başladı. Kendisi için başka bir “uğrunda yaşanacak ya da ölünecek” fikir aramaya başladı*, çalışmalarını terk etti ve görünüşte kasabanın zengin bir genç adamının zevkine düşkün ve nüktedan yaşamını sürmeye başladı. Ancak günlüğüne yazdıkları farklı bir öykü anlatmaktadır. Kierkegaard aslında, babasının kırk bir yaşında ölümünden (Kierkegaard 25 yaşındaydı) hemen önce babasıyla barışmasıyla doruğa çıkan, derin bir depresyon dönemi geçiriyordu. Sonra Regine ile ilişkisi gel

*       Kierkegaard’ın yaşamının detayları büyük ölçüde Josiah Thompson’un mükemmel biyografisinden alınmıştır, Kierkegaard, A. A. Knopf, New York, 1973.

di. 10 Eylül 1840’ta nişanlandılar ve medenî bir erdemlilik yaşamı için her şey hazırlanmış görünüyordu.
Ancak bu olmayacaktı. Her ne kadar nişanı izleyen yıl içinde Devlet Kilisesi’nde kariyer yapmak için gerekli pratik eğitimi almaya ve bir akademik kariyer yapma düşüncesiyle doktora tezini hazırlamaya başlamış ve hatta ilk ayinini yapmışsa da, 1841 yılı Ağustos ayında nişan yüzüğünü Regine’ye iade etti. Aynı yılın Kasım ayında, tezini başarıyla savunmasından hemen sonra (Sokrat’a Sürekli Atıfla İroni Kavramı), Regine ile tamamen ayrıldı ve Berlin’e gitti. Orada Scheling’in derslerine katıldı (Her ne kadar karşılaştıklarına dair bir kayıt yoksa da, yaklaşık aynı tarihlerde Karl Marx’ın da aynı şeyi yaptığı düşünülmektedir). Olayların bu şekilde değişmesinin nedenini belirlemek kolay değildir. Ancak sorunun merkezini Kierkegaard’ın medenî yaşamın kişisel şartlarını, bilhassa koca ve baba olmaya ilişkin olanlarını yerine getiremeyeceği duygusu olduğu anlaşılmaktadır. Nedeni ne olursa olsun, bu olayları, 1843 yılı Şubat ayında Ya/Ya da (her biri 400 sayfanın üzerinde iki cilt halinde) ile başlayan ve Tekrarlama ve Korku ve Titreme ile süren, bir takma adla ya da gerçek adla yazılan eserler dizisi izlemiştir. Bu eserlerin ardından sekiz ay sonra (Haziran 1844) Felsefi Kırıntılar ve Kaygı Kavramı gelmiştir. Bunlar oldukça ince ciltlerdi, ancak sonra büyük Yaşam Yolunun Aşamaları ve onu takiben Hegelci gelenek düşünürlerine yöneltilen ‘diyalektik’ Bilimsel olmayan Dipnotun Çözümü’nden Felsefi Kırıntılar’a gelmiştir. Bu çok etkili yazımlarının yanı sıra Kierkegaard, ayrıca kendi adı altında yirmi bir “eğitici” ve “Hristiyanca” söylem yayınlamıştır.
Korku ve Titreme, Kierkegaard’ın kalbindeki evliliğine devam etmeme görüşüyle yakın bir tema olan “evrenseli kavrama”ya ilişkin eserler serisine (Ya/Ya da, Tekrarlama, Yaşam Yolunun Aşamaları) aittir. Ancak Korku ve Titreme’de bu tema, iki diğer tema ile, iman ve özveri ile kesin bir yan yanalık oluşturur. Sonrakilerin öncekiyle ilgisi ve bu nedenle Kierkegaard’ın İbrahim ve İshak öyküsüne başvurmasının nedeni
yeterince açıktır. Bir açıdan Kierkegaard, açıkça evlenmek isteyen Regine’yi kurban ediyordu, bir başka açıdan ise Regine’yi çok istediği belli olduğundan kendisini kurban ediyordu ve bir başka açıdan ise, bütün ömrünü babası aracılığıyla (İbrahim?) feda ettiğini, ya da en azından zihinsel ve bedensel olarak aile yaşamının sorumluluklarını ve zevklerini ve sağlam bir işi kabul etmeye sağlıklı bir biçimde hazırlanmışken bu hayatı harcadığını ve böylece daha yüksek bir misyona hazırlandığını hissediyordu. Bir uzman psikolog olarak Kierkegaard, kendi durumunun bu olası yapılanmalarını aydınlatma ve bunlara karşı gelen motifleri ve bu motiflerden herhangi birini kabul etmesi için kendi motiflerini sorgulama yeteneğine sahipti. Bu nedenle daha yüce bir misyon için hazırlayan ve belki de devam etmesini sağlayan; Regine’yi daha yüce bir misyon için feda etmesinin acısını düşünme ve babasının ona verdiği acı ile daha değersiz bazı motifleri gizlemek için bir savaş hilesi olabilir. Onun Regine ile ayrılmayı ele almayı düşündüğü biçimler (günlüğünde) tekrarlanmış, sonunda nihai versiyonunu Agnete ve deniz adamı efsanesini yapılandırmasında bulmuştur. Aynı şey iman için de geçerlidir. Günlüklerinde eğer imana sahip olsaydı -bu yaşam için iman- Regine ile kalmış olması gerektiğini yazıyordu.* Ancak bu da özveri gerektirecekti, en azından bir yazar olarak kariyerinin ve bütün yaşamı boyunca hazırlandığı hazırlanan her şeyin feda edilmesini. Her halükârda Kierkegaard’ın kırk dört yaşındaki ölümüne kadar izlediği kariyer bir yazarın kariyeriydi. O tarihte (11 Kasım 1855), onu, duruşunu, elbiselerini ve sallanarak yürüyüşünü acımasızca karikatürize eden haftalık bir hiciv dergisiyle kan davasını tahrik etmekle kendisini kamuoyunun maskarası haline getirdi. Ayrıca Danimarka Devlet Kilisesi’ne ve Kilise’nin saygın görevlilerine sürekli ve keskin saldırılar yaparak bir toplumsal rahatsızlık unsuru haline geldi. Başka yayınları da vardı. Bunlar arasında dikkat çe

*       Søren Kierkegaards Papirer, Kopenhag, Cilt IV (1968), A 107 ve 108.

kenleri Ölümcül Hastalık (1849) ve Hristiyanlık’ta İbadet (1850), bir dizi Hristiyan Söylemleri ve kendisinin bastırdığı, An (0ieblikket) adını verdiği bir büyük boy gazete vardı. Bu gazete Kierkegaard’ın hastalanıp yolda bayılması ve altı hafta sonra hastanede muhtemelen bir akciğer enfeksiyonu yüzünden ölmesine kadar dokuz sayı çıktı. Hasta yatağındayken, çocukluk arkadaşı ve şimdi bir papaz ve Kierkegaard’ın kendi kardeşi de bir din adamı olmasına rağmen görmeyi kabul edeceği tek Kilise üyesi olan Emil Boesen’e; yaşamının ‘gurur ve kibir’ gibi göründüğünü ancak böyle ‘olmadığını’, tam tersine ‘büyük ve başkalarınca bilinmeyen ve anlaşılamayan bir ıstırap olduğunu’ itiraf etmiştir. Evlenmemiş ve bir resmî görev almamış olmasına pişmandı. Kierkegaard’ın cenaze töreni, Kilise’nin, ölenin isteğine zıt olarak zorunlu görevleri yapmada ısrarını protesto eden öğrenci yeğeni yüzünden küçük bir kargaşaya neden oldu.
O O O
Korku ve Titreme’nin önsözünde yazar, benim de bu takdimde kullandığım bir ifade olan “ileri gitme” nosyonunu kullanmaktadır. Bu ifade Kierkegaard’ın Kopenhag Üniversitesi’ndeki eski danışmanı ve daha sonra Başpiskopos olan H.L. Martensen tarafından, kişinin Descartes hakkındaki metodolojik kuşkudan Hegel’e ve hatta daha ileriye gitmesi gerektiğini ileri sürdüğü bir değerlendirmede kullanılmıştır. Kierkegaard kuşkuyu imana paralel olarak, bırakın ileri geçmeyi ulaşmanın bile yeterince zor olduğu bir şey olarak kullanmaktadır. Bu Kierkegaard’ın yazımlarının büyük bir kısmının tipik “durumsal” karakteridir. Bu eserler, bizden farklı olarak imaları kolaylıkla yakalayabilecek ve göndermeleri anlayabilecek kendi çağdaşı okuyucular için yazılmıştır. Elbetteki Danimarka dilinde yazmakta ve kendi çalışmalarının “klasikler” haline gelebileceğine dair hiçbir beklenti taşımamaktaydı. Hatta eğer böyle bir beklentisi olsaydı dahi, bu biçiminden ayrılması pek olası görünmemektedir. Kierkegaard kendi işlevini edebî ün kazanmak isteyen bir yazar olarak değil, dünyayı içinden ve bulunduğu yerden değiştirme girişimi olarak görmüştür.KORKU VE TİTREME
Haşmetli Tarquin’in gelinciklerle dolu bahçesinde söyledikleri oğlu tarafından anlaşıldı, ama haberci onu anlamadı.
HAMANN1

1 J. G. Hamann, Werke III, s. 190’dan alıntı. Muhteşem Tarquinius Superbus (Erken dönem Roma krallarından) Gabii ile savaşırken, babası kendisine kötü davranmış gibi Gabii’ye sığınmıştı. Ahali onu kendi askeri liderleri yaptılar ve Tarquinius, oğlunun habercisinin gözleri önünde en uzun gelinciklerin kafasını koparmakla, oğluna Gabii’n önde gelen adamlarını ya öldürmesi ya da sürgüne göndermesi gerektiği mesajını iletmişti. Bu yapıldığında, Gabii kısa sürede Tarquinius’a teslim oldu. Kierkegaard orijinal Almanca basımından alıntı yapmaktadır Çağımız, yalnızca ticarette değil fikirler dünyasında da tam bir tasfiye satışını zorunlu kılıyor. Her şey o kadar ucuza alınabilir ki, insan sonunda herhangi bir kişinin alım teklifinde bulunup bulunmayacağını merak ediyor. Modern felsefenin önemli yürüyüşünü dikkatlice işaretleyen her bir spekülatif kayıt tutucu, her bir konferansçı, eğitici, öğrenci, felsefenin etrafında ya da merkezinde dolaşan herkes, isteksizce de olsa her şeyden kuşkulanmakla yetinmeyip hepsi daha ileri giderler. Bunların nereye gittiklerini sormak anlamsızdır. Bütün nezaket ve saygı ile onların her şeyden kuşkulandıklarını varsayabilirsiniz. Aksi halde daha ileri gitmekten söz etmek tuhaf olacaktır. Bu ilk adım hepsinin birden muhtemelen çok az gayretle attığı ve bu konuda, hatta bu konuda az bir aydınlanma için cidden kaygı duyan için bile, herhangi bir söz söyleme gereği duymadıkları bir adımdır. Bu kaygının, ne duyanı doğru yöne yöneltecek bir işaret, ne de böyle büyük bir görevi nasıl gerçekleştireceğine dair küçük bir resmî tarif yok. “Ama Descartes yaptı değil mi?” Yazımlarını hiç kimsenin, kafası karışmadan derin bir şekilde okuyamadığı, saygı değer, mütevazi ve dürüst bir düşünür -Descartes mutlaka söylediğini yapmış ve yaptığını söylemiş olmalı. Bizim zamanımızda nadiren görülen bir olay bu! Descartes, kendisinin de ısrarla belirttiği gibi, iman konularında kuşkucu değildi. (“Ancak onun ne söylediğini akılda tutmalı, bu doğal ışığa ancak Tanrı’nın kendisi tarafından bildirilenlere zıt herhangi bir şey içermediği sürece güvenmeliyiz… Her şeyden önce Tanrı’nın bize bildirdiklerinin başka hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar kesin olduğunu, kafamıza değişmez bir kural olarak sokmalıyız ve nedenler aksini gösterse ve zıt yönde açık bir kanıt olsa bile, kendi yargımız yerine Kutsal iradeye teslim olmalıyız.” [Principles of Philosophy’nin 28. ve 76. prensiplerinden]2) Descartes, böğüren bir meydan saati değil, sessiz ve yalnız bir düşünür olduğu için ‘Ateş!’ diye bağırmadı ve kuşkulanmayı herkese görev haline getirdi. Bu metodun yalnızca kendisi için önemli hale gelmesine için verdi ve kendi erken dönem bilgi karmaşasından kısmen ayrıldı. (“Benim buradaki amacım mantıklı davranışı özendirmek için, herkesin izlemesi gereken bir metot öğretmek değildir. Yalnızca kendim izlemeye çalıştığım tarzı göstermektir… Ancak, sonucunda kişinin aydınlar sınıfına kabul edildiği bütün bir eğitim kursunu o kadar kısa sürede tamamladım ki [yani gençliğinde -Johannes de silentio’nun metne eklediği sözcük], görüşümü tamamen değiştirdim. Kendimi o kadar çok kuşku ve hata ile utanmış halde buldum ki, kendimi yetiştirme çabamın, benim cehaletimi keşfetmemi artırmaktan başka bir etki yapmadığını gördüm” [Nedeni Doğru Biçimde Yönetme ve Bilimdeki Gerçeği Arama Metodu Hakkında Söylem]3) -Bir parça felsefe bilgileri olduğu da kabul edilmesi gereken kadim Yunanlıların, yaşam boyu sürecek bir görev olarak yüklendikleri şey; günler ya da haftalar içinde kazanılamayacak bir beceri olan kuşku idi. Yaşlı savaş gazisinin bütün kandırmalara karşı bir kuşku dengesini kurduktan sonra gerçekleştirdiği şey, duygu ve düşüncenin kesinliklerini korkusuzca reddetmek, bencil kaygılara ve sempati kazanma çabalarına dürüstçe karşı koymaktı -yani bugünlerde herkesin başladığı yerdi.

2 The Philosophical Works of Descartes, İngilizce’ye çeviri Elizabeth S. Haldane ve G. R. T. Ross, Cambridge University Press, Cambridge, 1973, cilt I, ss. 231-232. Kierkegaard Latince basımından alıntı yapmaktadır.
3 A.g.e., cilt I, s. 83

Bu günlerde kimse inanmaktan vazgeçmeyecek; herkes daha ileri gidecek. Nereye gideceklerini araştırmak belki de gereksiz bir acelecilik olacaktır; ancak kesinlikle iyi soyluluk ve nezaketimin bir eseri olarak aslında herkesin imana sahip olduğunu varsayıyorum. Aksi halde daha ileri gitmekten söz etmek tuhaf olurdu. O eski günlerde durum farklıydı. Onlar için iman; günler ya da haftalar içinde kazanılacak bir beceri olarak düşünülmüyordu, iman yaşam boyu sürecek bir görevdi. Yaşlı savaşçı sona yaklaştığında iyi bir savaş verdi4 ve imanını korudu, kalbi hâlâ gençliğini terbiye eden ve yetişkin bir adamın üzerinde ustalaştığı; ancak -en erken fırsatta daha ileri gitmeyi başarmış olması durumu hariç- tamamen kurtulamadığı korku ve titremeyi unutmayacak kadar gençti. Bu kutsal şahsiyetlerin vardığı yerde, daha ileri gidebilmek için bizim çağımız başlar.
Yazar bir düşünür değildir, Sistemi anlamadığı gibi gerçekte bir sistemin var olup olmadığını, ya da tamamlanıp tamamlandığını da bilmez. Kendi zayıf aklının aldığı kadarıyla, böyle büyük düşünceleri taşımak için herkesin sahip olması gereken büyük kafalardan zaten yeterince vardır. Hatta eğer birisi imanın bütün içeriğim kavramsal biçeme dökülmüş halde sunabilirse, sonucu imam kavramak değil, iman noktasına nasıl geldiğini ya da imanın kişiye nasıl geldiğini kavramak olacaktır. Yazar bir düşünür değildir. O bir poetice et eleganter (ifade edeceklerini şiirsel ve iyi seçilmiş terimlerle sunan), sistem hakkında yazmayan ya da ona ilişkin vaadler vermeyen, ne Sistem ne de kendisi hakkında taahhütte bulunmayan bir serbest yazardır. Yazmaktadır çünkü yazmak onun için bir lükstür. Daha hoş ve kuşkucu oldukça yazdıklarını okuyanlar da daha az olmaktadır. Bilim uğruna tutkunun terk edildiği bir çağda, yazar geleceğini görebilmektedir – okuyucuların yazardan akşam yemeğini takiben kestirdikten sonra kolaylıkla sayfalarını çevirebileceği şeyler yazma konusuna özen göstermesini, elinde şapkası ve önce

4 2. Timoteyus 4.7

ki iş yerlerinden alınmış iyi referanslarıyla Advertiser5’deki bahçıvan delikanlı gibi, kendisini dünyaya, çok saygın bir kamuoyuna sunmasını istedikleri bir zamanda yaşamaktadır. Geleceğinin tamamen bir kenara atılmak olacağını tahmin edebilmektedir. Zalimce bir eleştiri belasının kendisini bir çok kez hissettireceğine dair korkunç bir önseziye sahiptir. Onu daha da fazla korkutan, “kaliteyi korumak” için ilmi kurtarmak adına, daima başkalarının yazımlarını parçalamaya kendini adamış bir girişimci kayıtçının, bir paragraf yutucunun, The Destruction of the Human Race’e Trop6 ‘un yaptığı gibi, noktalama biliminin hizmetinde bir adam olarak yazarı acımasızca bölümlere ayıracak, konuşmasını sözcükleri sayarak ve her elli sözcükten sonra nokta ve her otuz beş sözcükten sonra virgül koyarak bölecek olmasıdır. Hayır, kendimi herhangi bir sistematik çanta arayıcının önüne atarım; ama bu Sistem olamaz. Bunun Sistemle en ufak bir ilişkisi yoktur. Sisteme ve o otobüsteki7 bütün Danimarkalı hissedarlara başarılar dilerim, zira bu sistemin bir kule haline gelmesi zordur.8 Onların her birine ve hepsine birden bol şans ve esenlik dilerim.
Saygılarımla Johannes de silentio

5 Kierkegaard, burada şiddetle karşı olduğu, küçümseyerek ‘reklamcı’ olarak söz ettiği bir kişi tarafından idare edilen bir gazete olan Berlingske Tidende’deki bir ilana gönderme yapmaktadır. Mektuplarında (Papirer IV. A 88) reklam hakkında bir yorumunda, ‘yazar kendisinin okuyucusundan daha iyi konuştuğunu anlamalıdır, aksi halde yazmamalıdır’ demektedir.
6 J. L. Heiberg’in oyunu, The Reviewer and the Beast. Trop (kendi trajedisi olan The Destruction of the Human Race)’ın metnini iki eşit parça halinde yırtarken şunları söylemektedir: “Eğer kaliteli zevki korumak daha pahalıya mal olmuyorsa, bunu niçin biz yapmayalım?”
7 Korku ve Titreme’rim yayınlanmasından yaklaşık üç yıl önce Kopenhag ilk otobüslerine kavuştu.
8 Hegel’in ‘Sistem’inin kuleden çok otobüs olarak tanımlanmasının daha iyi olacağını söylerken Kierkegaard, ileride üç problem’in İkincisinde, yapımcısının ‘masrafları hesaplamaması’ yüzünden tamamlanamayan kuleye yaptığı gönderme ile Luka 14.28-30’daki kuleyi ima ettiği düşünülebilir.Bir zamanlar bir adam vardı; çocukluğunda Tanrı’nın İbrahim’i nasıl sınadığı, İbrahim’in bu sınava nasıl dayandığı, imanını nasıl koruduğu ve bütün beklentilere rağmen ikinci kez oğluna nasıl sahip olduğuna dair güzel öyküyü duymuştu. Çocuk büyüdükçe bu öyküyü daha büyük bir hayranlıkla okudu. Zira çocuğun dindarâne basitliğinde bütünleşeni, yaşam ayırmıştı. Yaşlandıkça düşünceleri daha sık yönelmeye başladı bu öyküye, ilgisi güçlendikçe güçlendi. Ancak öyküyü gittikçe daha az anlamaya başladı. Sonunda başka her şeyi zihninden attı; ruhunun yalnızca bir dileği vardı; İbrahim’i gerçekten görmek ve bir arzusu; bu olaylara tanıklık etmek. Görmek istediği şey Doğu’nun güzel beldeleri ya da vaad edilmiş toprakların dünyevî görkemi, o yaşlılıklarını Tanrı’nın kutsadığı Tanrı’dan korkan çift, yıllarca hastalık çeken kutsal Peygamber, Tanrı’nın İshak’a verdiği gençlik gücü değildi -bu hadise çıplak bir kırda geçseydi de durum değişmeyecekti. Yıllardır özlemiyle yandığı şey, İbrahim’in İshak yanında olarak ıstırap içinde yaptığı üç günlük yolculukta onlara eşlik etmekti. İbrahim’in başını kaldırıp uzaktan Moriah dağını ilk gördüğü anda, eşekleri geride bırakıp İshak’la birlikte kendi başlarına dağa tırmandıklarında orada olmak istiyordu. Onun zihnini işgal eden, iyi dokunmuş bir imgelem değil düşüncenin ürpertisiydi.
Bu adam bir düşünür değildi, imandan daha ileri gitme gereksinimi duymuyordu. Onun için imanın babası olarak hatırlanmak kesinlikle şereflerin en yücesiydi ve bu imana sahip olmak, başka hiç kimse bilmese bile çok imrenilecek bir şeydi.
Bu adam bilgin bir müfessir değildi, İbranice bilmiyordu. İbranice bilseydi, belki de İbrahim’in öyküsünü anlaması daha kolay olabilirdi.
I
Daha sonra Tanrı İbrahim’i sınadı. “İbrahim!” diye seslendi. İbrahim, “Buradayım!” dedi. Tanrı, “İshak’ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriah bölgesine git!” dedi, “orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun” .9
Sabahın erken saatiydi. İbrahim erkenden kalktı, eşekleri semerledi ve İshak’ı da yanma alarak çadırı terk etti. Onlar vadiden aşağıya doğru giderlerken, Sara onları gözden kaybolana kadar pencereden10 seyretti. Üç gün boyunca sessizlik içinde yol aldılar. Dördüncü günün sabahı İbrahim hâlâ hiçbir şey söylemiyordu; ancak gözlerim kaldırdı ve uzaktan Moriah dağını gördü. Eşekleri orada bırakıp İshak’ı yanına alarak dağa tırmandı. Ancak İbrahim kendi kendine “İshak’tan onu nereye götürdüğümü gizlemeyeceğim” dedi. Durdu, elini kutsamak için İshak’ın başına uzattı ve İshak da bu kutsamayı kabul etmek için eğildi. İbrahim’in duruşu babacandı, bakışı merhametli, konuşması özendiriciydi. Ancak İshak onu anlayamazdı, ruhu coşturulamazdı. İbrahim’in dizlerine sarıldı, ayaklarının dibine yattı, gençliği için, haklı vaadleri için af diledi; İbrahim’in evindeki mutluluğu hatırlattı, onu üzüntü ve yalnızlık konusunda uyardı. Sonra İbrahim çocuğu ayağa kaldırdı ve onun elinden tutarak yürüdü. Sözleri rahatlatıcı ve teşvik ediciydi. Ancak İshak onu anlayamadı. İbrahim Moriah dağına tırmandı; ancak İshak onu

9  Yaratılış 22.1-2. ‘sınama’ya ilişkin olarak 53. dipnota bakınız.
10 Kierkegaard günlüklerinde (Papirer III, A 197) şu not vardır: ‘Tevrat’taki romantizmin çok mükemmel bir örneği vardır Judith Kitabı 10. II: “ve Judith hizmetçisiyle birlikte dışarı çıktı; ancak yörenin erkekleri onu dağdan aşağı gelene, vadiyi aşana ve gözden kaybolana kadar seyrettiler. Ve sonra doğrudan vadiye gittiler.”

anlamadı. Sonra bir an için başını başka yöne çevirdi, İshak babasının yüzünü tekrar gördüğünde o yüz değişmişti, bakışı vahşiceydi, edası dehşet vericiydi. İshak’ı göğsünden yakaladı, onu yere fırlattı ve dedi ki: “Aptal çocuk, benim senin baban olduğuma inanıyor musun? Ben bir putperestim. Bunun Tanrı’nın emri olduğuna mı inanıyorsun? Hayır, bu benim arzum.” Sonra İshak titredi ve ıstırap içinde inledi: “Cennetteki tanrım bana merhamet et, İbrahim’in tanrısı bana merhamet et; eğer yeryüzünde benim bir babam yoksa, o zaman Sen benim babam ol.” Ancak soluk arasında İbrahim kendi kendine: “Cennetteki Tanrım, sana şükürler olsun; İshak’ın sana inancını kaybetmesinden, bir canavar olduğuma inanması daha iyidir.”
&
Çocuğun sütten kesilmesi gerektiğinde anne memesine kara sürer, zira çocuğun emmesi yasakken memenin hoş görünmesi utanç verici olurdu. Böylece çocuk, memenin değiştiği ama annenin her zamanki gibi sevgi dolu bakışları ve sevecenliğiyle aynı kaldığına inanır. Artık çocuğu sütten kesmek için daha kötü yollara gereksinimi kalmayan ne kadar şanslı!
II
Sabahın erken vaktiydi. İbrahim erkenden kalktı, yaşlılık döneminin gelini Sara’yı kucakladı ve Sara da kendisini utançtan kurtaran, onun bütün nesiller için gururu ve umudu olan İshak’ı öptü. Sonra onlar sessizlik içinde eşeklerini sürdüler ve İbrahim’in gözleri, yukarı bakıp uzaktan Moriah dağını görene kadar gözleri yerden kalkmadı. Sonra gözlerini tekrar yere çevirdi. Sessizce ateşi yaktı ve İshak’ı bağladı; sessizce bıçağını çekti. Sonra Tanrı’nın gönderdiği koçu gördü. Onu kurban etti ve eve döndüler… Bu günden itibaren İbrahim yaşlandı. Tanrı’nın ondan bunu istemiş olmasını unutamadı. İshak eskisi gibi büyüdü; ancak İbrahim’in gözleri kararmıştı, artık hiçbir neşeyi görmüyordu.
&
Çocuk büyüdüğünde ve sütten kesilmesi gerektiğinde, anne saf bir şekilde memesini kapatır, böylece çocuğun artık bir annesi yoktur. Annesini başka bir yolla kaybetmeyen çocuğa ne mutlu!
III
Sabahın erken vaktiydi. İbrahim erkenden kalktı, genç anne Sara’yı öptü ve Sara da onun ebedî mutluluğu ve neşesi olan İshak’ı öptü. Ve İbrahim düşünceli bir şekilde eşeğini sürdü. Çöle sürdüğü Hacer ve oğlunu düşündü. Moriah’daki dağa tırmandı, bıçağı çekti.
İbrahim yalnız başına eşek sürdüğünde ve Moriah dağına gittiğinde sakin bir akşamdı. Kendisini yüzüstü yere attı, Tanrı’dan, babanın oğluna karşı olan görevini unutarak, İshak’ı kurban etmeyi istemiş olmasından dolayı af diledi. Kendi yalnız yolunda daha sık eşek sürdü; ancak huzur bulamadı. Tanrı’ya sahip olduğu en iyi şeyi kurban etmeye istekli olmanın bir günah olduğunu kavrayamıyordu; bunun için kendi yaşamını defalarca feda edebilirdi ve eğer bu bir günah ise, eğer İshak’ı o kadar seviyor olmasaydı, o zaman affedilebileceğini anlayamazdı. Çünkü hangi günah daha korkunç olabilirdi ki?
&
Bir çocuğun sütten kesilmesi gerektiğinde anne de üzüntü duyar, zira o ve çocuğu gittikçe daha fazla ayrılmaktadır; çocuğu başlangıçta kalbinin altında yatarken, sonraları göğsünde dinlenmişti, bundan daha yakın olamazlardı. Böylece bu kısa hüznü birlikte yaşarlar. Çocuğunu yanı başında tutan ve böylece daha fazla üzülmesi gerekmeyene ne mutlu!
IV
Sabahın erken saatiydi. İbrahim’in evinde yolculuk için her şey hazırlanmıştı. İbrahim Sara’dan ve onu geri dönmesi gerekene kadar takip eden sadık uşağı Eleaza’dan ayrıldı. İbrahim ve İshak Moriah’daki dağa gelene kadar uyum içinde eşek sürdüler. İbrahim kurban için her şeyi sakin ve sessizce hazırladı; ancak yönünü uzağa döndürdüğünde İshak, İbrahim’in sol elinin çaresizlik içinde sıkıldığını ve başından aşağıya bir titreme gelip geçtiğini gördü -ancak İbrahim bıçağı çekti.
Sonra tekrar eve döndüler ve Sara onları karşılamaya koştu; ama İshak imanını kaybetmişti. Bu konuda bütün dünyada hiçbir söz konuşulmadı11 ve İshak hiç kimseye ne gördüğünü söylemedi ve İbrahim asla kimsenin bunu gördüğünden kuşkulanmadı.
*
Çocuğun sütten kesilmesi gerektiğinde, anne artık elinde daha katı yiyecek bulundurur, böylece çocuk açlıktan ölmez. Elinde daha fazla katı yiyecek bulundurana ne mutlu!
Sözünü ettiğim bu adam, bu olay hakkında bu ve buna benzer biçimlerde düşündü. Moriah’daki dağa yaptığı her seyahatten evine dönüşünde yorgunluk içinde çöktü, ellerini kavuşturdu ve dedi ki: “İbrahim kadar yüce kimse olmadığına göre, İbrahim’i kim anlayabilir ki?”Eğer insanda ebedî bir bilinç yoksa, eğer her şeyin dibinde yalnızca vahşî bir kargaşa, karanlık tutkularda şekil değiştirerek yüce ya da önemsiz her şeyi üreten bir güç varsa; eğer her şeyin altında akıl sır ermez, doymak bilmez gizli bir boşluk yatıyorsa, yaşam umutsuzluktan başka ne olacaktır? Eğer böyleyse, eğer insanlığı birleştiren kutsal bir bağ yoksa, eğer ormanın yaprakları gibi bir nesil diğerinin ardından doğuyorsa12, bir nesil ormandaki kuşların şarkıları gibi bir diğerinin yerine geçiyorsa, eğer insan soyu dünyadan, denizden geçen bir gemi ya da çöldeki bir rüzgar, düşüncesiz ve meyvesiz bir kapris olarak geçiyorsa, eğer ebedî bir unutkanlık; avı için aç bir biçimde pusuya yatmış bekliyorsa ve onun pençelerinden kendisini kurtaracak kadar güçlü hiçbir güç yoksa -o zaman yaşam ne kadar boş ve huzurdan yoksun olacaktır! Ancak böyle olmadığı için, Tanrı erkeği ve kadını yarattığı için, kahramanı ya da şâiri ya da hatibi şekillendirdi. Şâir ya da hatip kahramanın yeteneklerinin hiç birine sahip değildir; o yalnızca imrenir, sever, kahramanın kahramanlığından mutluluk duyar. Yine de o kahramandan daha az mutlu değildir; kahramanın doğası hayran olunacak kadar iyi ise de, kendisi mutlu değildir, ona duyulan sevgi de ancak imrenme olabilir. O bir anının ruhudur, onun akla getirebileceği tek şey yapılan şeylerdir, onun için yalnızca yapı

12 Kierkegaard’ın buradaki imaları Homer’edir (yani Iliad vi, 146)

lana imrenir. Kendisinden hiçbir şey almaz, yalnızca etkisini kıskanır. Kalbinin arzusunu izler, ancak aradığını bulduğunda herkesin kapısını şarkısı ve konuşmasıyla çalarak, herkesin kendisi gibi kahramana imrenmesini sağlar, kendisiymiş gibi kahramanla gurur duyar. Bu onun başarısı, onun mütevazî işlevi, kahramanın hanesindeki sadık hizmetidir. Eğer aşkına sadık kalırsa, eğer gece gündüz, onu kahramanından koparacak olan unutulmanın oyunlarına karşı savaşırsa, kahramanıyla birleşir ve karşılığında kahramanı da onu sadakatle sever. Şair için kahramanın üstün doğası, bir hatıra olarak kesinlikle etkisiz olmasına karşın, hatırada olduğu gibi şeklini değiştirip yüceltilir. Bu nedenle yüce olan hiç kimse unutulmayacaktır ve ne kadar uzun sürerse sürsün; hatta o, kahramanı uzaklara götürecek bir yanlış anlama bulutu olsa da13, âşığı hâlâ gelecek ve zaman geçtikçe ona daha fazla sadakatle sarılacaktır.
Hayır! Bu dünyada yüce olan hiç kimse unutulmayacaktır; ancak herkes kendine göre yüceydi ve herkes sevdiğinin yüceliği oranında yüceydi. Kendisini seven kimse kendisinde yüceleşti ve diğerlerini seven kimse kendisini adaması yoluyla yüceldi; ancak Tanrı’yı seven kimse herkesten yüce hale geldi. Hepsi hatırlanacaktır; ancak herkes beklentisi oranında yücelmiştir. Birisi mümkün olanı bekleme yoluyla yüceldi, bir başkası sonsuzluğu bekleyerek; ancak imkansızı bekleyen herkesten daha yüce hale geldi. Hepsi hatırlanacaktır, ancak herkes uğruna çabaladığının büyüklüğüyle orantılı olarak yüceldi. Dünya için çabalayan dünyayı fethederek yüceldi ve kendisi için çabalayan kendisini fethederek yüceldi; fakat Tanrı’yla birlikte çabalayan herkesten yüce hale geldi. Böylece dünyada şiddetli bir mücadele oldu, insan insana karşı, bir kişi binlere karşı, ancak Tanrı için çabalayan herkesten yüceydi. Böylece yeryüzünde şiddetli bir mücadele oldu; her şeyi kendi gücüyle fetheden vardı ve Tanrı’yı

13 Ayrıca Homer (bir Tanrı’nın bir kahramanı onu bir buiuta sararak uzaklara götürmek suretiyle kurtardığı Iliad, iii, 381).

kendi güçsüzlüğüyle fetheden vardı. Kendisine güvenen ve her şeyi kazanan vardı ve kendi gücünde güvenli her şeyi feda eden vardı; ancak herkesten daha yücesi Tanrı’ya inanandı. Kendi gücünde yüce olan vardı ve kendi bilgeliğinde yüce olan ve kendi umudunda yüce olan ve aşkta yüce olan vardı; ancak hepsinden yücesi İbrahim idi. O gücü güçsüzlüğü olan bir güçle yüceydi, sırrı aptallığı olan bilgelikte yüceydi,14 dışsal görünümü çılgınlık olan umutta yüceydi, kendisinden nefretinden oluşan aşkında yüceydi.
İbrahim bu imanıyla kendi atalarının topraklarını terk edebildi ve vaad edilen topraklarda bir yabancı haline geldi.15 Geride bir şey bıraktı, diğerini yanına aldı. Geride dünyalı anlayışı bıraktı ve imanını yanma aldı. Aksi halde kesinlikle gitmeyebilirdi, bunu yapmak kesinlikle anlamsız gelebilirdi. Bu imanıyladır ki vaad edilen topraklarda bir yabancı olabildi; ona neyin değerli olduğunu hatırlatan hiçbir şey yoktu, ancak her şeyin yeni oluşu ruhunu hüzünlü bir arzuyla sınadı. Ve o Tanrı tarafından seçildi, Tanrı ondan memnundu! Evet, gerçekten memnundu! Eğer daha önceden reddedilmiş olsaydı, Tanrı’nın lütfundan dışlanmış olsaydı, daha iyi anlayabilirdi. Bu sanki kendisiyle ve imanıyla alay etmek gibiydi. Bir zamanlar atalarının sevgili topraklarından sürgün edilmiş olarak yaşayan bir başkası vardı.16 Ne o unutuldu ne de içinde kaybettiğini aradığı ve bulduğu üzüntüye ağıt şarkıları unutuldu. İbrahim’den ağıt şarkıları duymuyoruz. Şikayet eden insandır, gözyaşı dökenle birlikte ağlayan insandır. Fakat imana sahip olmak daha yücedir ve inananı görmek daha kutsaldır.
İbrahim’e yeryüzündeki bütün ulusların onun tohumla

14. Korintliler 3.18. “Eğer aranızdan biri kendini bu çağın ölçülerine göre bilge sanıyorsa, bilge olmak için ‘akılsız’ olsun.”
15 İbraniler 9.9. “İman sayesinde, bir yabancı olarak vaad edilen ülkeye yerleşti.”
16 Burada Jeremiah’ya gönderme var gibi görünmektedir. Her ne kadar 1963 basımında DanimarkalI editörler ayrıca Karadeniz’e sürgüne gönderilen ve orada Tristia ex Porto’sunu yazan Ovid olabileceğini de önermektedirler.

rıyla kutsanacağı vaadini kabul ettiren imanıydı.17 Zaman geçti, olasılık hâlâ duruyordu ve İbrahim imanına sahipti, zaman geçti ve o olasısız hale geldi ve İbrahim imanına sahipti. Bir zamanlar bir beklentisi olan bir başkası vardı. Zaman geçti, akşam yakınlaştı, beklentisini unuttuğu için üzgün değildi, bu nedenle o da unutulmamalıdır. Sonra o üzüldü ve üzüntü onu yaşamın aldattığı gibi aldatmadı; ona yapabileceği her şeyi yaptı ve üzüntünün tatlılığı içinde onun düş kırıklığına uğramış beklentisine sahip oldu. Üzülenle üzülen insandır; ancak imana sahip olmak daha yücedir ve inananı görmek daha kutsaldır. İbrahim’den üzüntü şarkıları duymuyoruz. Zaman geçerken İbrahim yas içinde günleri saymadı, Sara’ya, onun yaşlanmasından korkarak, kuşku dolu bakışlarla bakmadı; Sara’nın kendi beklentisine uyması ve yaşlanmaması için güneşin yürüyüşünde kalmadı18; Sara’ya sakinleştirici hüzünlü şarkısını söylemedi. İbrahim yaşlandı ve Sara toprağa karıştı ve o hâlâ Tanrı’nın seçilmişi ve tohumlarında yeryüzünün bütün uluslarının kutsanacağı vaadinin vârisiydi. O zaman İbrahim’in Tanrı tarafından seçilmemiş olması daha iyi olmaz mıydı? Tanrı tarafından seçilmiş olmak ne demektir? Kişinin gençliğinde gençlik arzusunun yaşlılığında büyük gayretle karşılanması için inkar edilmesi midir? Ancak İbrahim inandı ve vaade sımsıkı sarıldı. İbrahim eğer tereddüt etseydi vazgeçebilirdi. Tanrı’ya şunu söyleyebilirdi: “Belki de senin istediğin bunun olması değil; o zaman arzumdan vazgeçiyorum, o benim tek arzum, kutsal neşemdi. Ruhum dimdik, bunu reddettiğin için gizli bir kin taşımıyorum.” Unutulmazdı, sergileyeceği bu örnekle bir çoklarını kurtarabilirdi, ancak imanın babası olamazdı.

17 Galatyalılar 3.8. “Ve kutsal kitap, Tann’nın diğer ulusları imanlarına göre aklayacağını önceden görerek İbrahim’e, ‘Bütün uluslar senin aracılığınla kutsanacaktır’ müjdesini önceden verdi.”
18 Joshua 10.12. “Rabbin Amorlulan İsraillilerin karşısında bozguna uğrattığı gün Joshua halkın önünde Rabbe şöyle seslendi:
Dur, ey güneş, Givon üzerinde Ve ay, sen de Ayalon Vadisi’nde.”

Zira kişinin arzusunu terk etmesi yüceliktir, ancak daha yüce olanı onu terk ettikten sonra ona yapışmaktır; sonsuzluğun ipini kavramak yücedir, ancak daha yücesi terk ettikten sonra faniliğe sarılmaktır. Ancak sonra zaman doldu. İbrahim’in imanı olmasaydı, Sara kesinlikle üzüntüden ölebilirdi. Ve İbrahim üzüntüden durgunlaşmış, gerçekleştirmeyi anlama yerine, ona bir gençlik rüyası olarak gülümseyebilirdi. Ancak İbrahim inandı ve bu nedenle O gençti. Daima en iyinin yaşlandığına umut besleyen O, yaşam tarafından aldatıldı ve en kötünün olgunlaşmadan gelen yaşlılık olmasına daima hazırlanan oydu. Ancak onun imanı olduğundan ebedî gençliği korudu. O zaman bütün övgüler bu öyküye! Sara, yıllar boyu hastalık çekmiş olmasına rağmen annelik zevkine göz dikecek kadar gençti ve İbrahim saçlarının kırlaşmış olmasına rağmen baba olmayı isteyecek kadar gençti. Dışsal olarak imanın mucizesi İbrahim ve Sara’nın dileyecek kadar genç olmalarında ve imanın onların dileğini korumasında ve bu dilek aracılığıyla da gençliklerini korumasındaydı. Vaadin yerine getirilmesini kabul etti, bunu inanarak kabul etti ve bu beklentisine uygun ve imanına uygun olarak gerçekleşti. Musa asasını kayaya vurdu19, ancak inanmadı.
Böylece Sara altın düğün günlerinde gelin olduğunda İbrahim’in evinde büyük sevinç vardı.
Ancak böyle kalmadı; İbrahim bir kez daha sınandı. Her şeyi icat eden kurnaz güçle, asla uyumayan rakiple, her şeyden daha uzun yaşayan o yaşlı adamla savaştı- zamanın kendisiyle. Onunla savaşmış ve imanını korumuştu. Şimdi mücadelenin bütün korkunçlukları bir anda yoğunlaşmalıydı. “Ve Tanrı İbrahim’i sınadı ve ona dedi ki… Şimdi çok sevdiğin biricik oğlun İshak’ı al ve onu Moriah diyarına getir ve oradaki dağlardan sana göstereceğimin üzerinde onu yakılmış kurban olarak sun.”

19 Mısır’dan Çıkış 17.6. “… Ben Horev Dağı’nda bir kayanın üzerinde, senin önünde duracağım. Kayaya vuracaksın, halk içsin diye su fışkıracak. Musa İsrail ileri gelenlerinin önünde denileni yaptı.”

Ve böylece her şeyi kaybetti, bu o zamana kadar olan her şeyden daha kötüydü! Buna göre Tanrı yalnızca İbrahim’le oynuyordu! Bir mucizeyle imkansızı gerçekleştirmişti, şimdi ise tekrar onun hiçbir şey getirmediğini görecekti. Gerçekten de aptalcaydı! Ancak İbrahim, Sara’nın bu vaad ilk açıklandığında güldüğü gibi, buna gülmedi.20 Hepsini kaybetmişti! Yetmiş yıllık imanlı beklenti, imanının gerçekleşmesinden duyulan kısa bir mutluluk.21 O zaman yaşlı adamın elinden asayı alan kim, yaşlı adamın kendisinin onu kırmasını isteyen kim? Kır saçlarını mahzun eden kim, onu kendisinin yapmasını isteyen kim? Bu kır sakal için bir merhamet yok mu, ya da bu masum çocuk için? Ve yine de İbrahim Tanrı’nın seçilmişi değil miydi? Ve onu bu sınamaya tabi tutan Tanrı değil miydi? Şimdi hepsi kesin olarak kaybolmuştu! İnsan soyunun şerefli anısı, İbrahim’in tohumlarındaki vaad22, bu İbrahim’in şimdi yok etmesi gereken bir kapris, Tanrı’nın anlık bir düşüncesiydi. İbrahim’in kalbindeki iman kadar eski, İshak’tan yıllarca daha yaşlı olan o muhteşem hazine, İbrahim’in yaşamının meyvesi, dualarla kutsanmış mücadeleyle olgunlaştırılmış -İbrahim’in dudaklarındaki kutsama, bu meyve şimdi mevsimi gelmeden koparılacak ve hiçbir anlam taşımayacaktı. İshak kurban edildikten sonra hangi anlam olabilirdi ki? İbrahim’in değer verdiği her şeyi terk etmesi gereken o hüzünlü ancak yine de kutsal saat, mübarek başını bir kez daha kaldıracağı yüz ifadesinin Tanrı’nınki kadar ışıl ışıl olacağı zaman, bütün ruhunu bütün günlerinin neşesini İshak’a vermek için güçle kutsamak üze

20 Yaratılış 18.12-13. “(Sara) için için gülerek, ‘Bu yaştan sonra bu sevinci tadabilir miyim?’ diye düşündü. Üstelik efendim de yaşlı. Rab İbrahim’e sordu: ‘Sara niçin, ‘Bu yaştan sonra gerçekten çocuk sahibi mi olacağım?’ diyerek güldü?” Ancak a.g.e. 17.17’ye bakınız: “İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, ‘Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?’ dedi. ‘Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?’ ”
21 ‘Yetmiş’ rast gele seçilmiş bir rakam gibi görünmektedir. Yaratılış 21.5’e göre İshak doğduğunda İbrahim yüz yaşındaydı ve Tanrı ona ilk kez yetmiş beş yaşındayken vaadde bulunmuştu (a.g.e., 12.4)
22 Yaratılış 12.2-3. “…Seni büyük bir ulus yapacağım, Seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım… Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.”re yoğunlaştırması gereken zaman- o an gelmiyordu! Evet İbrahim gerçekten de İshak’ı terk edecekti, ancak kalacak olan oydu; ölüm onları ayıracak, ancak kurban İshak olacaktı. Yaşlı adam İshak’ın üzerine elini kutsamak için uzatmayacak, elini yaşamdan yorgun olarak şiddet içinde uzatacaktı. Ve onu sınayan Tanrı’ydı. Evet. İbrahim’in yanına böyle bir haberle gelen haberciye yazıklar olsun! Böyle bir üzüntüye haberci olmaya kim cesaret edebilirdi? Yine de İbrahim’i sınayan Tanrı idi.
Ancak İbrahim’in imanı vardı ve bu yaşama iman ediyordu. Evet eğer onun imanı bir gelecek yaşam için olsaydı, ait olmadığı bu dünyadan aceleyle çıkıp gitmek için her şeyi bir tarafa bırakmak kolay olabilirdi. Ancak İbrahim’in imanı bu türden bir iman değildi; eğer böyle bir iman varsa, bu gerçek bir iman değil, onun yalnızca en uzak olasılığıdır. Böyle bir iman nesnesinin ipuçlarını bilgelik alanının ta ucunda bulan ancak ondan, içinde umutsuzluğun kendi oyununu oynadığı derin bir uçurumla ayrılmış olarak duran bir imandır. Ancak İbrahim bu yaşama inandı, kendi topraklarında yaşlanacağına inandı, insanları arasında şereflendi, kendi soyunda kutsandı, hayatının en değerli varlığı, sevgiyle kucakladığı ve bir babanın oğlunu sevme görevini sadakatle yerine getirdiğini söylemenin, yanında çok zayıf bir ifade olarak kaldığı bir sevgiyle sevdiği İshak’ın şahsında sonsuza kadar hatırlandı. Aslında emirler de bu sevgiye işaret etti: “en çok sevdiğin oğul”. Ya’kub on iki oğula sahipti ve birini sevdi; İbrahim yalnızca bir oğula sahipti ve onu sevdi.
Ancak İbrahim’in imanı vardı ve kuşku duymadı. Tuhaf olana inandı. Eğer İbrahim kuşku duysaydı -o zaman başka şeyler yapacaktı, yüce ve şerefli başka şeyler. Zira İbrahim’den yüce ve şerefli olmayan bir şey nasıl beklenebilir ki? Moriah dağına yürüyebilir, odunları keser, ateşi yakar, bıçağını çekerdi- Tanrı’ya feryat ederdi: “Bu kurbanı küçümseme, bu sahip olduğum en iyi şey değil, bunu iyi biliyorum. Zira vaad edilen bir çocukla karşılaştırıldığında yaşlı bir adam nedir ki? Ancak verebileceğim en iyi şey bu. İzin ver
İshak asla bilmesin, böylece gençlik yıllarında kendini rahatlatabilir.” Bıçağı kendi göğsüne saplayabilirdi. Tüm dünya ona hayran olabilirdi ve onun adı asla unutulmazdı; ancak yalnızca hayran olunması bir şey, acı çekenleri kurtaran bir kılavuz yıldız olmak başka bir şey.
Ancak İbrahim’in imanı vardı. Kendisi için Tanrı’yı etkilemek için yalvarmadı. Yalnızca bir kez Sodom ve Gomore üzerine cezaya hükmedildiğinde, İbrahim dualarıyla ileri çıkmıştı.23
Kutsal kitaplarda okuyoruz: “Ve Tanrı İbrahim’i sınadı ve ona dedi ki; İbrahim, İbrahim neredesin? İbrahim cevap verdi: Buradayım.”24 Benim hitabım sanadır, ne oldu sana? Uzaklardan ağır kaderin yaklaştığını gördüğünde dağlara “beni saklayın” demedin mi? Kayalara “benim üstüme düşün” demedin mi’25 Ya da eğer daha güçlü olsaydın ayakların yol boyunca sürüklenmeyecek miydi? Ayakların eski izlerine geri dönmeye can atmadı mı? Çağırıldığında cevap verdin mi vermedin mi? Belki de hafifçe ve fısıldayarak? İbrahim böyle yapmadı. Yüreklice, isteklice inançla yüksek sesle cevap verdi: “Buradayım”. Okumaya devam ediyoruz: ‘Ve İbrahim sabah erkenden kalktı’.26 Bir törene gidiyormuşçasına acele etti ve sabahın erken saatinde belirlenen yerde, Moriah dağındaydı. Sara’ya hiçbir şey söylemedi, Eleazaı’a da. Zaten onu kim anlayabilirdi ki? Sınama kendi doğasıyla ona sessizlik yemini ettirmemiş miydi? “… İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak’ı bağlayıp sunaktaki odunların üstüne yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı.”27 Ey işitenim! Bir çok baba çocuğunun kaybını dünyada sahip olduğu en değerli şeyin, geleceğe ilişkin bütün umutların kaybı olarak hissetti; yine de hiçbir oğul İshak’ın

23 Yaratılış 18.22. “Adamlar oradan ayrılıp Sodom’a doğru gittiler. Ama İbrahim Rabbin huzurunda kaldı. Rabbe yaklaşarak, ‘Haksızla birlikte haklıyı da mı yok edeceksin?’ diye sordu.”
24  Kierkegaard tarafından Tekvin 22.1’den serbestçe çevrilmiştir.
25       Luka 23.30. “O zaman dağlara, ‘üzerimize düşün!’ ve tepelere, ‘bizi örtün!’ diyecekler.”
26       Yaratılış 22.3.
27       Yaratılış 22.9

İbrahim için ifade ettiği anlamda bir vaad edilmiş çocuk değildi. Bir çok baba çocuğunu kaybetti; ancak o zaman Tanrı’nın, her şeye kadir olanın değişmez ve gizemli isteği vardı, alan onun eliydi. İbrahim için böyle değildi. Onun için daha zor bir sınav saklanmıştı. Bıçakla birlikte İshak’ın kaderi de verilmişti İbrahim’in eline. Ve orada durdu, yaşlı adam ve onun tek umudu! Ancak hiç kuşku duymadı, sağına ya da soluna ıstırap içinde bakmadı, dualarıyla gökyüzüne meydan okumadı. Onu sınayanın her şeye kadir olan Tanrı olduğunu biliyordu, bunun ondan istenebilecek en ağır özveri olduğunu biliyordu; ancak o ayrıca Tanrı isteğinde hiçbir özverinin imkansız olmadığını da biliyordu -ve bıçağını çekti.
İbrahim’in koluna güç veren kimdi? Onun sağ elini havaya kaldıran ve böylece çaresizce yere düşmesini önleyen kimdi? İbrahim’in ruhuna kuvvet veren, böylece gözlerinin ne İshak’ı ne de koçu göremeyecek kadar bulutlanmış hale gelmesini önleyen kimdi? Bunu gören herkes kör olabilirdi. Ve yine de hem felçli, hem de kör olanlar yeterince nadir olmakla birlikte, daha da nadir olanı hikâyeyi anlatabilen ve onun hakkını verebilenlerdir. Bunu biliyoruz, hepimiz biliyoruz -bu yalnızca bir sınama idi.
Eğer İbrahim, Moriah dağında ayakta dururken kuşkulansaydı, kararsızlıkla etrafına bakınsaydı, eğer bıçağı çekmeden önce kazaen koçu görseydi ve Tanrı’nın koçu İshak’ın yerine teklif etmesine izin verdiğini bilseydi -o zaman evine gidebilirdi, her şey eskisi gibi olabilirdi, Sara’ya sahip olabilirdi, İshak’ı elinde tutabilirdi ve her şey ne kadar değişirdi! Onun geri çekilmesi bir kaçış, onun kurtarışı bir kaza, onu,n ödülü onursuzluk, onun geleceği belki de lânetleme olacaktı. O zaman kendi imanına ve Tanrı’nın merhametine değil, Moriah dağına seyahatinin ne kadar korkunç olduğuna tanıklık edecekti. İbrahim unutulmayacaktı… Dağda. Ancak Nuh’un gemisinin yere indiği Ararat dağı gibi söz edilmeyecek,28 İbrahim’in kuşkulandığı yer olması nedeniyle bir deh

28       Yaratılış 8.4.

şet yeri olarak söz edilecekti.
Saygıdeğer İbrahim Babamız! Sen evinden Moriah dağına seyahat ettiğinde, kaybettiklerinden dolayı seni avutacak hiçbir övücü konuşmaya gereksinim duymadın, zira aslında sen her şeyi kazandın ve İshak’ımutluluk içinde oturdun, bundan sonra sonsuza kadar yapacağın gibi. Saygıdeğer İbrahim Babamız! O günlerden bu yana binlerce yıl geçti, ancak senin hâtıranı unutulmanın gücünden kurtaracak geç kalmış bir sevene gereksinimin yok. Zira her bir anadil senin anını kutluyor -ve hâlâ seni seveni herkesten çok daha şerefle ödüllendiriyorsun. Bundan sonra onu kutsayacaksın, gözlerini ve kalbini burada ve şimdi yaptığının mucizeliğiyle büyülersin. Saygıdeğer İbrahim Babamız! İnsan soyunun ikinci babası! Tanrı’yla mücadele etmek yerine, öfke verici elementler ve yaratılış güçleriyle korku dolu mücadeleyi ilk gören ve tanıklık eden sensin. Ulu tutkuyu dinsizlerin hayran kaldığı kutsal çılgınlığın kutsal, saf ve gösterişsiz ifadesini ilk bilen sensin29 -seni övmek için konuşacak olan eğer bunu doğru yapmazsa onu affet. O kalbinin arzusunu görerek gösterişsizce konuştu, gerektiği gibi özet konuştu; ancak yaşlılığında oğluna kavuşmak için yüz yıla gereksinim duyduğunu, her türlü beklentiye karşın, İshak’ı elde tutmanın önünde bıçağını çektiğini asla unutmayacak. Yüz otuz yılda imandan daha ileri gitmediğini asla unutmayacak.

29 cf. Plato’nun Phaedrus’u, 22 ve 37.Dışsal ve görünür dünyaya ait eski bir ata sözü şöyledir: “Yalnızca çalışan ekmeği kazanır.”30 Çok gariptir ki, bu atasözü asıl ait olduğu dünyaya uygulanmaz. Halbuki dışsal dünya kusurlar yasasına tabidir; ekmeği kazananın çalışmayan olduğu sıklıkla görülmektedir. Uyuyan çalışandan daha büyük bolluk içindedir. Dışsal dünyada her şey elinde bulundurana aittir, dışsal dünya kayıtsızlık yasasına tabidir ve yüzük cini, ister Nureddin olsun ister Alaaddin, yüzüğü kim takarsa ona itaat eder31 ve dünya hâzinelerini, onları bulan elinde bulundurur. Ruh dünyasında her şey tersinedir. Burada bir sonsuz kutsal düzen egemendir, burada yağmur haklı ve haksız ayırmadan üzerlerine yağmaz, burada güneş hem iyi hem de kötünün üstüne doğmaz, burada yalnızca çalışan ekmeği kazanır ve yalnızca ıstırabı bilen huzuru bulur, yalnızca dünyanın altına kadar alçalan sevdiğini kurtarır, yalnızca bıçağını çeken İshak’ı alır. Çalışmayan ekmeği kazanmaz, ancak, tanrıların Orpheus’u32 sevdiğinin yerine boş bir figürle kandırmaları gibi, kandırılır. Orpheus kandırıldı çünkü o cesur değil zayıf yürekliydi, kandırıldı çünkü o bir adam değil, lir çalıcısıydı.

30 3. Selanikliler 3.10 ve 12. “Hatta sizinle birlikteyken size şu buyruğu vermiştik: ‘Çalışmak
istemeyen, yemek de yemesin!’… Böylelerine Rab İsa Mesih’in adına yalvarıyor ve şunu buyuruyoruz: sakin bir şekilde çalışıp kendi kazançlarından yesinler.”
31 Oehlenschlâger’in Aladdin adlı oyunu, ilk kez Kopenhag’ta 1839 yılında oynandı, kahraman ve Nureddin göreceli olarak ışık ve karanlığı temsil ediyordu. Papirer II, A 451’den alıntı.  32 Bu Orpheus efsanesinin Platon versiyonudur. Bakınız Symposium 179d.

Burada İbrahim’i baba olarak kabul etmenin33, ya da on yedinci yüzyılın asillerinden ataya sahip olmanın, çalışmaya yardımı olmayacaktır. Burada çalışmayan İsrail’in bâkireleri hakkında yazılanı söyleyebilir,34-çalışan kendi öz babasını doğururken, çalışmayan yalnızca rüzgâr doğuracaktır.
Törel bilgelik; küstahça, ruh dünyasına, altında dışsal dünyanın inlediği kayıtsızlık yasasını uygulamayı amaçlamaktadır. Büyük gerçeklerin bilgisine sahip olmak için bunun yeterli olduğuna inanmaktadır. Bunun dışında çalışmak gereksizdir. Ancak o zaman ekmeği de kazanamayacak, her şey altına dönüşürken açlıktan ölecektir. Ve törel bilgelik başka neyi bilmektedir? Zamanında Eski Yunan’da Miltiades’in zaferlerini bilen binlercesi vardı, sonraki kuşaklarda da sayısız… Ancak bunları düşünerek uykusu kaçan tek kişi vardı.35 İbrahim’in hikâyesini kalpten bilen, sözcük sözcük bilen sayısız kuşaklar vardı. Bu bilgi kaç tanesini uykusuz bıraktı?
İbrahim öyküsü, bizim anlayışsızlığımız onu ne kadar zayıflatırsa zayıflatsın daima görkemli olacak kadar iyi bir kaliteye sahiptir; ancak -burada bu da doğrudur- eğer biz ‘çalışmaya ve ağır yüklü olmaya’ istekliysek.36 Ancak çalışmak yetmeyecek, hâlâ öyküyü anlamak isteyecekler. Birisi İbrahim’in onuruna konuşmaktadır, ancak nasıl? Onu sıradanlaştırarak; “Onun yüceliği, Tanrı’yı sevmesi ve ona sahip olduğunun en. iyisini teklif etmeye istekli olmasıdır.” Bu çok doğrudur, ancak “en iyi” üstü kapalı bir ifadedir. Kişi sözlerinde ve düşüncesinde, gayet güvenli bir şekilde İshak’ı en iyi ile tanımlayabilir ve böyle düşünen adam bunu yaparken piposunu da rahatlıkla içebilir ve dinleyici zevk içinde ayaklarını uzatabilir. Eğer İsa’nın yolda rastladığı zengin genç

33 Matta 3.9. “Kendi kendinize, ‘Biz İbrahim’in soyundanız’ diye düşünmeyin. Ben size şunu söyleyeyim: Tanrı, İbrahim’e şu taşlardan çocuk yaratacak güçtedir.”
34 isaiah 26.18. “Gebe kaldık, kıvrandık, rüzgârdan başka bir şey doğurmadık sanki. Ne dünyaya kurtuluş sağlayabildik, ne de dünyada yaşayanları yaşama kavuşturabildik.”
35  Themistocles, Plutarch tarafından ilişkilendirildiği gibi. Themistocles, 3.3,
36 Matta 11.28. “Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar! Bana gelin, ben size huzur veririm.”

adam, bütün mal varlığını satıp yoksullara vermiş olsaydı,37 bütün yüce eylemleri övdüğümüz gibi onu da övebilirdik; ancak onu bile biraz uğraşmadan anlayamazdık. Yine de o sahip olduğu en işi şeyi feda etmiş olsa da, İbrahim olamazdı. İbrahim’in öyküsünden unuttuğumuz şey ıstıraptır. Benim paraya karşı herhangi bir yükümlülüğüm yok iken, baba oğluna karşı en yüksek ve en kutsal yükümlülüklere sahiptir. Korkaklar için ıstırap tehlikeli bir iş olduğundan, insanlar İbrahim hakkında konuşmak istemelerine rağmen, ıstırabı unuttu. Böylece konuşurlar ve söyleşinin akışı içinde “İshak” ve “en iyi” sözcüklerini birbirinin yerine kullanırlar. Her şey mükemmel gider. Eğer seyircilerin içinde uykusuzluk çeken birisi varsa, bu en korkunç, en derin, en traji-komik yanlış anlamadır. Evine gider, İbrahim gibi olmak istemektedir, onun için oğlu kesinlikle sahip olduğu en iyi şeydir. Konuşmacı bunu duyar, adama gidebilir, bütün dinî otoritesini toplar ve bağırır: “İğrenç adam, toplumun yüzkarası, hangi şeytan ruhunu ele geçirdi ki kendi öz oğlunu öldürmek istedin.” Ve İbrahim hakkında vaaz verirken herhangi bir kızarma ya da terleme işareti hissetmeyen bu rahip, bu garip adama karşı sergilediği haklı gazapla şaşkına dönecek ve daha önce hiç böyle sert ve coşkulu konuşmadığını düşünerek kendisinden memnun olacaktır. Kendi kendine ve karısına şöyle diyecektir: “Ben bir hatibim, gereksinim duyduğum tek şey, bir fırsattı; Pazar günü İbrahim hakkında konuştuğumda kendimi tamamen kaptırmadım.” Eğer aynı konuşmacıda hâlâ harcayabileceği biraz fazla akıl varsa onu da, günahkâr, soğukkanlılık ve ciddiyet içinde cevap verdiğinde kaybedecektir: “Aslında yaptığım senin Pazar günü hakkında vaaz ettiğin şeydi.” Bir rahip nasıl böyle bir fikri bu adamın aklına sokabilir? Ancak bunu yaptı ve yaptığı hata ne söylediğini bilmemesiydi. Neden bazı şairler komedileri ve romanları dolduran ıvır zıvır ve saçmalıklar yerine bu

37  Matta 19.16 ve devamı.

tip durumları ele almaz? Komik ve trajik burada mutlak sonsuzlukta birleşmektedir. Rahibin konuşması şüphesiz kendi başına yeterince gülünçse de, sonuçları itibariyle daha da gülünç hale gelmiştir. Yine de bu durum da oldukça doğaldır. Ya da günahkârın, rahibi protesto etmeden haline razı olduğunu, ya da bu zâlim rahibin mutluluk içinde evine gittiğini, etkisinin yalnızca kürsüsüyle sınırlı kalmaması ve rahipliğinin dayanılmaz gücünün bütün ruhlar üzerinde etkisinin açık olduğunun bilinci içinde mutlu olduğunu varsayalım. Pazar günü ilham verdiği cemaati pazartesi günü, gösterişli kılıçlı melek gibi, onun eylemiyle karşısına çıkarak dünyanın asla rahiplerin öğütlediğini yapmadığı* atasözünü utandırmaktadır.
Öbür yandan günahkâr ikna edilmezse, durumu yeterince trajik olacaktır. İdam edileceği ya da tımarhaneye gönderileceği şüphesizdir; kısacası meşhur gerçekle mutsuz bir ilişkiye girecektir. Ancak bir başka açıdan çabasının yok olmadığını görerek, uğruna çaba gösterdiği İbrahim’in onu mutlu edeceğini düşünüyorum.
Bu konuşmacınınki gibi bir çelişkiyi ne açıklar? İbrahim yücelik unvanının tescilli haklarını elde ettiği için mi, yaptığı her şey yücedir? Ve başka herkes aynısını yaptığında bu bir günah mıdır? Acı bir günah? Eğer öyleyse böylesine akılsızca bir övgüde rol almak istemiyorum. Eğer iman kişinin kendi oğlunu öldürmesini kutsal bir eyleme dönüştürmüyorsa, o zaman İbrahim’e de herkes gibi ceza verilsin. Eğer kişi bu düşünceyi ayrıntılı olarak düşünme, İbrahim’in bir katil olduğunu söyleme cesaretine sahip değilse, o zaman onu övmek için hak edilmemiş konuşmalar yapmak için zaman harcamak yerine o cesareti kazanmak kesinlikle daha iyidir. İbrahim’in yaptığının etik ifadesi; onun İshak’ı öldür

*       O altın günlerde insanlar diyordu ki; “Dünyada işlerin rahibin öğütlediği yolda gitmemesi ne kadar utanç verici.” Ancak, en azından felsefenin yardımıyla, şunları söyleyebileceğimiz zaman geliyor: “En azından yaşamda küçük bir anlam varken, onun vaazında yok. Onun için ne büyük talih ki işler rahibin öğütlediği yolda gitmiyor.”

mek için istekli olduğudur. Dinsel ifadesi ise İshak’ı feda etmeye istekli olduğudur. Ancak bu çelişkide yatan büyük ıstırap, aslında kişiyi uykusuz bırakacak kadar şiddetlidir. Bu ıstırap olmadan İbrahim, şu anda olduğu konumda olamazdı. Ya da belki de İbrahim öyküde söyleneni yapmadı, belki de onun zamanında yaptığı şey oldukça farklı algılanan bir şeydi. O zaman onu unutalım, bu güne dönüştürülemeyen bir geçmişi hatırlamaya neden uğraşalım ki? Ya da belki de konuşmacının dikkatinden kaçan şey İshak’ın oğul olduğu gerçeğiydi. Eğer imanı önemsiz olarak çıkarırsanız, geriye yalnızca İbrahim’in İshak’ı öldürme isteği ham gerçeği kalır ki, imansız kimse için taklit etmesi çok kolaydır. İman olmaksızın bu eylemi yapmak zordur.
Bana gelince bir düşünceyi bütün olarak düşünme cesaretine sahibim. Şu ana kadar beni hiçbir düşünce korkutmamıştır. Eğer böyle bir düşünceyle karşılaşırsam umarım ki en azından şunu söyleme dürüstlüğüne sahip olacağım: “Bu düşünce beni korkutuyor, içimde başka bir şeyleri harekete geçiriyor, bu nedenle onu düşünmek istemiyorum.” Eğer bu benim hatam ise şüphesiz cezamı çekeceğim. Eğer İbrahim’in bir katil olduğu yargısının doğruluğunu kabul etseydim, ona olan derin saygımdan susabileceğimden emin değilim. Ancak eğer bu benim düşüncemse, o zaman herhalde, bu gibi düşüncelerin diğerlerine sezdirilmemesi gerektiğinden, sessiz kalırdım. Ancak İbrahim bir yanılsama değildir, o ün için yaşamadı, ününü yazgının herhangi bir kaprisine borçlu değildir. O zaman İbrahim hakkında, başka birinin yoldan çıkıp aynısını yapacağı riski olmaksızın, içtenlikle konuşabilir miyiz? Açıkça konuşmaya cüret edemedikçe, İbrahim hakkında sessiz kalacağım ve her şeyden önce onun zayıflar için bir tuzak haline gelmemesi gerçeği için onu yıpratmayacağım. Eğer birisi, imanı temel işi yaparsa – yani olması gerekeni yaparsa-, o zaman günümüzde bu riskin iman içinde yenilmesinin oldukça zor olabileceğinden, bu risk olmaksızın bu konuda konuşmaya cüret edilemeyeceğini ve kişinin yalnızca
iman yönünden İbrahim’e benzeyebileceğim, öldürme yönünden benzeyemeyeceğini imgeliyorum. Eğer kişi sevgiyi bir hızlı duyguya, bir kişide zevkli bir kışkırtmaya çevirirse, o zaman sevginin başarılarından bahsettiği zaman zayıflar için tuzaklar hazırlar. Elbette herkes geçici duygulara sahiptir, ancak eğer bunlar, korkunç şeyler yapmak için neden olarak kullanılırsa, aşkın ölümsüz eylemler olarak kutsadığı her şey kaybedilecektir, hem başarılar hem de bu yolda yanlış yönlendirilenler.
O zaman İbrahim hakkında konuşmak doğrudur. Yücelikleri kavrandığı zaman yüceler asla zarar veremez. Bu iki uçlu bir kılıç gibidir; kurtuluşu ve ölümü getiren. Eğer onun hakkında konuşmak bana düşseydi, İbrahim’in, Allah’ın seçtiği olarak adlandırılmayı hak eden tam bir dindar ve Allah korkusu olan bir adam olduğunu göstererek başlardım. Ancak böyle bir insan böyle bir sınava tabi tutulabilir; Peki böyle bir insan kimdir? Sonra İbrahim’in İshak’ı nasıl sevdiğini tanımlardım. Bu amaçla, bütün iyi ruhlara benim konuşmamı bir babanın oğlu için duyduğu sevgi kadar coşkun yapmak amacıyla desteklemeleri için yalvarırdım. Bunu öyle bir yolla tanımayı umut ederdim ki; dünyadaki çok az baba oğlu için böyle bir sevgiyi sürdürmeye cesaret edebilirdi. Yine de eğer o İbrahim gibi sevmezse, İshak’ı adamaya ilişkin bütün düşünceler bir ayartma olacaktır. Burada birkaç pazara yetecek kadar söyleyecek sözümüz var, bu nedenle acele etmeye gerek yok. Eğer konuşmam konuyu hakkıyla ele alabilirse, sonuç bazı babaların daha fazla dinlemek istememesi; ancak bu an için sanki İbrahim kadar sevmede gerçekten başarılı olmuşlar gibi mutlu olmaları olacaktır. Bunlardan birisi İbrahim’in eyleminin yüceliğini, ancak aynı zamanda korkutuculuğunu da kavradıktan sonra, maceraya atılmak için yola çıkarsa, atımı eğerler ve onunla birlikte sürerdim. Moriah dağına gelmeden önceki her bir durakta, ona hâlâ geri dönebileceğini, böyle bir çatışma içinde sınanmak için çağrıldığı yanlış anlamasından dönebileceğini, cesaretten yoksun olduğu için günah çıkarabileceğini, Tanrı eğer İshak’ı istiyorsa, onu Tanrı’nın bizzat kendisinin alması gerektiğini açıklardım. Benim görüşüm böyle bir kişi sorumluluktan kurtarılmayacak; ancak bütün diğerleri gibi, tam zamanında olmasa bile, kutsanacaktır. Hatta iman zamanlarında böyle bir kişi bu yolla yargılanmaz mıydı? Yüce gönüllülüğe sahip olmuş olsaydı benim yaşamımı kurtarabilecek birisini tanıyorum.38 Yalın bir biçimde bana dedi ki; “Ne yapabileceğimi gayet iyi görüyorum, ancak kalkışmayacağım. Korkarım daha sonra gücüm kalmayacak ve ben bundan pişman olacağım.” Yüce gönüllü değildi, ancak onu bundan dolayı sevmekten kim vazgeçerdi ki?
Bunları konuştuktan ve dinleyicimi en azından iman ile onun dev tutkusunun diyalektik mücadelesi hakkında bir şeyleri anlamalarını sağladıktan sonra, “tamam, onun öylesine yüksek bir derecede imanı var ki bizim için onun ceketinin eteğine yapışmak yeterli olacaktır” şeklinde bir düşünce ile bana yükleyebilecekleri bir hatadan suçlu olmazdım. Şunu eklerdim: “Ben hiçbir şekilde bir imana sahip değilim. Ben doğal olarak kurnaz bir adamım, her ne kadar, onu yenmekle kurnaz bir adamı çok sıradan ve basit mantıklı bir kişinin hiçbir zorluk çekmeden zaten ulaştığı bir yerden daha ileriye götürmeyecek bir güçlüğe herhangi bir önem atfetmesem de, bir iman hamlesi yapmada daima büyük güçlük çekerim.”
Sevgi, rahiplerini şiirlerde bulan ve zaman zaman kişinin işittiği, şeklini bozmadan nasıl tutabileceğini bildiği bir sestir; ancak iman hakkında kimse hiçbir söz işitmez, bu tutkuyu övmek için kim konuşur? Felsefe daha ileri gider. Teoloji, felsefenin gözüne girmek için boyanıp pencerede oturur, felsefeye bütün zevklerini sunar. İbrahim’i anlamanın değersiz olmasına karşın Hegel’i anlamak zordur derler. Hegel’i aşmak bir mucizedir; ancak İbrahim’in ilerisine geçmek her şeyden kolaydır. Kendi adıma Hegel felsefesini anlamak için çok zaman harcadım, inanın bana ayrıca onu az ya da çok

38 Genel olarak burada dolaylı olarak Regine’ye gönderme yapıldığı varsayılmaktadır.

anladım. Uğraşmama rağmen anlayamadığım yerlerde bunun nedeninin Hegel’in kendisinin çok anlaşılır olmaması olduğuna inanacak kadar gözü karayım. Bütün bunları kolayca, doğal olarak bana herhangi bir zihinsel zorlama getirmeden yapabiliyorum. Ancak İbrahim hakkında düşünmek zorunda olduğumda, neredeyse tükeniyorum. Her zaman, o dev paradoksun farkındayım: Beni sürekli geri püskürten İbrahim’in yaşamının içeriği ile, bütün tutkusuna rağmen onun içine giremeyen, bir kıl boyu ilerleyemeyen benim düşüncelerim arasındaki paradoksun. Onun bir görüntüsünü yakalayabilmek için bütün kaslarımı zorluyorum, ancak aynı anda felç oluyorum.
Dünyada yüce ve yüce gönüllü olarak nelere imrenildiğine âşinâyım; ruhum bunlara büyük bir yakınlık hissediyor ve bütün alçak gönüllülüğüyle ikna edildi ki, kahramanın uğrunda mücadele ettiği şey benim de amacımdı. Onun mücadelesini düşünürken kendi kendime haykırırım: “jam tua res agitur” [Şimdi söz konusu olan senin işin].39 Kendimi kahraman olarak düşünebilirim; ama İbrahim olarak değil. Bana sunulan bir paradoks olduğu için, bu yüksekliğe ulaştığım zaman geri düşerim. Yine de hiçbir şekilde imanın bu nedenle aşağıda bir şey olduğunu düşünmüyorum, aksine o en yükseğidir. Aynı zamanda onun yerine başka bir şey önerme ve imam küçümsemenin, felsefenin sahtekârlığı olduğuna inanıyorum. Felsefe bize imanın bir açıklamasını veremez ve vermemelidir de. Felsefe kendisini anlamalı ve herhangi bir şeyi almadan en azından herhangi bir şeyin hiçbir şey olmadığını düşünmeyi sağlayarak aldatmak yerine, aslında neyi önermesinin doğru olduğunu bilmelidir. Yaşamın gereksinimleri ve tehlikelerine âşinâyım. Onlardan korkmuyorum ve yiğitçe onları karşılamaya koşarım. Korkuya yabancı değilim, benim belleğim sadık bir eş ve benim imgelemim, bana hiç benzemeyen, bütün gün işinde sessizce çalışan ve akşamları benimle güzel güzel konuşabilen, beni de sadece,

39 Horace’nin Letters 1.18, 84’ten: “Komşunun evi yandığı zaman, bu senin meselendir”.

çizdiği resimlere -daima manzaralar ya da çiçekler veya pastoral idiller olmasa da- bakmak zorunda bırakan çalışkan bir hizmetçidir. Korkuyla yüz yüze geldim, ondan korku içinde kaçmayacağımı gayet iyi bilirim. Ancak onunla yiğitçe yüzleşsem de benim cesaretim iman değil, onunla karşılaştırılabilecek bir şey hiç değil. Gözlerimi kapatıp kendimi güven içinde absürdün kollarına atamam, bu benim için olanaksızdır; ancak bundan dolayı övünmüyorum. Tanrı’nın sevgi olduğuna inandırıldım; bu düşünce benim için tamamen saf bir lirik geçerliliğe sahiptir. Bu bana sunulduğunda konuşamayacak kadar mutlu olurum, bulunmadığı zaman âşığın sevgilisi için yandığından daha çok yanarım. Ancak imana sahip değilim, bu cesaretten yoksunum. Benim için Tanrı aşkı, hem doğrudan, hem de karşıt anlamıyla, tüm realiteye eşittir. Bu nedenle ağlayıp inleyecek kadar korkak değilim; ancak imanın çok daha yüksek bir şey olduğunu inkar edecek kadar da sahtekâr değilim. Kendi usulümde yaşamaya gayet iyi devam edebilirim, mutlu ve doymuş haldeyim; ancak benim mutluluğum imandan değil ve onunla karşılaştırıldığında aslında mutsuzum. Tanrı’yı benim küçük kaygılarımla meşgul etmem, detaylar beni kaygılandırmaz, yalnızca sevgime ve onun bâkir alevini saf ve temiz tutmaya bakarım. İman Tanrı’nın kendisini en küçük şeyle bile meşgul ettiğine inandırılmıştır. Bu yaşamda ben sol ele razıyım, iman ise sağı talep edecek kadar alçak gönüllü ve aslında alçak gönüllülüğü inkar etmem ve asla da etmeyeceğim.
Ancak benim bütün çağdaşlarımın gerçekten de iman hamlesi yapma yeteneğine sahip olup olmadıklarını merak ediyorum. Eğer yanılmıyorsam, onlar benim yapabileceğimi hiç düşünemedikleri, yani kusurlu olduğumu düşündükleri şeyleri yapmaktan dolayı kendileriyle gurur duyma eğilimindeler. İnsanların genellikle yaptıkları şeyleri yapmak benim doğama aykırı. Sanki birkaç bin yıl çok büyük bir uzaklıkmış gibi yücelik hakkında gaddarca konuşuyorlar. Ben yücelik hakkında sanki dün olmuş gibi konuşmayı ve yalnızca yüceliğin kendisinin övme ya da yerme için uzaklık olması
na izin vermeyi tercih ederim. Eğer -yücelik, trajik kahramanın aldatıcı dış görünüşünde, benim gelemeyeceğimden kadar yüksek ise- Moriah dağına böyle bir olağan dışı muazzam bir gelişme için davet edilseydim ne yapacağımı gayet iyi biliyorum. Evde oturacak kadar korkak olmayacağım gibi, yolda dinlenmez ya da sallanmazdım, ya da biraz geciktirebilme bahanesi olması için bıçağı unutmazdım. Şundan oldukça eminim ki orada her şey ayarlanmış olarak tam zamanında olurdum -hatta bunun bir an önce olması için, erken bile gelebilirdim. Ancak başka neler yapabileceğimi de biliyorum. Ata bindiğim zaman kendime şöyle derdim: “Şimdi her şey kayboldu, Tanrı İshak’ı istiyor, ben onu kurban edeceğim ve onunla birlikte bütün sevincimi de -yine de Tanrı sevgidir ve benim için öyle olmaya devam ediyor.” Fani dünyada Tanrı ve ben birlikte yürüyemeyiz, ortak bir dilimiz yok. Belki de bizim zamanımızdaki şu ya da bu kimse, yüceyi kıskanacak kadar, benim de öyle sanmamı, aslında bunu yapmak yerine, benim uçsuz bucaksız teslimiyetimin İbrahim’in dar görüşlülüğünden daha idealist ve şâirane olması nedeniyle İbrahim’den daha yüce bir şeyler yapabileceğimi sanmamı istiyor. Yeniden kendimi bulmak için daha sonsuz bir hamlede bulunamaz ve kendimde bir kez daha saklanamazdım. İshak’ı İbrahim’in sevdiği kadar da sevemezdim. Hamleyi kararlı bir biçimde yaptığım gerçeği İnsanî ifadeyle belki benim cesaretimi gösterebilir, Tanrı’yı bütün ruhumla sevmem, olmaması halinde bütün olayı bir canavarlık haline dönüştürebilecek bir ön şarttır ve yine de İbrahim’in sevildiği kadar sevilemezdim. Anlamı Moriah dağına geç varacağım değilse de, son anda geri çekilebilirdim. Üstelik, İshak’ı tekrar geri aldığımda ne yapacağımı bilemeyeceğimden, benim davranışım bütün öyküyü berbat edecekti. İbrahim’in her şeyden kolay bulduğu benim için zor olacaktı: tekrar İshak’ta mutluluğu bulmak! O ruhunun bütün sonsuzluğuyla, proprio motu et proprüüs auspiciis [kendi hesabına ve kendi sorumluluğunda olmak üzere], sonsuz hamleyi yaptı ve daha fazla yapabileceği bir şey yoktu. Ancak böyle bir kişi İshak’a acı içinde sahip olabilir.
Fakat İbrahim ne yaptı? Ne çok erken geldi ne de çok geç. Eşeğe bindi, patikadan aşağı yavaşça sürdü. Bütün yol boyunca imanım korudu, hâlâ istenenin gerçekten bu olması halinde İshak’ı teklif etmeye istekli olmasına rağmen, Tanrı’nın İshak’ı ondan istemeyeceğine inandı. İnsanî bir hesaplamanın söz konusu olamayacağı absürdün gücüne inandı ve aslında bunu ondan isteyen Tanrı’nın bir sonraki anda talebini geri çekmesi absürddü. Dağa tırmandı, hatta bıçağın parladığı o anda bile inandı -Tanrı’nın ondan İshak’ı istemeyeceğine inandı. Kesinlikle sonuca şaşırmıştı, ancak ikili bir hamle ile eski haline geldi ve böylece İshak’ı öncekinden daha neşeli biçimde geri aldı. Daha ileriye geçelim. İshak’ın gerçekten de kurban edilmesine izin verelim. İbrahim imana sahipti. Onun imanı bir süre sonra âhirette mutlu olacağına değildi; onun imanı burada, bu dünyada kutsal mutluluğu bulacağına idi. Tanrı ona yeni bir İshak verebilir ve kurban etme teklifini tekrar yaşama taşıyabilirdi. Bütün İnsanî hesaplamalar askıya alınmış olduğu için, İbrahim absürdün gücüne inandı. Bu acının kişiyi delirteceği açıktır ve bu acı yeterince ağırdır; anlamayı kurtaracak olan rüzgar kadar güçlü esen isteğin gücüdür. Baskı biraz daha artarsa bu da gerçekleşebilir. Bunu yermeyi amaçlamıyorum. Ancak kişi anlama yeteneğini kaybederse, onunla birlikte tellallığını yaptığı sonsuz dünyayı da kaybeder ve sonra absürdün gücüyle kaybettiğinin aynısını geri alacaktır ki, bu beni dehşete düşürmektedir. Ancak onun bu açıdan değerinin çok az olduğunu söylemiyorum, aksine bu bir mucize ve tek mucizedir. İmanın ürettiği hiçbir şeyin sanat eseri değil, beceriksiz mizaçların kaba ve bayağı gayreti olduğu yaygın bir sanıdır; halbuki gerçek tam tersidir. İmanın diyalektiği, bütün diyalektiklerin en arısı ve en olağanüstüsüdür. İman diyalektiği bir yüksekliğe sahiptir ki ben onu yalnızca kavramsallaştırabilirim, daha fazlasını yapamam. Sonsuzluğa geçebileceğim büyük bir tramplen adımı atabilirim, sırtım ip cambazlarınınki gibi çocukluğumda büküldü,40 bu nedenle bu adımı atmak benim için kolay değil. Bir, iki, üç, var oluş içinde baş aşağı gidebilirim; ancak bir sonrası benim ilerimde, ben mucizeyi gerçekleştiremem, yalnızca mucizeyle hayrette kalabilirim. Evet, eğer yalnızca İbrahim bacağını eşeğin üzerine attığı anda kendi kendine dedi ki: “Şimdi İshak’ı kaybettim, Moriah’a o uzun seyahati yapmak yerine onu burada da kurban edebilirim” -şimdi adım duyduğumda yedi kez ve onun kutsal eylemi karşısında yetmiş kez eğildiğim İbrahim’e o zaman gereksinim duymazdım.41 Yaptığı için değil, zira İshak’ı mutluluk içinde, gerçekten kalpten bir neşe içinde geri aldığı gerçeğini ispat edebilirim; hiçbir hazırlığa, kendisini sonsuzluğa ve onun coşkusuna adapte etmek için hiçbir zamana gerek duymadığı için. Eğer İbrahim Tanrı’yı sevmeseydi, o imana sahip olamazdı. Kim iman olmaksızın Tanrı’yı severse kendisini yansıtır, kim Tanrı’yı severse Tanrı’yı yansıtır.
Bu en yüksek noktada İbrahim durmaktadır. Gözden kaybettiği son aşama sonsuz teslimiyettir. Gerçekten de daha ileri gitmekte ve imana gelmektedir. Bütün bu iman karikatürleri, acınacak haldekiler soğuk bir duyarsızlıkla şöyle düşünmektedir: “Buna kesinlikle gereksinim yok, zamanı gelmeden önce endişelenmek gereksiz”, mutsuz umut der ki; “Neler olacağını kim bilebilir, bu kesinlikle mümkündür” -bu çarpıklıklar yaşamın zavallılığına aittir ve bu sonsuz teslimiyet çoktan bu çarpıklıkları sonsuza kadar reddetmiştir.
İbrahim’i anlayamıyorum. Ondan bütün öğrenebildiğim hayret etmek. Eğer kişi birisinin bu öykünün sonucunu değerlendirerek imana gelebileceğini imgelerse, kendisini aldatır ve imanının ilk hamlesi olarak Tanrı’yı kandırmaya çıkar, paradokstan yaşam bilgeliği emmeye çıkar. Birisi ya da bir

40 Kierkegaard sıklıkla kendi fiziksel biçimsizliği olarak gördüğü şeye gönderme yapmaktadır. 41 Matta 18.21-22: “Bunun üzerine Petrus İsa’ya gelip, ‘Ya Rab’ dedi, ‘Kardeşim bana karşı kaç kez günah işlerse onu bağışlamalıyım? Yedi kez mi? İsa ona, ‘yedi kez değil! dedi. ‘Yetmiş kere yedi kez derim sana.”

başkası başarabilir; zira bizim çağımız imanda, imanın suyu şaraba çeviren mucizesinde durmamakta,42 şarabı suya çevirmektedir.
Herkesin aynı biçimde imanda durması en iyisi olmaz mıydı? Ve herkesin daha ileri gitmek istemesi rahatsız edici değil midir? Bu günlerde insanlar -aslında çeşitli şekillerde ilan edildiği gibi- sevgide durmayacaklarsa, nereye gidiyorlar? Dünyasal bilgeliğe, dar kafalı hesaplara, değersizliğe ve ıstıraba ve kişinin kutsal kökenini kuşkuda bırakana mı? İmanda durmak daha iyi olmaz mıydı? Ve imanda duranın düşmemek için daha dikkatli olması gerekmez miydi? İman hamlesinin mutlaka absürdün gücüne dayanarak sürekli yapılması gereklidir. Böyle bir yolla, daha önce belirtildiği gibi, fanilik kaybedilmez, aksine hepsi bir bütün halinde kazanılır. Kendi adıma iman hamlelerini tanımlayabilirim, ancak onları gerçekleştiremem. Yüzme hamlelerini nasıl yapacağını öğrenirken, kişi çatıdan uzanan bir kemere asılabilir. Kişinin hamleleri doğru olarak tanımladığı söylenebilir, ancak bu onun yüzdüğü anlamına gelmez. Bunun gibi ben iman hamlelerini tanımlayabilirim; ancak suya atıldığımda, her ne kadar yüzdüğüm söylenebilirse de (suda batanlardan değilim), diğer hamleleri yapabilirim, sonsuzluk hamlelerini yapabilirim. İman ise tersini yapar: sonsuzluk hamlelerini gerçekleştirmiş olarak fanilik hamlelerini yapar. Bu hamleleri yapabilene ne mutlu, o bir mucizeyi gerçekleştirir ve ben asla ona hayran olmaktan yorulmayacağım. Bu İbrahim de olsa, İbrahim’in evindeki hizmetçi de olsa, bir felsefe profesörü ya da yoksul hizmetçi de olsa, benim için tamamen önemsizdir, ben hamlelere bakarım. Ancak gerçekten baktıklarım kendimin; ya kendim ya da başkası tarafından aptal yerine konulmasına izin verdiklerimdir. Sonsuz teslimiyetin şövalyeleri kolaylıkla tanınabilir, yürüyüşleri süzülür gibi hızlıdır. Ancak imanmücevherini giyenler kolaylıkla hayal kırıklığı-
42 Yuhanna 2.1-10.

na uğrayabilirler; zira, iman burjuva ahlâksızlığını küçük gördüğü için, dış görünüşleri sonsuz teslimiyetin kendisine olağanüstü derecede benzerlik taşır.
Kendi deneyimlerime göre, her ne kadar muhtemelen tüm diğer kişilerin güvenilir örnekler olduğunu inkar edemesem de, herhangi bir güvenilir örnek bulamadığımı samimiyetle itiraf ediyorum. Yıllardır bir tane örnek bulmaya çalışıyorum. İnsanlar yaygın olarak nehirleri ve dağları, yeni yıldızları, parlak kuşları, garip balıkları, grotesk insan örneklerini görmek için dünyanın her yerini gezerler; var oluş karşısında bir hayvanca bir sersemliğe düşerek ağzı açık kalırlar ve bir şeyler gördüklerini düşünürler. Ben bununla ilgilenmiyorum. Ancak eğer böyle bir iman şövalyesinin yaşadığını öğrenseydim, bu mucize beni mutlak olarak ilgilendirdiği için ona yürüyerek giderdim. Zamanımı ona bakmakla, onun hamlelerini kendim yapmakla, böylece bütün zamanımı ona imrenmekle geçirmek isterdim. Kendimi yaşam boyu güvende hissederdim. Söylediğim gibi böyle birini bulamadım; ancak hâlâ onu çok iyi imgeleyebiliyorum. İşte burada. Aşinâlık şaşırtıcı. Tanıştırıldım. Gözlerimi onun üzerine ilk diktiğim anda onu ileri iterim, kendim de geri sıçrarım, ellerimi birbirine bağlarım ve yarı haykırarak konuşurum; “Aman Tanrım! Bu o kişi, gerçekten o mu? Tıpkı bir vergi tahsildarı gibi görünüyor.” Aslında bu gerçekten o. Biraz yaklaşırım, en küçük hamleyi bile sonsuzluktan gelen farklı bir görsel telgraf mesajı görebilme umuduyla, kaçırmam; fanilikle uyumsuzluğu nedeniyle sonsuzluğunu ele veren bir bakış, bir ifade, bir jest, bir üzüntü, bir gülümseme. Hayır! Aralığından sonsuzluğun görünebileceği bir çatlak bulabilmek için onu baştan aşağı incelerim. Hayır! Her yeri tam dolu. Duruşu? Güçlü, tamamıyla faniliğe ait. Bir pazar öğle sonu yeri ayaklarıyla çiğneyerek Fresberg’e doğru gezintiye çıkan olağan giyimli kasabalı. Tamamıyla dünyaya ait, hiçbir petit bourgeois (küçük burjuva) bu kadar dünyaya ait olamaz. Kimse onda sonsuzluk şövalyesinin işareti olan hiçbir yabancılık ve üstünlük işareti bulamaz. Bu adam keyif alıyor, her şeye katılıyor ve ne zaman onu bir şeyle uğraşırken görsem onun meşguliyeti, ruhu bu tür şeylerle sarılmış dünyalı bir insanın inadıyla meşguldür. İşlerine önem veriyor. Onu işteyken görseniz, detaylara o kadar özen verir ki, onun ruhunu İtalyan muhasebe sisteminde kaybetmiş bir kâtip olduğunu düşünürdünüz. Pazar günleri tatil yapar. Kiliseye gider. Herhangi bir kutsal bakış ya da onu ele verecek başka bir kıyaslanamazlık işareti göremezsiniz. Eğer onu tanımasaydınız, kalabalığın geri kalanından ayırmanız mümkün olmazdı. En içten, güçlü İlahî söylemesi onun iyi bir ciğer takımına sahip olduğunu ispatlamaktadır. Öğleden sonra ormanda yürüyüş yapar. Gördüğü her şeyden, insan kalabalıklarından, yeni otobüslerden43, müzikten zevk alır, Strandveien’de rastlasanız dans eden bir bakkal sanırsınız, bu onun zevk alma biçimi. O bir şâir değil ve ben çaresizlik içinde sırrını herhangi bir şiirsel uygunsuzluk işaretinden öğrenmeye çalıştım. Akşama doğru evine gider, adımları bir postacınınki kadar dinç. Yolda aklına karısının onun dönüşü için mutlaka özel küçük bir yemek, örneğin sebzeleriyle birlikte bir kızartılmış kuzu kellesi hazırlamış olduğu gelir. Sanki bir akrabayı karşılayacak gibidir, onunla Osterport’a kadar bu yemek hakkında bir restaurateura yakışan bir tutkuyla konuşabilirsiniz. Cebinde bir peni bile yoktur, ancak karısının bu leziz yiyeceği onun için hazırladığına şiddetle inanmaktadır. Eğer karısı gerçekten de hazırlamışsa, o zaman onu yerken görmek üst düzeydeki kişiler için bir imrenme vesilesi, sıradan insanlar içinse bir ilham kaynağı olacaktır; zira iştahı Esau’ınkinden daha fazladır. Eğer karısı böyle bir yemek yapmamışsa bile, ilginçtir ki onun iştahı yine aynı olacaktır. Yolda bir inşat şantiyesinden geçer ve bir başka adama rastlar. Bir an için birlikte yürürler. Adama kısa sürede yapılmış bir binaya sahip olduğunu, bu bina için gerekli her şeyinin olduğunu anlatır. Yabancı ondan şu düşüncelerle ayrılır: “Bu

43 Bakınız dipnot 7.

bir kapitalist olmalı.” Oysa benim imrenilecek şövalyem şöyle düşünür: “Evet, yapmam gerekse bunu kesinlikle başarırım.” Huzuru açık bir pencerede bulur ve oradan, on altı yaşındaki bir kıza yakışan soğukkanlılıkla, yaşadığı meydana, sürüp giden her şeye -oluğun üstündeki kapağın altına giren fareye, oynayan çocuklara- bakar. Ve hâlâ o bir dahi değil; ben çaresizlik içinde dahiye yakışır herhangi bir uygunsuzluk işaretinden görmeye çalıştım. Akşamleyin piposunu tüttürür: onu görseniz akşam karanlığında onun ot gibi yaşayan bir peynir satıcısı olduğunu sanırsınız. Hiç bir şeye aldırmayan bir şeytan kadar kaygısız, dünyada hiçbir derdi yok ve yine de yaşamının her anını “uygun mevsimde bedelini” en değerli fiyattan ödeyerek44 yaşar, absürdün gücüyle yaptığı en küçük bir şey bile yoktur. Ve yine de, evet yine de, -başka bir nedeni yoksa bile beni kıskançlıktan öfkelendirir, -bu adam sonsuzluk hamlesi yapmış ve her an da yapmaktadır. Sonsuz teslimiyet içinde var oluşun derin üzüntüsüyle tükenir, sonsuzluğun büyük mutluluğunu bilmektedir. Her şeyi, dünyadaki en değerli ne varsa, terk etmenin acısını hissetmiştir ve yine de fani zevkler ona daha yücesini hiç bilmeyen kişi kadar zevk veriyor. Zira fanilikteki sürekliliği eğitim sürecinin yarattığı sinmiş ve korkmuş bir tinin izini taşımıyor. Ve yine de, ve yine de onun dünyalı biçeminin bütünü absürdün gücüye yaratılmış yeni bir varlığı temsil etmektedir. Her şeyi sonsuza kadar terk etmiştir ve sonra her şeyi absürdün gücüyle geri almıştır. Sürekli sonsuzluk hamlesi yapmaktadır; ancak bunu öylesine bir doğruluk ve hassasiyetle yapmaktadır ki, sürekli bu hamlenin içinden fanilik doğmakta ve hiç kimse bir an için bile başka bir şeyden şüphelenmemektedir. Dansçının en zor işinin doğrudan belli bir pozisyona sıçramak olduğu, bu pozisyonu yakalamak için bir ana bile sahip olmadığı, ancak sıçrarken bunu yapması gerektiği söylenir. Belki de hiçbir dansçı bunu yapamaz -an-

44 Efesliler 5.16. Danimarkaca İncil’deki pasaj İngilizce’ye “fırsatı değerlendirmek” olarak çevrilebilir.cak bu şövalye yapar. İnsan yığınları fani üzüntü ve zevkin cesaretsizleştirdiği yaşamları yaşarlar, dışarıda oturanlar dansa katılmayacak olanlardır. Sonsuzluk şövalyeleri de dansçıdırlar ve yükselebilirler. Yukarı doğru hareket edebilirler ve sonra geri düşerler; bu da mutsuz bir uğraş olmadığı gibi, seyredilmesi de sevimsiz değildir. Ancak aşağıya geldiklerinde pozisyonlarını hemen alamazlar, bir an bocalar ve bu bocalama yine de dünyada yabancı olduklarını gösterir. Ustalıklarına bağlı olarak, bu bocalama az ya da çok belirgin olabilir. Bu şövalyelerin en ustaları bile bocalamasını gizleyemez. Onları havada görmeye gerek yoktur, onları tanımak için aşağı inerken ve yere indikleri an görmek gereklidir. Ancak bu biçimde inebilmeleri ve aynı anda sanki ayağa kalkmış ve yürüyor gibi görünmeleri, sıçrayışı yaşama bir yürüyüş olarak dönüştürmeleri, yayalıktaki güzelliği mutlak biçimde ifade eder -bu yalnızca bir iman şövalyesinin yapabileceği bir şeydir- ve bu bir ve tek mucizedir.
Yine de bu mucize kolaylıkla aldatıcı olabilir. Bu nedenle hamleleri, her şeyin sonuçta bağlı olduğu realite ile göreceli ilişkilerini sergileyecek özel bir örnekle tanımlayacağım. Genç bir adam bir prensese âşık olur, bütün yaşamının zihinsel huzuru bu aşkta yatar ve yine de bu murada erişilemeyecek bir ilişkidir.* Istırap köleleri, yaşamın bataklığındaki kurbağalar doğal olarak haykıracaktır: “Böyle bir aşk aptallıktır; zengin biracının dul eşi daha iyi ve denk bir eştir.” Bırakalım onlar kendi bataklıklarında huzur içinde vıraklasınlar. Bu sonsuzluk şövalyesinin teslimiyet biçimi değildir, o dünyanın bütün nimetlerini verseniz de yine aşkı terk etmez. O önemsiz şeylerin adamı değildir. İlk önce bunun gerçekten onun hayatının zihinsel huzuru olup olmadığından emin olur ve ruhu en küçük şeyle sarhoş olamayacak kadar sağlık

*       Elbette kişinin bütün yaşam realitesini yoğunlaştırdığı bir başka ilgi de, gerçekleştirilemeyeceği anlaşıldığında, teslimiyet hamlesine dönüşecektir. Ancak aşka düşmeyi hareketleri gösterebilmek için seçtim. Çünkü bu ilgi şüphesiz daha kolay anlaşılabilir ve böylece beni yalnızca bir kaçının doğrudan ilgisini çekecek takdim yorumlarını yapmaktan kurtarmaktadır.

lı ve gururludur. O bir korkak değildir. Aşkının en gizli sırrını, en gizli düşüncelerini çalmasına izin vermekten, bilincinin her bir kirişinin etrafında sayısız düğümler atarak dolanmasına izin vermekten korkmaz -eğer aşk mutsuz hale gelirse kendisini asla ondan kurtaramayacaktır. Her bir sinirinde bir ürpermenin dolaşmasına izin verdiğinde sonsuz bir mutluluk duyar ve yine de ruhu bir fincan zehiri içmiş gibi ağırbaşlıdır ve zehirin kanının her bir damlasına nüfuz ettiğini hisseder -çünkü bu an ölüm ve yaşam anıdır. Böylece bütün aşkı içmiş ve aşkın içinde kaybolmuşken bile, her şeyi deneme ve her şeyi riske etme cesaretinden yoksun değildir. Yaşamının bütün olayları üzerine düşünür, her işaretine uyan eğitilmiş güvercinler gibi çevik düşüncelerini çağırır, asasını onlara doğru sallar ve değişik yönlere dağılırlar. Ancak şimdi hepsi üzüntü habercileri olarak ona döndükleri ve ona bunun bir imkansızlık olduğunu açıkladıkları zaman, sessizleşir, onları gönderir, yalnız kalır ve hamlesini yapar. Eğer burada söylememin bir anlamı varsa hamlenin mutlaka düzgün biçimde yapılması gerekir.* O zaman şövalye ilk olarak bütün gücünü yaşamının tüm içeriğini ve realitenin anlamını bir tek dilek halinde yoğunlaştıracaktır. Eğer bir kimse bu yoğunlaşmadan, bu odaklanmadan yoksunsa ruhu başlangıçtan dağılmış demektir ve o zaman hamleyi yapma noktasına asla gelemeyecektir. Sermayesini her tür yatırım aracına dağıtarak, birinden kaybederken diğerinden kazanmak amacında olan kapitalistler gibi yaşamda öngörülü hareket edecektir -kısacası o bir şövalye değildir. İkincisi, şövalye

*       Bu tutku gerektirir. Her bir sonsuzluk hamlesi tutkuyla gerçekleşir ve hiçbir düşünce bir hareket oluşturamaz. Aracılık, Hegel’in aracılığıyla her şeyi açıkladığı sanılan ancak asla açıklamaya çalışmadığı bir ejderha iken, tutku bu yaşamdaki hamleyi açıklayan ebedî bir adımdır. Kişinin yaptıkları ile anlamadıkları arasında bildik bir Sokratçı ayrım yapmak için bile tutkuya gereksinim vardır; doğal olarak gerçek bir Sokratça hareket eylem, yani bilgisizliği gerçekleştirmek için bile buna daha fazla gereksinim vardır. Bu gün bizim yoksun olduğumuz şey düşünmek değil tutkudur. Bu nedenle bizim çağımızda, bir anlamda yaşam, ölünmeyecek kadar inatçıdır. Zira ölüm en önemli adımların birisidir ve küçük bir şiir beni daima etkilemiştir. Çünkü şâir önceki beş altı dizede yaşamdaki bütün iyi ve basit şeyleri kendisi için diledikten sonra şöyle bitirir: “ein seliger Sprung in die Ewigkeit” (sonsuzluğa kutsal bir adım).

kendi düşüncesinin sonuçlarının tamamını bir bilinç hamlesine yoğunlaştırma gücüne sahip olacaktır. Eğer bu odaklanmadan yoksunsa ruhu başlangıçtan dağılmış demektir ve o zaman asla hamleyi yapacak zaman bulamayacak, yaşamdaki ayak işleri için sonsuza kadar koşacak, sonsuzluğa asla giremeyecektir. Tam oraya varacağı anda birden bir şeyleri unuttuğunu fark edecek ve geri dönmek zorunda kalacaktır. Bir sonraki an bunun mümkün olduğunu düşünecektir ve bu da doğrudur; ancak böyle değerlendirmelerden geçerek kişi asla bir hamleyi yapma noktasına gelemez. Bunların yardımıyla daha çok batağa batacaktır.
Böylece şövalye hamleyi yapar, ancak hangi hamleyi? Her şeyi unutacak mıdır? Çünkü bunda da bir tür konsantrasyon vardır. Hayır! Şövalye kendisiyle çelişmez ve kişinin yaşamının bütün yaşamının içeriğini unutması bir çelişki olduğundan o hâlâ aynı adam olarak kalır. Bir başkası haline gelmek için hiçbir eğilimi yoktur, bu olasılıkta yüce hiçbir şey yoktur. Yalnızca alt türler kendilerini unutur ve yeni bir şey haline gelir. Böylece kelebek bir zamanlar bir tırtıl olduğunu tamamen unutur, buna karşılık belki de bir kelebek olduğunu unutup bir balık da olabilir. Derin ruhlar asla kendilerini unutmazlar ve olduklarından başka bir şey haline asla gelmezler. Bu nedenle şövalye her şeyi hatırlayacaktır; ancak hatırlamak acı verir ve sonsuz teslimiyetiyle var oluşla uzlaşır. Prensese olan aşkı, onun için sonsuz aşkın bir ifadesi şekline dönüşecektir, dinsel bir karakter kazanacaktır, onun aşkını yaşamasına engel olan Sonsuz Varlığa duyulan bir aşka dönüşerek yücelecektir. Kişiyi, aşkının sonsuz biçimde geçerliliğinin ebedî olduğunun ve hiçbir realitenin bunu ondan alamayacağının bilincinde olarak bir kez daha uzlaştıracaktır. Aptallar ve gençler, insanoğlu için her şeyin mümkün olduğu hakkında konuşurlar. Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Tinsel anlamda her şey mümkündür, ancak fani dünyada mümkün olamayacak çok şey vardır. Şövalye yine de bu imkansızlığı tinsel olarak ifade etmek suretiyle mümkün kılar, ancak onu terk etmek suretiyle tinsel olarak ifade eder. Onu
gerçeğin dışına çıkaracak olan arzudur, ancak imkansızlıkta üzüntü vardır. Arzu içe döner, ancak ne yok olur ne de unutulur. Zaman zaman içindeki arzunun bilinçaltı çabaları anıyı canlandırır, diğer zamanlarda ise arzuyu uyandıran kendisidir. Zira yaşamının bütün içeriğinin anlık geçici bir hevese dönüşmesini istemeyecek kadar gururludur. O aşkı genç tutar ve aşk onunla birlikte hem yıllar içinde, hem de güzellikte büyür. Diğer yandan aşkın büyümesi için fani bir fırsata gereksinimi yoktur. Hamleyi yaptığı andan itibaren prenses kaybedilmiştir. Sevgiliyi görmekle ortaya çıkan erotik coşkuya gereksinimi olmadığı gibi, fani anlamda sürekli vedalaşmaya da gereksinimi yoktur. Ayrıca çok iyi bilmektedir ki bir kez daha vedalaşmak için birbirini görmeye can atan sevgililerin, bu kadar istekli olmaya ve bunun son şans olduğunu düşünmeye hakkı vardır. Çünkü kısa süre içinde birbirlerini unutacaklardır. O bir başkasını sevmede bile kişinin kendi kendisine yetmesi gerektiği derin gizemini kavramıştır. Prensesin yaptığı şeylere artık fani bir dikkat sarf etmez ve bu da onun sonsuzluk hamlesini yaptığını ispatlamaktadır. Burada bireyin hamlesinin düzenli olup olmadığını görme fırsatı buluruz. Bir kişi daha vardı o da hamleyi yapmış olduğuna inanıyordu; ancak zaman geçtikçe prenses başka bir şey yaptı ve diyelim ki bir prensle evlendi ve adamın ruhu teslimiyet esnekliğini kaybetti.45 O zaman anladı ki hamleyi doğru yapmamıştı. Zira sonsuz teslimiyeti gerçekleştirmiş olan kendisine yeterlidir. Şövalye teslimiyetini iptal etmez, onu ilk andaki kadar genç olarak korur. Onun gitmesine asla izin vermez, çünkü hamleyi sonsuza kadar yapmıştır. Prensesin yaptığı onu rahatsız etmez, zira kendi eylemleri için adaleti başkalarında arayanlar, eylemlerinin dayanak noktaları kendileri dışında olanlar, ancak düşük mizaçlardır.

45 Kierkegaard’ın bunu Regine’nin nişanlandığını duyduktan sonra yazdığı varsayılmaktadır. Bu olayı duyduğunda Kierkegaard Tekrarlama’nın sonuç kısmını Regine’yi onayladığının işaretini verecek şekilde yeniden yazmıştır. Aslında bu pasajla Kierkegaard’ın nişana tepkisi, farklı bir bakış açısından, Samlede Vaerker’de yer alış sıralarının aksine, Korku ve Titreme’nin Tekrarlama’dm sonra yazıldığını göstermektedir.

Öbür yandan, eğer prenses de benzer bir düşünceye sahipse bu güzel bir gelişme olacaktır. Sonra prenses, şövalyelik düzenine girecektir. Şövalyeliğe oylama ile girilmez, girme cesaretine sahip olan herkes katılabilir. Şövalyelik düzeni kadın ve erkek arasında ayrım yapmayarak ölümsüzlüğünü ispatlamaktadır. Prenses de aşkını genç ve sağlam tutacaktır, şarkının söylediği gibi “her gece efendisinin yanında yatmasa da”46, o da ıstırabını yenecektir. Sonra bu ikili, gelecek bir andaki titiz tempolu harmonia praestabilita (önceden oluşturulmuş uyumda) sonsuzlukta birbirlerine uygun hale gelecektir. Bu öyle bir andır ki ikisi de fanilikle artık ilgili değildirler, zira fani dünyada yaşlanacaklardır -aşklarını zaman içinde ifade etmelerine imkan veren böyle bir andan sonra- başlangıcında birleşmiş olsalardı nereden başlayacaklardıysa oradan başlayacak konumda olacaklardır. Bunu anlayan kişi, kadın ya da erkek, asla aldanmaz, zira aldatıldığını imgeleyen yalnızca düşük mizaçlardır. Bu gururdan yoksun olan hiçbir kız aşkın ne olduğunu gerçekten bilemez; ancak eğer çok gururlu ise, o zaman dünyanın bütün tuzakları ve zekâları onu aldatamaz.
Sonsuz teslimiyette barış ve dinginlik vardır, bunu isteyen, kendisini küçümseyerek -ya da daha kötüsü aşırı gururla- itibarını düşüren kimse, hamleyi gerçekleştirecek şekilde kendisini disipline eder, bunun acısı kişiyi varoluşla uzlaştırır. Sonsuz teslimiyet eski fabldaki gömlektir.47 Mil gözyaşlarıyla fırıl fırıl döner, gözyaşlarıyla ağarır, gömlek gözyaşları içinde örülür, ancak o zaman demir ve çelikten daha iyi koruma sağlar. Fabldaki kusur bir üçüncü tarafın materyali yapabilmesidir. Yaşamdaki gizem herkesin kendisi için dikebilmesidir ve olağanüstü olan şey bir kadın kadar bir erkeğin de kendisi için dikebilmesidir. Eğer hamle düzen

46 Bir Danimarka halk şarkısından alıntı.
47 Bakınız Magyarische Sagen, Mährchen und Erzählungen, yazan Johann Grafen Mailäth, Stuttgart ve Tübingen, 1837, 2. baskı, s. 18. Öykünün adı ‘Erzsi die Spinnerin’dir. Bakınız Papirer II, A 449.

li yapılırsa, sonsuz teslimiyette barış ve dinginlik, acı içinde avuntu vardır. Ben kendi az deneyimimle karşılaştığım çeşitli yanlış anlamalar, biçimsiz konumlar ve baştan savma hamleler hakkında kolaylıkla bütün bir kitabı doldurabilirim. İnsanlar ruha pek az inanırlar, yine de bu hamleyi yapmak için gerekli olan tam olarak ruhtur. Önemli olan şey dira nécessitas48 sonucu olarak tek yönlü olmak değildir, ne kadar çok yönlüyse o kadar çok kuşkulu olacak ve daima hamle düzgün olacaktır. Soğuk, steril bir gereksinimin zorunlu olarak mevcut olduğunda ısrar etmek, kimsenin gerçekten ölmeden önce ölümü yaşayamayacağını söylemektir ki, bu beni tam bir materyalizm olarak şaşırtmaktadır. Yine de zamanımızda insanlar saf hamleler yapmakla pek ilgili değildirler. Dans öğrenmek isteyen kişinin şöyle dediğini farz edelim: “Bu ana kadar yüz yıllardır nesil üstüne nesiller dans adımlarını öğreniyorlardı, en iyi zamanında bu avantajı kullandım ve doğrudan bir quadrille* seti ile başlıyorum.” Ona gülen çıkacaktır, ancak ruhsal dünyada böyle bir yaklaşım tamamen akla yatkın bulunur. O zaman eğitim nedir? Ben eğitimin, bireyin kendisini bulmak üzere baştan sona izlediği bir öğretim izlencesi olduğunu ve bu izlenceden geçmek istemeyen kişiye en aydınlanmış çağda doğmuş olmasının pek yardımcı olmayacağını düşünürdüm.
Sonsuz teslimiyet, imandan önceki son aşamadır; bu nedenle bu hamleyi yapmayan imanı kazanamaz. Çünkü ancak sonsuz teslimiyette benim ebedî geçerliliğim bana görünür hale gelir ve ben ancak o zaman imanın gücüyle varoluşu kavramaktan söz edebilirim.
Şimdi iman şövalyesinin tartışılan konudaki rolünü oynamasını görelim. Tamamen diğer şövalye ile aynı davranacaktır. Aşkın yaşamının anlamı olduğu iddiasından sonsuza kadar vazgeçecek, acıyla uzlaşacaktır. Ancak o zaman mucize gelecek, her şeyden daha harika bir hamle daha yapacak,

48 Horace’nin Odes III, 24.6’sı: “Kaderin zalim gereksinimi.”
* Dört çift tarafından yapılan bir dairesel dans biçimi, [ç.n.]şöyle diyecektir: “Yine de onu absürdün gücüyle, Tanrı için her şeyin mümkün olduğu gerçeğinin gücüyle geri alacağıma inanıyorum.” Absürd diğer ayrımlar arasından anlayışla benimsenecek bir ayrım değildir. İnanılmazla, beklenmeyenle, öngörülemeyenle aynı değildir. Şövalye teslim olduğunda imkansıza inanmıştı, insanca ifadeyle bu anlayışın bir sonucuydu ve o bunu düşünebilecek kadar enerjiye sahipti. Ancak sonsuzluk bakış açısından, onu (bir fani olasılık olarak) terk etmekle, absürd mümkündü. Ancak bunu (olasılığı) kabul etmek aynı zamanda onu terk etmektir, zira ona sahip olmada hiçbir absürdlük yoktur. Çünkü yalnızca fani dünyada anlayış hükmeder, orada ise absürd bir imkansızlıktır ve öyle kalır. Bu iman şövalyesi için şurası açıktır: onu yalnızca absürd kurtarabilir ve o bunu imanla kavramaktadır. Buna göre imkansızlığı itiraf eder ve aynı zamanda absürde inanır. Zira eğer imkansızlığı tanımadan, ruhunun ve kalbinin bütün tutkularıyla imana sahip olduğunu sanırsa, kendisini aldatmış olur ve sonsuz teslimiyet noktasına bile gelemeyeceğinden, onun tanıklığının hiçbir yerde ağırlığı yoktur.
Bu nedenle iman bir estetik duygu değil, daha yüksek bir şeydir, çünkü iman teslimiyeti önceden varsayar. İman kalbin şimdiki eğilimi değil, varoluşun paradoksudur. Buna göre bir genç kızın bütün zorluklara karşın, kendi arzusunun mutlaka yerine getirileceğinden emin olması iman değildir; hatta o Hristiyan ana baba tarafından yetiştirilmiş ve bütün bir yıl boyunca rahibe gitmiş olsa bile. Bütün çocukça basitlik ve masumiyetiyle ikna olmuştur. Bu emin olması da onun doğasını soylulaştırır ve ona doğaüstü bir boyut verir ve böylece periler gibi var oluşun fani güçlerini cezbedebilir ve hatta taşları ağlatabilir. Öbür yandan bu eğlencesi içinde Herod’a da Pilate’e de rastlayabilir ve bütün dünyayı yalvarmalarıyla etkileyebilir. Onun inancı çok sevimli olabilir ve kişi ondan çok şey öğrenebilir. Ancak ondan öğrenilemeyecek tek şey hamlelerin nasıl yapılacağıdır. Onun kuşkusuzluğu, olanaksızlığa teslimiyet acısının gözüyle bakmaya cesaret edemez.
O zaman sonsuz teslimiyet hamlesi yapmanın ruh gücü, enerjisi ve özgürlüğü gerektirdiğini görebiliyorum, ayrıca bunun yapılabileceğini de görebiliyorum. Bir sonraki adım beni şaşkına çevirmekte, kafamı karıştırmaktadır: Teslimiyet hamlesini yaptıktan sonra, şimdi absürdün gücüyle her şeyi elde edebilmek, arzuyu bütün olarak, tamamen elde etmek, ki bu insan gücünden fazlasını gerektirir, bir mucizedir. Ancak en azından şunu görebiliyorum ki, bu genç kızın inancı, imkansızı gördüğü zaman bile sarsılmayan imanla karşılaştırıldığında, sadece bir havailiktir. Ne zaman bu hamleyi yapmak istesem başım dönüyor, aynı anda ona tamamen hayran oluyorum ve yine aynı anda uçsuz bucaksız bir kaygı ruhumu ele geçiriyor: nedir bu? Tanrı’yı sınamak mı? Yine de bu bir iman hamlesidir ve felsefe, kavramları karıştırmak için, bizim bunun iman olduğunu sanmamızı istese de, teoloji ne kadar onu ucuz bir fiyata satmak istese de, bu bir iman hamlesi olarak kalacaktır.
Teslimiyet iman gerektirmez, benim teslimiyetle kazandığım ebedî bilincimdir ve bu gerekli olduğunda göze aldığım ve yapabilmek için kendimi disipline edebileceğim, tamamen felsefî bir hamledir. Her defasında fani bir şey beni geçer ve hamleyi yapana kadar kendi kendime onun açlığını çekerim. Ebedî bilincim Tanrı’ya olan aşkımdır ve bu benim için her şeyden daha yücedir. Teslimiyet iman gerektirmez, ancak benim ebedî bilincimden biraz fazlasını elde etmek için iman gerekir. Bu (fazlası) paradokstur. Hamleler sıklıkla karıştırılır. İmanın her şeyi terk etmek için gerekli olduğu söylenir; evet, hatta daha tuhafı insanların imanlarını kaybetmekten şikayet ettikleri ve nerede olduğunu görmek için tartıya başvurdukları söyleniyor. Böyle söyleyenlerin aslında, sonsuz teslimiyet hamlesi yapmaları gereken noktadan daha ileri gidemediklerini görmek yeterince tuhaftır. Teslimiyet yoluyla her şeyi terk ederim, bu benim kendi kendime yaptığım bir hamledir ve ben bu hamleyi korkak, zayıf, hevesten yoksun ve her bir insan oğluna kendi öz sansürcüsü olması için verilen ve bütün Roma Cumhuriyeti’nin Censor General (Genel Gözetleyici)’i olmaktan çok daha yüce olan yüksek saygınlığın önemi hissinden yoksun olduğum için yapmam. Bu benim kendi kendime yaptığım bir hamledir, böylece kazandığım şey ebedî bilincim içindeki kendim, ebedî var oluşa duyduğum aşkıma kutsal bir itaattir. İman yoluyla hiçbir şeyi terk etmem, aksine, imanı hardal çekirdeği kadar olan kişinin dağları hareket ettirmesi gibi, imanda her şeyi bulurum.49 Ebedîliği kazanmak için bütün faniliği terk etmek tamamen İnsanî bir cesarettir, ancak ben onu gerçekten kazanırım ve yine de bütün sonsuzluk içinde faniliği terk edemem. Bu bir öz çelişki olur, ancak bütün faniliği absürdün gücüye kavramak paradoksal ve alçak gönüllü bir cesaret gerektirir ve bu cesaret iman cesaretidir. İman yoluyla İbrahim, İshak üzerindeki hakkından feragat etmedi, iman yoluyla İshak’ı aldı. O zengin genç adam, teslimiyetinin erdemiyle, her şeyi terk edebilirdi, ancak bir kez bunu yaptığında iman şövalyesi ona şöyle diyebilirdi: “Absürdün gücüyle her kuruşunu geri alacaksın, inan buna!” Ve bu sözler bir zamanların zengin genç adamının ilgisiz kalabileceği bir şey olmayacaktır. Çünkü eğer bütün mallarını eğer onlardan sıkıldığı için vermişse, o zaman onun teslimiyeti acınacak bir durumdur. Geçicilik, faniliğin dönüştüğü şeydir. Kendi gücümle her şeyi terk edebiliyorum ve o zaman acı içinde barış ve huzur buluyorum. Her şeye hatta, insanların kalbine kemikler ve iskeletten daha fazla korku koyan şeytana bile katlanabilirim -hatta eğer aptal giysisini karşımda tutan çılgınlığın kendisi bile olsa, görünüşünden onu giyecek olanın ben olduğumu söyleyebilirim; yine de ruhumu, benim için önemli olduğu sürece, içimdeki dünyasal mutluluk yerine, Tanrı’ya olan aşkım zafer kazanana kadar koruyabilirim. Bir adam, son anda, hâlâ bütün ruhunu bütün güzel armağanların geldiği gökyüzüne yöneltilmiş bir tek bakışa yoğunlaştırabilir ve bu bakış hem o, hem de onu anlamaya çalışan için

49 Matta 17.20. “…Eğer bir hardal tohumu kadar imanınız olsa, şu dağa, ‘Buradan şuraya göç’ derseniz, göçer. Sizin için imkansız bir şey kalmaz.”

bir anlam taşır; kişinin aşkına yine de sadık kaldığı anlamına gelir. Sonra sakin bir şekilde giysiyi giyecektir. Bu romantizmden yoksun olan kişi ruhunu satmış, ona karşılık ya bir krallık almıştır ya da değersiz bir gümüş parçası. Ancak ben kendi gücümle faniliğe ait olan en küçük şeyi bile elde edemem, zira enerjimi sürekli olarak her şeyi terk etmek için kullanıyorum. Ben kendi gücümleprensesi terk edebilirim ve surat asmam; aksine acımın içinde neşe, barış ve huzur bulurum. Ancak prensesi kendi gücümle geri getiremem, çünkü onu geri getirmem için gerekli güç onun üzerindeki talebimden vazgeçmek için kullandığım güç kadardır. Ancak müthiş şövalye der ki; imanla prensesi absürdün gücüyle geri alacaksın.50
Eyvah! Bu benim yapamayacağım bir hamle! Ben bu hamleye başlamak istediğimde her şey tersine döner ve ben teslimiyet acısına geri kaçarım. Yaşamın içinde yüzebilirim, ancak bu gizemli yüzüş için çok ağırım. Benim varoluşa zıt yanımın kendisini her an en güzel ve en güvenli uyum içinde ifade ettiği bir biçimde var olmayı, ben yapamam. Ve yine de prensesi elde etmek muhteşem olmalı, her an bunu söylüyorum. Bunun bir aldatma olduğunu söylemeyen teslimiyet şövalyesi, yalnızca bir tek arzuya sahip çıkıp, onu kendi acısı içinde taze tutmadı. Bazıları arzunun artık ölmüş olmasını, ıstırabın acısının dinmesini daha uygun bulabilirler. Ancak bu gibi insanlar şövalye olamazlar. Kendisini bu durumda bulan özgür doğmuş bir ruhun hemen kendisinden utanması ve yeni bir başlangıç yapması ve her şeyden önce kendisinin kendi ruhunda aldatılmasına izin vermemesi gerekir. Ve yine de prensesi almak muhteşem olmalı, ve yine de mutlu olan yalnızca, faniliğin tek görünür kalıtçısı olan iman şövalyesidir. Buna karşın teslimiyet şövalyesi bir yabancı, bir ecnebidir. Bu yolla prensesi geri almak, neşe ve mutluluk içinde yaşamak, günlerini onunla birlikte yaşamak –elbetteki

50 Kierkegaard günlüklerinde şunları yazmaktadır (Papirer IV, A 107): “Eğer imana sahip olsaydım, Regine ile kalırdım.” Bunun yazılış tarihi 17 Mayıs 1843’tür.

teslimiyet şövalyesinin de, gelecekteki mutluluklarının imkansızlığını açıkça kavramış olsa da, prensesi elde edebileceğini kabul etmeliyiz- böylece absürdün gücüyle her anı bu yolla neşe ve mutluluk içinde yaşamak, her an sevgilinin başının üstünde sallanan kılıcı görmek ve yine de, teslimiyet ıstırabında huzur değil, absürdün gücünde neşe bulmak. Bunu yapan kimse yücedir, yüceleşen tek kimsedir. Bunun düşüncesi bile, yüceliğe hayranlıktan asla kendisini kurtaramayan ruhumu heyecanlandırıyor.
Şimdi eğer benim kuşağımdaki imanda durmak istemeyen herkes, yaşamın korkunçluğunu gerçekten anlayan, Daub’un51 fırtınalı gecede barut dolu bir silahla yalnız başına nöbet bekleyen bir askerin tuhaf düşüncelere sahip olacağını söylemesindeki anlamı kavrar. Eğer o imanda durmak istemeyenler gerçekten de diledikleri şeyin imkansız olduğu düşüncesini kavrayacak ve bu düşünceyle yalnız kalmaya zaman verecek ruh gücüne sahipseler; eğer imanda durmaya isteksiz olanlar gerçekten de ıstırapla uzlaşmışsalar ve ıstırap tarafından razı edilmişlerse; eğer imanda durmak istemeyenler ilave olarak (ve bu diğerini iman meseleleriyle kendilerini uğraştırma gereksinimi duymadan yapmışlarsa) o mucizeyi gerçekleştirmişlerse, varoluşun bütününü absürdün gücünde kavramışlarsa, o zaman benim yazdıklarım benim neslimin, yalnızca teslimiyet hamlesi yapan birisi tarafından yapılmış en yüksek övgüsünü oluşturan bir konuşmadır. Ancak onlar neden imanda durmazlar? Neden bazen insanların imana sahip olduklarını itiraf ederken yüzleri kızardığını işitiriz? Bunu kavrayamıyorum. Eğer bir gün bu hamleyi yapmayı başarırsam, ondan sonra dört tekerlekli bir arabayla giderdim.
Yaşamda gördüğüm ve sözlerimle mahkum etmeyip yalnızca eylemlerimle kınadığım bütün burjuva philistinizmi*,

51 Kari Daub, eserleri hakkında Kierkegaard’ın günlüklerinde ve başka yerlerde yorumlarda bulunduğu kendi çağdaşı bir teolog yazardır. Bakınız, Papirer IV, A 92.
* Kültür ve sanat düşmanlığı, [ç.n.]

gerçekten de göründüğü gibi olamaz mı? Gerçekten de bu bir mucize midir? Bizim iman kahramanınızın gerçekten de buna şaşırtıcı derecede benzemesi, bizim iman kahramanımızın bir alaycı ve şakacı bile olmaması; ancak daha yüksek bir varlık olması nedeniyle, bu gerçekten de mümkün olabilir. Zamanımızda ironi ve mizah hakkında, bilhassa bunları uygulamada asla başarılı olamayan ancak yine de her şeyi nasıl açıklayacağını bilen kimseler tarafından, çok şey söyleniyor. Ben de bu iki tutkuya tamamen yabancı değilim, bunlar hakkında Alman ve Alman-Danimarkalı edebiyatında bulunanlardan biraz daha fazla şey biliyorum. Bu nedenle bu iki tutkunun iman tutkusundan temelde ayrıldığını biliyorum. İroni ve mizah ayrıca kendilerim yansıtırlar ve bu nedenle mutlak teslimiyet cephesine aittirler, esnekliklerini bireylerin realiteyle boy ölçüşememelerine borçludurlar.52
Son hamle, imanın benim gerçekleştiremediğim paradoksal hamlesi -aslında yapmayı en çok istediğim şey olmasına rağmen-, bir görev ya da başka bir şeydir. Bu herhangi bir kişinin imanın kendisine bağlı olduğunu, bunun onunla imanın nesnesi olan Sonsuz Varlık arasındaki bir konu olduğunu söyleme hakkı olup olmadığı, bu açıdan dostça bir anlaşmaya varıp varamayacağıdır. Öbür yandan herkesin yapabileceği şey, sonsuz teslimiyet hamlesini gerçekleştirmektir ve kendi adıma bunu yapamayacağını düşünen kişiyi korkak ilan etmek için ikinci kez düşünmezdim. İman bir başka konudur. Ancak kimsenin yapmaya hakkı olmayan şey, başkalarının, en yüce ve her şeyden daha zor olan imanın, önemsiz ya da kolay bir konu olduğunu sanmalarına izin vermektir.
Bazıları İbrahim’in öyküsünü farklı bir biçimde anlamaktadır. İshak’ı bir kez daha geri verdiği için Tanrı’nın merhametini överler, onlara göre bütün olay bir sınama idi. Bir sı

52 Kıyaslanamazlık, temekle iki varlığın birlikte aynı biçimde ölçülebileceği bir ölçü ünitesinin (örneğin uzunluk ölçüsü) bulunmamasıdır. Bu mutlak kıyaslanamazlığı gerektirmez. Ancak, Kierkegaard’ın da benimsediği anlaşılan daha güçlü bir anlamda, iki varlık kıyaslanamaz ise (yani örneğin birey realite ile), bunlar kesinlikle kıyaslanamaz demektir. Bazı bağlamlarda Kierkegaard ‘kıyaslanamazlığı’ ‘ölçülememe’ yerine de kullanmaktadır.

nama -çok şey de ifade edebilir, çok az şey de, yine de her şey söylendiği kadar çabuk olur. Birisi kanatlı bir ata biner ve bir anda Moriah dağına varır, aynı anda koçu görür. Bunu söyleyenler İbrahim’in bir eşek üzerinde seyahat ettiğini, ağır aksak adımlardan daha hızlı gidemediğini, üç günlük bir seyahat yaptığını, ateş yakmak amacıyla odun kesmek, İshak’ı bağlamak ve bıçağını bilemek için zamana gereksinimi olduğunu unutmaktadırlar.

Benzer İçerikler

Öğrenme Öğretme Teknikleri ve Materyal Geliştirme Yrd. Doç. Dr. Çetin BAYTEK

gul

YABANCI DİL NASIL ÖĞRENİLMEZ? NASIL ÖĞRENİLİR?     Yrd.Doç.Dr. Ali Işık

gul

DANIEL GOLEMAN DUYGUSAL ZEKÂ

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy