DUA DEFTERİM Senai Demirci

Dua: Duanın Duası
Dua ediyor olabilmek, O’na muhatap olmayı içerir. Duanın karşılığını umuyor olmak, O’nu muhatap olarak bulmuş olmayı gerektirir. Dua edenlerden olmasaydık, dua ediyor olmak için bile dua ediyor olamazdık. Karanlıkta kalıp da karanlıkta olduğunu fark etmeyen bir yitiklik olurdu böylesi. Dua ediyor olabilmek, duanın karşılığını umuyor olmak, çok önemli ve öncelikli bir duanın kabul edilmiş halidir. Dua edemeyen, dua edemediğinin farkında değildir; dua etmek için dua etmek gerektiğini bile bilemez. Dua edemeyen, dua edememekle neyi kaybettiğinin farkında değildir; bir şeyi kaybettiğini bilmeyen ise aramaz, aramadıkça bulamaz, bulsa bile eline almaz. Öyleyse, dua edebiliyor olmakla, nasıl derin bir kuyudan çıkarıldığımızı görelim. Dua eden bilmeli ki, dua ediyor olmakla, aramayı bile bilmediği bir kaybını bulmuştur, eksikliğini bile çekemeyecek kadar eksiği olan eksiğini tamamlamıştır. Birileri, hakkında dua etmiş olmalı ki, dua edebiliyor.
Dilim Dilim Tövbe
“Kim kötü bir iş işler, nefsine zulmeder de, sonra/gecikerek tövbe ederse Allah’ı Gafûr ve Rahîm olarak bulur.” (Nisa, 110)
Aziz Mahmud Hüdâyî, bu ayeti yorumlarken, tövbenin pek dikkat etmediğimiz bir inceliğine dikkat çekiyor. İnsan kötü işi bedeniyle yapar, eliyle gerçekleştirir, açık bir eylem koyar ortaya. Tövbe ise dille yapılır, hatta dile gelmeden, üstü kapalı yapıldığı çoktur. Hatta böylesi daha da makbûldur. Hüdâyî Hazretleri, işte bu farkı hatırlatıyor: Fiilen yapılan isyanın sözle yapılan itaatle affedilmesindeki lûtfu gözler önüne seriyor. Bedenimizle yaptığımız günah, dilimizle yaptığımız, hatta dilsiz de yaptığımız tövbe ile bağışlanıyor.
Secde: Rızkın En Yükseği
“İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım; beni doyursun diye değil…” (Zariyat, 56-57)
Kulluk, Rab tarafından rızıklandığını bilmekle başlar. İnsanın secdesi tevekkül seccadesinde gerçekleşir. Kul alnını yere değdirdiğinde, Rabbinden başka kimseye muhtaç olmadığını kabullenir. Secde ile sadece kafasını değil varlığını da toprağa indirir. Rabbinin kendisine verdiğinden şüphesi olanın secdesi tam değildir; alnı yerde olduğu halde aklı yukarıda kalmıştır. Hani “Burnu havada!” denir ya… “Yalnız Sana kulluk edelim [diye] yalnız Senden yardım dileriz!” dedirttiğine göre Rabbimiz, kulluğumuzu O’na lûtufmuş gibi görmek yerine, O’nun bize lûtfu olarak bilmeliyiz.
Yaşamak: “Bugün”ü Güzel Bir “Dün” Eyleme Duası
Bir “Âlî” söz: “Bugün amel var, hesap yok. Yarın hesap var, amel yok.”
Bu sözü, bir de “Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünyaya, yarın ölecekmişsin gibi ahirete çalış” sözüyle birlikte düşününce, tatlı bir espri çıkıyor. Bugün hiç ölmeyeceksin, yarın olduğunda ise “bugün” için ölmüş olacaksın; “dün”de sadece hatıran kalacak, bir ölü gibi. Yarın olduğunda, “bugün” de senin için ölmüş olacak. Ne bir şey ekleyebileceksin “dün”üne ne bir şey eksiltebileceksin “dün”ünden. “Dün” sana ne bir güneş getirecek ne de bir akşam sunabilecek. Oysa “bugün”ün hiç ölmeyenisin. “Bugün”ün içinde ayağa kalkmış, şevkle yürüyen, elinden geleni yapabilen bir “diri”sin. Bugün de canlı, sen de… “Bugün”ün içinde hiç ölmeyecek gibi ebedî meyveler devşirebilirsen, yarın geldiğinde “dün”ün huzurlu ölmüşü olabilirsin, “dün”ün ölümünü huzurla karşılayabilirsin.
“Allah’ım, bugünümü hiç ölmeyeceğim ebedî meyvelerle uzat ki, yarın ölecek dünüm sonsuzlaşsın, yarına erişemeyen ömrüm ebedîleşsin.”
Ah, Günah!
“Bağışlama, menekşenin kendini ezen topuğa anında bulaşan güzel kokusudur.”
Cüneyt kardeşim göndermiş… Rabbimizi “Ben günah işlerim, O utanır!” diye tarif eden Şirazlı Sadi’nin sözüyle yan yana yahut alt alta koy bakalım, neler düşüneceksin? Kendisi için değil kulunun iyiliği için istediği şeyleri, üstelik Kendi verdiği rızıkla, Kendi verdiği hayatla, Kendi verdiği zamanda ve mekânda ezip geçen kuluna mağfiret sözü veriyor Rabbimiz. İşlediği günahı itiraf eden, hatasını kabul eden, isyanları için özür dileyen kulunu bağışlamamaktan hayâ ettiğini belirten Rabbimiz O. Daha iyisi var mı?
Dua Çekimi
İlle de beddua etmek geliyorsa içinden şöylesi de var:
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin…
Öyle bol zikirler çektirsin ki elinde tesbihler eskisin.
Çektirsin Allah, çok çektirsin…
Öyle kimselere çektirsin ki huyunu; salihlere, velilere, şehitlere benzeyesin.
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin…
Öyle ulvi şeylere hasret çektirsin ki cümle hasretlerden vazgeçesin.
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin…
Öyle güzel fotoğraflar çektirsin ki, bakanlar varlığın keskin ucunun kalplerine tefekkürle battığını hissetsin.
Çektirsin Allah sana, çok çektirsin…
Öyle güzel filmler çektirsin ki, seyredenler kendi onurlarını kendi elleriyle kuyuya ittiklerini ve dünya bezirganlarınca ucuza satıldıklarını fark etsin.
Sen Gafil Olma; Senden Gafil Değil O!
Engin Ardıç’tan okudum: Batı toplumu “guilt-oriented”; yani “suçluluk-eksenli” yaşar. Doğu toplumları ise “shame-oriented”; yani “utanma-eksenli” yaşar. Daha açıkçası şöyle: Suçluluk eksenli yaşayanların, bir hata ettiklerinde, bu hatanın acısını vicdanlarında hissetmeleri pişmanlıkları için yeterlidir. Ancak utanma eksenli olanların pişmanlığı, başkalarının bu hatayı bilmesine bağlıdır. Bu ikinci gruptakiler vicdanlarıyla da temasa geçmedikleri için, bazen, belki çoğu zaman, başkalarının bilmesi de pişmanlık duymalarına yetmez! Hata üstüne hata edip de, tövbe edemeyenlerin, özür dileme ihtiyacı hissetmeyenlerin de, benzer bir sınıflandırmaya tâbi tutulması mümkün müdür acaba? Ayıplanma korkusunun günah korkusundan ağır bastığı bir toplumda yaşıyorsanız, töreleri terörize ederek dinîleştirmek, hatta dinin yerine koymak mümkündür.
Bir de, sırf ayıptır diye helâli haram edenlere, artık ayıplanmıyor diye haramı helâl edenlere ne demeli? Bizi yoktan var eden, hiç kimseler adımızı anmazken adımızı anıp insan eyleyen, herkes unuttuğunda da bizi unutmayacak olan kerem sahibi Rabbimize “ayıp” ediyor olmayalım?
Günahla Saklanmak mı, Günahtan Saklanmak mı?
“Kendi günahını halktan saklamak için dua ettiğin kadar, kendini günahtan saklamak için de dua etmelisin.”
Ataullah İskenderi’den yorumlu alıntımdır. Şöyle diyor Hikem’ül Atâiyye’sinde: “Setr iki kısımdır. Birisi ma’siyetten setr, diğeri ma’siyette setr. Avam ister Hudâ’dan tâ ola isyanları mestur/Ki nâsa karşı haysiyetlerinden olmasınlar dûr/İbâd-ı hâss ise setr-i maâsiden diler ancak/Tecellî-yi nazardan onları dûr etmesin kim Hak. (Kastamonulu Ballıklızade Ahmed Mahir merhumun manzum tercümesine şükran borçluyum. Fakirullah Eğitim ve Hizmet Vakfı’ndan dostların gayretiyle yayınlanmış Hikem’ül Atâiyye/El-Muhkem fî Şerhi’l Hikem kitabını derhal edinmeli.)
Şöyle ki:

“Halkın gözünden düşmeyeyim diye günahını halktan saklamak için dua ettiğin kadar, Hakkın gözünden düşmeyeyim diye de kendini günahtan saklamak için dua et.”
Yorulduğun ‘Kader’sin
“Allah seni hayra yorsun!”
Uzunca bir söyleşi ve imza meşguliyetinin ardından gelen, “Hocam sizi yorduk!” gibi nazik bir yoruma karşı, aniden böyle bir dua çıktı ağzımdan. Sonra da “yormak” fiilinin tevriyeli anlamı üzerinde düşünmeye başladım. Her defasında açıklamak zorunda kaldığım iki anlamı var duanın… Birincisi, nasılsa bu hayatta koşturuyorsun, yoruluyorsun. Öyleyse, Rabbin seni öyle işlerde istihdam etsin ki hayır için yorsun, hayır için yorulmayı sana lûtfetsin. Şer için yorulmaktan seni, beni muhafaza eylesin. İkinci anlamı ise, Yusuf (as) kıssasının sonundaki duada saklıdır. Ve “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” sözünce: (ki Hz. Ali [ra] efendimize de atfedilir, hadis diye de duyduğum olmuştur. Her iki halde de “sahih bir söz”dür elbet!) Yaşadığımız ömür tümüyle bir rüyadır, ölünce uyanacağımız bu ömrün hayra yorumlanması Rabbimizin affına, mağfiretine bağlıdır.
Dua Sarmalı
Cevşen-i Kebir’in 35. Hizbi’nde öyle bir güzellik saklı ki… “Sarmal dua” diyesim geliyor… Buradaki 10 cümlenin her biri bir önceki cümlenin içinden doğarak geliyor. Sanki her bir cümle birbirine çengelle geçmiş gibi. Ya da bir esmâyı bir başka esmânın burcunda güneş gibi doğarken görüyorsunuz. Allah Vâfî’dir ve vefasında pek kuvvetlidir; Allah Kavî’dir ve kuvvetinde de pek ulvîdir; ulvîyetinde de pek yakındır, yakınlığıyla pek lütufkârdır… Sanki esmanın tecellisi gül yaprakları gibi iç içe açılıyor, açıldıkça her kattaki tecelliden ayrı bir teselli kokusu alıyorsun. Şöyle ki:
Sen ahdine pek vefalısın ey Vâfî
Sen vefanda pek kuvvetlisin ey Kavî
Sen kuvvetinde pek ulvîsin ey Âlî
Sen ulvîyetinle birlikte pek yakınsın ey Karîb
Sen yakınlığınla pek lütufkârsın ey Latîf
Sen lütuflarınla pek şereflisin ey Şerîf
Sen şerefinle pek izzetlisin ey Aziz
Sen izzetinle pek mecîdsin ey Mecid
Sen mecdiyetinle pek hamdedilesin ey Hamîd
Gül’ün Adı
“Güle Güle!”
Pek duaya benzemiyor, değil mi? Bir de şöyle yazarsam: “Gül’e Gül’e [gidesin]”
Sevgili Hakan ve Serpil kardeşlerimin, bana kazandırdığı bu tatlı espri sayesinde, artık her “Güle Güle…” dediğime, “gülleri gül eyleyen, güllerin yüzünü güldüren En Sevgili’ye (asm) doğru gidesin, O’nun mübarek sünnetine doğru yürüyesin, O’nun şefaatli ve şefkatli iklimine yanaşasın” diye dua ediyorum.
“Peygamber’e Peygamber’e gidesin…”
Al Sana / l Dua!
Acaba şöylesi bir duaya ihtiyaç duyar mıyız?
Ey sanal âlemlerin de Rabbi olan Allah’ım,
Beni her daim güzele link eyle
Katından bana hayır download eyle
Hard-discimi bilinir bilinmez virüslerden muhafaza eyle
Tuşlarımı Senin rızan yolunda koşturan erler eyle
Ekranımı ak eyle
Boş söz ve yalan “spam”leri zihnimden ve e-mailimden uzak eyle!
“Ney’imiz Olur Dua?”
Dinle neyden ki hikâye etmede,Hep ayrılıktan şikâyet etmede.

Mevlânâ’nın mesel dünyasında, ney insanı temsil eder. İnsan da, tıpkı ney gibi, içinde nefes saklamaktadır. İnsanın her sözü, bir özleyişin ve bir ayrılığın ifadesidir. İnsanın iç çekişleri, aslından ayrı olmanın hüznünü, yuvadan uzak olmanın sancısını yansıtır. Dua, gurbette sıla sancısıdır.
Dua Mavisi
Sana ne desin deniz? Sen ki aşkın kıyılarında şarkılar söyledin. Heceleri tükendi denizin. Sen ki nice kumlar akıttın kalbinin odacıklarından. Sellerin hepsi boşa gitti. Sana ne versin deniz? Sen denizi al gözlerine. Avuçlarında topla köpükleri. Topla ki, dalga dalga göğe yükselsin dua denizi. Yükselsin ki, bin hediye düşsün kalbimize. Sen ellerinde büyüt denizleri. Sen gözlerinde ağırla suları. Bakışınla yıka gözlerimi. Dokunuşun bir Mesih gibi insin göğüme. Dua dua dökül avuçlarıma. Dökül ki, denizler yeniden söze gelsin… Söze gelsin dalgalar; göğe taşsın yağmur duası olasıya… Senin kıyılarına erişemez deniz ki, sana ne desin?
Yerden Göğe Yağmur
Diline değdiği anda göklere ağar söz… Dudağına değer değmez ötelerin muştusunu getirir söz. Nefesine karışır karışmaz kalbini sonsuza taşırır… Dua avucuna dokunur dokunmaz kelebek gibi bahara taşır tenini. Dua sözün sözden öte konuşmasıdır… Dua sözün kıblesi, kalbin haccıdır.
Dua, Asâ, Musa
Rabbimiz Musa Aleyhisselam’a sormuştu: “Elindeki nedir?” Musa Aleyhisselam ise, “Bu asâmdır” demişti, “Ona dayanırım, onunla hayvanlarıma yaprak silkelerim…” Ve sonra asâsı ile ilgili pek çok detay anlatmıştı. Pekâlâ, Musa Aleyhisselam da biliyordu ki, Rabbi elindekinin ne olduğunu bilir. Asânın dayanmaya yaradığını, hayvanlara yaprak silkmekte kullanıldığını, her şeyi bilen Rabbe ayrıca söylenmesi fazla gibi görünüyor… Sence de öyle değil mi? Sen sevdiğinin huzurunda olsan, lafı uzatmak istemez misin? Daha çok huzurda kalmak için yeni yeni konular bulmayı arzu etmez misin? Konuştuğunun ne olduğu önemli değildir ki. Önemli olan konuşmandır. Konuşmak seni huzurda tutacaktır…
Dua da böyledir işte. Kulun Rabbiyle söyleşmesidir. İster ayakkabımızın kaybolan bağcığı gibi sıradan bir şey için, ister ebedî hayat gibi en başta gelen hacetimiz için dua etmek, Rabbin huzurunda kalma vesilesidir. Mümin için duanın kabul olup olmasından önce, duada olmak gelmelidir… Çünkü dua, içeriği ne olursa olsun, sonucu nereye varırsa varsın, Sevgilinin huzurunda kalmaktır. O’na konuşmak, O’nunla birlikte olmak, O’nun sana istediğini vermesinden daha büyük bir kârdır.
Sıla Hatırı / na
“… Açılan ellerimde, çırpınan yüreğim var. Temkine gelmeyen, ten kafesinde çırpındıkça kendini daha çok yaralayan deli yüreğim. Bağışla onu.”
Muhterem Ahmet Selim’in duası… İlk okuduğum andan beri kalbimde kök saldı. Bana göre “Rabbim sadrımı şerh eyle, göğsümü genişlet” sırrının tercümanı. İnsanın duanın eşiğinde boyun bükmesi, avuçlarına yüreğinin çırpınışlarını dökmesi, şimdi olduğu yerin olması gerektiği yerden çok daha dar olduğunu fark etmesine bağlı. “Göğsümü genişlet” diye dua etmemizi öğreten Rabbimiz, elbette ki göğsümüzün genişleyemeyeceği, hayallerimizin kanatlarını alabildiğine açamayacağı, kalbimizin tam doymayacağı bir yerde, yani dünyada, yani “aşağı/yer”de olduğumuzu bildiriyor, bildiğini bilmemizi istiyor. Gurbeti gurbet bilmek sıla hatırınadır.
Şehr / ince
Yağmurunu çok sevdiğim, yağmuruyla daha da çok sevindiğim İstanbul’uma “Bugün hava berbat” diyerek hakaret edenleri de sevmeye çalıştığım yağmurlu bir İstanbul akşamında, aklıma düştü:
“Ey Rabbim, Senden kırmızıda duracak kadar haddini bilen, yeşilde bir kaç tonluk araçları bir parmak hareketiyle durdurabilecek kadar hakkını bilen bir şehir istiyorum.”
Not: “Kul hakkı” duyarlılığı en sahici, en kalıcı estetik kaynağıdır aslında. Kaliteli toplumun dokusu kırmızı ışık gibi sokak detaylarındaki kul hakkı nezaketiyle örülüyor olmalı. Nedense, diğerlerini kırmızı ışıkta geçerken seyredip kendine yeşil ışığı ayıran benim gibi yayaların az sonra yeşil ışıkta geçme haklarını da kaybedeceğini sanıyorum.

Bu, Gündür; Karartma!
Bir “Âlî” söz: “Ey benim gibi nefis taşıyan dostlarım! Dikkat edin! Dünya arkasını dönmüş gidiyor, ahiret yüzünü çevirmiş bize doğru geliyor. İkisinin de taliplileri var. Siz ahirete talip olun. Bir çocuk gibi dünyanın kucağına oturmayın. Unutmayın, bugün amel var, hesap yok. Yarın da hesap var, amel yok.”
Düşündüm ki, yarın geldiğinde “dün” eylediğim her “bugün”üm artık ahirete aittir, hatta “ahiret”tir. Çünkü ömrüm tüm “bugün”lerimi “dün” ettiğimde biter. Rabbim mağfiret etmezse, “dün”e ekleyeceğim bir şey yok, “dün”den bir şey eksiltemem de. “Dün” için hesap vereceğim ama ona “bugün”den kıl kadar bile bir amel katamam. Henüz “bugün” olan “bugün” ise amel katabileceğim tek günüm; onu da “dün” edinceye kadar hesap yok bana. Öyleyse:
“Ey Rabbim, bana “bugün”ümü “dün” olduğunda amel ekleme ihtiyacı duymayacak kadar verimli yaşat ki, “dün” eylediğim “bugün”lerin hesabını kolay vereyim. Ameli olan-hesabı olmayan “bugün”lerimi, ameli olmayan-hesabı olan “dün”leri tamam eylemek üzere yaşat beni.”
Terk Ettiğince Sevince…
“Terk ettiklerini terk ettiğine Allah seni sevindirsin.”
Hayatın özünü yakalayan bir yakarış bu. Çünkü her an bir tercihte bulunuyoruz. Ya sağa ya sola dönüyoruz. Alışverişteyiz; bir şeyi tercih ediyor, uğruna paramızı, emeğimizi terk ediyoruz. Bir tercih bize bin terk edişi yaşatıyor. Rabbimizin rızası için tercih ettiklerimiz ne çok terki gerektiriyor. Bir helâl için bin haramdan yüz çeviriyoruz. Söz gelimi, bir kadını kendimize helâl ederken, diğerlerini terk ediyoruz. Bir erkeği kendimize eş seçerken, başka bütün erkeklerden yüz çeviriyoruz. Eşlerin birbirleri için böylesi sözel ve fiilî dualarda bulunması gerekir. Yani, kendimizi, uğrunda terk edilenleri terk etmeye değer bir tercih haline getirmeliyiz. Eşine, seni tercih ederken terk ettiklerini terk ettiğine sevindirme borçlusun. Bir ömür boyu…
Ateşli Dua
İçine şefkat ateşi düşsün.
Yaksın, yaksın, yaksın kalbini.
Kor düşsün odacıklarına.
Unutup küllendirdiğin acılarının hepsi alev alsın.
Göğsünün yangınından bin yetimin yüzüne sıcaklık yayılsın.
Ateşinin yalımından kimsesizlerin üşümüş gönlüne kıvılcımlar sıçrasın.
Gözlerinin sımsıcak bakışıyla ayrılık duvarları yıkılsın, ayrıcalık katları çöksün.
İçinin şefkati zalimlerin kara yüreğine ak korlar düşürsün.
İtfaiye yetişemesin, yolda kalsın, Roma’yı yakanlar da yansın.
Unutkan şehirler, umarsız ülkeler, bencil kasabalar, mağrur başkentler haritadan silinsin.
:Var, öyle şehirler var. Unutmuş toprakla bağını. Kızgın asfaltın, beton yığınlarının tanıdığı isen, unutmuşsan yağmur sonrası toprak kokusunu… Fırsatın olursa, toprakla yeniden tanış… Toprağa yeni baştan alış… Yakında yabancılık çekmemek için.
Dile “Değer” Fatiha
Bismillahirrahmânirrahîm
Hamd O Allah’ın
[ki O] Rabbi[dir] âlemlerin.
[ki O] Rahman ve Rahim
[ki O] Maliki[dir] Din Gününün.
Sana ibadet ederiz yalnız.
Senden inayet dileriz yalnız.
Hidayet eyle bizi ‘müstakîm yol’a.
Üzerlerine nimet indirdiklerinin yoluna.
Gazaba uğramışların [yoluna] değil, dalâlete sapanların [yoluna da] değil.
– Âmîn
Ömrümü sadece Fâtiha’nın sırlarını açmaya, herkese her dilden Fâtiha anlatmaya ayırmak için duacıyım. Fâtiha, dilimize değen en güzel duadır. Duayı kabul edecek olan Zât’ın dilimize dua vermesi, bize yakarış temrinleri yaptırması, O’nun o duaları çoktan kabul etmeye hazır olduğunu gösteriyor, değil mi? Dua ile duanın kabulü arasında sadece o duanın dilimize değmesi bahanesi var. Adı üzerinde “açılış”tır Fatiha; varlığın yüzünü Var eden’e açar, bize ötelerle “ağız birliği” ettirir. Bize verileceklerin hepsi Fâtiha’da saklıdır. Tek Fâtiha ile istediklerimiz bize verilse yeter aslında. Yokluğun dehşetinden, unutulmuşluğun dipsiz kuyusundan alıp bize kimsenin yapamayacağı iyiliği yapan Rabbimiz, Fatiha ile kendimiz için neyi istemenin hayırlı olduğunu öğretir bize ve onları kendisinden istetir. Vermek istemeseydi, ısrarla istememizi ister miydi?
:Düşmemek için… İstemek düşer bize.
Varsın (ya) Yeter
Varlığa ben seninle agâhımVar olan sensin ancak Allah’ım

Midhat Baharî’ye aittir diye kaydettiğim bu dizeler, “emr-i kün feyekûn”e malik olan Hakk’ın “Ol!” sözünün hatırına var olan emanet varlığımızın O’nun sadece varlığını ol/umlamakta bile ne kadar yoktan yana durduğunu özetliyor.
“Var” demekten utandığımız O. Niye ki? “Var!” diyebilen dudakları var eden O.
“Var” demekte geç kaldığımız O. Neden ki? “Var!” diyen varları yoktan var eden O.
“Var” demekle varlığına bir şey katamadığımız O. Nasıl ki? “Var!” sözünü de var eden O.
Bir’dir Bir
Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.
Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
Biri talep et; başkaları lâyık değiller.
Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.
Biri söyle; O’na ait olmayan sözler malâyani sayılabilir.
Mevlânâ Camî’nin bu sözleri öylesine “bir”icik ki, insanın dilini, damağını, sözünü, nefesini bir bir Bir’e yapıştırıyor; gözünü, yüzünü bir/den Bir’e çeviriyor; ruhunu, kalbini, hasretlerini, emellerini hep birlikte Bir’le kucaklaştırıyor.
Bir’den Bir’e oluyor her iş. Öbürü için değil, O biri için. Bir için bir şeyler yap. Seni birden bire, göz açıp kapayıncaya kadar bile Bir’den ayırmak isteyene karşı uyanık ol.
Acz
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim.
Ahmet Cahit Zarifoğlu
Zarif’çe bir hayattan ince ince süzülen, ebediyen gök kubbede çınlamayı hak eden, yazanının sırf bu zarif inceliği yazmak için bu dünyaya gelmiş olmasına değen, insana “Niye benim adım Ahmet Cahit Zarifoğlu değil ki?” dedirten bir dua… İsminin ve soy isminin ACZ diye kısaltılabilmesi şüphesiz ki bir tevafuk. Ama bu tevafuka muvafık yaşamak da ayrı bir incelik. Bir dikkatçik hediyemiz olsun dedik!
:Hayat zaten bir rüya. Bir de eğer, şayet, hani, ne bileyim, “yaşadım rüya!” diyeceksek… Diyecek ne kalır o zaman? Bir daha uyanmak adına!
Korkuyorum; Kırılırsın Diye
“Allah’ım; bize korkundan öyle bir pay ayır ki, bu, Sana karşı işlenecek günahlarla bizim aramızda bir engel olsun. Allah’ım; bize itaatinden öyle bir nasib ver ki, o bizi cennete ulaştırsın. Allah’ım; bize yakîninden öyle bir hisse lûtfet ki dünyevî musibetlere

tahammülümüz kolaylaşsın.”
Efendimizin (asm) bir topluluğa veda ederken böyle dua etmesi ne kadar anlamlı! Rabbimizden “korku” istiyoruz ki, o korku O’na karşı günah işlemekten çekindirsin bizi. O korku bir muhabbet korkusudur aslında; sevdiğini üzmeme, sevenini kırmama korkusu. Böylesine bir korku payı günahtan ve isyandan (ite kaka değil, seve seve) uzak kalmaya razı eder bizi. Rabbimize itaatten pay istiyoruz ki, O’na itaatimiz cennete ulaşma aracımız değildir sadece; cennetin tâ kendisidir. O’nun sevmesinden kaynaklanan bir korku nasibi, O’na severek itaati gerektirir ki, sevindiğimiz yer, sevildiğimizi bildiğimiz yer cennetimizdir. Yakîn de istiyoruz O’ndan… O’na öylesine yakın olmalıyız ki, başımıza ne gelirse O’nun hikmetiyle ve rahmetiyle geldiğini, bize isabet eden musibetlerin O’nun bize uyarısı olduğunu, eşya ile boğuşmak yerine her şeyin O’nun emrinde olduğunu bilme rahatlığı ile sabredelim. Her işinde O’nunla olan cennette yaşıyordur zaten.
:Zaten kırık her yanım; kavga benim neyime…
Dua Düş / ünce
yağmura, nisana ve yaşıma aldanıp/uçurumları kıyı sanarak/ve dağlar erişilmeyince acı verir/sözünü unutarak/kaf dağına gitmek istedim / ırmak inadıyla yürüdüm uzaklara/bir derviş olup yürüdüm uzaklara / yanıldı denektaşım geriye döndüm/Kutsal Sözler Panayırı’na sığınıp/ipeksi bir sessizliğe büründüm: / bir hayat, mahcup ve duru/Tanrım, gülleri/ve sessiz harfleri koru.
İbrahim Tenekeci’nin “Düş ve Dua” adlı şiiri, kalbimizin kuytularında sessiz harflerin bile korunması için seslendirilmeyi bekleyen ne çok sessizlik barındırdığımızı haber veriyor. Her şair unuttuğumuz yanlarımızın hatırlatıcısı, susturduğumuz çığlıklarımızın sözcüsüdür. Sessiz harflerin korunmasını Rabbimize muhatap olma vesilesi bilmek ne çok sestir; O’nu sessiz harflerin de koruyucusu olarak tanımak ne büyük zenginliktir!
Hakkın Hakkı
Allah’ım; bize hakkı hak olarak göster ve bizi ona uymakla rızıklandır.Allah’ım; bize batılı batıl olarak göster ve bizi ondan kaçınmakla rızıklandır.

Said Nursî’nin İşarâtü’l İ’câz’ından… “Rızık” deyince sadece “yenilecek içilecek” şeyleri anlamaya şartlanmışız ya… Ezberimizi bozuyor. Eğer bu duanın ucunda saklı rızıklardan yoksun kalırsak, yediklerimizin tadı kaçar, içtiklerimizin lezzeti bozulur…
İm(k)ansızlık Sızısı
Ya olmasaydın, Tanrım, / Ya olmasaydın! / Yürüdüğüm yollar tükendiğinde / Dostlar yabancıya, / Sıla gurbete benzediğinde… / Kırbamda su, heybemde azık / Ve türkülerimde… / Türkülerimde söz bittiğinde; insanın kıt / Gecenin yıldızsız / İfritlerinse, daim peşimde / (Hem uyanıkken hem de düşümde) / Olduğu zaman, / Kimin kapısını omuzlayarak / Hoyratça açar da, kimin / Aynalarını parçalayarak / Canımı içeri atardım, Tanrım, / Sen olmasaydın?
Cahit KOYTAK, “münzevinin aynaları”na yüzümüzü tutarak, zifiri karanlığını, korkunç azabını hissetmekten uzak düştüğümüz, uzak düştüğümüz için de iman sahibi kılınarak nereden nereye getirildiğimizi fark edemediğimiz “im(k)ansızlık karanlığı”yla göz göze getiriyor bizleri.
Dua İçin / de Dua
Duanın en güzel ve en latif meyvesi, en leziz ve en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki; birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli her şeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerim zât var; ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını defedebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, “Elhamdülillahi Rabb-il âlemîn” der.
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, duayı Allah’la bir pazarlıkmış gibi sunan, “şu duayı şu kadar okursan, şunun olur!” diyerek insanları duanın inceliğinden uzaklaştıran, duanın sonunda istediği şey -hemen- gelmediğinde ümitsizliğe düşüren derme çatma dua kitaplarının ıskaladığı kutsî lezzeti ne kadar nezaketle tarif ediyor. Duada istediğimiz şeyden çok, isteyişimize, isteyebilir oluşumuza, istememizi isteyen Rabbimizin “kimimiz” olduğuna odaklanmalıyız. İşte o zaman istediğimiz, hemen ve istediğimiz şekilde verilmezse de, isteyişimiz “makbul” olur; dua ediyor olmakla “ebedî yakınlık” meyveleri tadarız.
Acil “Âmin!”
Rabbimiz, bize bu dünyada öyle güzellikler göster ki, ahirete bir şey kalmadı sanalım. Ama ahirette göstereceğin güzellikler dünyada gösterdiklerinin zerresi bile olmasın.
İnsanın hemen “amin!” diyesi geliyor değil mi?
:Diyesi geliyor derken yani hemen insan oraları görmek istiyor diye anladım. Bir arkadaşım vardı; öldü. Ama hâlâ var. Var çünkü ölüm ayırıcı değil. Derdi ki, öbür tarafı merak ediyorum; yani burada kalmak da pek istemiyorum gibi. Gitti. Bu güzellikler bir yerden yansıyor elbet. Çığlık çığlığa bir davet aslında meselâ bahar çiçekdanlığı cennete. Burada solan çiçekler var; orada her an olan. Deminki duaya sonsuz âmin…
Daha Yok mu?
“Allah’ım ilmimizi, imanımızı, yakînimizi, tevekkülümüzü, teslimiyetimizi, tefvizimizi, marifetimizi, muhabbetimizi, şevkimizi ve Sana iştiyakımızı artır; bizi iffet, ismet, fetânet, hikmet, sadâkat, ihlâs ve vefâ burçlarına ulaştır; öğrenme, akılda tutma ve hatırlama kuvvelerimizi takviye buyur.”
Her gün ihtiyaç duyduğumuz, bir sonraki gün daha çok ihtiyaç duyduğumuzu daha da hissedeceğimiz, okudukça okuyasımız gelecek, hakkımızda kabulü için içtikçe susayanlar gibi susayacağımız bu zarif dua ile ilgili yorumunda M. Fethullah Gülen öylesine şevk verici sözler söylüyor ki:
“…asla kendinize, durduğunuz yere ve ortaya koyduğunuz amellerinize güvenmemelisiniz, akıbetinizden asla emin olmamalısınız. İşte bu sebepledir ki, günde yüz defa “Allah’ım ilmimizi, imanımızı, yakînimizi, tevekkülümüzü, teslimiyetimizi, tefvizimizi, marifetimizi, muhabbetimizi, şevkimizi ve Sana iştiyakımızı artır; bizi iffet, ismet, fetânet, hikmet, sadâkat, ihlâs ve vefâ burçlarına ulaştır; öğrenme, akılda tutma ve hatırlama kuvvelerimizi takviye buyur” diye dua etseniz, ben size “Keşke bunu ikiye katlasanız!” derim. Ertesi gün bu yakarışınızı ikiye katlamış olarak yanıma gelseniz ve arz-ı halde bulunsanız, yine hiç tereddüt etmeden “Keşke, bir kat daha artırsanız!” tavsiyesinde bulunurum. Çünkü Cenâb-ı Allah’a bu istirhamlarla teveccüh etmenin çok önemli olduğuna inanıyorum; dahası bu mevzuda O’na dayanmayanlara hiç kimsenin teminat verebileceğini sanmıyorum. Bu talebi ne kadar çok tekrar ederseniz edin, yine de yakarışınızı az bulmalı ve bu mevzuda ‘Hel min mezid? – Daha yok mu?’ ufkunda dolaşmalısınız…”
Ağır Yük
Eli boş varılmaz varılan yereBoş gelmedim ya Râb, ben suç getirdimDağlar çekemezken o ağır yüküİki kat sırtımda pek güç getirdim

Mesnevî şârihi, şair Tahir-ül Mevlevî’nin mezar taşına yazılmasını vasiyet ettiği sözler… Ömrümü böyle bir mezar taşının altında yatmaya razı olacak mahcubiyetle geçirmeye razı mıyım?
“İğne Duası”
Genç bir dostum (Furkan) takvimden benim doğum günüme denk gelen yaprağı koparıp saklamış. Kâğıtta tam bana göre olabileceğini ima ettiği bir söz yazılıydı. İlmiyle amel etmeyenleri iğneye benzetiyordu sözün sahibi İmam Gazalî: “Herkesi giydirir ama kendisi hep çıplak kalır.” Bundan böyle iğne gibi olmamak için de dua etmeliyim ve dahi pek iğne’li bu ince uyarıyı kendime batırmalıyım…
Dondurma Duayı!
“Turfanda meyve yerken edilecek dua…” “Kapıdan çıkarken okunacak dua..” “Yeni bir elbise giyerken okunacak dua…”

Özellikle, Efendimizin (asm) dilinden öğrendiğimiz duaları böylesi ifadelerle takdim etmenin dua hakkında ve duayı dillendiren Efendimizin (asm) yaşayışı hakkında bir anlam kaymasına neden olabileceğini yeni fark ettim. Niye mi? Efendimiz (asm) sabah evinden çıkarken şöyle bir dua etmiştir meselâ: “Allah’ım, beni bugün zulmetmekten ve zulmedilmekten, cahillik etmekten ve cahillik edilmekten, saptırmaktan ve saptırılmaktan koru!” Bu metni alıp deep-freeze’e koyarcasına dondurduktan sonra, “evden çıkarken edilecek dua” diye adeta reçetelendirdiğimizde, mümin olarak yaşamayı “nerede ne yapılacağını, hangi durumda ne söylenileceğini” ezberlediğimiz kuru bir “know-how”lar yönergesine indirgiyoruz. Sanıyor muyuz ki, Efendimiz (asm) böyle bir liste yaptı da; sırası ve yeri geldiğinde şöyle dua etmeliyim diye listeye baktı ya da ezberinden söyleyiverdi? Her an Rabbine muhatap olan, O’nun huzurunda olmanın heyecanını kıpır kıpır yaşayan Efendimiz (asm) o anda, o mekanda yaşadığı akışkan tefekkürüyle diline değdirdi o duaları.
Bizim sonradan kategorize ederek, ezbere döktüğümüz, yönergeler gibi okuduğumuz ama muhtemelen hissetmeden ve yaşamadan, yerine getirilmesi gereken bir formalite kuruluğunda okuduğumuz o dualar o andaki, o mekandaki yaşama heyecanının, kulluk aşkının ateşli kıvılcımları oldu. Eğer bir kardeşimiz elimize yukarıdaki gibi “sabah evden çıkarken okunacak dua” diye bir metin tutuşturmuşsa, o yaşanmışlık an’ına gidelim, o metnin içinde saklı tefekkürü yeniden yaşamaya çalışalım ve diyelim ki: “Demek ki, Efendimiz (asm) her sabah evden çıkarken, o günün içinde yaşanabilecek altı temel sorun görmüş ve bizim de görmemizi istemiş: Zulmedebilirim, zulme uğrayabilirim

Benzer İçerikler

Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı – İsmail Mutlu

yakutlu

Dinler Tarihi – Prof. Dr. Günay Tümer, Prof. Dr. Abdurrahman Küçük

yakutlu

Kader Nedir? – Mehmet Kırkıncı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy