Reşat Nuri Güntekin-Dudaktan Kalbe

BİRİNCİ KISIM
Ev sahibi, yemek odasının terasa açılan kapısından misafirine seslendi:
— Paşa, sen- bu güzel mehtaba karşı bir hâb-ı nâza dalacak gibi görünüyorsun… Hele bir dakika buraya zahmet et…
Yayvan bir koltuğun içinde yemek ağırlığı ve yol yorgunluğu ile uyuşup kalan Vefik Paşa, üşene üşene gözlerini açtı, yorgun bir rica ile :

— Artık merhamet et, dedi, zannederim, bana bir 3’emek daha yedirecek değilsin…
Münir Bey, yavaş yavaş ona doğru yürüyerek cevap verdi:
— Bu seferki başka cinsten bir ziyafet… Yani gençlerin tâbiri üzere «gözler için bediî ziyafet…»
— Ona bile tahammülüm kalmadı…Fehametlû misafirlerim için bağımdaki muhtelif üzüm çeşitlerinden ve bilhassa eserlerimden bir sergi kurdum.
— Bir tek üzüm daha yersem çatlarım…
— Arzettik ya paşam… Benim sergim mideden, damaktan ziyade gözlerin zevki için…
Münir Bey, eski arkadaşını rahat bırakmıyor, onu kalkmağa mecbur etmek için koltuğu hafif hafif sarsıyordu.
fit HALK K<“h-.” ¦¦;.-,.  – .-
DUDAKTAN KALBE
Vefik Paşa, halsiz halsiz yerinden kalktı.
Kulenin etrafını dört yandan saran sundurma teras, baştan başa çardaklarla kaplıydı. Ay ışığı, asma dallarını tarıyor; yaprakların, üzüm salkımlarının büyümüş gölgeleriyle döşeme taşlarına bir masal sarayı nakışları çiziyordu.
Vefik Paşa, yemek odasına girdiği vakit birdenbire canlandı. (Bir heyecan hissettiği vakit Fransızca, iş
ve politikadan bahsederken ingilizce söylerdi!) Hayretle kollarını kaldırdı; küçük, kısa vücudunu yükseltmek ister gibi ayaklarının ucunda kalkınarak Fransızca :
— Azizim, burası bir peri âlemi, bir bin bir gece sarayı hazinesi, dedi.
Yemek masasının üstü baştan başa kristal üzüm tabaklarıyle donanmıştı. Allı, morlu, sarılı, yeşilli salkımlar asma lambanın donuk ışığı içinde renkli mücevherler gibi parlıyordu.
Vefik Paşa, Türkçe olarak devam etti.
— Her halde «Cem»in meşhur sofrası da buna benzer bir şey olacak… Sana hak verdim Münir…
Yenilip içilmeğe mahsus hasis şeylerle hemen hemen sanayi-i nefise yaptın…
Münir Bey, eserinden memnun bir sanatkârın mağrur tevazuuyle ellerini ovuşturdu : «Zannederim»
dedi, sonra söyledikçe hararetle devam etti:
— Her sene bu mevsimde böyle canlı bir müze kuruyorum… Bunu sana da gösterebildiğime memnunum… Müzemin asıl kıymeti neresindedir, biliyor musun? Bu gördüğün üzümlerden birçoğu kendi icadımdır… Dünyadan alâkamı kesip bağlanma çekildikten sonra üzümcülüğe sevdayı
sardırdım… Bağları iyi işletsem bana İzmir’in en büyük servetini getirebilir… Fakat, bilirsin ya, ben hayatta daima menfaatten ziyade keyfimi düşündüm. Bağlarımla bir tüccardan ziyade bir sanatkâr
DUDAKTAN KALBE 7
gibi meşgul oluyorum… Çoluksuz çocuksuz hayatımın bütün merakını yeni üzüm cinsleri yetiştirmeğe verdim… Aşıcılık fennini bir sanat haline getirdim… Yeni renkte, yeni lezzette bir üzüm cinsi bulduğum vakit yeni bir hayat icadetmiş gibi gururlanıyorum…
Vefik Paşa, arkadaşının yüksek omuzunu okşaya-bilmek için kolunu olanca genişliğiyle açıp kaldırdı:
— Bu, âdeta bir hastalık ki, ismine… meselâ «Sta-filomani» demek lâzım… Tabir güzel değil mi?
Maama-fih üzümle sanayi-i nefise arasındaki münasebet inkâr edilmez… Tasavvur et ki şarkta şiir şaraptan, yani üzümden, Yunan’da tiyatro «Baküs» âyinlerinden, La-tinlerde…
Vefik Paşa, öteden beri kendini bir güzel sanatlar münekkidi sanır, fırsat’ düştükçe etrafındakilere zorla manasız ve karışık nazariyeler dinletirdi. Arkadaşının eski za’fmdan hâlâ kurtulamadığını
hisseden Münir Bey, tehlikenin önünü almak için Vefik Paşa’nm dudaklarına bir salkım uzattı: «Leb-i Nigârım»’dan mutlaka birkaç tane yemelisiniz!… Onda bir kiraz lezzeti bulacaksınız… Bunları
yemekte o kadar beğendiğiniz «Nur-i Nigâr»’lar ile şu karşıki tabakta yaldızlanmış gibi görünen
«Tâcızer»’lerin evlenmesinden aldım… Şekil ve renk itibariyle analarına, babalarına hiç bir benzer cihetleri yok, değil mi? Tabiatın anlaşılmaz kanunları var azizim… insanlarda olsa fenaya çekeriz…
«Mutlaka işe şeytan parmağı karışmış, kadın tarafından hiyanet var!» deriz… Fakat izdivaç, yani aşı
elimle olduğu için bu şüphe vâridolmaz. işte bir yeni cins daha… «Çardak Hurması…» Yalnız şekli, parlak tuzlu beyaz rengi değil, lezzeti de biraz hurmaya benzer… Küçük bir istırtat… Gizli bir ümidim, büyük bir hırsım var ki, sana tevdi edebilirim… Ben ,üzümlerle çiçekler arasında bir sıhriyet vücuda getirmek tabiata yeni bir izdivaç kanunu he-8
DUDAKTAN KALBE
diye etmek ümidindeyim… Bu izdivacın mahsullerini hele bir tasavvur et… Meselâ şu alacalı necef taşlarına benzeyen «Mah-ı Seher»’le bir menekşe, yahut gülden alınmış bir çocuk… Menekşe, yahut gülün kokusunu bir lezzet halinde veren bir üzüm… Görüyorsun ki ben de şair, heykeltraş filân gibi hayat yaratan bir sanatkârım… Vefik Paşa, kahkahalarla gülüyor, biraz evvel bir tek üzüm yemeğe mecali olmadığını söylediği halde her tabağın önünde ayrı ayrı duruyor, her birisini eline alarak lambaya tutuyor, hepsinden birkaç tane tadıyordu. Prens Vefik Paşa ile Münir Bey pek eskiden beri birbirlerini tanıyorlardı. Kırk sene evvel aileleri, birini İzmir’den, ötekini Mısır’dan, Paris’te tahsile göndermişti. Bu iki genç, orada hemen hemen beraber yaşamışlar, az çalışıp, çok eğlenmişlefdi. O
zamana ait öyle-hâtıraları vardı ki, yıllar geçtikçe aralarındaki bağları bir kat daha kuvvetlendirmişti.
Daha sonra tesadüf, onları İstanbul’da birleştirmişti. İkisi de beş sene kadar Şű-ra-yı Devlet âzalığmda arkadaşlık etmişlerdi. Nihayet Münir Bey, sefaret kâtipliğiyle birçok seneler Londra’da bulunmuştu. Her sene birkaç ay İngiltere’de yaşamağa giden Vefik Paşa, eski arkadaşıyle sık sık buluşurdu. Prens Vefik; kibar, centilmen, biraz sefahate meyilli bir adamdı. Büyük emellere, büyük fikirlere bağlanmağa ruhu müsait değildi. Kendisini bir vazife esiri olamayacak kadar geniş fikirli, bir hayat intizamı kabul edemeyecek kadar sanatkâr ruhlu zannederdi.
Karısının ölümünden sonra hiç bir cicdi işle meşgul olmamış, küçük bir kızıyle beraber memleket memleket gezmeğe başlamıştı. Kibar su şehirlerinin, meşhur at koşularının ve hele sergi ve tiyatroların mevsimini kaçırmamağa gayret ederdi. Gittiği yerlerde daima sanatkârlarla düşer kalkar, onlarla temasta bulunmayı bir nevi fazilet bilirdi. Ciddî akrabaları bu hallerini hoş
DUDAKTAN KALBE 9
görmezler, onun bir hafif ahlâklı sanat serserisi olduğunu söylerlerdi. Bu dedikodular kulağına geldikçe istihfafla güler, muhteşem bir edâ ile : «Sanat asaleti hiç bir asaletle kabil-i mukayese değildir… Bu sanat serserisi unvanı bana bütün unvanlarımdan ziyade gurur veriyor.» Hasep ve nesebinden bahsedildikçe, kendisine «Prens» denildikçe sıkılmış gibi görünür; yorgun, istih-fafkâr vaziyetler alırdı. Fakat «kim olduğunun» uzun müddet bilinmemesine de tahammül edemezdi. Bir mecliste yabancılara tesadüf ederse «kim olduğunu» öğre-tinceye kadar uğraşır, üzülürdü. Hâlis kan bir prens olduğunu öğrettikten sonradır ki, öteki arkadaşlarının derecesine iner, kim olduğunu unutmamalarını rica ederdi. Lokanta ve meyhane duvarları için karpuz, üzüm, balık, İstakoz levhası
yapan züğürt «ölü tabiat» ressamları, sarhoşluk yüzünden orkestralardan kovulmuş serseri çalgıcılar ondan «fikir» almağa gelirdi. Vefik Paşa, sanata ait birçok fikirler ve mütalealarla beraber, onlara bir miktar da para verirdi.
Kızı Cavidan’ı portatif eczanesi ve kıymetli teşbih koleksiyonuyle beraber her gittiği yere götürmüştü.
Mütemadiyen istim üstünde geçen bu «yüksek serseri» hayatı sebebiyle Prenses Cavidan, esaslı bir tahsil görmemişti. O da babası gibi mütasallifti; o da sanatı kıymetli bir süs gibi kullanıyordu. Fakat çehresi gibi zengin, renkli, göz aldatıcı bir zekâsı vardı. Mec -nualardan, edebiyat kitaplarından, sanat mahfilleri dedikodularından toplanmış köksüz, fakat süslü, renkli fikirlerini oldukça iyi idare ediyor, babası gibi, nutka başlar başlamaz foyasını meydana vermiyordu.
Münir Bey, biraz rintmeşrep, sade, mâkul bir adamdı. Bu baba – kızdaki alâyiş merakı ve sanat amatörlü-ğüyle belli etmeden hafif tertip alay ederdi. Böyle olduğu halde ikisini de severdi. Gerçi tasallüf düşmanıydı.
10
DUDAKTAN KALBE
DUDAKTAN KALBE
11
Fakat onların başkalarından ziyade kendilerini aldatıp mesut olduklarını görür, bu tesallüfte bön, sâf bir samimiyet bulurdu.
On sene evvel İzmir’deki bağlarına çekilen Münir Bey, eski arkadaşını epeyce zamandan beri görmemişti. Vefik Paşa, arasıra ona mektuplar yazıyor: «Hem yâr-ı kadîm nezdinde birkaç gün ihya-yı hâtırat-ı sebap etmek, hem Ayasuluğ harabeleri bakaya-yı bediîyesini intak ile huzur-i tarihte birkaç saat-i istiğrak geçirmek istiyorum.» diyordu.
Nihayet, o yaz bu arzuyu yerine getirmeğe fırsat bulmuş, bir miras işi için İstanbul’dan Mısır’a geçerken beş altı günlüğüne İzmir’e uğramıştı.

*  — Baba, niçin benimle beraber gelmedin… öyle bir fırsat kaybettin ki!…
Vefik Paşa ile Münir Bey, başlarını teras kapışma çevirdiler. Cavidan, gecenin güzel endamına bir heykel vakarı veren çerçevesi içinde duruyor, çardağın kurşunî nakışları yüzünde, beyaz elbiselerinde oynaşıyordu. Ev sahibi, genç kıza doğru yürüdü; yüksek vücudunu biraz eğerek, hafifçe müztehzî bir resmiyetle :
— Prenses, dedi, bir dakika içeri zahmet ediniz… Fahametlû pederinizin sadık bir eski arkadaşı
sıfatıyle size muhteşem, hükümdarane bir hediyem var… «Muhteşem, hükümdarâne» deyişime gülüyorsunuz… Kim bilir şimdiye kadar size ne kıymetli hediyeler verildi… Bunları takdim edenler daima biraz kızardılar, size lâyık bir şey olmadığını mahcubane söylediler… Ben, bilâkis hediyem için gayet mağrurum prenses… Ebediy-yen yaşayacak bir yadigâr, yedi senede vücuda gelmiş canlı bir
«şaheser»… «İnsan hayat da yaratabilir» diye gösterebileceğim bir eser…
nevi tazueı u«« —
Baba, kız, birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Münir Bey, masanın ortasından kenarları oymalı bir billur tabak aldı, içinde açık yeşil bir üzüm salkımı vardı… Ev sahibi tabağı lambaya doğru kaldırdı:

— Şuna bakınız prenses… Hangi esatir efsanesinin zümrüdünde bundan daha tatlı bir yeşillik tahayyül edilebilir?… İçlerine dikkat ediniz… Üçer, dörder şeffaf çekirdekleri var ki, elmas kırıntılarına benziyor… Sanki bu zümrütleri içlerinden aydınlatan ziyayı onlar neşrediyor. .. Yedi senelik emeğimin mahsulü olan bu üzüm, müsadenizle isminizi taşıyacak… İnsaniyet onu «Prenses Cavidan» diye tanıyacak…
Münir Bey, gözlerinde bir gizli istihza pırıltısıyle
devam ediyordu :
— Hediyeme niçin «Muhteşem, hükümdarâne» dediğimi şimdi anladınız. İncinin, zümrüdün ne kadai” uzun olsa muayyen bir ömrü var …Bu salkım, taravetini yarın sabaha kadar güç muhafaza edecek… Fakat gelecek sene, öbür sene, öbür asır, hulâsa, dünya durdukça tekrar hayata gelecek…
Prenses Cavidan, her sene yaz sonunun böyle en güzel bir gecesinde doğup yaşayacak…
Cavidan, salkımın ucundan bir küçük parça kopardı. Gülerek bir topluiğneyle yakasına iliştirdi.
Üzüm sergisini bırakarak tekrar terasa çıkmışlardı Vefik Paşa, kızına sordu :
— Nerelerde dolaştın, Cavidan?
— Bağın tâ öbür ucuna gittim… Mehtapta bağların içinde yürümek ne kadar güzel oluyor, baba… Hiç
dikkat etmemiştim… Topraklar baştan başa çıplak, ağaçsız… sade sıra sıra kütüklerin küçük gölgeleri var… Birdenbire karşı taraflardan bir keman sesi gelmeğe başladı… Meşhur «Şark Noktürn»ünü çalıyordu… Hem de ne güzel, ne fevkalâde bir çalış, baba…
12
DUDAKTAN KALBE
Prens Vefik, ağır ağır başını sallayarak izah etti:
— «Ekseküsyon»un «fomö» bir şey olacağını tah-> min etmem… Zannederim, mehtap senin
«empresyona-bilite»ni artırdı…
Sonra, Münir Beye döndü :
— Bu «Şark Noktürnleri», ne büyük şöhret kazandı… Nereye gitsem ona tesadüf ediyorum…Tasavvur et ki meyhane ve kahve gramofonları bile onu çalıyor… Fakat ne de olsa Arapderesinin bu alaturka dekoru içinde bu «müzik» tuhaf düşüyor…
Ev sahibi karşılık verdi:
— Size bundan daha tuhaf bir şey söyleyeceğim… Bu alafranga «Şark Noktürnleri», bu alaturka Arapde-resinde doğdu… Bestekârı Hüseyin Kenan adında bir izmirli çocuktur. Hemen hemen burada, bu Bozyaka bağlarında büyüdü… Prenses, kemanın çok iyi çalındığını söylemekte hata etmedi… Çünkü onu bizzat bestekârın yayından dinledi. Hüseyin Kenan, iki günden beri burada, dayısının bağında misafir bulunuyor…
Baba, kız, hayretle birbirlerine bakıyorlardı. Münir Bey devam etti:
— Hüseyin Kenan, baş komşum Saip Paşa’nm yeğenidir… Küçük yaşından beri tanırım. Mahcup, çekingen, nazlı bir çocuktu… Bazı sebeplerden dolayı Saip Paşa, kız kardeşini de, yeğenini de sevmiyordu. Saip Paşa, ikide birde belediye reisi intihap edilir, ikbal budalası bir adamdır…
Nedense hemşirezadesinin adam olamayacağına inanıyor, onu esnaf yapmayı istiyordu. Ben, araya girerek Mühendis mektebine, yazdırdım… Mektebi güçlükle bitirdi. Birkaç sene küçük memuriyetlerde dolaştığını, bir zaman da İstanbul’da musiki dersleri vererek fakirhane yaşadığını
işitiyordum. Hâlâ unutmam, bir gün Saip Paşa’ya tesadüf ettim. Kardeşine ve yeğenine karşı ateş
püskürüyordu… Meğer Kenan, an-
nesinin Kemeraltı’ndaki küçük dükkânını satıp Avrupa’ya gitmiş…
Üç dört sene ondan haber alamamıştım. Geçenlerde bir Avrupa mecmuasını karıştırıyordum.
Gözüme Kenan’a benzeyen bir resim ilişti… Altındaki yazıyı okudum : «Genç ve değerli Türk virtüözü
Hüseyin Kenan» diyordu. Mecmuada bir de tenkid makalesi vardı ki, onun verdiği bir konserden bahsediyordu : Kenan, büyük istidadını teslim ettirmiş, konserin kendi bestelerine ait olan kısmı da çok beğenilmiş…
İstanbul matbuatının sermayesiz, dedikodusuz bir zamanıydı. Gazetelerden biri, Kenan için yazılan yazılardan birkaçını tercüme etti. Sonra, öteki gazeteler de, v âdet olduğu üzre, ondan görerek sütun sütun bentler yazdılar. Avrupa, bir adamın ehliyet ve ehemmiyetinden, bahsederse tabiî o adamdan artık şüphe etmeğe mahal kalmaz… Senelerce aramızda sefalet içinde yaşayan bu meçhul sanatkârı
birdenbire göklere uçurdular, emsalsiz bir dâhi yaptılar. Kenan, gölgede yaşayacak bir şahsiyet değildi. Fakat söyledikleri gibi, bir dahi de olduğuna inanmıyordum. «Şark Noktürnleri»nin gördüğü büyük rağbet, onun şöhretini artırdı… Kenan’ın mutlaka sürüneceğini söyleyen, daima bunun için üç sene mühlet veren Saip Paşa’nm şimdi onunla ne kadar iftihar ettiğini bilemezsiniz.
Geçenlerde izmir’deki edebî mecmualardan birinde kendi resmini neşrettirdi. Altında «Şehrimizin Belediye Reis-i Muhteremi ve bestekâr Hüseyin Kenan Beyin dayısı. Saip Paşa Hazretleri» yazısını
okuduğum vakit gülmekten katılıyordum.

Kenan, dayısının ısrarları üzerine iki, üç aylığına İzmir’e geldi… Bu müddet zarfında yeni bir eserini de tamamlayacakmış… Dün sabah bana uğramıştı… Eseri hakkında malûmat istedim… Paris’te tanıdığı Suriyeli bir şair kaleminden çıkma bir opera… Onu besteliyor…
Mevzu, Harunürreşit zamanına ait güzel bir hikâye… Vakayı çok iyi anlamış ve duymuş… Bu işi muvaffakiyetle bitirebilirse Kenan, zamanımızın meşhur bir kompozitörü olacak.
Vefik Paşa ve Cavidan, bu sözleri derin bir alâka ile dinlemişlerdi. İhtiyar prens, telleri sayılacak kadar seyrek sakallarını çekiştirerek :
— Aziz arkadaşım, dedi, ikramlarını unutamayacağız… Fakat bizi daha ziyade memnun etmek için ne yapacaktın, biliyor musun? Bu gece bu şayan-ı dikkat genci de davet edecektin…
Cavidan, hararetle babasını tasdik etti:
— Bu genci tanıdığımıza çok memnun olacaktık… Ev sahibi izahat verdi:
— Emrederseniz, dedi kaybolmuş bir şey yok… Ya-rm gece onu da davet ederiz. Hatta isterseniz şimdi bile mümkün… ne kadarcık yer… Zeynel’i göndereyim, gelmesini rica edeyim…
Bu, güzel bir fikirdi. Baba, kız memnuniyetle birbirlerine baktılar.
Vefik Paşa, gözlerini büzdü, baş parmağını kaşları arasına soktu: (Kendisine güzel bir fikir geldiği vakit daima böyle yapardı.)
— Yapılacak daha şık bir hareket var… Genç vir-tüoza şimdi bir baskın vereceğiz. Ziyaretimizin bu çocukta uyandıracağı teessür ve heyecanı düşün, Cavidan.
Vefik Paşa, başkası için hazırladığı bu heyecanla kendisi titriyor, Türkçeyi bırakıp Fransızca olarak sözüne devam ediyordu:
— Gece vakti bu peri âlemi dekoru içinden iki şahıs zuhur ediyor… Bunlar bir prensle bir prensestir.
Çocuğun cümlei asabiyesini sarsacak bir teessür… Belki bu heyecan, operasına bile sirayet edecek.
Bekçi Zeynel, elinde kocaman bir sopa ile önlerine

I
düştü, bağın içinde ağır ağır ilerlemeğe başladılar. Kütükler birbiri ardısıra karanlık dalga dizileri gibi tâ uzaklara yayılıp dağılıyor, ay aydınlığı çıplak toprakların üstünde su birikintilerine mahsus ağır parıltılarla yanıp sönüyordu.
Bağın nihayetindeki tahta kapıdan ince dikenli bir yola çıkmışlardı. Kurumuş dikenler arasından kertenkeleler hışırdıyor, ağustosböcekleri etrafı dayanılmaz bir uğultu içinde bunaltıyordu.
Bağların yorgun, sıcak kokuları ağır bir bulut gibi nefeslerini tıkıyor, sıcak şaraplar gibi başlarına vuruyordu.
Patikanın aşağıdaki araba yolunu gören bir yerinde durmuşlardı. Cavidan, babasına yolun uzak bir noktasını gösterdi:
— Bak baba… Şu gölgeler insan değil mi? dedi. Hep birden, genç kızın gösterdiği yere baktılar. Yolun öte başından irili ufaklı garip bir gölge kafilesi geliyor, en önde bir merkep yürüyordu.
Münir Bey, misafirlerine izahat verdi:Bu mevsimde buralarda âdettir… Geceleri böyle bağdan bağa misafir kafileleri gelip gider… Fakat niçin böyle sessiz gidiyorlar… Bunlar ekseriya türkü filân söylerler, gürültü ederler…
Bu sessiz kafile, biraz daha ilerledikten scnra bir bağ kenarında, küçük bir taş kulenin önünde durmuştu. Birdenbire bir çığlık, bir gürültü koptu. Billur gibi çocuk kahkahaları, karşıki tepelere aksediyor, karmakarışık sesler ağır bir kemanın refakatiyle bir ninni havası söylüyordu.
Vefik Paşa ile Cavidan, şaşırıp kalmışlardı. Münir Bey, gülerek izah etti:
— Bu kule, Şem’i Dede isminde bir ihtiyar dervişindir… Yarı meczup, fakat rint, ehl-i dil bir adamdır… Bozyaka’da herkes onu tanır ve sever… Şimdiye kadar yalnız yaşıyordu… îki ay evvel genç
bir kadınla evlen-‘ di… O vakitten beri herkes dedeye lâtife eder… Anlaşılan bu gece Kenan, çoluk çocuğu toplamış, dedeye azizlik etmeğe gelmiş…
Ninni, gittikçe artan kahkahalar, çıngıraklı çocuk haykırışmaları içinde bozuluyor, civar kulelerin pencerelerinde ışıklar dolaşıyor, köpekler uluyordu.
Nihayet, küçük taş kulenin tahta kepenklerinden biri açıldı, elinde mumla beyazlı bir insan hayaleti belirdi. Şem’i Dede’nin elini, kolunu sallayarak bağırdığı anlaşılıyor, fakat gürültü içinde sesi işitilmiyordu.
Münir Bey, misafirleriyle beraber patikadan caddeye indiği vakit neşe, gürültü son dereceyi bulmuştu. Şem’i Dede’yi beyaz entarisi, güveylik kırmızı mercan terlikleriyle eşeğe bindirmişler, kafile, yeniden’yola dü-zülmüştü. İhtiyar damadı bağıra çağıra kim bilir nerelere götürecekler, ne kadar dolaştıracaklardı?
Münir Bey ve misafirleri yol üzerinde göründükleri vakit kahkahalar yavaşladı, türküler kesildi. Kafile uzaktan zannedildiği gibi sadece bir çocuk alayı değildi. Küçüklerin arasında kocaman gençler, yeldirmeli kızlar da vardı.
Münir Bey, uzaktan seslendi:
— Dedem, nedir bu hal?…

ihtiyar derviş, cevap verdi:
— Ne olacak beyim. Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur…
Kalabalık, yeni gelen misafirlerin etrafında bir halka çevirmişlerdi. Kenan, kısa beyaz yeldirmeli bir güzel kızla beraber eşeğin yularını tutuyordu. Ceket ve
DUUAK.TAN K.ALBİ1
17
fesi yoktu. Beyaz sadakor gömleğinin göğsü açık, kolları dirseklerine kadar sıvalıydı.
Münir Bey, onu misafirlerine takdim ettiği vakit şaşırdı, yarı çıplak vücudundan utanıyor gibi mahcubane gülümseyerek ellerini göğsü üzerine kavuşturdu.
Esmer yüzü, karanlıkta belli olacak kadar kızarmıştı.
Vefik Paşa, minimini kavruk vücudundan nasıl çıktığına hayret edilen kalın, çatlak sesiyle :
— Sanatkârı bu kadar artistik ve karakteristik bir dekor içinde tanıdığıma çok memnunum, dedi.
Sonra etrafını çeviren gençlere, çocuklara, uzun sakallı, çıplak kafalı Şem’i Dede’ye, sevimli çehreli eşeğe karşı kısa bir nutuk söyledi.
Kenan, hafif bir gülümsemeyle önüne bakarak dinliyordu. Cevabı, çıplak-, bacakları dizkapaklarına kadar . örten kısa, beyaz entarisini bir Roma İmparatoru guru-ruyle taşıyan Şem’i Dede verdi:
— Paşa Hazretleri, Kenan oğlumuz ilk feyzini bu topraklardan ziyade bu fakir ve âciz Şem’i Dede’den aldı. Kenan’a ilk musiki nefesini fakir nefhetmiştir.
Çıplak başı, mehtabın içinde pırıl pırıl yanıyor, küçücük yeşil gözleri gür kaşlarıyle uzun sakalının arasında pırıl pırıl parlıyordu.
Yabancılarla beraber bulunduğu vakit çehresine daima vakur, sakin, hissiz bir ciddiyet veren Cavidan, kendini tutamıyor, güldüğünü göstermemek için başını Münir Beyin arkasına saklıyordu.
Dede, devam ediyordu:
— Maazâlik, yumurta kabuğundan çıkar, kabuğunu beğenmez, fehfasmca Kenan Bey oğlumuz da ikti-sab-ı şöhret ettikten sonra dedeyi boşladı… «Dede’yi boşlamak» sözünden bir mana-yı remzi kastediyorum…
F. 2
18
DUDAKTAN KALBE
UUUAKTAN KALBE
19
Yani alaturka musikiyi bırakıp alafrangaya çevirdi… Kanaat-i fakiranemize göre bir tohum doğduğundan gayrı toprakta bir neşvünema-yı tam idrak edemez… Amma diyeceksiniz ki Kenan, senin meslekte sebat edeydi sen gibi bir… hâşâ huzur… donsuz dede olur kalırdı. O da başka bir bahis… Vefik Paşa, kızına döndü :
— Görüyor musun Cavidan… Bu şarkta ne «pitoresk» adamlar var, dedi.
Bu tesadüf sayesinde, çocukların elinden kendini kurtaran Şem’i Dede, yeni misafirlere mutlaka ikram etmek istiyordu. Bahçesinin bir köşesine temiz beyaz hasırlar serilmişti. Ömründe ilk defa hasır üstünde oturan Cavidan, babasının dizlerine dayanıyor : «Ne yeni tahassüs, baba… Bu gece tam bir şark hayatı yaşadık…» diyordu. Şem’i Dede’nin üzümlerini yemeğe kimsede takat yoktu. Fakat içeriden «ney»’ini getirdiler, ona birkaç eski beste çaldırdılar.
Kenan, biraz sonra kafileden ayrılmış, Münir Beyin misafirlerine refakat etmişti. Bağa döndüğü vakit, ay ılıca tepelerinde batıyordu. Sabah, yorgun yorgun dallarını bırakan ağaçlann tepesinde bir hafif buğu halinde ağarmağa başlıyor; yaprak kümeleri, çalı yığınları arasında kuşlar ötüyordu.
Annesi Melek Hanım, hâlâ yatmamıştı. Oğlunun bu kadar geç kalmasını merak ediyor, aşağı odanın açık penceresi önünde, nahif omuzlarında bir yün atkı ile onu bekliyordu. Uzakta bir köpek uludu, dış
kapıya giden ince yol üstünde bir gölge belirdi.
Melek Hanım, yolu daha iyi görmek için uzandı: — Kenan… Kenan… Sen misin? diye seslendi. Kenan, cevap vermedi; adımlarım daha yavaşlattı, kendi parçalarından birini ıslıkla çalmağa başladı.Bir zamandan beri gergin keman telleri gibi en ha-
fif bir tesire karşı, derin, gizli ahenklere boğulan hasta sinirleri, hele böyle sabah saatlerinde mütemadi bir ihtizaz içinde yaşıyordu. Heyecan ıslığa bir musiki aleti hassasiyeti ve rikkati veriyor, muğlak ruhunun ümidini, arzusunu, hüznünü, neşesini bütün ince renkleriyle söylüyordu.
Hâlâ ıslığına devam ederek çardakların altından yürüdü, annesinin durduğu pencerenin önüne geldi.
— Niçin bu kadar geç kaldın, Kenan?
— Ben oradan çıkalı çok oldu anne… Bahçe aralarında dolaştım… Tâ Kırkçamlar’a kadar gittim…
— Tek başına oralarda gezmekten korkmadın mı? Yapma böyle Kenan…
Kenan, alçak pencereye kollarını uzatarak annesinin ince bileklerini tutmuştu. Mavi gözlerinde süzgün bir istiğrakla gülümsedi:
— Ben mi korkacağım? Oğluna ilişebilecek bir kuvvet tasavvur ediyor musun?… Hayat artık benim, anne… Ben, artık talihsizliği mağlûp ettim…

Derin bir yaşamak zevkiyle titreyen kollarını uzattı, annesinin çelimsiz, zayıf vücudunu yakalayarak zorla pencereden dışarı aldı.
Senelerce ayrılıktan sonra onu ilk defa kollarına alıyormuş gibi sıkıyor, hâlâ gençliğini muhafaza eden süzgün yanaklarını tekrar tekrar öpüyordu.
Melek Hanım, Kenan’ı yedi, sekiz yaşma dönmüş sanıyordu, o vakit de böyle zaman zaman anlaşılmaz bir rikkatle titremeğe başlar, mavi gözlerini yine böyle yaşlarla dolduran bir sevmek, sevilmek ihtiyacıyle boynuna sarılırdı. Fakat daha büyüdüğü vakit bu tabiatını bırakmış, durgun, çekingen, mahzun bir genç olmuştu. Melek Hanım, oğlunun saçlarım okşadı: — Yatmayacak mısın Kenan, yorulmadın mı? Hasta olacaksın, dedi.
20
DUDAKTAN KALBE
Kenan, merdivenin taş basamağına oturmuş, annesini zorla dizlerinin üstüne almıştı. Çocuk gibi gülüyordu:
— Uyumak mı? Uyku bedbahtlar, hastalar içindir, anne… Bütün ruhuyle yaşayan mesut insanlar niçin uyusunlar?… Biliyor musun, bu saatlerde dünyada daha güneşleri batmamış, yahut ay aydınlıklarına batmış memleketler var… Orada Kenan’ın parçalarını çalıyorlar, senin oğlunun dil ve kalbiyle dertlerini söylüyorlar, ağla^ yıp gülüyorlar… Yarın daha büyük bir eserim olacak. Artık ölümlerden bile korkum kalmayacak anne… Kenan; gömülmüş, dudakları müebbeden susmuş, ne çıkar?
Kenan’ın ölmüş dudakları musikinin ruhuyle söyleyecek… Bu ölü, söylerken bilâkis yaşayanlar susacak, sararacak, ağlayacak… Göreceksin ne kadar mesut olacağız… Ben, sırf kendi kuvvetimle talihsizliği mağlûp ettim, anne… O kadar ıstırap çektim… Nihayet talih,-bana da güldü… Saadetimle için için yanıyorum.
II
Melek Hanım, ihtiyar bir yemiş tüccarının son çocuğuydu. Öteki kardeşleri erkek olduğu için babası
onu hepsinden ziyade seviyordu. O vakit, ticaret işleri çok iyi gidiyordu. Bundan başka Melek de sahiden melek gibi bir kızdı. Daha 14 yaşını bitirmeden ona birçok kısmetler çıkmıştı. Salâhattin Efendi, kızı için bir türlü adam beğenmiyordu. Fakat ne çare ki, küçük kız; sâf; tecrübesiz gönlünü, babasının kâtiplerinden İstanbullu > bir gence kaptırmıştı. Ümitleri yoktu; ne Salâhattin Efendinin, ne de oğullarının böyle bir evlenmeye razı olmayacaklarını ikisi de biliyorlardı. İki sene sırlarını saklayabilmişlerdi. Fakat her aşk gibi bu da nihayet meydana çıkmış, dedikodu bütün İzmir’e yayılmıştı. İhi
DUDAKTAN KALBE
21
tiyar tüccar, vakayı öğrendiği zaman yüreğine inmesine bıçak sırtı kalmıştı. Bir kere mevki ve servet hakkında eski, kökleşmiş fikirleri vardı. Sonra bu genç kâtibi zaten sevmiyor, hemen hemen acıdığı
için yanında tutuyordu. Nail’in mazisinde bir leke vardı: Üç sene evvel onu bir para meselesinden dolayı Manisa muhasebe memurluğundan azletmişlerdi. Mahkeme onu mahkűm etmek için kâfi delil bulamamış, beraat ettirmiş. Fakat buna rağmen Nail, bir türlü bu lekeyi silememiş, hayatını
memuriyetten başka yerlerde aramağa mecbur kalmıştı.
Salâhattin Efendi nazarında genç kâtibin günahı bundan ibaret de değildi. Çalışkan, fakat biraz havai bir İstanbul çocuğuydu. Eğlenmeyi fazla seviyordu. Güzel ut çaldığı için arasıra ziyafetlere, işret âlemlerine davet ediyorlardı.
Salâhattin Efendi ile oğullan hemen o gün Nail’i kovmuşlardı. Melek’e de çok ağır muamele ettiler, onu altı aylığına Söke’deki halasına misafir gönderdiler. Böylelikle genç kıza ümitsiz aşkını, İzmir’e de bu çirkin vakayı unutturacaklarını umuyorlardı. Fakat netice tahminlerinin büsbütün aksine çıkmıştı.
Nail, Denizli’de yeni bir- memuriyet almağa muvaffak olmuştu. Sonra, Söke’de bir mektep arkadaşının karısı vasıtasıyle arasıra Melek’e mektuplar gönderiyor; ondan cevaplar alıyordu.
Genç kız, Nail’i unutmak şöyle dursun, günden güne daha ziyade seviyor, ondan başka kimseyle evlenemeyeceğini, onun için her şeyi göze alacağını yazıyordu.
İhtiyar tüccar, kızını İzmir’e aldırmayı düşündüğü sıralarda Söke’den bir telgraf aldı. Melek, Nail ile beraber kaçmış, hatta bir köy imamının evinde nikâhları bile kıyılmıştı.
Salâhattin Efendi’nin büyük oğlu, Saip, Nail’i tev-
DUDAKTAN KALBE
22
kif ettirmeyi, en küçük oğlu Hilmi, bu namus lekesini kanla temizlemeyi teklif ediyordu. Fakat ihtiyar baba ile öteki oğulları bu fikirde değillerdi. Kızları hem onlara, hem kendisine silinmeyecek bir leke sürmüştü. Onu artık ölmüş farzedecekler, bir daha adını anmayacak-lardı.

Salâhattin Efendi, inadında sebat etmiş, iki sene sonra ölürken bile kızını görmek istememişti.
Servetini dört oğlu arasında taksim ediyor, Melek’e, Tilküik’te küçük bir ev ile Kemeraltı’nda bir kunduracı dükkânından başka mal bırakmıyordu.Bütün gayretine, bütün fedakârlıklarına rağmen bu evlenme Melek Hanımı umduğu kadar mesut edememişti. Yaşma göre çok ağırbaşlı bir kadın olmuştu. Debdebe, saltanatta, süste gözü yoktu.
Bıraktığı zengin hayat, feda ettiği büyük ümitler için bir an pişman olmamıştı. Kocasının muhabbetiyle avunup gidiyordu. Dokuma perdeli, basık, kara tavanlı köy evlerinin sefaletini görmüyor, en müşkül günlerde bile neşe ve cesaretini kaybetmiyor.
Nail, talihsiz bir gençti. Fakat, fena ve kalpsiz bir adam değildi. Karısını, on sekiz ay ara ile doğan çocuklarım sefalet içinde gördükçe eriyip bitiyordu. İlk aşk heyecanları içinde bugünleri tahmin edemediği için kendi kendine lanet ediyordu. Hafif tabiatını, bütün fena huylarını bırakmıştı.
Karısını, çocuklarını biraz daha mesut ve rahat görmek için mütemadiyen çalışıp didiniyordu. Fakat talihsizlik onun yakasını bir türlü bırakmıyor, küçük aile, günden güne daha derin bir sefalete düşüyordu. Aydın Vilâyetinin bütün kasabalarını birer birer gezmeğe başlamıştı. Daima memuriyet ve memleket değiştiriyor, fakat hiç birisinde tutunamıyordu.
Bu sefalet içinde Kenan yedi, Afife beş yaşma gelmişti. Artık hiç bir işte muvaffak olamayacağına ina-DUDAKTAN KALBE
23
I
nan Nail, kapkara bir adam olmuştu. Kederini unutmak bahanesiyle tekrar içmeğe, sıhhati gibi ahlâkı
da günden güne bozulmağa başlıyordu.
İşte bu esnalarda idi ki, ailenin vaziyeti birdenbire düzeldi. Nail, daha çok para kazanıyor, daha canlı
ve sinirli görünüyordu.
Fakat bu refah, uzun müddet devam etmedi. Bir gece jandarmalar evi bastılar, bir sebep söylemeden onu alıp götürdüler.
Melek Hanıma ertesi gün, kocasının yeni bir iftiraya uğradığını haber vermişlerdi. Fakat bu seferki bir iftira değil; âdi, cüretli bir hırsızlıktı.
Nail; bunu açıkça itiraf ediyor, hemen hemen fütursuz bir tavırla :
— Başka türlü yaşamak imkânsızdı… Çoluk çocuğum açlıktan ölecekti… diyordu.
Bu itirafa rağmen muhakeme aylarca sürmüştü. Melek Hanım, elinde iki çocuğuyle sokakta kalmıştı.
Aylarca en karanlık bir sefaletle yüz yüze yaşamıştı.
Nail, hapishanede ye’sinden, ümitsizliğinden kudu-ruyor, karısı, çocuklarıyle beraber onu görmeğe gittik-çe,çocuk gibi ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu.
Melek Hanım, Nail’in ısrarı üzerine kardeşlerine mektup yazdı, kendine değilse bile küçüklere acımaları için onlara yalvardı.
Şimdi onlar da eski halde değillerdi, ortanca ağabeyleri Necip ile Mesut beraber giriştikleri bir ticaret işinde batmışlardı. En küçük kardeşleri Hilmi, nesi var, nesi yoksa satmış, istanbul’a gitmişti.
Ailenin böyle darmadağın olmasına mukabil yalnız Saip Bey yükseliyor, çok zengin bir adam oluyordu.
Saip Bey, Melek’e cevap vermemiş, doğrudan doğruya Nail’e mektup yazmıştı: «Bu işte bir cürüm ve günah varsa size aittir. Kardeşimizi baba ocağına ka-24 DUDAKTAN KALBE
bule hazırız. Ancak bize sizinle hiç bir alâkası kalmadığına dair resmî ve şer’î talâkname ibraz etmesi lâzımdır. Kenan’ın en eski ve acı hâtırası, babasından ayrıldığı güne aitti. Karanlık, yağmurlu bir sonbahar günüydü. Melek Hanım, son defa kocasını görmek için çocuk-larıyle beraber hapishaneye gitmişti. Kenan, ne vakit gözlerini kapasa, bu küçük taş odayı bütün teferruatıy-le görürdü. Bütün eşyası, üstüne sarı bir battaniye atılmış kırık bir kerevet, bir testi, bir teneke lamba, boş bir gaz sandığı, bir de uttan ibaretti.
Melek Hanım, kerevetin üstüne oturmuş, çocuklarını iki yanma almıştı. Hemen hiç konuşmuyorlardı.
Babası; uzamış tıraşı, demir parmaklıklı küçük pencereden giren kirli ziya içinde daha sarı ve zayıf görülen çehresiyle gaz sandığının kenarında oturuyor, yanındaki udun telleriyle oynuyordu. Bir aralık Nail, udunu kucağına almış gayet yavaş olarak ağır, mahzun bir şey-‘
ler çalmıştı.
Kenan, son senelerde ağır bir tifo geçirmiş, bir zaman kendini bilmemişti. Bu hastalık günlerinde hayatla alâkası yalnız bu senelerden ibaret kalmış, ruhunu kaplayan siyah yokluk içinde yalnız babasının udunu
dinlemişti.
İhtiyar olduğu vakit ölürken de en son duyacağı şeyin bu ud olacağına, bu uzak ses içinde öleceğine kanaati vardı.
Pencereden giren son ışıklar rutubetli, siyah duvarlarda dönerken kapı açılmış, elinde bir fenerle heybetli bir jandarma neferi görünmüştü.

Kenan, artık ne annesine, ne kendisini kollarına alıp tekrar yanaklarından, gözlerinden öpen babasına bakmamış, karanlıkta düşmemek için annesinin eteklerine sarılarak uzun, soğuk taşlıklardan geçmişti.
İzmir’e geldikten sonra artık babasından bahsedil-
DUDAKTAN KALBK ^
memişti. Yalnız bir sene kadar sonra yine bir jandarma neferinin bir sandık getirdiğini hatırlıyordu.
Annesi ona, altın kaplamalı küçük bir çakı vermişti. Kenan, bunların kimden geldiğini, niçin kendisine verildiğini sormamıştı.
Yalnız, o gece sabaha karşı anlaşılmaz bir hisle uykudan uyanmış, yanındaki yatakta koyun koyuna uyuyan annesiyle, Afife’nin hissettirmeden, uyandırmadan yanaklarından öpmüştü.
Kenan’ın babasına ait hâtıraları bundan ibaretti.
Saip Paşa’nın Karantina’daki zengin konağı, Boz-yaka’da imaret gibi işleyen muhteşem kulesi, ne Melek Hanım’ı, ne de Kenan’la Afife’yi mesut edememişti. Bu adamda sönmez bir ikbal hırsı, müfrit bir azamet deliliği vardı.
Bir paşalık ile üç beş nişan elde etmek için Mabeyne dünya kadar para yedirmişti. Nasıl ki son zamanlarda İzmir’de bütün faaliyet ve kudretini de belediye reisi olmağa ve o mevkii ne pahasına olursa olsun muhafaza etmeğe sarfetmişti. Kışın konağı, yazın kulesi tekke gibi işler,hacıdan, hocadan birtakım tufeyliler, dalkavuklarla dolup taşardı. Âdeta muntazam teşkilât yapmıştı.
Nüfuzundan istifade edebileceği şahıslardan hiç birini ihmal etmez, her bağbozumunda İstanbul’daki hamilerine denk denk üzüm, incir gönderir, şehre her yeni vali geldikçe âdeta karşılama şenlikleri tertiplerdi.
Saip Paşa, kız kardeşini evine kabul etmekle beraber hâlâ affedememişti. Hele Kenan’ı bir türlü
sevemi-yordu. Kenan, onun nazarında sefih, sefil bir hırsızın oğluydu. Terbiyesine ne kadar gayret edilse netice vermeyecekti. Mutlaka babası gibi olacak, hayatını hapishanede, hatta, ihtimal darağacında bitirecekti. Zaten bu
26
DUDAKTAN KALBE
yaşta, bu boyda o serseriye benzemiyor muydu? Bu çocuğun mazlum, halim, çekingen tavırlarına inanmak doğru olmazdı. Babası da görünüşte böyleydi. Fakat fırsat buldukça hangi fenalıktan geri dururdu?
Kenan, büyük dayısının şiş kapaklı, iri devrik gözlerine bir gün titremeden bakamamıştı. Uslu, sessiz korkak bir çocuktu. Cılız vücudu, süzgün ince yüzü onu olduğundan daha küçük gösterirdi.
Hasta denecek kadar hassastı. Etrafında geçen şeyleri, ıstırap çekmiş büyük adamlar gibi bütün inceliğiyle anlardı. Fakat ruhunu başkalarına göstermekten çekinirdi. Annesi bile bu çocuk kalbinden neler geçtiğini tamamıyle anlayamazdı. Fakat hiç sebep yokken annesinin boynuna sarılır, yanaklarını, gözlerini, boynunu, ellerini durmadan öperdi. Melek Hanım, bu dakikalarda onun rikkatten ezildiğini, mavi gözlerinin yaşla dolduğunu görürdü.. Sebebini sorduğu vakit Kenan, bir şey söyleyemezdi. Çünkü bu sebebi kendi de bilmezdi. Bu, uyumak, su içmek gibi bir tuhaf ihtiyaçtı ki, içinden gelirdi.
Başka bir çocuk olsaydı, konaktaki vaziyeti onu hakir bir mevkie düşürürdü. Fakat o, hakarete uğramaktan korktuğu için daima herkesten uzak durur, haşarı dayızadelerinin arasına karışmaktan çekinirdi. Çocukluğun bütün haklarından kendi ihtiyariyle feragat etmişti. Kimseden bir şey istemez, hiç bir şikâyeti duyulmazdı.
Bir haksızlığa uğradığı vakit şikâyet etmez, mazlum bir sükűtla başını eğerdi. Fakat birisinden tatlı
bir muamele, küçük bir iyilik gördüğü zaman sâf, sevimli bir minnetle mukabele ederdi. Bu halleriyle etrafmdakiler-de merhametle karışık bir hürmet uyandırır, kendini hemen hemen saydırmağa muvaffak olurdu.
Çocukluğunun en acı hâtıralarından biri de annesi ve kardeşiyle beraber dayısının konağından ayrıldığı gü-DUDAKTAN KALBE
27
ne aitti. O vakit on bir yaşındaydı. Bir kış sabahı onu kolundan sarsarak yatağından kaldırmışlar, uyku ser- semi dayısının odasına götürmüşlerdi.
Saip Paşa’nm cebinden kıymetli bir altın saat çalınmıştı. Sabahleyin istintak edilen kalfalardan biri gece Kenan’ı dayısının oda kapısı önünde gördüğünü söylemişti. Bu kadarcık bir delil, çocuğu ithama kâfiydi. Evde, hapishane köşesinde ölmüş müseccel bir hırsızın oğlu varken başkalarından şüphe etmek olur mu?
Kenan, gecelik gömleğinin içinde daha zayıf görünen ince vücudu, henüz uyku ile dolu mahmur mavi gözleriyle dayısının karşısında titriyor, başını önüne indiriyordu.
Melek Hanım, kapının yanında siyah elbiseleri içinde bir ölü gibi soluk görünen yüzüyle ayakta duruyor, söze karışmıyordu.

Saip Paşa, bugün sert ve haşin değildi. Buna mukabil ağır, ezici bir istihfafla söz söylüyordu.
— Pek vakitsiz başladın küçük… Galiba babanı mutlaka rahmetle yâdettirmeğe azmin var… Hiç
olmazsa üç, beş sene daha bekleyebilirdin… O vakte kadar bizde vurulacak vurgun kalmaz mı diye korktun! Adam, sen de… Babandan sana miras kalan altın bilezik sağ olsun… Dünyada vurulacak enayi mi eksik?
Kenan, dayısının zehir gibi acı sözlerine cevap vermiyor, yüzüne bakamıyordu. Yalnız, arasıra saati alanın kendisi olmadığını göstermek ister gibi ince, titrek avuçlarını açıyordu.
— Hele şu vaziyete bakın. Mücrimler de mahkeme karşısında böyle durur… Sen şimdi benden korkma oğlum… Ne de olsa dayın olmak felâketinden kurtula-mam… Seni asıp kesmek elimde değil… Fakat bu gidişle yakında devlet mahkemelerinin karşısına da çıkacaksın… Dayak var, hapis var, daha ileri gidersen dara-28
DUDAKTAN KALBE
ğacmda sallanmak var. Seninle beraber biz de rezil olacağız… Haydi, uzun etme… Saati nereye koydunsa çıkar.
Kenan, bir şey söylemek istedi. Fakat çenesi titriyor, soluk dudaklarından ses çıkmıyordu. Sade gözlerini kapayarak «peki» demek ister gibi birkaç kere başını salladı. Ayakları birbirine dolaşarak odadan çıktı.
Melek Hanım, durduğu yerde hafif bir ıstırap feryadını men edememişti, gözleri yaşla doluyor, elleriyle yüzünü kapıyordu.
Saip Paşa, kaşlarını çattı, kardeşinin yüzüne bakmadan :
— Kurdun çocuğu akıbet kurt olur kızım… Bu ka-nun-ı tabiattır. Biz tevekkeli mi o kadar inat ettik.
Görüyorsun ya, bize de ettin, kendine de…
Kapı hafifçe gıcırdadı. Kenan, elinde bir eski kadife nişan mahfazasıyle girdi. Titreyen parmaklarıyle kutunun kapağını açmak istiyor, bir türlü beceremiyor-du. Birkaç kere elinden yere düşürdü.
Saip Paşa, onun yüzüne bakmadan kutuyu aldı, açtı. Mahfazada bir başka saat, Kenan’a babasından miras kalan o altın kaplamalı küçük saat vardı.
— Bu ne?… dedi.
Kenan, bu defa başını kaldırmağa cesaret etti. Kirpiklerinin içinde toplanmış bir yaş tabakasıyle perdeli mavi gözlerini dayısına çevirdi, hıçkırmamak için olanca gayretini sarfederek :
— Onun yerine bunu alınız, Paşa Dayı… Sizin saatiniz bende değil, dedi.
Birkaç dakika sonra Saip Paşa’nm karısı asıl saati getiriyordu. Saat, yeleğin sökük cebinden kumaşla astar
arasına kaymıştı.
Melek Hanım, ağlaya ağlaya çocuğunun elini tuttu:
— Sizi çok üzüyoruz, ağabey… Müsaade ediniz; ben, çocuklarımla Tilkilik’teki evime gideyim… dedi.
Saip Paşa, onu inadından döndürmek için hayli uğraşmış, sözünü dinlemezse yine pişman olacağını
söylemişti. Melek Hanım, hayattan acı dersler almıştı. Dünyanın ucu uzundu. Günün birinde yine ağabeysine muhtaç olmayacağı nereden belliydi? Böyle olduğu halde kararında sebat etti. Zaten o çoktan bunu düşünüyordu. Konaktaki hayatı ne kadar rahat olursa olsun biraz misafirliğe benziyor, bir türlü ev hanımı, aile annesi ihtiyaçlarını tatmin edemiyordu. Tatlılıkla ayrılmak, kardeşini darıltmamak için çok dil döktü: «Bizim babamız sayılırsın ağabey… Başımız darda kalırsa elbette yine sen yardım edeceksin…» diye onun gönlünü aldı.
Kendi evlerinde daha fakir, fakat daha mesut ve rahat yaşıyorlardı. Bu üç odalı küçük ev dar, loş bir sokağın nihayetindeydi. Minimini bahçesini temizlemişler, çiçeklerle süslemişlerdi.
Kenan, Beyler sokağındaki rüştiyeye gidip geliyordu. Yavaş yavaş boyu uzamağa, yüzü güzelleşmeğe başlamıştı. Babasından fazla esmer, fakat tatlı rengiyle ince çizgili zarif, sinirli yüzünü; anasından koyu mavi gözleriyle güzel, beyaz dişlerini almıştı.
Küçüklüğünde bu miras, tabiatın garip bir istihzası gibi görünüyordu. Sevimli bir çocuk olmakla beraber ona bakanları gayrıihtiyarî bir gülmedir alırdı. Bu zayıf çehrenin fazla esmer rengiyle koyu mavi gözleri, parlak beyaz dişleri hiç birbirini tutmuyordu.
Fakat ilk gençliğin taravetiyle beraber bu simada güzel bir şeyler doğmağa başlamıştı. Esmer cildine da-lâvetli bir şeffaflık geliyor, mavi gözleri, koyu renkli in-30
DUDAKTAN KALBE
UUUAK1AN KALJ3E
31
ce dudakları, sedef gibi parlak beyaz dişleri bu çehreye bir garip cazibe veriyordu.
Bununla beraber hâlâ o eski ürkek uyuşuk, müte-hayyil tabiatını bırakmamıştı. Mektepte de konakta olduğu gibi çocuklardan uzak kalıyor, yine o nazik, mahcup vakariyle haşarı, arsız arkadaşlarına kendini saydırıyordu.

Sokağı hiç sevmezdi. Yalnız, havanın çok güzel olduğu bazı akşam üstleri annesiyle beraber Topaltı’na, yahut Kadifekale’sine çıkardı. Çalışkan değildi, derslerine fazla merakı yoktu. Ev işlerinde annesine yardım eder, hatta onun örgülerine, gergeflerine biraz eli yatardı. Komşular onu haşarıca bir kız olarak yetişen Afife’den ziyade kıza benzetirlerdi.
Hâlâ küçüklüğündeki gibi emsalsizdi. Hâlâ annesi onun için isteye isteye bir şey aldığını bilmiyordu.
Dünyada yalnız bir şey ona muhteriz sükűtunu kaybettiriyor, ruhunda heyecana, ihtirasa benzer duygular uyandırabiliyordu : Musiki…
Evlerinin civarında bir eski tekke vardı. Pazartesi geceleri orada âyinden sonra bir musiki faslı
yapılırdı.
Kenan, bu âyin gecelerinde bütün ruhuyle yaşadığını duyar, onları sabırsızlıkla beklerdi.
Elinde bir muşamba fener, arkasında soluk bir av-niye kaputla uzak bir mahalleden gelen ihtiyar bir binbaşı vardı ki, çok hürmet ederler, meşhur bir udî olduğunu söylerlerdi.
O, çalmağa başladığı zaman Kenan, bir köşede kendini unutur, gözleri dışarıda mezarlığın karanlığı
içinde kaybolur; bildiği dünyadan büsbütün başka bir dünya içinde yaşamağa başlardı.
Babasının bir köşeye atılmış duran eski, kırık bir udu vardı. Bu tesirlerle Kenan, arasıra onu kucağına alır, bildiği havaları çalmağa uğraşırdı. Fakat ihtiyar
I
1
binbaşının elinde garip bir elemle dile gelen ud ona hiç bir şey söylemiyordu. Bu ilk tecrübeden pek çok meyus olmuş, babasının kırık udunu tekrar bir köşeye atmıştı.
Ders göstermek şöyle dursun, çalgısını akort ettirecek bile kimsesi yoktu. Mahcup ve mağrur olduğu için başkalarına, meselâ o ihtiyar binbaşıya müracaat edemezdi. Böyle bir arzusu olduğunu duyarlarsa belki gülerler, belki hatta hakaret ederlerdi.
Melek Hanım, her sene bağbozumuna doğru Boz-yaka’ya gider, Saip Paşa’nm kulesinde bir iki ay misafir kalırdı. Böylece hem ağabeysinin gönlünü almış hem de şehirde bunalan çocuklarını
eğlendirmiş olurdu.
Kenan’ın en sevdiği mevsim bu iki sonbahar ayıydı. Sokak hayatından nefret eden, saatlerce uyuşup kalmak için loş, tenha köşeler arayan durgun, tembel Kenan, burada büsbütün başka bir çocuk olurdu. Esmer yanaklarına biraz renk, mağmum ruhuna biraz neşe gelir, serin sabahlarda, mehtaplı
gecelerde bağ aralarında dolaşmaktan, topraklarda yuvarlanmaktan zevk alırdı. Fakat orada da yine çoluğun çocuğun arasına karışmaktan çekinirdi. Kenan, hayatında ilk defa bir arkadaş bulmuştu.
Kendisinden kırk yaş büyük olan bu arkadaş Şem’i Dede idi. Dede, Rumeli muhacirlerindendi. Otuz beş sene evvel omuzunda bir zembil, koltuğunda bir ney torbası ile İzmir’e gelmiş, elindeki beş on parayla Bozyaka’da birkaç dönüm bağ edinmişti.
Bağın bir kenarında çok eski zamanlardan kalma bir büyük servi vardı. Dede, senelerce çalışmış, çabalamış, servinin yanına iki odalı bir taş kule yaptırmıştı. Yaz kış Bozyaka’da otururdu. Can yoldaşı
olarak üç beş keçisi vardı. Onlara âdeta evlât muhabbeti vermişti.
32
DUDAKTAN KALBE
Bozyakalılar, şunu rivayet ederlerdi: Epeyce zaman evvel şiddetli bir kış esnasında Şem’i Dede büyük bir para sıkıntısına uğramış, hatta birkaç gün aç kalmış… Halini kimseye söyleyememekle beraber civardaki bağ bekçileri bunu hissetmişler, Şem’i Dede’ye ekmek göndermişler… Dede, keçilerin daha aç olduğunu söyleyerek ekmeği onlara yedirmiş… Bozyakalılar bunu Dede’-deki hayvan muhabbetine delil addederler. Fakat onun el ekmeği yemeğe tenezzül etmediği için böyle yaptığını söylenenler de vardı.
Şem’i Dede, Kenan’ın ruhundaki ağır, mağmum ciddiyeti çok iyi anlamış, onu evlât gibi,hatta yaşlı
başlı bir arkadaş gibi sevmişti. Bazı sıcak günlerde bir sepete peynir, ekmek, üzüm doldururlar, keçileri önlerine katarak Arap deresine inerlerdi.
Dede, bu derin, karanlık dağ boğazını kendi evinin bahçesi gibi bilirdi. Orada ömründe güneş
görmemiş-köşeler keşfetmişti.
Öğle saatlerinde çıplak bağlara dayanılmaz sıcaklar çöker, kaya yığınları beyaz ateşler gibi göz. alıcı
ihtizaz-‘ larla parıldar, su birikintilerinin üstünde dumanlar tüterdi.
Bu saatlerde Şem’i Dede ile Kenan serin, gölgeli patikalardan inerler, ince sel çukurlarından atlarlar, yosunlu taşlarından sular damlayan kaya altlarından geçerlerdi.
Ekseriya «Zeybek Pmarı» denilen bir yerde otururlardı. Burada açık yaralara benzeyen kırmızı
şerhalı topraklar içinde bir kocaman kaya vardı. Zaman ve rutubet, bu taşın kenarlarını yavaş yavaş
kemirip didik-lemiş, altına serin, loş bir mağara açmıştı. Mağaranın görünmez bir yerinde hafif bir su sesi gelir, yosunlu taşların ve daima iri damlalarla ıslanan kayalığın üstünde yabanî otlar, mor çiçekli dikenler yetişir, kenar-DUDAKTAN KALBE
33

larından sarmaşığa benzeyen incecik dallarda «kaya üzümleri »nin pembe sayvanları sarkardı.
Kenan, ruhlarının içinde başka bir dünyaları olan, hep o dünyanın içinde yaşayan, seven sanatkârlardandı. Uzaktan bakanlara o kadar manasız, uyuşuk, cansız görünen ilk gençliğini o, bu ikinci dünyasında, sönmeyen bir gizli teheyyüç, bir yarım hayal sarhoşluğu içinde geçirmişti. Kenan, bu hayalî dünyayı ilk defa «Zeybek Pı-narı»nda Şem’i Dede’nin neyini dinlerken görmeğe başlamıştı.
İhtiyar arkadaşı da bir başka türlü hayal deli-siydi. Bir âdeti vardı. Bir parça çalacağı zaman evvelâ
ona güftesini okur, manasını anlatırdı: Bak oğlum ay doğuyor… Âşık mehtapta ayakları çıplak, başı
açık yârin yoluna düşüyor… Yâr artık uykudan uyanmalı… Çünkü rüyasına girmeyen maşuku koynuna girdi… Sen daha bilmezsin Kenan… İnsan, yârini çok özlerse gayri yüzünün hayalini de göremez olur…. Şimdi bunları gözünün önüne al da öyle dinle… Yoksa keçilerim gibi dinlemiş
olursun oğlum…»
Dede, güftesiz, dilsiz bir taksim yapacağı, sadece bir his ifade edeceği vakit bile bu izahatı ihmal etmezdi: «Bak sana şimdi koyunları çağıracağım… Yum gözlerini… Karşı dağlardan sürüler inecek…
Su başlarında cânâneler mey içecek… Âşıklar maşuklarının sümbül gibi saçlarını koklayacak… Ben çalarken sen bunları düşün… Sümbülleri kokla…»
Sonbaharda havalar bulanmağa başlar, gökyüzündeki bulutlar dolaşır, rüzgârın önünde yapraklar uçu-şurdu… Sararmış çardaklar, kurumağa başlamış ağaçlarda hevenkler sallanır, yerlerde sıra sıra hasırların üstünde yaldızlı gibi görünen üzümler kurur, yollardan mütemadiyen üzüm sepetleriyle yüklü arabalar, beygir
F. 3
34 DUDAKTAN KALBE
kafileleri geçerdi. Bozyaka, asıl bu son günlerinde neşele-nirdi. Her tarafta ahenk, kahkaha ve türküden başka bir şey duyulmazdı. Sabahlara kadar bağlarda çalgılar çalınır, hora tepilir; yollarda önlerinde meşalelerle kafileler dolaşırdı.
Yaz esnasında gizli kalmış bütün küçük aşk sırları
artık açığa vururdu.
Akşam üstleri bağının kenarındaki yoldan geçen komşu gence gizlice çiçek atan, mehtapta bağları
birbirinden ayıran çitlerin arasından bin naz ile parmağının ucunu öptüren genç kıza meyus, bir cesaret gelirdi. Çünkü bir daha görüşebilmek için sekiz dokuz ay beklemek lâzımdı. Artık naz etmeğe zaman yoktu.
Dikenli yollardan genç kızların kırmızı, beyaz, mavi yeldirmelerini artık gizleyemeyen ağaçlıklarda vefa yeminleri, kordelâ uçlarına bağlanmış saç perçemleri alınıp verilirdi.
Kenan, bu son günlerde derin bir hüzne düşerdi. Sonbaharın, sönen, solan, harap olan şeylerin müzmin hüznünü yaşından umulmayacak kadar kuvvetle hissediyordu.
Şem’i Dede, her yaz, Kenan’ı daha büyümüş, musikiye olan iptilâsını daha artmış buluyordu.
Güzel bir fırsat çıkmıştı. Komşu evlerden birine oldukça iyi keman çalan bir Reji kâtibi taşınmıştı.
Mesut Bey adındaki bu adam, Kenan’daki istidadı hissetmiş, haftada birkaç saat ona ders vermeğe başlamıştı. Çocuk, bu defa umulmaz bir süratle terakki ediyordu.
Saip Paşa, Kenan’ın keman çaldığını duyduğu vakit küplere binmişti. Hakimane bir tavırla : «Akıbet gükzade gurk şeved…» diyordu, çiçekler açmağa başladı… Bu çocuğa adam olmaz derken yalan mı
söylemiştim? Mektep hocalarından utanır oldum… Her görüşte rjiHyet ediyorlar… Heyamola ile sınıf geçiyormuş… O da be-DUDAKTAN KALBE
nim hatırım için ha… Aklını kemana vereceğine derslerine verse ne olur? Amma, babasına hayrul’halef olmak lâzım… Artık aklım kesti… Yeğenim çalgıcı olacak, düğünlerde çingenelerle beraber keriz havası çalacak.»
Saip Paşa, bir gün bağ komşusu Münir Beyle sabah kahvesini içiyordu: «İrfan-ı âlinize büyük hürmet ve itimadım bulunduğunu bilirsiniz, dedi… Mühim bir mesele için zat-ı âlileriyle müşavere etmek istiyorum… Malűm ya bizim haylaz bir yeğen var… Tembel, miskin bir şey… Nizam altına almak, lâkırdı dinletmek mümkün değil… Adam olmayacağına eminim… Maazâlik günah benden gitsin, diyorum… Yaş on yedi… Bin zahmetle bu sene idadiyi bitirdi… Malűmat namına bir şey aramayın…
benim Cemil ile Sadi onun yanında Eflâtun gibi âlim… (Saip Paşa, oğullarından birini Fransız, ötekini İngiliz mektebine vermişti. «Gel… git… otur… kalk» diyecek kadar lisan öğrendikleri için onları mükemmel tahsil görmüş sanıyordu). Bu çocuğu mekâtib-i âliyeden birine göndermek beyhude…
Zeytinburnu fabrikası filân gibi bir askeri sanat müessesesine vermeli, diyorum… Hem belki bir sanat öğrenir, hem de böyle yerlerde sıkı bir asker inzibatı vardır… Zat-ı âlinizin İstanbul’da çok bildikleriniz var… Artık bunlardan birisine bir kâğıt himmet edersiniz… Çocuğu çağırayım da görün.
Münir Bey, âsi, hoyrat, kılıksız bir sokak çocuğu göreceğini zannediyordu. Uzun, ince vücudu, dürüst kıyafeti, sevimli esmer yüzünde gülümseyen mahcup mavi gözleriyle tatlı bir genç görünce hayret etli.

Münir Bey, az söylemesine, sorulan şeylere tektük kelimelerle cevap vermesine rağmen onun rasgele bir çocuk olmadığını gördü, komşusu üstündeki bütün nüfuzunu sarfetti. Nihayet, çocuğu İstanbul’a mühendis mektebine göndermeğe karar verdiler.

*  36 DUDAKTAN KALBE
Kenan, İzmir’de annesi, kız kardeşi, Bozyaka’sı, Şem’i Dedesiyle beraber bir de masum, ümitsiz çocuk sevdası bırakıyordu : Leylâ… Leylâ, büyük bir mülkiye memurunun kızıydı. Kenan, ona Karantina’daki konakta sık sık tesadüf ederdi. Bundan başka yazm Leylâ’nın ailesi de Bozyaka bağlarına gelirdi. Küçükken yaramaz, hırçın bir kızdı. Öteki çocukları hiç çekemez, yalnız Kenan’la iyi geçinirdi. Aralarında nihayet iki yaş fark vardı. Böyle olduğu halde Kenan, ona âdeta bir büyük ağabey muamelesi eder; bu küçük afacan kızın her kahrını çeker, her dediğini yapardı.
Bir yaz, Leylâ birdenbire serpmiş boyuyla, yeldirmeli bir genç kız olarak Bozyaka’ya gelmişti. Kenan, artık onunla konuşmak istemiyor, bağ yollarında rast geldikçe selâm vermemek için gözlerini indiriyordu.
Fakat Leylâ, hâlâ eskisi gibi fazla havai, fazla şımarık bir kızdı.
Bir gün yine Kenan’a dar bir bağ yolunda tesadüf
etmiş, şemsiyesiyle onun yolunu kesmişti :
— Geçemezsiniz Kenan Bey… Bana niçin darıldığı-nızı söylemedikçe size yol yok…
Kenan gülümseyerek cevap vermişti :
— Size darılmak için ne sebep var?
Leylâ, şemsiyesiyle dikenlerin uçlarını kırıyor, dudaklarını bükerek somurtuyordu :
— Bana soğuk muamele ediyorsunuz… Beni artık
hiç sevmiyorsunuz…
Bu sözler, çocukça bir saffetle dudaklarından dökülmüştü.
Kenan başını önüne eğmiş, yavaş, fakat derin bir
sesle :
— Öyle mi zannediyorsunuz Leylâ Hanım? demişti.
Bu sözler, Leylâ’ya olan aşkının ilk ve son itirafıydı. Kenan, bir zamandan beri bu küçük kızı deli gibi K.ALBJİ
37
seviyordu. Aşk, ona ilk defa Leylâ’nın büyük siyah gözlerinde görünmüştü. Dünyada ondan başkasını
sevmeyeceğine, yüreğinde onun acısı, gözlerinde onun hayaliyle öleceğine kanaati vardı. Bir çocuk gibi bu siyah ümitsizliğe kendini bıraktığı halde büyük adam gibi halini, mevkiini takdir ediyordu.
Gecelerce düşünmüştü. Hiç bir çare, hiç bir ümit yoktu. Bu güzel kibar kızını istemek, yıldızlardan birini istemek gibiydi. Ona karşı gönlünden geçen şeyleri bilseler kimbilir ;ıe kadar gülerlerdi.
Leylâ’ya bir şey sezdirmek ihtimali onu ölüm gibi korkutuyordu. Çok mağrurdu. O kadar sevdiği Leylâ’nın bu biçare aşk ile eğlenmesi dayanılmaz bir acı olacaktı.
Genç kızın geçeceğini tahmin ettiği yollarda saatlerce dolaşırdı. Böyle olduğu halde onu görür görmez ya yolunu değiştirir, yahut başını önüne indirirdi.
Leylâ, bu aşkı çoktan hissetmiş, fakat gülmemişti. Bilâkis o da Kenan’ı beğeniyor, onun ince esmer yüzünü, mahcup mavi gözlerini bütün öteki gençlere tercih ediyordu.
Yol kenarındaki tesadüften sonra Leylâ’nın sevildiğine hiç şüphesi kalmamıştı. Öteki komşu kızları
gibi o da mehtaplı gecelerde küçük kaçamaklar yaparak Kenan’la kolkola gezmek istiyordu. Fakat Kenan, onun hemen açıktan açığa ettiği teklifleri anlaşılmaz bir inatla reddediyor, «bu çocukluklardan vazgeçmesi» için yalvarırken âdeta ağlıyordu.
Kenan’ın İstanbul’a gitmesine iki gün kala bağda son bir mülakatları olmuştu… Leylâ, kendini tutamıyor, mendilini yüzüne kapayarak ağlıyordu :
— Bana mektup yazarsın, değil mi Kenan?
— Hayır… imkân yok…
— Birkaç sene sonra mühendis olduğun vakit beni alacaksın, değil mi Kenan?
Si..
38
DUDAKTAN KALBE
— Niçin böyle söylüyorsun Leylâ Hanım?
— Sen de beni… istiyorsun, değil mi Kenan?
DUDAKTAN KALBE
39
— Niçin cevap vermiyorsun?
— Ağlamayınız Leylâ Hanım… Ben size lâyık mıyım?
— Annen beni annemden istesin… Şimdilik nişanlanırız…
— Ben mi Leylâ Hanım? Ben mi sizi isteyim?

Şimdi ağlamak sırası ona geliyor, göz yaşlarını göstermemek için başım yana çeviriyordu. Leylâ, ateş
gibi yanan elleriyle onun bileklerini tutmuştu. Kendini bir an onun kollarına bırakmak ihtiyacıyle yanıyordu. Kenan, karasevdanın bütün çılgınlıklarına rağmen Leylâ’yı bırakmış, ağlaya ağlaya oradan kaçmıştı. Bu izzetinefis sahibi büyük adam fedakârlığını yaptığı vakit on yedi yaşında bir çocuktan başka bir şey değildi.
Ertesi sene tatil aylarında İzmir’e döndüğü zaman Leylâ’yı da dayısının büyük oğlu Cemil’enişanlanmış buldu. Fazla meyus olmadı. Bu sevdayı zaten bir sene evvel gömmüş, Leylâ için ağlayacağı kadar ağlamıştı. Yalnız, bir şeye pişman oluyordu : «Mademki bundan sonra sevemeyeceğim… Niçin fırsat varken Leylâ’yı bir kere olsun kollanma almadım?» diyordu.
Kenan’ın bu ilk aşkı bir zaman sonra sönmüş, fakat izi, eseri gizli ve müzmin bir hüzün halinde senelerce devam edip gitmişti. Yirmi yaşma girdiği vakit büsbütün kapalı, sönük bir genç olmuştu.
Mektepte Cevat isminde bir arkadaşı vardı. Huyları, tabiatları, hatta zevkleri arasında hiç bir benzerlik yoktu. Cevat, çapkın, şen, zeki bir kibar çocuğuydu. Böyle olduğu halde birbirlerini pek sevmişlerdi.
Cevat, arkadaşını biraz uyandırıp eğlendirmek, bi-
I
raz hayata alâkalandırmak istiyordu. Fakat bütün emekleri boşa gidiyordu.
Bazen ona sorardı : «Sen hissiz bir genç değilsin Kenan… Bunu anlamak için kemanını dinlemeğe bile lüzum yok… Haline, yüzüne şöyle bir bakmak kâfi… Böyle olduğu halde neden hiç bir şeyde gözün yok… Neden bu kadar emelsizsin?…
Kenan, hafifçe omuzlarını silker, her zamanki dalgın gülümsemesiyle : «Ne bileyim? Ben öyle doğdum!» derdi.
Kenan, böyle doğmamıştı. Ondaki emel, ondaki yaşamak hırsı dünyalara sığmayacak kadar büyüktü.
Fakat hayatının fukaralık ve muvaffakiyetsizlik içinde geçeceğine vakitsiz inanmış, hayata âdeta darılmıştı. Yarım saadetlerden nefret ediyordu. Bitirmeğe muvaffak olamayacağı bir kadehi dudaklarına götürmeyi sefil görüyordu.
Onun fikrince sanat gibi hayatta da orta yoktu. Muvaffak olanlar bildikleri, istedikleri gibi yaşarlar, ötekiler karanlık köşelerinde ne olursa olurlardı.
Dünyada en çok iğrendiği insanlar, zengin ve mesut insanların etrafında yaşayan, onların saadetlerinin kırıntılanyle bahtiyar olmağa çalışanlardı. Âdi bir kulübe penceresine asılmış süslü bir perdeye, genç bir kadının çamaşır ve bulaşıktan porsumuş parmağına taktığı yüzüğe daima acımış ve gülmüştü. Bunlara ne lüzum vardı, insan, kendini, halini bilmeli, elde edemeyeceği şeyi mümkünse istememeli, mümkün değilse bu arzuyu bir ayıp gibi gizlemeliydi!
Sonradan, Kenan’da bir fikir, bir meslek haline giren bu kanaat, en küçük yaşından beri onda hâkim bit* his olarak yaşamıştı. Minimini bir çocukken bu hisle bütün haklarından vazgeçmiş; zengin, şımarık dayızadelerinden Karantina’daki konağın debdebeli muhitin-40 DUDAKTAN KALBE
de bu hisle uzak durmuş, nihayet Leylâ’dan bu hisle aşkını saklamıştı.
Kenan, gönlünün sırlarını yalnız musiki ile ifade ediyordu. Keman, elinde bir taze çocuk ruhundan nasıl geldiğine hayret edilen canlı, derin bir ıstırapla inliyordu.
Mühendis mektebini de idadî gibi bin güçlükle bitirmiş, buna mukabil kemanını çok, pek çok ilerletmişti. İzmir’e dönmek istemiyordu. Çünkü şimdi orada annesi bile yoktu. Melek Hanım Afife’yi Seydiköy’ünden bir tüccarın oğluna vermiş, düğünden bir sene sonra kendi de oraya gitmişti.
İstanbul’da bellibaşlı bir kimse tanımadığı için memuriyet almasına imkân yoktu. Bazı arkadaşları
ona musiki hocalığı tavsiye etmişler, rüştiye mekteplerinde birkaç ders, fakir mahallelerinde iki üç
keman hocalığı
bulmuşlardı.
Beşiktaş’ta kimsesiz bir ihtiyar kadının evinde bir oda tutmuştu. Yağmur, çamur demiyor, kolunda keman kutusuyle sabahtan akşama kadar mektepten mektebe, evden eve koşuyordu.
Onu asıl bitiren vücut yorgunluğu değildi. Her gün biraz daha alçaldığını hassas gururundan biraz daha kaybettiğini görüyordu.
Mekteplerde onun sanatından bir şey anlamıyorlardı. Rüştiyelerden birinde bir müdüre çatmıştı ki, hâlâ ne zaman hasta olsa çarpık bacakları, pos bıyığı, pis kılığı ile rüyasına girerdi. Bu adam, nedense Kenan’a musallat olmuştu. Genç adamın halîm vakarını, öteki muallimler gibi kendisine hakaret etmediğini gördükçe tecavüzünü perde perde artırıyordu. Derslerde müz’iç bir karasinek gibi ensesinden ayrılmaz, ikide bir lâkırdıya karışarak ihtarlar, tembihler yapardı: «Efendim, neden bunların sesi çıkmıyor? İhtifallerde rezil oluyoruz…
Nedir o Mimar Kasım mektebi efendim… Ağzımın suyu akıyor. Geçen Fatih ihtifalinde mektebimiz Ayasofya ca-miinin önünde duruyordu… Huda-yı lemyezel hakkı için Mimar Kasım mektebinin Çenıberlitaş mektebinin önünde okuduğu marşı biz Ayasofya’dan işittik… Allah gözden esirgesin, pek kıymetli bir muallimleri var… Çocuklar orkestrayı bastırıyor… Gerçi siz de muktedirsiniz amma, her nedense yavaş okutuyorsunuz… Bu, bizim prensibe mugayirdir… Himmet edin.»
Bu müdür efendi bir nümayişde koluna, beline mektebin kırmızı yeşil kordelâsını takmadığı, sokakta talebe taburunun önünde bağıra bağıra marş söyleyip kumanda vermekten imtiha ettiği için Kenan’ı
azlettirmişti. Başka bir müdür de, oğluna yaptığı sünnet düğününde Kenan’ın keman çalmamasına darılmış, beş on gün sonra, «muallim-i mumaileyhin vatanperverane millî şarkılarla vicdan-ı şebabı
tehyiç edeceği yerde fenn-i terbiye prensiplerine mugayir birtakım malâyâniyât ile izaa-i evkat ettiğine» dair bir şikayet raporu yazmıştı. Maarif müdürü raporu, ayyaşlığıyle mâruf müfettişe havale etmişti. Kenan, bu tahkikat gününü de unutulmaz hâtıraları arasına kaydetmişti.
Sarhoşluk, müfettişin şişkin yüzünü kirli kan pıhtıları, mor burnunu kırmızı tomurcuklarla doldurmuş, diline tuhaf bir pelteklik ve rekâket vermişti. Köşede bir koltuğa kurulmuş, bir yandan Kenan’ı istintak ediyor, bir yandan bir elişi makasıyle pantolonunun sipil sipil olmuş paçalarını
düzeltiyordu.
— Azizim, rapordan istimbat edilen meale göre de-rece-i vukufunuz mevzuubahis oluyor… Zat-ı
âliniz vatanperverane millî marşlar bilmiyor musunuz?
— Bazılarını biliyorum efendim…
— O halde niçin öğretmiyorsunuz efendim?
Bir ikisini biliyorlar efendim…
— Kanaat-i vicdaniyemi bildirmek mecburiyetinde olduğum için vukuf ve iktidarınız hakkında bir fikir edinmekliğim lâzım… Sıkılmayın canım… Muallim kısmı serbest gerek…
Kenan, dalgın bir nazarla pencereden karşıki viraneye bakıyor, cevap vermiyordu…
— O halde ne yapacağız?…
— Beni müşkül mevkide bırakıyorsunuz…
— Hayır efendim… Bilâkis bu işi gayet kolay bitireceğiz… Şimdi istifamı yazacağım…
Sırf evlerdeki keman dersleriyle geçinmek mecburiyetinde kaldığı zaman daha ziyade üzülmeğe başlamıştı. Meyus bir nakarat gibi diline dolamıştı : Her evir», kapısını çalarken gözlerini yere indirir, kendi kendine : «Ah, ne kadar düşüyorum» diye tekrar ederdi.
Bu iş, haysiyeti, insanlığı kadar sıhhatine de dokunuyor, nahif vücudunu, hasta sinirlerini fazla yoruyordu.
Ahretlikten yetişme hanımlara, hemen bir iki hava belleyip komşu delikanlılarına marifet göstermek için sabırsızlanan mahalle kızlarına keman öğretmek onun yapacağı şey değildi.
Süpürge tutmasını bilmeyen mahalle karıları yirmi günde şarkı çalmak isterler, kemanı lâtarna Ve gramofondan tefrik edemeyen aile babaları : «Derse başlayalı iki ay oluyor… Himmet edin de şunu bir aya kadar bitirelim!» yolunda sözler söylerlerdi. «Öteki usta bize türküler, kantolar çalardı… siz neye çalmıyorsunuz?» diye şi-Myet edenler hiç eksik olmazdı.
Arasıra öyle sözler işitirdi ki, onu hem güldürür, hem müteessir ederdi : yuı/nıvınıı
— Şu çalgı ustalığı ne iyi şey… Bak, hem eğleniyor, hem para kazanıyorsun.
— Mediha, saçlarını kapa… Ayşe Hanım, ben mutfağa iniyorum, sen Mediha’nm yanında bulunuver…
— Azıcık arkanızı döner misiniz? Sofadan misafirler geçecek…
— Sizi gözüm ısırıyor gibi… acaba nerede gördüm… Tellâl Arif Efendinin düğününe gelen kemancı
siz miydiniz?
— Siz bekâr mısınız?… Neye evlenmiyorsunuz?… Elbet size de bir kız veren bulunur…
— Bayram şekerinizi ayırdıktı… Alık hizmetçi, yanlışlıkla bekçiye vermiş…
— Bugün kuzu ile helva pişirdikti… Sizin payınızı da ayırdık…
— Kızın eski hocasının güzel sesi vardı… Hem çalar, hem söylerdi… Ders kızın zihnine daha kolay girerdi…
— Yay çekmek, sözüm ona çingenelere vergidir. Mektepten çıktığının ikinci senesiydi. Kütahya’da ona bir yol mühendisliği teklif edildi. Kenan, bu sefil çalgı hocalığından kurtulduğu için memnun oldu; istanbul’u sevine sevine terketti.
Artık mesleğiyle yaşayacak, musikisini yalnız kendisine hasredecekti. Fakat çok geçmeden bu ümidinin de boşa çıktığım gördü. Kütahya’daki hayatı ona tstan-bul’dakinden daha renksiz; daha manasız geliyordu. İstanbul’da boş vakitlerinde serbest kalabiliyordu; kimse bu saatlerde ondaki mütehayyil inziva zevkine dokunmuyordu. Halbuki burada öyle değildi. Komşuları, arkadaşları, ne vakit çalışmağa başlarsa evine, odasma damlıyorlardı. Hâlâ çocukluğundaki gibi nazik ve yumuşak yüzlüydü. Kimsenin gönlünü kırmak istemiyor, yüze duramıyordu. Fakat onlar, saygısızlıklarım artır-

44
DUDAKTAN KALBt
dıkça artırıyorlar, Kenan’ı kasabanın çalgıcısı mevkiine
indiriyorlardı.
İlk gittiği vakit şehirde çapkın ve kalender bir mutasarrıf vardı ki, zevki, eğlenceyi çok sever, sık sık gece âlemleri, işret meclisleri tertip ederdi. Sarhoş olduğu zaman ceketini atıp ellerine kaşıklar bağlar, Aydınlı vergi başkâtibini karşısına alarak saatlerce göbek atardı.
Kenan, hiç değişmeyen köçek havalarını bir makine hissizliğiyle çalarken kendi kendine düşünürdü :
«Dayımın hakkı varmış… Musikiyi sevenler mutlaka düşmeğe, mutlaka kerizci olmağa mahkûmmuşlar… O kadar inandım, gayretim boşa gitti… Düştüm, hayatım gibi ruhum da sefil oldu.»
Birkaç ay sonra bu mutasarrıfı değiştirmişlerdi. Halefi, haşin, sert bir ihtiyardı. Vazifeye başladıktan birkaç gün sonra Kenan’ı çağırmış : «Musiki güzel şey… fakat vezaif-i resmiyeye, dokunmamak şartryle… Memurlarımızda meyl-i sefahatin hayli artmış olduğunu haber verdiler… tabiî bunun vazifeye de tesiri oluyor… Bu gece âlemlerine nihayet verilmesini, sizin de kemanınızla memur arkadaşlarınıza önayak olmamanızı talep ederim… Zaten meşagil-i resmiyeniz hayli ağir ve müşkilülif adır…»
İşte bu sıradaydı ki Kenan, eski arkadaşı Cevat’tan bir mektup aldı. Tahsil vesilesiyle Avrupa’ya giden Ce-vat, orada yerleşmiş, hatta ufak tefek ticaret işleri bile yapmaya başlamıştı. Hayatından memnun görünüyor, Kenan’ı da oraya çağırıyordu : «Kütahya’daki memuriyetin bulunmaz Hint kumaşı değil ya… Bir iki yüz lira bulabilir sen hiç durma… Hemen kirişi kırıp buraya kapağı at. Biz, burada ucuz ve rahat yaşamak ilmini öğrendik. Zaten uslu adamsın. Sana daha başka türlü kolaylıklar da gösterebilirim. Burada hem birkaç sene gözün gönlün açılır, hem adamakıllı bir konservatuvarda

mesleğine devam edersin. Mühendislikten, her halde boyunun ölçüsünü almışsındır. Sen, yine kemanından şaşma… Benim, senin fevkalâde istidadına imanım Var… Talih yardım ederse bir gün ehemmiyetli bir adam olursun…»
Kenan, bu mektubu aldıktan birkaç hafta sonra annesini ve Afife’yi görmek için bir ay izinle Seydiköy’üne gitmişti. Bir akşam bir vesile ile annesine bu mektuptan bahsetti.
Melek Hanım, oğlunun halini bu sefer hiç beğenmemişti. Genç adam, âdeta hastaydı. Yüzü daha ziyade süzülüp solmuş, haline, tavırlarına bir ihtiyar yorgunluğu çökmüştü.
Kenan, niçin bu kadar kendini bırakmış, neden bu yaşta yaşamaktan yorulmuştu? Onu biraz mesut görmek, dalgm gözlerine bir parça neşe ve hayat vermek için hiç mi çare yoktu?
Melek Hanım, geceleri yatağında geç vakitlere kadar bunları düşünüyor, oğlunun bilinmez derdi için gizli gizli ağlıyordu.
Cevat’ın mektubu ona çaresizliği içinde bir büyük ümit gibi görünmüştü.
— Arkadaşının belki hakkı var Kenan… Birkaç sene, Avrupa’ya git… Belki dediği gibi açılırsın… dedi.
Kenan, doğrudan doğruya cevap vermiyor, onun elleriyle oynayarak önüne bakıyordu :
— Benim zavallı sâf, masum annem…— Niçin böyle söylüyorsun, Kenan?
— Beni bir kuş olarak dünyaya getirseydin, bu mümkün olurdu. Açık havaya karşı kanadımı
açar, uçardım. Yoruldukça ağaç dallarına, vapur direklerine ko-/ nar, dinlenirdim. Susadıkça derelere, acıktıkça Allahtan başka kimsenin malı olmayan yabanî yemiş ağaçlarına inerdim… Ne güzel bir seyahat olurdu, değil mi, anne?…

Kenan, söylediğine pişman olarak susmuş, bu gizli sitem için af ister gibi annesinin parmaklarını
dudaklarına götürmüştü. ‘
Fakat Melek Hanım, onun ne söylemek istediğini anlamıştı. Oğlunun saçlarını, çenesini okşadı :
— Kenan, dedi, ben Kemeraltı’ndaki küçük dükkâ-nxmxzx zaten senin için saklxyordum… Bir gün halimize göre iyi bir kizcagxzla evlenebileceğini de düşünüyor-» dum. Bu ümidim kırıldı… Dükkânı
satalım. Getireceği birkaç yüz lirayı al. Arkadaşının yanma git…
— Çocuk musun anne?… Ben hiç bir şey istemiyorum… Ben bir hayat mağlûbuyum… Ben de babam gibi oldum… O kadar meyus olma anne… Elbette bu böyle devam etmeyecek… Yaşım arttıkça bu mağlûbiyete alışacağım; kaderime razx olacağım… Ne bilirsin, belki son günlerimizde biraz mesut oluruz.
Kenan, annesini fikrinden döndürmek için günlerce uğraştı. Fakat Melek Hanım, bu son ümidinden vazgeçmiyor, çocuk gibi ağlayarak inat ediyordu.
Nihayet kabul etti. Madem ki onun saadetine çalışmak ümidi annesi için bir teselli olacaktı, zavallı
kadının bu son masum hayaline dokunmakta ne mana vardı?
Sait Paşa, Kemeraltı’ndaki dükkândan gelen bir iki yiiz lirayı Kenan’ın nihayet üç ayda yiyeceğini söylemiş, dördüncü ay İzmir’e dönebilmesi için gidip gelme bilet almasını tavsiye etmişti. Paşanın bu tahmini doğru çıkmadı. Kenan, dört sene Avrupa’da kaldı. Yaşamına yardım etmek için Cevat ona küçük bir iş bulmuştu. Bu vazifeden artan bütün saatlerini sanata vermişti. Hummalı bir faaliyetle çalışıyor, vücudunu yıpratan, sinirlerini üzen hayallerine kendine bırakmak için vakit bulamıyordu. Münzevî, ürkek ruhu yavaş yavaş açılmağa başlamıştı. Hatta bazı ufak tefek maceraları
bile oluyordu. Leylâ’dan sonra tamamıyle boş kalan kalbinde yeni heyecanlar yanıp sönüyordu. Ağır, ciddî, fakat munis, uysal tabiatı onu etrafındakilere sevdirmiş, ince çehresinde hâlâ muhafaza ettiği o mazlum çocuk saffeti ona birçok kalpler kazandırmıştı.
Kenan’daki sanat kudreti umulmaz bir süratle inki şaf ediyordu. Tanınmış bir musiki üstadmın teşebbüsü üzerine verdiği bir konser, ona umulmaz bir muvaffakiyet temin etti. Bir münekkid onun hakkında umumî kanaatini şu sözlerle hulâsa etmişti : «Bu Türk musikişinasının şimdiden bir
«virtioz» olduğunu söylemek yanlış değildir. Fakat, ben, onda fazla da bir şey görüyorum. Hüseyin Kenan, yalnxz başkalarının bestesini anlayıp söylemekle iktifa etmeyecek… Onun kendinin de bize söyleyecek derin, temiz şeyleri var. Sade ve sade-dıl «Şark Noktürnleri»nde yer yer usulsüzlükler, acemilikler, korku veren tereddütler, hafifçe gülümsemekten iptidailikler yok değil. Bu, inkâr edilmez. Fakat bu biraz iptidaî, biraz mütereddit musiki bizi tutmuştur ki, ehemmiyetli olan da budur.
Bu çocuk, henüz kekeliyor, fakat ileride söyleyecek ve güzel söyleyecek… Memleketinin istiareli lisamyle söylemek lâzım gelirse, diyeceğim ki Kenan, henüz kuşlara benziyor… Tereddütlerinden, hatta muvakkat düşmelerinden korkmayalım, ondaki istidat onu çok ileri-götürebilir.»
*’
Talih, artık Kenan’a gülmeğe başlamıştı. Bu muvaffakiyet, İstanbul’un -günü gününe, saati saatine uymayan bu güze! bukalemunun- insan ve sanatkâr bir zamanına tesadüf etmişti. Üç beş sene evvel yan aç surüp çıkardığı Kenan’a bu defa bir dâhi, bir yarım ilâh gibi kollarını açtı. Avrupa’dan aldığı parlak şehadetna-meden sonra artık bu gencin ehliyetinden şüphe edilemez, musikisine lakayt kalınamazdı.
Şişli’nin sanatkâr salonlarından, Balıklı panayırı palikaryalarına, Sandıkburnu ehlidillerine kadar birçok kimseler «Şark Noktürnleri»ni dinlemiş, piyanodan gramofona kadar her çalgı, aylarca bu musikiyi çalmıştı.
Muvaffakiyet, evvelâ Kenan’a hafif bir sersemlik vermişti. Hâlâ inanamıyor, «mümkün değil, bu, devam edemez» diyordu.
Şöhretine evvelâ sahte bir istihfafla omuz silkmiş, yaşayışını değiştirmemeğe karar vermişti.
İstanbul’da şimdi birçok hamiler, hayırhah dostlar bulunuyordu. Zengin bir tüccar bir musiki mektebi’ açmak, hovarda, fakat uyanık bir mirasyedi bir «Opera kumpanyası» yapmak için mühim sermaye teklif etmişti. O vakit Nafia Nazırı olan musiki meraklısı bir paşa da onu kalem-i mahsus müdürü yapmak istemişti. Kenan, iki meslek arasındaki münasebeti anlayamayarak şaşkın, paşanın yüzüne bakarken o :
— Ne zarar var oğlum, demişti. Aynı zamanda mühendis değil misiniz?
Genç bestekâr, bunları ve buna benzer başka münasebetsiz teklifleri reddetmiş, yine eskisi gibi dersleriyle yaşamak istemişti. Fakat bu defa bütün kibar ve mutasallif İstanbul, onun talebesi oluyordu. Kenan’dan ders almayan küçük hanımların kemanı, Hege’de tahsilini bitirmeyenlerin piyanosu gibi noksan sayılıyordu. Ümidinden çok fazla para kazanmağa başlamıştı.
İlk zamanlarda yaşayışı gibi eski acı ve bedbin görünüşünü de muhafaza etmişti. Büyük kazalardan kur-DUDAKTAN KALBE 49
tulanlar gibi yüreğinde bir ürkeklik, uzun müddet soğukta kalanlar gibi içinde bir ürperme vardı ki, bir türlü gitmiyordu.
Bazı kendi kendine düşünürdü : «Neme lâzım… bu muvaffakiyet bana daha evvel gelmeliydi. Kalbim söndü, heveslerim söndü, hayatım tamir kabul etmeyecek surette kırıldı.»

Benzer İçerikler

Nefretten Sonra

yakutlu

Tutsak Yüreğim – Susan Wiggs – Pdf İndir

yakutlu

Cengiz Aytmatov – Cemile (Roman Özeti)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy