GÖĞÜ DELEN ADAM-Erich Scheurmann

Erich Scheurmann’ın Ön Açıklaması

Bu konuşmayı1  Avrupa’da yayımlamak ya da bastırmak gibi bir niyeti kesinlikle yoktu Tuiavii’nin. Bunlar sadece kendi Polinezyalı halkı için düşünülmüştü. Ben onun bilgisi dışında ve kuşkusuz ona rağmen bu yerlinin konuşmalarını Avrupa’nın okur çevresine yine de aktarıyorsam bunun elbette bir nedeni var: Doğayla henüz iç içe bir insanın bizim kültürümüze hangi gözlerle baktığını öğrenmek biz beyazlar ve akıl insanları için bir değer taşıyor olsa gerek. Kendimizi, artık yitirdiğimiz bir bakış açısıyla görme imkânı buluyoruz onun gözüyle baktığımızda. Kimi uygarlık tutkunları Tuiavii’nin bakışını çocuksu, çocukça, hatta budalaca bulacaktır mutlaka; ama sağduyulu ve daha alçakgönüllü olan kimileri ise Tuiavii’nin sözlerine katılacak ve kendilerini yeniden gözden geçirmeye mecbur hissedecektir. Çünkü onun bilgeliği herhangi bir eğitime değil, doğal bir yalınlığa dayanmaktadır.

Bu konuşma, Güneydenizi’nin tüm ilkel halklarına, kendilerini Avrupa anakarasının “aydınlanmış” halklarından koparma yolunda yapılmış bir çağrıdan başka bir şey değildir. Avrupa’yı hiçe sayan Tuiavii, yerli atalarının Avrupa’nın ışığıyla aydınlanmak gibi büyük bir yanılgıya düştüklerinin bilinci içinde sürdürdü yaşamını. Tıpkı ilk beyaz misyoneri, yüksek kayalardan “Defolun gidin, sizi gidi pis iblisler!” diyerek yelpazesiyle kovan Fagasalı bakire gibi o da, Avrupa’nın kötü ruhu temsil ettiğini düşünüyordu; masumiyetini korumak isteyenlerin sakınması gereken yıkıcı ilke olduğunu.

Tuiavii’yi ilk tanıdığımda Avrupai dünyadan uzakta, dünyadan kopuk Upolu adasında huzur ve barış içinde yaşıyordu. Samoa takımadalarından birindeki Tiavea köyünün hâkimi ve büyük şefiydi. İlk bakışta iri cüsseli, ama sevimli bir dev izlenimi uyandırıyordu. Yaklaşık iki metre uzunluğundaydı ve olağanüstü güçlü bir yapısı vardı. Sesiyse bu görünümüne ters düşercesine bir kadınınla kadar ince ve yumuşaktı. Kaim kaşlarının gölgelediği çukura kaçmış gözleri biraz donuk ve durgun bakıyordu genelde; ama konuşmaya başladığında aniden değişiyor ve bir kor gibi yanıyor, derinliklerinde sevecen parıltılar görülüyordu.

Bunlardan başka Tuiavii’yi yerli kardeşlerinden ayıran bir şey de yoktu. O da kava’sını2  içiyor, sabah akşam lotoya3  gidiyor, muz, kulkas kökü ve yerelması yiyor, halkının tüm gelenek ve göreneklerine uyuyordu. Evindeki hasırda, yarı kapalı gözlerle yatarken iç dünyasında neler olup bittiğini ve nelere ne tür açıklamalar aradığını yalnız en yakınları bilirdi.

Yerliler, genellikle çocuklar gibi yalnızca duyularıyla algılayabildikleri alanda, geçmişi ve geleceği düşünmeksizin, ne kendine ne de uzak ya da yakın çevresine bakma gereği duymadan yaşarlarken, Tuiavii bu kuralı bozuyordu. Onda, ilkel halklarla aramızdaki en temel ayrım olan bilinç denen içsel güç vardı ve bu yanıyla bütün çevresinden bariz olarak farklıydı.

Sanırım Tuiavii’nin o uzak Avrupa’yı tanıma isteği de bu olağanüstü yanından kaynaklanıyordu. Tuiavii, Maristen’deki misyoner okulunda öğrenciyken doğan bu özlemini ancak yetişkin bir adam olduktan sonra giderebildi. O sıralar bütün Kıtayı dolaşan bir “halkları seyretme grubu”na katıldı ve büyük bir öğrenme açlığıyla birbiri ardına bütün ülkeleri gezerek bu ülkelerin sanat ve kültürleri hakkında ayrıntılı bilgiler edindi. Birçok kez, gözle görülemeyecek denli küçük ayrıntılar hakkındaki bilgilerinin sağlamlığı karşısında şaşkınlığa düştüm. Tuiavii, duygusallıktan ve önyargılardan tamamen uzaktı. Hiçbir şey onun gözünü kamaştıramaz, hiçbir söz onu gerçeklerden saptıramazdı. Gözlemlerinde kendi platformunu terk etmeden olguların özüne inmeyi biliyordu.

Bir yılı aşkın bir süre onunla çok yakın bir ilişki içinde yaşadığım halde, (köy topluluğunun bir üyesiydim) onun bana açılması için, içimdeki Avrupalıyı yok etmemi, hatta tümden unutarak dost olmamızı bekledim. Onun o yalın bilgeliğini paylaşabilecek denli olgunlaşıp; ona gülmeyeceğimden (böyle bir şeyi zaten hiçbir zaman yapmadım) emin oluncaya dek. Ancak bundan sonra bana notlarından kimi bölümleri aktardı. Bütün bunları hiçbir aşırılığa, hiçbir hitabet marifetine kaçmadan, sanki anlattıklarının hepsi tarihsel olaylarmış gibi okuyordu. Ama işte tam da bu tavrı nedeniyle söylenenler beni etkiliyor ve duyduklarımı aklımda tutma isteği doğuruyordu.

Tuiavii, notlarını bana vermeye, ancak çok daha sonra razı oldu. Notların çevrilmesine, yayımlatmak amacıyla değil, yalnızca özel ilgim nedeniyle izin verdi. Bütün bu notlar, bir konuşmanın henüz tamamlanmamış taslakları halindeydi. Tuiavii bunlara hiçbir zaman başka bir gözle bakmadı. O, kafasındaki verileri düzenleyip sonuna dek netleştirdikten sonra Polinezya’daki, kendi deyimiyle “görevi” uğrunda çalışmaya başlamak istiyordu. Ne yazık ki ben, onun bu olgunluk aşamasına ulaşmasını bekleyemeden Okyanusya’dan ayrılmak zorunda kaldım.

Çeviri sırasında özgün metnin ifadesine bağlı kalıp, metnin düzeninde hiçbir müdahaleye izin vermemeye hırsla uğraştıysam da anlatımın, gerek zenginliğinden gerekse de soluğundan ve dolaysızlığından çok şey yitirdiğinin bilincindeyim. Ama, ilkel bir dilin Almancalaştırılmasının, çocuksu denebilecek tanımlamaları bayağılaştırmadan aktarmanın güçlüğünü bilenler bu durumu hoşgörüyle karşılayacaklardır.

Avrupalının edindiği tüm kültür değerlerine göre Tuiavii bir yanılgıdan ibarettir; o bir çıkmaz sokak, “kültürsüz” bir yerlidir. Eğer anlatılanlar alçakgönüllü bir yüreğin kendini elevermesi şeklinde olağanüstü bir yalınlıkla aktarılmış olmasaydı Avrupalı Tuiavii’nin sözlerini küstahlık olarak değerlendirebilirdi. Gerçi onun halkına seslenişinde, onları beyazların büyüsünden kurtarmak üzere bir uyarı vardı, ama bunu elemin sesiyle yapıyordu; ve böylece güttüğü davanın temelinde kin değil insan sevgisi yattığını göstermiş oluyordu. “Bize, ışığı getireceğinize inandırmıştınız,” demişti son kez birlikte olduğumuzda, “oysa sizin niyetiniz bizi de kendi karanlığınıza çekmekti!” O, yaşamdaki nesneleri ve süreçleri, bir çocuğun doğruluğuyla ve gerçek sevgisiyle gözlemliyor, içerdiği çelişkileri ve ahlâki

zaafları keşfediyor ve bunları sayıp dökerek anımsamaya çalıştıkça her biri bir deneyime dönüşüyordu. İnsanları kendilerinden koparan, düzmeceliğe ve doğaldışılığa sürükleyen Avrupa kültürünün değerinin nerede yattığını bir türlü anlayamıyordu. Derimizden, dış görünüşümüzden başlayarak önem atfettiğimiz tüm vasıflarımızı, baştan ayağa dek soyup ortaya dökerken, bu vasıfları Avrupa’nın üslubunu dışlayarak ve sözü dolandırmadan tüm hoyratlığıyla sergileyen bir gösteri ortaya koyuyordu; öyle bir gösteri ki, yazara mı yoksa yazarın ele aldıklarına mı gülmeli kestirmek güç.

Bana kalırsa Tuiavii’nin konuşmasında, biz Avrupalılar için değerli olan ve bunları yayımlamayı anlamlı kılan şeyler, onun bu çocuksu açıksözlülüğünde ve hoyratlığında yatıyor. Dünya savaşı bizi de kendimizden kuşku duyar bir duruma sürükledi. Dünyamızı sorgulamaya, gerçeği ne kadar yakaladığımızı sormaya ve kültürümüzün kendi ideallerimizi gerçekleştirme yeteneğinden kuşku duymaya başladık.

Bu nedenle, kendimizi bir kez olsun eğitilmiş ve kültürlü insanlar olarak görmeyi bir yana bırakalım. Tuiavii’nin, eğitim yüzünden sağlığını yitirmemiş ve henüz doğal duygularını koruyan hataya açık bu Güneydenizi yerlisinin basit düşüncelerine ve bakış açısına kulak verelim. O, bizim tanrılarımızı kendi ellerimizle yok edip yerine ölü tabular koyduğumuz dünyamızı tanımamıza yardım ediyor.

Erich Scheurmann

 

Papalagi’nin Etini Örtmesi, Çeşit Çeşit Kılıfları ve Örtülerine Dair

 

Papalagi’nin işi gücü ha bire etini sıkıca örtmeye çalışmaktır. “Gövde, kol ve bacaklar ettir. Ancak boyundan yukarısı gerçek insandır.” İşte böyle söylemişti bana, pek saygıdeğer ve akıllı geçinen bir beyaz adam. Onun önem verdiği tek şey, iyisiyle kötüsüyle bütün düşünceleri ve ruhu içinde saklayan yerdir; yani kafadır. Beyaz adam olsa olsa bir de ellerini açıkta bırakır. Sanki kafa ve eller, etle kemikten başka bir şeymiş gibi. Ama bunların dışında etini gösterene pek iyi gözle bakılmaz.

Bir kızı kendine eş olarak seçen delikanlı, aldanıp aldanmadığını hiçbir zaman bilemez. Çünkü kızın bedenini önceden görme olanağı yoktur.4  Bir kız, Samoa’nın en güzel taopou’sundan5 daha güzel bile olsa yine de bedenini iyice örter. Böylece kimse onu görememiş ve güzelliğinden zevk alamamış olur.

“Et günahtır!” İşte böyle söyler Papalagi. Çünkü onun düşüncesine göre yüce olan tek şey ruhtur. Güneşe doğru uzanan kol, bir günah okudur aslında. Soluk aldıkça denizdeki dalgalar gibi kabarıp inen göğüs bir günah yuvasıdır. Bize siva6  sunan köy dilberinin kol ve bacakları günahtır. Şu koca dünyadaki en büyük mutluluk olan insan yapmaya yarayan organların birbirine dokunması da günahtır. Her sinirin içinde kötü niyetli, insandan insana sıçrayan bir zehir vardır. Ete kim şöyle bir göz atacak olsa ona zehir bulaşır, yaralanır. Bakanın yaptığı da etini göstereninki kadar kötüdür en az. Böyle söyler işte beyaz adamın kutsal gelenekleri.

Bu yüzden de Papalagi’nin gövdesi, başından ayak parmaklarının ucuna değin çeşitli örtüler, hasırlar ve derilerle kaplıdır. Bu kılıflar öylesine sıkı ki, hiçbir insan gözü onları delip geçemez; öylesine sıkı ki, gövdesi ulu ormanların derinliklerinde açan çiçekler gibi solgun, beyaz ve yorgundur.

Dinleyin kardeşlerim! Size bir erkek Papalagi’nin üstünde taşıdığı yükleri anlatayım: En içte, çıplak vücudu, bitki liflerinden dokunmuş beyaz bir kılıf kaplar. Buna iç kılıf denir. Yukarıdan aşağıya doğru kafadan geçirilir. Göğsü ve kolları sarar, kalçaya kadar iner. Sonra da aşağıdan yukarıya doğru bacakları ve baldırları örtüp, göbeğe kadar çıkan bir alt kılıf giyilir. Bu iki kılıf üçüncü bir kılıfla kaplanır. Bu sonuncusu özel olarak yetiştirilen yünlü bir hayvanın kıllarından dokunur. Asıl örtü budur. Genellikle üç parçadan oluşur. Biri üst gövdeyi, biri ortayı, diğeri de bacakları örter. Bu üç kılıf birbirine deniz kabukları ve kauçuk ağacının kurumuş sütünden yapılmış şeritlerle tutturulur.7  Hepsi sanki tek bir parçaymış gibi gelir insana. Hani lagün civarında hava yağmurdan sonra koyu gri bir renk alır. İşte bu örtüler de hep bu renktir. Hiçbir zaman rengârenk olmaz. Belki bir tek orta parça renkli olabilir. O da ha bire kendinden söz eden ve dişilerin peşinden koşan erkeklerde.

Ve en sonunda ayaklara, biri yumuşak, biri çok sert iki ayrı kılıf giyilir. Yumuşak olanı genellikle esnektir ve sert olanın tersine ayağı bir güzel sarar. Sert olanı güçlü bir hayvanın derisinden yapılır. Deri iyice sertleşene kadar suda bırakılır, üstü bıçakla kazınır, dövülür ve güneşe serilir. Papalagi bunu alıp içine ancak bir ayağının sığabileceği büyüklükte, yüksek kenarlı bir çeşit kano yapar. Bir kano sol, bir tane de sağ ayağı için. Bu ayak kanoları şeritler ve kancalarla ayak bileklerine öyle bir sıkı bağlanır ki, ayaklar kabuğunun içinde büzüşüp kalmış deniz salyangozunun gövdesi gibi sıkışır kalır. Papalagi, bu derileri güneşin doğuşundan batışına kadar ayağından hiç çıkartmaz. Onlarla malaga’ya8  çıkar, dans eder. Hava, yağmur sonrası basan sıcak kadar ısınsa bile yine de çıkarmaz ayağından.

Bu yaptıklarının doğal olmadığının pekâlâ beyazlar da farkındalar. Bu meretler adamın ayağını sanki ölmüş de çürümeye başlamış gibi, leş gibi kokutur. Zaten artık Avrupalıların ayakları bir şey kavramaya ya da bir palmiye ağacına tırmanmaya bile yaramıyor. Onlar da bütün bu aptallıklarını gizlemek için, hayvanın, aslında kırmızı olan derisinin üstüne bir parça pislik bulaştırırlar. Sonra bunu sıvayıp öyle bir parlatırlar ki, bir bakanın gözleri kamaşır ve bir daha bakamaz.

Avrupa’da bir zamanlar çok ünlü bir Papalagi yaşardı. İnsanlar kalkıp onu ziyarete gelirlerdi. O da onlara: “Ayağınıza böyle dar ve ağır kılıflar giymeniz doğru değil. Gecenin çiyi otları kapladığı sürece yalınayak dolaşın. Böylece bütün illetlerden kurtulursunuz” derdi. Çok sağlıklı ve akıllı bir adamdı bu, ama onunla dalga geçtiler. Sonunda kısa sürede unutuldu gitti.

Kadın da erkek gibi gövdesini örten kılıflar ve örtüler sarar üstüne. Derisi yara ve ip izleriyle doludur. Memeleri, onları sanki cendereye almış gibi sıkan bir kılıf yüzünden sönükleşmiş ve artık süt veremez hale gelmiştir. Bu kılıf, boyundan memenin altına kadar uzanır, sırttan da bağlanır. İyice sıkılaşsın diye de balık kılçıkları, şeritler ve liflerle desteklenir. Bu yüzden anaların çoğu, bebeklerine sütü cam bir boru yardımıyla verirler. Bu borunun bir ucu kapalıdır. Öbür ucunda da yapma bir meme ucu takılıdır. Tabii, verdikleri süt de kendi sütleri değil. Sütü, kızıl renkli, koca boynuzlu, biçimsiz bir hayvanın memelerinden zorla sağarlar.

Bunun dışında kızların ve kadınların örtüleri erkeklere oranla daha ince, renkleri daha canlı ve parlak olabilir. Bir de boyunlarını ve kollarını erkeklerden daha fazla açıkta bırakırlar. Bu da tabii daha çok etin görünmesine olanak verir. Ama yine de bir kız ne kadar çok kapanırsa o kadar iyi karşılanır ve herkes onun edepli olduğunu düşünür.

Ben de, işte bu yüzden, kadınların ve kızların nasıl olup da, büyük fono’larda9  ve şölenlerde boyunlarını ve sırtlarını açıkta bırakıp, etlerini gösterdikleri halde edepsiz sayılmadıklarını bir türlü anlayamıyorum. Belki de törenlere has bir çeşnidir. Yani diğer günlerde yasak olan şeylere yalnızca bir kez izin verilmesi.

Ama erkekler, boyunlarını ve sırtlarını her zaman kapalı tutarlar. Alii10  boynuna, göğsüne kadar sarkan, taro yaprağı büyüklüğünde, kireçle sertleştirilmiş bir bez bağlar.11  Bunun üst kısmında aynı bezden, yüksekçe bir şerit vardır. Bu da kirece batırılarak sertleştirilmiştir. Bu şeridin içinden renkli bir bez geçirilip kayık haladını düğümler gibi bir düğüm atılır. Bu renkli bezin üstüne bir inci ya da bir iğne takılır. Ve bütün bunlar ilk baştaki bezin üstüne asılır. Papalagi’lerin çoğu, kollarının bileklerine de yine kirece batırılarak sertleştirilmiş şeritler takarlar. Ama ayak bileklerine asla.

Bu beyaz bez ve beyaz alçı şerit çok büyük bir anlam taşır. Hiçbir Papalagi, kadınların bulunduğu yerlere boynunda bu takı olmadan gidemez. Bu alçı şeridin beyazlığını yitirip artık ışık saçamaz hale gelmesi de çok kötüdür. Bu yüzden alii’lerin hemen hepsi, göğüs bezlerini ve kireçten şeritlerini her gün değiştirirler.

Kadınların binbir çeşit, rengârenk tören örtüleri vardır. Sandıklar dolusu. Bunlar üzerine kafa yormaya bayılırlar. “Bugün hangisini örtünmeli, uzun mu olmalı yoksa kısa mı, acaba üstüne hangi süsleri takmalı?” İşte bunları düşünür dururlar. Buna karşılık erkeklerin tek bir tören giysileri vardır ve bunun hakkında tek bir söz bile çıkmaz ağızlarından. Bu giysi insanı kuşa benzeten bir giysidir.

Kapkara bir örtü. Arkası çalı papağanın kuyruğu gibi uzayıp gider.12  Bu süslü giysi giyildiğinde ellerin de beyaz bir kılıfla örtülmesi gerekir. Her bir parmağı sıkıca saran bu kılıf, kanın tutuşup yüreğe hücum etmesine neden olur. Bu yüzden aklı başında beyefendilerin bu kılıfları yalnızca ellerinde tutması ya da göğüslerinin altına sardıkları bir bezin arasına sıkıştırması doğru sayılır.

Bir kadın ya da bir erkek, kulübesini terk edip sokağa çıkar çıkmaz geniş bir örtüye daha sarınır. Örtünün kalınlığı havanın güneşli olup olmamasına göre değişir. Sonra kafalarına da bir şeyler geçirirler. Erkeklerinki, bizim Samoa kulübelerinin damları gibi yusyuvarlak ve oyuk bir kaptır. Kadınlarınkiyse bitki saplarından örülmüş ya da ters çevrilip kafaya geçirilmiş kocaman bir sepettir. Bunun üstüne, hiçbir zaman kokmayan çiçekler, kuştüyleri, bez şeritler, incik boncuk ve daha akla gelebilecek her türlü ıvır zıvır iliştirilir. Bunlar da taopou’ların savaş dansı yaparken taktıkları tuiga’ları13  andırır. Ama tabii tuiga’lar hem çok daha güzeldir hem de fırtına ya da dans sırasında kafadan öyle hemen düşmezler. Erkekler birine rastlayıp selam vereceklerinde bu kafalıklarını çıkarıp sallarlar. Buna karşılık kadınlar, kafalarındaki ağırlığı, kötü yüklenmiş kayıklar gibi hafifçe öne eğmekle yetinirler.

Papalagi, geceleyin döşeğine yatmazdan önce üstünde ne var ne yoksa hepsini çıkarır, ama hemen ardından, bu kez tek parçadan oluşan ve ayaklarını açıkta bırakan yeni bir örtüye sarınır. Kadın ve kızların örtülerinin boyun kısımları, onları o halde görecek pek kimse olmadığı halde oldukça süslü püslüdür. Papalagi döşeğine yatınca da, içi büyük bir kuşun karın tüyleriyle doldurulmuş bir örtü çeker başına kadar. Bu örtü, kuşun tüyleri ortalığa saçılıp savrulmasın diyedir. Bu tüyler Papalagi’yi terletir. O da, güneş olmasa bile kendisini güneşin altında yatıyormuş gibi hisseder. Çünkü Papalagi, güneşin kendisine o kadar önem vermez.

İşte böylece, Papalagi’nin bedeninin neden mutluluğun renginden mahrum kaldığı, böyle beyaz ve soluk olduğu anlaşılmış oluyor. Kadınların ve özellikle de kızların ödü patlar, büyük ışığın etkisiyle biraz kızaracaklar diye. Ne zaman güneşe çıksalar tepelerinde bir de kocaman bir çatı taşırlar. Sanki ayın solgun rengi güneşin renginden daha güzelmiş gibi! Ama, Papalagi nedense her şeyi kendisine göre bir hikmete, bir kurala bağlamaya can atar. Kendi burnu köpekbalığının dişi gibi sivri ya, ona göre güzel olan odur. Buna karşılık bizim sonsuza dek yuvarlak kalacak burnumuz ona göre çirkin ve biçimsizdir. Oysa biz tam tersini düşünürüz.

Kızların ve kadınların bedenleri sıkıca örtülü olduğundan, erkekler ve delikanlılar onların etlerini görmek için büyük bir istek duyarlar. Bu doğaldır tabii. Ama onlar gece gündüz bunun düşünü kurup, kadınların, kızların vücutlarından söz ederler. Hem de bu son derece doğal olan şey büyük bir günahmış da, yalnızca karanlıkta yapılabilirmiş gibi. Ama eti bir kez çıplak gördüler mi, düşüncelerini başka tarafa yöneltirler, gözleri onu görmez olur. Bir kıza rastlayacak olsalar ağızlarından arzu dolu tek bir söz bile çıkmaz.

Onlara göre et günahtır ya, Atiu’nundur14 ya! Bundan daha budalaca bir şey duydunuz mu hiç sevgili kardeşlerim. Beyaz adamın sözlerine inanacak olsak halimiz yaman olurdu. Sözde bizim etimiz volkan kayaları gibi sertmiş. İçinden volkanın o güzelim sıcaklığı da gelmiyormuş. Ama biz yine de, etimiz güneşte konuşabildiği için sevinmeliyiz. Bacaklarımızı saran bir örtü, ayaklarımızı ağırlaştıran ayak kılıfları olmadığı için yaban atları gibi koşturabildiğimize, kafamızdaki örtü düşecek mi diye kaygıçekmediğimize sevinmeliyiz. Beyaz adam budala ve kördür. Gerçek mutluluğa karşı sağırdır ve bu utancını gizlemek için kat kat örtünmesi gerekir.

Taştan Kutular, Taş Yarıklar, Yine Taştan Adalar ve Bunların Arasında Kalanlara Dair

 

Papalagi, tıpkı bir midye gibi, sert bir kabuğun içinde oturur. Bir çıyan gibi, taşların arasında lavların çatlaklarında yaşar. Sağı, solu, altı, üstü hep taşlarla örtülüdür. Barınağı dikine duran taş bir sandığı andırır, çok sayıda gözü olan delik deşik bir sandığı.

Bu taş kabuğa yalnız tek bir yerden girilip çıkılır, Papalagi bu yere, içeri girerken “giriş”, dışarı çıkarken de “çıkış” adını verir, oysa ortada tek bir delik vardır. Burada barınağa girmek için büyük bir güçle itmek gereken ağır bir tahta kanat vardır. Ama burası henüz işin başıdır, barınağa gerçekten ulaşabilmek için daha bir sürü tahta kanadı itmek gerekir.

Kimi barınaklarda, bir Samoa köyünde yaşayan insanlardan çok daha fazla insan oturur. Bu nedenle görüşmek istediğin aiga’nın15 adını kesin olarak bilmek gerekir. Çünkü her aiga bu taş sandığın ya alt tarafında, ya üst tarafında, ya da ortalarında, sağında ya da solunda belli bir bölümünü kendine ayırmıştır. Bir aiga diğerlerinin ne yaptığını bilmez. Sanki yalnızca taş bir duvar değil de, Manono, Apolima ve Savaii16  gibi birçok deniz ayırır onları. Çok zaman birbirlerinin adlarını bile bilmezler. Giriş deliğinde karşılaştıklarında ya isteksizce selamlaşırlar, ya da düşman böcekler gibi mırıldanırlar. Gören de bir arada yaşamak zorunda kaldıkları için hiddetlendiklerini sanır.

Eğer aiga en tepede, yani çatının hemen altında yaşıyorsa, zikzak ya da halka şeklindeki dallara tırmanmak gerekir, taa bir aiga’nın adının duvarda yazılı olduğu yere kadar. Sonunda karşısına süslü bir kadın memesine benzer bir şey çıkar. Bunun ucuna bastığında aiga’ya senin geldiğini bildiren bir çığlık duyulur. Duvarda parmaklıklı bir delik açılır ve içerden düşman olup olmadığına bakarlar. Gelen düşmansa açmazlar, yok eğer tanıdık biriyse zincirleri çözüp, konuk yarıktan gerçek barınağa girebilsin diye kanadı kendilerine doğru çekerler.

Bu barınak da dik duvarlarla bölümlere ayrılmıştır. Kanatlardan kanatlara, giderek küçülen kutulardan kutulara geçilir. Her kutunun -Papalagi bunlara oda adını vermiştir- bir deliği vardır, eğer oda büyükse iki ya da üç tane de olabilir delik. Bunlardan içeri ışık girer. Bu delikler camlarla kapatılmıştır. Eğer içeri temiz hava girsin istenirse -ki bu çok gereklidir- camlar kaldırılır. Ama hava ve ışık deliği olmayan birçok kutu vardır buralarda.

Bir Samoalı bu kutularda hemen boğuluverir, çünkü hiçbir yerinden içeri bizim kulübelerimizde olduğu gibi taze hava giremez. Sonra aşevinin kokuları da çıkacak delik ararlar kendilerine. Ama çok zaman dışarıdan gelen havanın daha iyi olduğu söylenemez. İnsan bunların nasıl olup da ölmediğine ya da kuş olmaya, kanat takıp hava ve güneş olan yerlere yükselmedikleri için hayıflanmadıklarına şaşırıyor. Ama Papalagi, bu taş kutuları sever ve artık zararlarını ayrımsamaz.

Her kutunun özel bir amacı vardır. En büyük ve aydınlık olanı aile fono’ları17 ya da konuk ağırlamaya yarar, bir diğeri de uyumaya. Burada döşekler serilidir. Serilidir dediysem, yerde değil tabii, uzun ayakların üstünde duran bir tahta kasada yani; böylece döşeğin altından hava girmesi sağlanır. Üçüncü bir oda yemek yemek ve duman tüttürmek, bir dördüncüsü yiyecekleri saklamak, beşincisi pişirmek, sonuncusu ve en küçüğü de yıkanmak gibi işlerde kullanılır. En güzel bölüm budur. Duvarları aynalarla kaplanmış, yer döşemesiyse renkli taşlarla süslenmiştir. Ortada taştan ya da madenden yapılma büyük bir çanak vardır ve bunun içine su akar. Gerçek bir şef mezarından bile büyük olan bu çanağın içine girilip, taş kutuların tozlarından temizlenmeye çalışılır. Daha çok kutusu olan barınaklar da vardır tabii. Hatta öyle barınaklar vardır ki, her çocuğun kendisine ayrılmış bir kutusu olması bir yana, Papalagi’nin hizmetçisinin, atının, köpeğinin bile ayrı ayrı odaları vardır.

Papalagi, yaşamını işte bu kutular arasında geçirir. Günün hangi saatinde olduğuna göre ya o kutuda ya bu kutudadır. Çocukları burada, topraktan yukarıda -genellikle yetişkin bir palmiye ağacından bile yüksekte- taşların arasında büyür. Papalagi zaman zaman, kendi deyimiyle, özel kutusunu terk edip başka bir kutuya gider. Burası işyeridir. Burada karısı ve çocukları olmaksızın rahatça çalışır. Bu arada kadınlar ve kızlar ya aşevinde yemek pişirirler, ya da beden kılıflarını ve örtülerini yıkarlar. Eğer hizmetçi tutacak kadar zenginlerse bu işleri hizmetçi yapar, kendileri de ziyarete ya da alışverişe giderler. Samoa’da yetişen palmiyeler kadar çok insan Avrupa’da böyle yaşar, hatta belki daha bile fazlası. Kimileri ormana, güneşe ve bol ışığa özlem duyar, ama bunlara genellikle karşı çıkılması gereken hasta gözüyle bakılır. Eğer bir kimse bu taşlar arasındaki yaşamdan hoşnut değilse, şöyle denir: “Bu anormal bir insan!” Bu da aşağı yukarı şu anlama gelir: “Bu adam Tanrı’nın insanlar için neyi uygun gördüğünü bilmiyor.”

Bu taş kutular, omuz omuza duran insanlar gibi birçoğu bir arada durur, aralarında ne bir ağaç ne de bir çalılık vardır onları ayıran. Ve her birinde bütün bir Samoa köyünü dolduracak kadar çok insan yaşar. Bir taş atımı uzaklıkta yine omuz omuza vermiş duran çok sayıda taş kutu daha vardır. Bunlarda da insanlar yaşar. Bu iki sıranın arasında Papalagi’nin “cadde” dediği bir yarık vardır. Sert taşlarla kaplı bu yarık, çoğu kez bir ırmak kadar uzundur. Boş bir yer bulmak için saatlerce koşmak gerekebilir. Boşluğun olduğu yere de genellikle çok sayıda başka yarık bağlanır. Bunlar da yine aynı uzunlukta yan kollara ayrılırlar. İnsan bu taş yarıkların içinde bir orman ya da büyücek bir gökyüzü parçası bulana dek günlerce aranmak zorunda kalabilir. Bu yarıklarda gerçek bir gökyüzü mavisi bulmak çok zordur. Çünkü bir kulübenin en azından bir tane, çoğunlukla da daha fazla bacası vardır. Bunlar havaya Savaii’deki volkan patlaması gibi duman ve kül savururlar. Tabii bu küller de yeniden yarıkların üstüne yağar. Bu yüzden taş kutular Mangrove bataklığının balçığı gibi görünürler. İnsanların saçlarına ve gözlerine kara toprak parçaları kaçar, dişlerinin arası da kum dolar.

Ama bütün bunlar insanları sabahtan akşama dek bu yarıklarda koşuşturmaktan alıkoymaya yetmez. Hatta bundan özel bir zevk alanlar bile vardır. Hele kimi yarıklarda korkunç bir kargaşa hüküm sürer, insanlar buralarda ağır bir balçık gibi akarlar. Bunlar caddelerdir. Caddelerde camdan yapılma dev sandıklarda insanların yaşamak için gerek duydukları şeyler sergilenir: Kafa süsleri, beden kılıfları, yiyecek maddeleri, balık, sebze, meyve gibi gerçek yiyecekler ve daha bir sürü şey. Bunlar insanları cezbetsin diye açıkta dururlar. Ama kimse bunlara elini süremez. Eğer gerçekten gerek duyan olursa özel izin alması ya da karşılık olarak bir fedakârlıkta bulunması icap eder.

Bu yarıklarda insanlar, her yönden gelen çeşitli tehlikelerin tehdidi altındadırlar. Çünkü yaptıkları iş yalnızca yarık boyunca koşuşturmak değildir. Karşıdan karşıya geçerler, ata binerler, üstelik bunlar yetmiyormuş gibi bir de metal şeritler üstünde kayan büyük cam sandıklara binip kendilerini taşıtırlar. Gürültü dehşet vericidir. At nalları taş zeminde takırdar, insanlar sert ayak derilerini yerlere vururlar, çocuklar bağırır, kimi sevinçten, kimi dertten binbir türlü insan bağırır durur. Tabii sen de başkalarıyla anlaşabilmek için bu gürültüyü delip geçsin diye avaz avaz bağırırsın. Genel bir uğultudur duyulan. Sanki Savaii’de fırtınalı bir günde, sarp kayaları döven dalgaların çatırtısı gibi, ya da takırtılar, gümbürtüler, çınlamalar gibi.

İşte, bütün bunların hepsi; yani kalabalık taş kutular, taş yarıklar, oraya buraya uzanan binlerce ırmağın içindeki insanlar, gürültü, kargaşa; ağaçtan, gökyüzünün mavisinden, temiz havadan, bulutlardan yoksun kapkara kumlar ve dumanlarla kaplı yerler Papalagi’nin “kent” adını verdiği şeydir. Ömründe hiçbir ağaç, tek bir ırmak ve gökyüzünü görmemiş ve de Büyük Ruhla yüz yüze gelmemiş insanların yaşadığı, ama yine de gurur duydukları yaratıları. Lagündeki mercanların arasına yuvalanmış sürüngenler gibi insanlar. Ama o sürüngenlere bile denizin berrak suları, güneşin sıcacık soluğu ulaşır. Acaba Papalagi, yarattığı bu taşla övünüyor mu? Bilemem. O, kendine özgü fikirleri olan bir yaratıktır. Hiçbir anlamı olmayan, onu hasta eden pek çok şeyi yapar; üstelik bununla da yetinmeyip bir de bunları ödüllendirir, üstüne maniler düzer.

Neyse, kentten söz ediyorduk. Büyüklü küçüklü birçok kent vardır. En büyüklerinde o ülkenin en önemli şefleri oturur. Kentler bizim denize yayılmış adalarımız gibi oraya buraya yayılmıştır. Kimisi bir yüzmelik uzaklıktadır, ama çoğu günlerce uzaklıktadır. Bütün taştan adalar birbirlerine, işaretlenmiş patikalarla bağlıdır. Buralarda ulaşım, solucan gibi ince uzun kara gemileriyle sağlanır. Bunlar demir şeritler üstünde, bizim tam yol giden on iki çifteli kayıklarımızdan bile daha hızlı kayarlar ve ikide bir tepelerinden duman püskürtürler. Ama başka adadaki bir dostuna yalnız şöyle bir talofa18  demek istiyorsan oraya dek gitmene ya da kaymana hiç gerek yok. Sözlerini metal bir telin içine söylemen yeterli. Bu teller taştan adalar arasında uzanır ve senin sözlerini gideceği yere bir kuştan daha hızlı ulaştırır.

Bu taştan adaların arasında Avrupa adı verilen gerçek kara parçası yer alır. Bu aralardaki topraklar zaman zaman bizdeki gibi güzel ve bereketlidir. Ağaçlar, ormanlar ve ırmaklar vardır. Hatta gerçek küçük köylere bile rastlanır. Kulübeleri taştan da olsa bol bol meyve ağaçlarıyla çevrilidir. Yağmur onları her yandan yıkar, yeller de yeniden kurutur.

Bu köylerde, kentlerdekinden başka türlü düşünen insanlar yaşar. Bunlara toprak insanları denir. Yarık insanlarından daha çok yiyecekleri olduğu halde elleri daha kaba, örtüleri daha kirlidir. Yaşamları diğerlerinden çok daha güzel ve sağlıklıdır: Ama kendileri buna inanmaz; ve toprağa basmayan, tohum ekip ürün biçmeyen, bu yüzden onlara boşgezer gözüyle bakan yarık insanlarını kıskanırlar. Onlara karşı düşmanlık güderler. Onlara kendi topraklarında yiyecek sağlayan, meyve toplayan, yağlanana kadar sığırları otlatan ve sonra da yarısını yarıklardakine veren hep toprak insanlarıdır çünkü. Tüm yarık insanlarına yiyecek sağlamaktan canları çıkar. Yine de, neden öbürlerinin örtülerinin daha güzel, ellerinin daha beyaz olduğunu, neden kendileri gibi güneşten terleyip, rüzgârda üşümek zorunda kalmadıklarını bir türlü almaz kafaları.

Yarık insanıysa bunun üstüne hiç kafa yormaz. O, toprak insanından daha üstün haklara sahip olduğu, yaptığı işin meyve toplamaktan daha değerli olduğu kanısındadır. Ama bu iki grup arasındaki çatışma savaşa yol açmaz. Papalagi genellikle, ister köyde yaşasın ister yarıklarda, her şeyi olduğu gibi kabullenir. Toprak insanı kente geldiğinde yarık insanının zenginliği karşısında gözleri kamaşır, yarık insanıysa toprak insanlarının köylerinden geçerken homurdanır, yüksek perdeden atıp tutar. Bu da yetmezmiş gibi, onun taştan kutularını yapan ve seven toprak insanına domuzlarını besletir.

Ama biz güneşin ve ışığın özgür çocukları, Büyük Ruh’a sadık kalmalı, böyle taşlarla onun kalbini kırmamalıyız. Yalnız yolunu şaşırmış, hastalıklı ve Tanrı’nın elini elinde hissetmeyen insanlar bu taştan yarıklar arasında güneşten, ışıktan ve yelden yoksun kalarak mutlu olabilirler. Papalagi’nin sözde mutluluğu kendinin olsun. Ama bizim güneşli kıyılarımıza taş kutularından dikmeye kalkıştığında hepsini başına yıkmalıyız. Mutluluğumuzu taştan kutular, gürültü, duman ve yarıklarla yok etmeye çalıştığında karşısına dikilmeliyiz.

Yuvarlak Metal ve Ağır Kâğıda Dair

 

Kulak verin bana, siz aklı başında kardeşlerim; inanarak kulak verin ki, kötülüğü ve beyazların korkusunu tanımamış olmanın mutluluğunu tadın. Misyonerin şu söyledikleri konusunda hepiniz tanıklık edebilirsiniz bana: Tanrı sevgiymiş. Gerçek bir Hıristiyan, sevgi düşüncesini her zaman göz önünde bulundurmalıymış. Ulu Tanrı için, beyaz adamın duaları da yeterliymiş. Onun tanrısı kandırdı bizi, açıkça dolandırdı. Papalagi de kendi tanrısını kandırıp fiştekledi bizi Büyük Ruhun sözlerini kullanarak aldatması için. Çünkü beyaz adamın gerçek tanrısı, kendisinin “para” adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kâğıttan başka bir şey değildir.

Bir Avrupalı’ya sevginin tanrısından söz edecek olsan, yüzünü buruşturur ve güler. Senin düşüncenin yalınlığıyla alay eder. Ama pırıl pırıl bir yuvarlak metal ya da koca bir ağır kâğıt uzatacak olursan, o an gözleri parıldar ve dudaklarının arasından salyalar akar. Onun sevgisi paradır, tanrısı paradır. Onlar, yani beyazların tümü uykularında bile bunu düşünürler. Öyleleri vardır ki, ha bire yuvarlak metal ve ağır kâğıt tutmaktan elleri kanca gibi olmuş, duruşları orman karıncasının bacakları gibi yamulmuştur. Kimileri vardır, para saymaktan gözleri körelmiştir. Para uğruna mutluluklarını, vicdanlarını yitirenler; gülmekten, onurundan, sevincinden, hatta karısından, çocuğundan olanlar vardır. Çoğu, sağlığını bile bunun uğruna feda eder. Yuvarlak metal ve ağır kâğıt uğruna. Bunları giysilerinin içinde, ikiye katlanmış sert derilerin arasında taşırlar. Geceleyin, kimse almasın diye yastıklarının altına saklarlar. Her gün, her saat, her an onu düşünürler. Hepsi, ama hepsi. Çocuklar bile! Çünkü düşünmek zorundadırlar. Analarından öğrendikleri, babalarından gördükleri budur. Avrupalıların tümü. Samonis’te19  bir taş aralığın içine girsen hemen şu sesi duyarsın: “Mark!” Bir an sonra yeniden “Mark!” Bu, parlak metal ve ağır kâğıdın adıdır. Falani’de20  “Frank”, Peletania’da21  “Şiling”, İtalya’da “Liret”. Mark, Frank, Şiling, Liret, hepsi aynı kapıya çıkar. Hepsi de para demektir. Para, para… Papalagi’nin gerçek tanrısı yalnızca paradır.

Ama, beyazların ülkesinde, güneşin doğuşundan batışına kadar parasız hiçbir şey yapamazsın. Paran olmadı mı ne açlığını, susuzluğunu giderebilirsin ne de yatacak bir döşek bulabilirsin. Paran olmadığı için seni Fale pui pui’ye22  atarlar ve kâğıtlar23  senden söz eder. Hep para ödemek zorundasın. Yani yürüdüğün yol için, kulübeni yaptığın yer için, gece yatacağın döşek için, odanı aydınlatan ışık için para vermen gerekir. Güvercin avlamak, ırmağa girmek için bile. İnsanların şarkı söyledikleri, dans edip eğlendikleri bir yere mi gideceksin, ya da kardeşinden bir öğüt mü isteyeceksin, bunun için de avuç dolusu yuvarlak metal ve ağır kâğıt vermen gerekir. Her şey için para ödemelisin. Her yerde bir kardeşin durup sana elini uzatır. Eğer içine bir şey koymazsan seni aşağılamaya ve azarlamaya hazırdır. İçten bir gülüş ya da dostça bir bakış onu yumuşatmaya yetmez. Açıp ağzını bağırmaya başlar: “Sefil, serseri, soyguncu!” Bütün bunlar aşağı yukarı aynı anlama gelir ve bir insanın yapabileceği en büyük rezilliklerdir. Daha doğar doğmaz para ödemeye başlarsın. Öldüğünde de, öldüğün için ailen para ödemek zorunda kalır. Ayrıca bedenin toprağa verildiği için ve mezarına senin adına dikilen taş için de para ödemek gerekir.

Avrupa’da, para vermeden herkesin yararlanabileceği tek bir şey buldum: Hava. Havanın da, yalnızca unutulduğu için parasız olduğunu sanıyorum. Hani Avrupalının biri bu dediklerimi duysa, hemen hava için de yuvarlak metal ve ağır kâğıt istemeye kalkar. Çünkü her Avrupalı, para istemek için yeni yeni nedenler arayıp duruyor.

Avrupa’da paran olmadı mı başsız, kolsuz, bacaksız bir insansın demektir. Bir hiç yani. Mutlaka paran olmalı. Para yemek, içmek, uyumak kadar gerekli. Ne kadar paran varsa o kadar iyi yaşarsın. Paran oldu mu tütün, yüzük ve güzel giysiler alabilirsin, ama ne kadar paran varsa o kadar. Paran çoksa çok şey alabilirsin. Bu yüzden herkes, daha fazla şeye sahip olabilmek için daha fazla para edinmeye çalışır. Üstelik bir de başkalarından fazla edinme derdi var. Bu hırs insanları paraya karşı her an uyanık tutar. Yere bir yuvarlak metal atsan, çocuklar hemen üstüne üşüşüp birbirleriyle dövüşmeye başlarlar. Kim ele geçirirse zafer onundur. Ama yere pek seyrek para atılır.

Nereden gelir bu para? Nasıl çok para sahibi olunur? Bu işin bazısı kolay, bazısı zor birçok yolu vardır. Kardeşinin saçını kesersen, evindeki pisliği dışarı taşırsan, suda kano kullanırsan ya da sağlam bir düşüncen varsa para edinirsin. Haksızlık etmemek için söylemiş olalım: Her şey bir sürü ağır kâğıt ve yuvarlak metal gerektirirse de, bunları kolayca elde edebilirsin. Avrupalı’nın iş adını verdiği bir şeyler yapmana yeter. Bir Avrupa özdeyişi şöyle der: “Çalış kazanırsın!”

Bu arada büyük bir haksızlık hüküm sürer. Avrupalının üstünde hiç düşünmediği, fark etmek istemediği için düşünmek de istemediği bir haksızlık. Çok parası olanların hepsi çok çalışmaz. Aslında herkes çalışmadan para kazanmanın yollarını arar. Şöyle olur: Eğer beyaz adam yemeğini, döşeğini ve evini sağladıktan sonra ayrıca parası artarsa, hemen bu para karşılığında bir kardeşini tutar ve kendi işlerini ona yaptırır. Öncelikle kendi elini pisleten, sertleştiren işleri yaptırır. Kendisinin neden olduğu pisliği ona temizletir. Eğer bu bir kadınsa, hizmetçi diye bir kız tutar. Hizmetçi, pislenmiş örtüleri, yemek kaplarını, beden kılıflarını yıkar, yırtılmış bezleri onarır; efendisinin işine yaramayacak şeyleri yapmasına ise izin verilmez. O zaman da kadın ya da erkek efendinin daha önemli, daha zevkli, elleri pisletmeyen, kasları yormayan ve daha fazla para getiren işler yapmaya zamanı kalır. Bir tekne yapımcısını ele alalım. Tekne yapımında kendisine yardım etmesi için bir başkasını tutar. Kazanılan paranın büyük bölümünü kendisi alıkoyar ve olanak bulduğu an yardım için ikinci birini tutar. Sonra bir üçüncü ve giderek daha fazlası tekne yapımında ona yardım etmeye başlar. Sonunda bu sayı yüzlere ulaşınca artık onun çalışmasına gerek kalmaz. Ona düşen yalnızca döşeğine uzanıp Avrupa kavası içerken bir yandan ateş çubuğu tüttürmektir. Bir de başkalarının kendisi için yaptığı tekneleri teslim edip karşılığında metalleri ve kâğıtları toplamak. O zaman insanlar ondan varlıklı diye söz ederler. Yaşamına gıpta ederler. Ona övgüler düzerler, gururunu okşayan sözler söylerler. Çünkü beyazların dünyasında

gıpta ederler. Ona övgüler düzerler, gururunu okşayan sözler söylerler. Çünkü beyazların dünyasında insanların ağırlığı yalnızca parasıyla, o parayı her gün ne kadar arttırabildiğiyle ve hiçbir depremin zarar veremeyeceği kalın demir kutunun içinde ne kadar biriktirebildiğiyle ölçülür. Yiğitliği, soyluluğu ya da zekâsının parlaklığıyla değil.

Birçok beyaz adam, başkalarının kendisi için kazandığı paraları üst üste yığdıktan sonra bunları çok iyi korunan bir yere getirir. Sonradan da üstüne ekler durur. Günün birinde öyle bir an gelir ki kimsenin onun için çalışmasına gerek kalmaz. Çünkü parası tek başına onun için çalışır. Büyünün yardımı olmaksızın bunun nasıl gerçekleştiğini öğrenemedim, ama gerçek bu. Beyaz adam köşesinde uyuklasa bile, paraları bir ağacın yaprakları gibi durmadan çoğalır, sahibi de giderek daha fazla zenginleşir.

Şimdi, diyelim ki birinin çok parası var; hem öyle çok ki yüzlerce, binlerce kişi bu parayla işlerini yoluna koyabilir. Ama o, bu paradan onlara zırnık koklatmaz. Oturur ağır kâğıtların üstüne, kollarını da sarar yuvarlak metallere, gözlerinde hırs ve zevk parıltılarıyla bakınır durur. “Bu kadar çok parayı ne yapacaksın?” diye soracak olsan, “Bu dünyada giyinmekten, açlığını ve susuzluğunu bastırmaktan başka ne istersin?” desen, söyleyecek söz bulamaz, ya da “Daha çok para istiyorum, daha çok, daha çok,” der. Böylece sen de, paranın onu hasta ettiğini, bütün duyularını ele geçirdiğini anlarsın.

Hastadır o, kaçıktır. Ruhunu yuvarlak metal ve ağır kâğıda adamıştır. Hiçbir şeyle yetinmez, gözü doymak bilmez. Kimseye kötülük etmeden, haksızlık yapmadan, geldiğim gibi göçüp gideyim şu dünyadan diye düşünmez. Hiç aklına getirmez ki, Büyük Ruh, kendisini yeryüzüne yuvarlak metal ve ağır kâğıtla getirmemiştir. Çok azı bu konuda kafa yorar. Çoğu, hastalıklarına bağlı kalır, yürekleri hiçbir zaman iyileşmez. Paranın sağladığı güçle mutlu olurlar. Tropik yağmur altındaki tembel meyveler gibi, kibirle şişinip dururlar. Kendi bedenleri yağ bağlasın, gelişip serpilsin diye, kardeşlerinin en kötü işlere koşmasından zevk alırlar. Bunu yaparken de vicdanları zerre kadar sızlamaz. O güzelim, soluk parmakları temiz kaldığı için mutlu olurlar. Başkalarının gücünü sömürüp, kendi işlerinde kullandıkları için ne başları ağrır, ne de uykuları kaçar. Bu paranın bir kısmını başkalarına verip onların işlerini kolaylaştırmak akıllarının ucundan bile geçmez.

Böylece Avrupalıların bir bölümü bütün pis ve ağır işleri yaparken, diğer bölümü de ya çok az çalışır, ya da hiç çalışmaz. Daha kalabalık olan ilk gruptakilerin güneşin altında uzanıp yatmaya hiç zamanları yoktur. Papalagi’nin dediğine göre, herkesin parası aynı miktarda olamayacağı gibi, güneşin altında da aynı zamanda yatamazmış. İşte, bu öğüde uyarak, para uğruna acımasız davranma hakkını elde eder Papalagi. Eli paraya gitti mi yüreği sertleşir, kanı donar, yalan söyler, dürüst davranmaz, tehlikeli olur.

Başkalarını kaç kez para uğruna öldürmüştür Papalagi. Ya da onları sözlerinin zehriyle öldürüp aklını çelmiş ve soymuştur. Herkes kendi zayıflıklarını bildiği için kimse bir diğerine güvenmez. Bu yüzden, parası olan bir adamın gerçekten iyi olup olmadığını bilemezsin. Servetinin nereden ve nasıl geldiğini bilmen mümkün değildir.

Buna karşılık da varlıklı olan, kendisine gösterilen saygının gerçekten kendisine mi, yoksa parasına mı olduğunu kestiremez. Aslında saygı gösterilen genellikle parasıdır. Bu yüzden, çok sayıda yuvarlak metali ve ağır kâğıdı olmayanların niye utandığını, zenginlerin onları kıskanması gerekirken niye onların zenginlere özendiğini aklım almıyor. Nasıl ki bizde ağır bir midye zinciriyle dolaşmak hoş değilse, paranın ağır yüküyle dolaşmak da aynı şey. İnsanın soluğunu keser, kol ve bacaklarının özgürce hareket etmesini önler.

Ama hiçbir Papalagi, parasız yapamaz. Hiçbiri! Parayı sevmeyenle alay edilir, aptal gözüyle bakılır. “Varlık -bol paraya sahip olmak demektir bu- mutluluk getirir,” der Papalagi. Ve tabii, “En çok parası olan ülke de en şanslısı sayılır”.

Biz kardeşlerim, biz hepimiz yoksuluz. Bizim ülkemiz güneşin altındaki en yoksul ülke. Bizde öyle kutuları dolduracak kadar yuvarlak metal ve ağır kâğıt bulunmaz. Bizler Papalagi’nin düşüncesine göre zavallı dilencileriz. Ama ben sizin gözlerinizi varlıklı efendinin gözleriyle karşılaştırdığımda, sizinkiler neşeyle, güçle, yaşamla, sağlıkla büyük bir ışık gibi parıldıyor, onunki ise sönük, solgun ve yorgun kalıyor. Sizin gözlerinizdeki parıltıyı yalnızca, henüz konuşmayı beceremeyen çocuklarda gördüm orada. Çünkü daha paradan haberleri yoktu. Şükredelimki Büyük Ruh bizi aitu’ya24  karşı korudu. Para bir aitu dur. Onun yaptığı ne varsa kötüdür çünkü. Elini paraya değdiren onun büyüsüne kapılır, onu seven tüm yaşamı boyunca gücünü ve mutluluğunu paraya hizmet etmek için harcar. Biz, konukseverliği, uzattığı her meyve için bir alofa25  bekleyenleri hor gören geleneklerimizi sevelim. Birinin her şeyi varken, diğerinin hiçbir şeyi olmamasına izin vermeyen geleneklerimizi sevelim. Sevelim ki, Papalagi gibi, kardeşi yanı başında keder ve acı içindeyken mutlu ve neşeli olmayalım.

Ama her şeyden önce kendimizi paraya karşı koruyalım. Papalagi bizi kandırabilmek için parayı burnumuza sokar. Sözde bizi varlıklı ve mutlu edecektir. Daha şimdiden birçoğumuzun gözleri kamaştı ve bu hastalığa yakalandı bile.

Eğer bu alçakgönüllü kardeşinizin sözlerine inanır, söylediklerinin gerçek olduğunu düşünürseniz, bilin ki para kimseyi ne daha mutlu ne de daha neşeli yapar. Yaptığı tek şey, insanın yüreğini kötü bir karışıklığa sürüklemektir. Parayla hiç kimseye yardım edemezsiniz; onu daha mutlu, daha güçlü ve neşeli kılamazsınız. Bu yuvarlak metali ve ağır kâğıtları en büyük düşmanınız olarak görün ve ondan nefret edin.

Papalagi’nin “Şey’leri Onu Yoksullaştırıyor

Ve sizler, Papalagi’yi şundan da tanırsınız: O bizi hiçbir “şey”imiz olmadığı için yoksul, sefil yoksul, sefil, yardıma ve merhamete muhtaç görür.

Dinleyin beni ey sevgili adalı kardeşlerim; size bu “şey” denenin ne olduğunu anlatayım. Hindistancevizi bir “şey’dir, sineklik, örtü, midye, yüzük, yemek kabı, kafa süsü, bunların hepsi birer “şey’dir. Ama iki türlü “şey” vardır. Birincisi Büyük Ruh’un bizlere hiç göstermeden yaptığı ve bize hiçbir emeğe malolmayan hindistancevizi, midye, muz gibi şeyler. İkincisi ise insanların emek ve çaba harcayarak yaptıkları yüzük, yemek kabı, sineklik gibi şeyler. Beyaz efendi “şey” dediğinde, kendi eliyle yaptıklarını kasteder. Yani bizde pek bulunmayan insan “şeylerini. Beyaz efendinin Büyük Ruh’un yaptığı “şey’leri kastetmesi mümkün değildir çünkü. Haydi bakalım, kim daha varlıklıymış, Büyük Ruh’un yaptığı “şeylerden kimde bizdekinden daha çok var? Şöyle çevrenize bir göz atın. Uzaklara, yerin mavi kubbeyi taşıdığı kenarlarına kadar bakın. Her yer büyük “şey’lerle dolu. Balta girmemiş ormanlar, yaban güvercinleri, sinek kuşları, papağanlar, lagündeki denizhıyarları, midyeler, İstakozlar ve diğer deniz hayvanları. Aydınlık yüzlü kumsal ve kumların yumuşak postu. Bir savaşçı gibi öfkelenen, bir Tapaou gibi gülümseyen büyük deniz, saati saatine uymayan ve bize altın rengi ışıklar saçan çiçeklerle bezeli mavi kubbe. Daha, ne demeye aptallık edip de Büyük Ruh’un bu “şey’lerine başka “şey”ler katmaya çalışalım? Hem biz onunkiler gibi “şey’ler yapamayız: Çünkü bizim ruhumuz onun gücü karşısında çok küçük ve yetersiz kalır, ellerimizse onun güçlü ve büyük ellerine göre çok beceriksizdir. Bizim yapabileceklerimiz son derece sınırlı ve söz etmeye değmeyecek kadar değersizdir. Belki bir çomak yardımıyla kolumuzu biraz daha uzatabiliriz ya da tanoa26  ile ellerimizi büyütebiliriz; ama bugüne kadar ne bir Samoalı ne de bir Papalagi, bir palmiye ya da bir kavak ağacı yaratabildi.

Ama tabii Papalagi, bütün “şey”leri yaratabileceğine ve Büyük Ruh kadar güçlü olduğuna inanır. Zaten binlerce ve binlerce elin, güneşi doğuşundan batışına kadar hiç durmadan “şey’ler üretmeye çalışması da bundan. Ne işe yaradığını bilmediğimiz, güzelliklerini anlayamadığımız insan “şey’leri… Ve Papalagi, hep daha çok ve daha yeni şeyler tasarlar. Ellerine ateş basar, benzi kül gibi olur, sırtı kamburlaşır. Ama sonunda yeni bir şey bulmayagörsün, mutluluktan ışıldamaya başlar. Ve hemen ardından hepsi bu yeni “şey”i elde etmeye çalışır, ona tapınırlar, onun için kendi dillerinde türküler yakarlar.

 

Ah kardeşlerim, inanın bana! Ben Papalagi’nin düşüncelerinin arka yüzünü, onun gerçek isteklerini öğlen güneşinin altındaymışçasına gördüm. O, geldiği yerde Büyük Ruh’un “şeylerini paramparça ettiği için

Benzer İçerikler

Aşkın Gözyaşları / Tebrizli Şems

yakutlu

Sıradışı Üçlemesi – Turgay Güler

yakutlu

Aşk’a Tutunmak

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy