Sineklerin Tanrısı-William Golding

1
Denizkabuğundan Çıkan Ses

Sarı saçlı çocuk, kayadan indi, lagüne doğru yöneldi. Okul üniformasının ceketini çıkarmıştı. Elinde tuttuğu ceketin ucu yerlerde sürünüyordu. Ter içindeydi; kurşuni gömleği gövdesine, saçları alnına yapışmıştı. Vahşi ormanda açılan uzun yaranın izi sıcakta buğulanıyordu sanki. Sürüngen bitkilerle kırılmış ağaç gövdeleri arasında ağır ağır tırmanırken, bir kuş –kırmızılı sarılı hayalimsi bir kuş– cadılar gibi bir çığlık atıp, gökyüzüne doğru ışıl ışıl süzüldü. Başka bir ses yankıladı bu çığlığı.

“Hey!” dedi ses, “bekle bir dakika.”

Vahşi ormanda açılan yaranın kenarındaki bitkiler sarsıldı, bir yığın yağmur damlası pıtır pıtır yere döküldü.

Sarışın çocuk durdu, farkına varmadan çoraplarını dizlerine doğru çekti. Bu hareketle birlikte, bir an için, bir İngiliz kasabasına döndü vahşi orman.

Ses gene konuştu:

“Bu sürüngen bitkiler yüzünden kıpırdayamıyorum neredeyse.”

Konuşan, geri geri yürüyerek bitkilerin arasından sıyrıldı. Küçük dallar, kirli rüzgâr ceketini tırmıklıyordu. Çalılara takılan çıplak tombul dizlerine dikenler batmıştı. Eğilip, dikenleri dikkatle çıkardıktan sonra döndü. Sarışın çocuktan daha kısa boylu ve çok şişmandı. Ayaklarını güvenilir yerlere basa basa ilerledi. Başını kaldırdı, kalın camlı gözlüğüyle sarışın çocuğa baktı:

“Megafonlu adam nerede?”

Sarışın çocuk başını salladı:

“Burası bir ada. Yani bir ada olduğunu sanıyorum. Denizdeki şu kayalıklar bir resiftir. Belki hiç büyük yoktur buralarda.”

Şişman çocuk şaşar gibi oldu:

“Pilot vardı. Ama yolcuların bölümünde oturmuyordu. Öndeki küçük bölmedeydi.”

Sarışın çocuk, gözlerini kısmış, denizdeki kayalığa bakıyordu.

Şişman çocuk, “Bir yığın başka çocuk vardı” dedi. “Bazıları çıkabilmiştir uçaktan. Çıkabilmiştir, değil mi?”

Sarışın çocuk, elinden geldiği kadar kayıtsız bir halle denize doğru yürümeye başladı. Hem aldırmıyormuş gibiydi, hem de umursamadığını açığa vurmak istemiyordu. Şişman çocuk, onun peşinden gitti çabuk çabuk:

“Burada hiç büyük yok mu?”

“Yok, bana kalırsa.”

Sarışın çocuk, bunu ağırbaşlı bir halle söylemişti. Ama böylesine istediği bir durumun gerçekleşmesinden duyduğu sevinci tutamadı. Uçağın bıraktığı izin ortasında, başının üstünde amuda kalktı. Tepetaklak sırıttı şişman çocuğa:

“Büyükler yok!”

Şişman çocuk, bir saniye düşündü:

“Ya pilot?”

Sarışın çocuk, ayaklarını yere indirdi, buğulanan toprağa oturdu:

“Biz düştükten sonra uçup gitmiştir. Buralara inemez. Tekerlekli bir uçakla inemez.”

“Bize saldırdılar!”

“Pilot döner mutlaka.”

Şişman çocuk başını salladı:

“Uçak düşerken, pencerelerin birinden baktım. Uçağın öteki bölmesini gördüm. Alevler çıkıyordu oradan.”

Uçağın bıraktığı ize baktı:

“Bizim oturduğumuz bölme yaptı bunu.”

Sarışın çocuk elini uzattı, bir ağaç gövdesinin çentik çentik olan ucuna dokundu. Bir an için, ilgileniyormuş göründü.

“Uçağın düşen bölmesi ne oldu?” diye sordu. “Nerede şimdi?”

“Fırtına çıkmıştı ya, denize sürükledi onu. Ağaçlar sapır sapır devrilirken çok tehlikeli bir şeydi bu. İçinde kalan çocuklar vardır herhalde.”

Şişman çocuk bir an durakladı, sonra gene konuştu:

“Senin adın ne?”

“Ralph.”

Kendi adının da sorulmasını bekledi şişman çocuk. Ama böyle bir öneride bulunan olmadı. Ralph

denilen sarışın çocuk, belli belirsiz gülümsedi, ayağa kalktı, gene lagüne doğru yöneldi. Şişman çocuk, Ralph’ın yanından ayrılmıyordu.

“Herhalde bir yığın çocuk vardır, şuraya buraya dağılmış. Başkalarını görmedin, değil mi?”

Ralph, hayır dercesine başını sallayıp, daha hızlı yürümeye başladı. Derken, ayağı bir dala takıldı, paldır küldür yere kapaklandı.

Şişman çocuk, soluk soluğa durdu yanı başında:

“Teyzem koşma dedi bana. Astımdan ötürü.”

“Astım mı?”

Şişman çocuk biraz şişindi:

“Evet, öyle. Nefes alamıyorum. Bizim okulda astımı olan tek öğrenci bendim. Üç yaşından beri de gözlük takarım.”

Gözlüğünü çıkardı, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra gülümseyerek Ralph’a uzattı. Sonra gözlüğün camlarını, pis rüzgâr ceketine sürmeye başladı. Bir acıya, içe dönük yoğun bir düşünceye kapılmışçasına, solgun yüzü değişti. Yanaklarının terini eliyle sildi; sonra hızla gözlüğü burnunun üstüne oturttu.

“O meyveler” dedi.

Uçağın gövdesinin bıraktığı ize bir göz attı.

“O meyveler” dedi. “Galiba…”

Gözlüğünün saplarını kulaklarının arkasına yerleştirdi, Ralph’ın yanından uzaklaştı ve karmakarışık bitkilerin arasında çömeldi:

“Bir dakika sonra gelirim…”

Ralph, dikkatle kendisine bir yol açtı, dalların arasından süzüldü gitti. Bir iki saniye içinde şişman çocuğun ıkınıp sıkınmalarını geride bıraktı. Kendisini lagünden ayıran bitkilerin yeşil perdesine doğru acele acele yürüdü. Devrilmiş bir ağacın gövdesini aştı, vahşi ormandan çıktı.

Kıyıda hindistancevizi ağaçları vardı. Ağaçlar, ışıkta dikiliyor, ışığa eğiliyor, ışığa yaslanıyordu. Yeşil tüyler, ta havalara yükseliyordu. Ağaçların dibi kaba otlarla kaplıydı. Devrilen ağaçlar, her şeyin altını üstüne getirmiş, otları paramparça etmişti. Çürüyen hindistancevizleri, ağaçların dalları her bir yana dağılmıştı. Arkada ormanın karanlığı ve uçağın bıraktığı iz vardı. Ralph, bir elini külrengi bir ağaç gövdesine dayadı; gözlerini kısıp, ışıldayan suya baktı. Orada, belki bir mil uzakta, beyaz köpüklü kocaman dalgalar, sığ mercan kayalığa çarpıyordu. Daha ötelerde, açık deniz koyu maviydi. Tam önünde, girintili çıkıntılı mercan kayalarla sınırlanan lagün, bir dağ gölü kadar durgundu. Mavinin her çeşidi, gölgeli yeşiller, morlar vardı bu sularda. Suyla hindistancevizi ağaçlarının yükseldiği set arasındaki kumsal, görünüşte sonu gelmeyen ince bir yaydı. Ralph’ın solundaki ağaçlar, kumsal ve sular, sonsuza dek uzanıyordu. Ve neredeyse gözle görülen sıcaklık, her bir yanı kaplamıştı.

Ralph, ağaçların bulunduğu setten aşağı atladı. Siyah ayakkabılarını kum örttü. Bir yumruk gibi tepesine indi sıcak. Giysilerinin yükünü hissetti sırtında. Ayakkabılarını tekmelercesine fırlattı. Diz kısmı lastikli çoraplarının her birini bir tek hareketle sıyırıp attı. Derken sete atladı gene, gömleğini çıkardı. Hindistancevizi ağaçlarıyla ormanın yeşil gölgeleri teninin üstünde kayarken, orada, kafatasını andıran hindistancevizleri arasında durdu. Sonra, kuşağının bir yılan biçiminde olan tokasını çözdü; kısa pantolonuyla donunu çekip çıkardı, göz kamaştıran kumsalla suya bakakaldı çırılçıplak.

On ikisini birkaç ay önce bitiren Ralph, hem küçük çocukların tombul göbeğinden kurtulmuş, hem de on dörtle on sekiz yaşları arasında olanların biçimsiz haline henüz girmemişti. Omuzlarının genişliği, güçlü kasları, ileride bir boksör olabileceğini gösteriyordu. Ama halim selim bir çocuk olduğu, ağzındaki ve gözlerindeki yumuşaklıktan anlaşılıyordu. Ralph, hindistancevizi ağacının gövdesini hafif hafif okşadı. Bu adanın gerçekliğine artık inanmak zorunda olduğunu kavrayınca, sevinçten güldü, gene amuda kalktı. Ayaklarını derli toplu yere indirdi, kumsala atladı. Diz çöküp, iki koluyla birden topladığı kumu göğsüne bastırdı. Sonra oturdu, ışıl ışıl, coşkulu gözlerle suya baktı.

“Ralph…”

Şişman çocuk, bacaklarını setten aşağı sarkıttı, dikkatle oturdu setin kenarına:

“Kusura bakma. Uzun sürdü… O meyveler yok mu…”

Camlarını silip gözlüğünü küçük yuvarlak burnunun üstüne oturttu. Gözlüğün çerçevesi, pembe ve derince tersine bir V izi bırakmıştı burun kemiğinin üstünde. Eleştirici bir gözle önce Ralph’ın altın gövdesine, sonra da kendi giysilerine baktı. Göğsünde boylu boyunca uzanan fermuarın ucuna el attı:

“Teyzem…”

Sonra kararlı bir hareketle fermuarı çekip açtı, rüzgâr ceketini sırtından sıyırdı:

“İşte…”

Ralph, şişman çocuğa yan yan baktı; bir şey söylemedi.

Şişman çocuk, “Hepsinin adını bilmemiz gerek herhalde” dedi. “Elimizde bir liste olmalı, bir toplantı yapmalıyız.”

Ralph karşılık vermeyince, şişman çocuk konuşmasını sürdürmek zorunda kaldı.

İçini dökercesine, “Bana ne derlerse desinler, aldırmam” dedi. “Yeter ki, okulda taktıkları adla çağırmasınlar beni.”

Ralph, birazcık ilgi gösterdi:

Neydi o ad?”

Şişman çocuk, arkasına bir göz attı, sonra Ralph’a doğru eğildi, fısıldadı:

“Domuzcuk derlerdi bana.”

Ralph kahkahalar attı, ayağa fırladı:

“Domuzcuk! Domuzcuk!”

“Ralph, ne olur…”

Domuzcuk, korku içinde ellerini kavuşturdu:

“Sana söyledim, istemiyorum…”

“Domuzcuk! Domuzcuk!”

Ralph, dans ede ede, sıcak kumsalda ilerledi. Sonra, kollarını açıp, bir savaş uçağı biçiminde geri döndü; makineli tüfekle ateş açtı Domuzcuk’a:

“Taka-taka-taka-tak!”

Domuzcuk’un ayaklarının dibinde kuma attı kendini, katıla katıla güldü:

“Domuzcuk!”

Domuzcuk, istemeye istemeye gülümsedi. Böyle bir adla da olsa, benimsendiğine seviniyordu gene de:

“Ötekilere söylemedikçe…”

Ralph, yüzü kumda, kıkır kıkır güldü. Gene bir acıya, yoğun bir düşünceye kapılmış gibi oldu Domuzcuk’un yüzü:

“Bir dakika…”

Acele ormana daldı. Ralph ayağa kalktı; tırıs giden bir at gibi koşarak, sağa doğru yöneldi.

Burada kumsal ansızın bitiyordu. Pembe granitten yapılmış kocaman bir dörtgen, ormana, hurma ağaçlarına, kuma, suya hiç aldırmadan dikiliveriyor; dört ayak yüksekliğinde bir çeşit iskele meydana getiriyordu. Üstünde ince bir toprak tabakası, yaban otları ve küçük hurma ağaçlarının gölgesi vardı. Burada boy atmalarına yetecek toprak bulunmadığı için, ağaçlar aşağı yukarı yirmi ayak yükselince, devrilip kuruyorlardı. Yerde çaprazlama duran bu kütüklerin üstüne oturmak çok rahattı. Devrilmeyen hurma ağaçları yeşil bir dam gibiydi. Bu damın altına, suyun karışık titreşimleri yansıyordu. Ralph kayaya tırmandı; burasını gölgeli ve serin buldu. Gözlerinden birini kapadı; bedenine düşen gölgelerin gerçekten yeşil oldukları kanısına vardı. İskele biçimindeki kayalığın denize bakan kenarına gitti, gözlerini suya dikti. Suyun dibi görülüyordu. Tropikal yosunların ve mercanların ışıltısıyla pırıl pırıldı su. Parlayan küçük balıklar, hızla oradan oraya yüzüyordu. Ralph, sevincinin çıkarabileceği en kalın sesle, kendi kendine bağırdı:

“Yaşaaa!”

İskele biçimindeki kayanın ötesinde, büyüleyici daha başka şeyler de vardı: Belki bir tayfunda, belki de geldikleri sırada çıkan fırtınada, kumları lagüne yığmak aklına esmişti Tanrının. Kumsalda uzun ve derin bir havuz meydana gelmişti böylece. Bu havuzun ucunda da pembe granitten yüksek ve düz bir çıkıntı vardı. Kumsallardaki havuzların derinliği konusunda kaç kez aldanmıştı Ralph. Onun için, hayal kırıklığına uğramaya hazırdı bu havuza yaklaşırken. Ne var ki, her şey gerektiği gibiydi bu adada. Deniz çok yükselince dolup taşan havuzun bir ucundaki su, koyu yeşil görünecek kadar derindi. Ralph, aşağı yukarı otuz yarda olan havuzu dikkatle inceledikten sonra suya daldı. Kanının ısısından daha sıcaktı su. Sanki kocaman bir banyoda yüzüyordu.

Domuzcuk gene göründü. Kaya çıkıntısına oturup, Ralph’ın yeşil ve beyaz bedenini kıskana kıskana seyretti:

“Fiyakalı yüzüyorsun.”

“Domuzcuk…”

Domuzcuk, çıkardığı ayakkabılarıyla çoraplarını çıkıntının üstüne özenle yerleştirdi. Ayak parmağıyla suyu denedi:

“Sıcakmış!”

“Ne sandın yani?”

“Bir şey sanmadım Teyzem…”

“Yuha teyzene…”

Ralph daldı, gözleri açık, suyun altında yüzdü. Havuzun kumlu ucu, bir tepenin yamacı gibi dikildi karşısına. Burnunu tutarak, sırt üstü yattı. Altın bir ışık, tam yüzünün üstünde oynadı, sonra paramparça oldu. Domuzcuk kararlı bir hal aldı, kısa pantolonunu çıkarmaya başladı. Şimdi solgun ve şişman bedeni çıplaktı. Ayak parmaklarının ucuna basa basa, havuzun kumlu kısmına gitti, Ralph’a gururla gülümseyerek, boynuna gelen suyun içine oturdu.

“Yüzmeyecek misin?”

Domuzcuk, hayır dercesine başını salladı:

“Yüzme bilmiyorum. İzin vermediler. Astımım…”

“Yuha astımına!”

Domuzcuk, bir çeşit alçakgönüllü sabırla katlandı buna:

Sen çok güzel yüzüyorsun.”

Ralph sırtüstü yüzüp, kum tepesinin yanından uzaklaştı. Ağzını suya soktu, havaya su püskürdü bir fıskiye gibi. Sonra çenesini kaldırıp konuştu:

“Beş yaşında yüzmesini bilirdim. Babam öğretti bana. Babam deniz kuvvetlerinde binbaşıdır. İzin alınca, gelip bizi kurtaracak. Senin baban neci?”

Domuzcuk, ansızın kızardı:

“Babam öldü” dedi çabucak, “Anneme gelince…”

Gözlüğünü çıkardı, camları temizlemek için boşuna bir şeyler aradı.

“Teyzemle otururdum. Teyzemin şekerci dükkânı vardı. Öyle çok şeker yerdim ki! Canımın istediği kadar yerdim. Baban ne zaman kurtaracak bizi?”

“Elinden geldiği kadar çabuk kurtaracak.”

Domuzcuk sudan çıktı, sırılsıklam ve çıplaktı; gözlüğünü çorabıyla sildi. Kulaklarına gelen tek ses, mercan kayalıklarında parçalanan büyük dalgaların uzun gıcırtısıydı şimdi.

“Baban nereden biliyor bizim burada olduğumuzu?”

Ralph, tembel tembel yuvarlanıp durdu suların üstünde. Suyun ışıltısıyla çarpışarak her yeri kaplayan hayal görüntüleri gibi, uyku sardı onu.

“Baban nereden biliyor bizim burada olduğumuzu?”

Ralph “Biliyor” diye düşündü, “çünkü, çünkü, çünkü…”

Ralph’ın kulaklarından çok uzaklaşmıştı dalgaların kayalardaki gümbürtüsü:

“Havaalanında ona söylerler.”

“Söylemezler, Pilotun dediğini duymadın mı? Atom bombası dediğini? Hepsi öldü.”

Ralph sudan çıktı, Domuzcuk’un karşısına dikildi, bu alışılagelmemiş sorunu düşündü.

Domuzcuk direniyordu:

“Burası bir ada değil mi?”

Ralph ağır ağır konuştu:

“Bir kayanın üstüne tırmandım. Burası bir ada bence.”

“Hepsi öldü” dedi Domuzcuk. “Burası da bir ada. Hiç kimse bilmiyor bizim burada olduğumuzu. Baban bilmiyor, hiç kimse bilmiyor…”

Domuzcuk’un dudakları titredi, gözlüğünün camları buğulandı:

“Ölünceye dek kalabiliriz burada.”

Domuzcuk bunu söyler söylemez, sıcaklık sanki arttı, tehlikeli bir yüke dönüştü. Ve lagünün suları, gözlerini kör eden bir ışımayla, üstlerine saldırır gibi oldu.

“Üstümü başımı alayım” diye mırıldandı Ralph, “şurada.”

Güneşin düşmanlığına boyun eğip, küçük adımlarla kumda koştu. İskele biçimindeki kayalığın üstünde, şuraya buraya atılmış giysilerini buldu. Kurşuni gömleği sırtına geçirmekten garip bir haz aldı. Sonra kayanın kenarında yeşil gölgelikte, rahat bir kütüğe oturdu. Giysilerinin çoğunu kolunun altına sıkıştıran Domuzcuk da oraya tırmandı. Durgun lagüne bakan küçük yalıyarın yanında devrilmiş bir ağaç kütüğüne yerleşti dikkatle. Sularla ağaçların karmakarışık yansımaları, teninin üstünde titreşiyordu.

Domuzcuk, çok geçmeden konuştu:

“Ötekileri bulmalıyız. Bir şeyler yapmalıyız.”

Ralph bir şey söylemedi. İşte bir mercan adasıydı burası. Kendini güneşten koruyor, Domuzcuk’un uğursuz sözlerine kulak asmıyor, tatlı düşlere dalıyordu.

Domuzcuk ise direniyordu:

“Kaç kişiyiz burada?”

Ralph ayağa kalktı, Domuzcuk’un yanına dikildi:

“Bilmiyorum.”

Küçük esintiler, sıcağın buğusu altında, cilalı suların üstünde şurada burada sürünüyordu. Esintiler, iskele biçimindeki kayaya varınca, hurma ağaçlarının yaprakları fısıldaşıyor, güneş ışığının silik benekleri gövdelerinin üstünden kayıp gidiyor ya da kanatlı parlak nesneler gibi oynuyordu gölgelikte.

Domuzcuk, başını kaldırıp Ralph’a baktı. Tüm gölgeler tersine yansıyordu Ralph’ın yüzüne: Üstte yeşiller, altta durgun suların pırıltısı vardı. Bulanık bir güneş beneği, saçlarının üstünde sürünüyordu.

“Bir şey yapmalıyız.”

Ralph, başını Domuzcuk’a doğru çevirdi; ama onu değil, öteleri görüyordu ona bakarken. Düşlerinde kurup da hiçbir zaman tam kavrayamadığı yer, gerçek yaşamına girivermişti ansızın. Ralph’ın dudakları, sevinçli bir gülümsemeyle aralandı. Bu gülümsemenin ona yöneldiğini, Ralph’ın onu benimsediğini sanan Domuzcuk da kıvançla güldü:

“Eğer gerçekten bir adaysa…

“Bu ne?”

Ralph gülümsemiyordu artık. Parmağıyla bir şey gösteriyordu suda. Fildişimsi bir şey vardı eğreltiotlarını andıran yosunlar arasında.

“Bir taş.”

“Hayır. Bir denizkabuğu.”

Domuzcuk, ölçülü bir heyecanla coştu ansızın:

“Doğru. Bir denizkabuğu! Böyle bir şey görmüştüm eskiden. Bir tanıdığımın arka bahçesinin duvarında asılıydı. Sarmal biçiminde denizkabuğu derdi buna. Öttürüp annesini çağırırdı; annesi de gelirdi. Öyle kıymetli bir şey ki…”

Ralph’ın dirseğine bitişik bir hurma fidanı, sulara doğru eğiliyordu. Ağırlığı yüzünden, verimsiz topraktan bir topak kopmuştu bile. Düştü düşecekti fidan. Ralph onu söktü, suyu karıştırmaya başladı. Pırıl pırıl balıklar şuraya buraya kaçışıyordu. Domuzcuk, tehlikeli bir biçimde suya doğru eğildi:

“Dikkat! Kıracaksın…”

“Kapat çeneni.”

Ralph, dalgın dalgın konuşmuştu. Denizkabuğu ilginçti, güzeldi, elde edilmeye değer bir oyuncaktı. Ne var ki, Ralph’ın kurduğu düşlerin canlı hayalleri, Ralph ile Domuzcuk’un arasına giriyordu. Bu düşlerin arasında yeri yoktu Domuzcuk’un. Fidanın eğilen sapı, denizkabuğunu yosunlara doğru itti. Ralph, bir elini dayanak gibi kullanıp, öteki eliyle aşağı doğru bastı. Denizkabuğu, suları damlaya damlaya, yukarıya doğru çıktı. Domuzcuk yakalayabildi onu.

Denizkabuğu salt görülen bir şey olmaktan çıkıp, dokunulabilen bir şey olunca, Ralph da heyecanlandı. Domuzcuk ise konuşup duruyordu:

“Sarmal biçiminde bir denizkabuğu… Öyle pahalı ki… Bahse girerim, satın almaya kalksan, ne paralar verirsin, ne paralar… Onun arka bahçesinin duvarına asılıydı ve teyzem…”

Ralph, denizkabuğunu Domuzcuk’un elinden aldı. Kabuğun içinden biraz su aktı, kolu ıslandı. Denizkabuğu koyu krema rengindeydi; şurasında burasında solgun pembeler vardı. On sekiz inç boyunda, kocaman bir şeytanminaresine benzeyen denizkabuğunun aşınan ucunda küçük bir delik açılmıştı. Ağız kısmının dudakları pembeydi. Hafif sarmal kıvrımların üstünde, güzel ve ince bir kabartma gibi biçimler vardı. Ralph, denizkabuğunu sallayıp, borunun derinliklerindeki kumları silkti.

“Bir inek gibi böğürüyordu” diyordu Domuzcuk. “Beyaz taşları da vardı o tanıdığımın. Bir de kuş kafesi vardı, içinde yeşil bir papağanla. Beyaz taşları öttürmezdi elbette. Derdi ki…”

Domuzcuk, soluk almak için durdu; Ralph’ın elindeki ışıldayan şeyi okşadı:

“Ralph!”

Ralph başını kaldırdı.

“Ötekileri çağırmak için bunu kullanabiliriz. Bir toplantı yaparız. Bizi duyunca gelirler.”

Sevinçle gülümsedi Ralph’a bakarak:

“Senin istediğin buydu değil mi? Onun için denizkabuğunu sudan çıkardın, değil mi?”

Ralph, sarı saçlarını itti eliyle:

“Senin tanıdığın nasıl öttürürdü bu şeytanminaresini?”

“Tükürüyormuş gibi bir şey yapardı. Astımım yüzünden, teyzem izin vermezdi benim üflememe. Şuradan nefes alıp üflediğini söylerdi.”

Domuzcuk, elini tombul göbeğinin üstüne koyup, nereden nefes alındığını gösterdi:

“Hele bir dene, Ralph. Ötekileri çağırırsın.”

Ralph, denizkabuğunun ucunu ağzına dayayıp, kuşkulu kuşkulu üfledi. Kendi soluğundan başka bir şey duymadı. Ralph, dudaklarındaki tuzlu suyu silip gene denedi ama ses çıkmıyordu denizkabuğundan.

“Tükürüyormuş gibi bir şey yapardı.”

Ralph, dudaklarını büzdü, hava fışkırttı denizkabuğunun içine. Osuruğu andıran hafif bir ses çıktı. Bu ses, iki çocuğun da öyle bir hoşuna gitti ki, birkaç dakika, kahkaha nöbetleri arasında, osuruk sesi çıkarıp durdu Ralph.

“Şuradan nefes alarak üflerdi.”

Ralph, Domuzcuk’un ne demek istediğini anladı; diyaframdan gelen bir solukla üfledi. Denizkabuğu hemen dile geldi: Kalın, haşin bir ses, hurma ağaçlarının arasında gümledi; ormanın çapraşıklığı içine yayıldı; dağın pembe granitine çarpıp yankılandı. Ağaçların tepesinden küme küme kuşlar havalandı. Ve bir hayvan, domuzlar gibi ciyak ciyak bağırarak çalıların içine daldı.

Ralph, dudaklarını ayırdı denizkabuğundan:

“Vay canına!”

Denizkabuğunun haşin gümbürtüsünün yanında, kendi sesi bir fısıltıyı andırıyordu. Denizkabuğuna dudaklarını dayadı, derin bir soluk alıp bir kez daha üfledi. Gümbürtü gene duyuldu. Ralph, kendini zorlayıp, daha derinden üfleyince, bir oktav yükselen ses, daha da uzaklara yayılan, kulak delici bir böğürtüye dönüştü. Domuzcuk, bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu; yüzü sevinçliydi; gözlüğünün camları ışıldıyordu. Kuşlar öttü, küçük hayvanlar kaçıştı. Ralph’ın soluğu tükendi, denizkabuğunun sesi bir oktav düştü, gittikçe alçaldı, bir hava hışırtısı oldu.

Bir filin parlayan azı dişini andıran büyük şeytanminaresi sustu. Ralph, öylesine soluksuz kalmıştı ki, yüzü morarmıştı. Kuş çığlıklarıyla ve çınlayan yankılarla doluydu adanın havası.

“Yemin ederim ki, millerce uzaklara yayılır bu ses.”

Ralph, soluğunu buldu, art arda kısa sesler çıkardı denizkabuğundan.

“İşte, bir tane geliyor!” diye bağırdı Domuzcuk.

Kumsalda, aşağı yukarı yüz yarda uzakta, hindistancevizi ağaçlarının arasında bir çocuk göründü. Belki altı yaşlarında, gürbüz, sarışın bir oğlandı. Üstü başı yırtılmış, yediği çeşitli meyveler yüzüne gözüne bulaşmıştı. Belirli bir amaçla pantolonunu indirmiş, beline tam çekememişti henüz. Ağaçların bulunduğu setten kuma atlayınca, pantolonu ayak bileklerine düştü. Ayaklarını pantolondan sıyırıp, küçük adımlarla kayalığa doğru koştu. Domuzcuk, oraya tırmanmasına yardım etti. Bu arada Ralph, ormandan sesler gelinceye dek öttürdü denizkabuğunu. Küçük oğlan, Ralph’ın önünde çömeldi, parlak gözlerle aşağıdan yukarıya doğru Ralph’a baktı. İşe yarayan bir şey yapıldığını kavrayınca, rahatlamaya başladı; bedeninde temiz olan tek şeyi, pembe baş parmağını, ağzına koydu.

Domuzcuk, küçüğe doğru eğildi:

“Adın ne senin?”

“Johnny.”

Domuzcuk bu adı mırıldandı kendi kendine. Sonra bağırarak, Ralph’a bildirdi. Ama hâlâ denizkabuğunu öttüren Ralph ilgilenmedi. Bu akıllara sığmaz gürültüyü çıkarmanın yoğun hazzıyla yüzü morarmıştı; yüreğinin çarpışı, gömleğini kımıldatıyordu.

Artık kumsalda hayat belirtileri başlamıştı. Sıcaklığın buğusunda titreşen kumsal boyunca, bir yığın biçimler göründü. Erkek çocuklar, sessiz sıcak kumda yürüyerek, iskele biçimindeki büyük kayalığa doğru geliyorlardı. İnsanı şaşırtacak kadar yakında bulunan, Johnny yaşında üç küçük oğlan, meyve tıkındıkları ormandan çıkıverdiler ansızın. Domuzcuk’tan belki biraz daha küçük esmer bir çocuk, çalıları itip ortaya çıktı; kayalığa gelince, neşeyle gülümsedi herkese. Art arda geliyordu çocuklar. Saf Johnny ne yaptıysa, onlar da aynı şeyi yapıyor, devrilen hurma ağacı gövdelerine oturup bekliyorlardı. Ralph, denizkabuğundan, ta uzaklara yayılan kesik sesler çıkarıyordu hiç durmadan. Domuzcuk, çocuk kalabalığı arasında yürüyor, adlarını soruyor, bu adları aklında tutabilmek için kaşlarını çatıyordu. Çocuklar, yalın bir uysallıkla boyun eğiyorlar; megafonlu adamın sözünü dinledikleri gibi, Domuzcuk’un da sözünü dinliyorlardı. Kimi çıplaktı; giysilerini elinde taşıyordu. Kimi yarı çıplak, yarı giyinmişti. Okul üniformalarının gri, lacivert, bej, yünlü ceketleri vardı sırtlarında. Rozetleri, işaretleri, hatta çoraplarında ve kazaklarında renkli şeritler vardı. Yeşil gölgelikte, oturdukları ağaç kütüklerinden yükselen başları, kumraldı, sarışındı, siyahtı, kestane rengiydi, kum rengiydi, donuk kahverengiydi. Bu başlardan mırıltılar, fısıltılar çıkıyordu. Ralph’a bakan, hesaplayıp düşünen gözler vardı bu başlarda. Çocuklar olumlu bir iş yapıldığını biliyordu.

Kumsaldan tek başına ya da ikişer ikişer gelen çocuklar, sıcaklığın buğu perdesinin meydana getirdiği sınırı aşınca, birdenbire görülüyorlardı. Onlar yaklaşırken göze ilk ilişen şey, kumun üstünde oynayan, yarasayı andıran, kara bir yaratıktı. Bunun üstündeki gövde, biraz sonra görülebiliyordu ancak. Bu yarasamsı şey, çocuğun gölgesiydi; tam tepesinde olan güneş, telaşlı ayaklarının arasında küçük bir lekeye dönüştürmüştü gölgesini. Ralph, denizkabuğuyla uğraştığı halde, oynayan bir kara lekenin üstüne basa basa kayalığa son gelen iki kişiye dikkat etti gene de. Yusyuvarlak kafalı, çok açık saman sarısı saçlı bu iki çocuk, köpekler gibi soluyup Ralph’a gülerek, yere attılar kendilerini. İkizdiler. Ve böylesine güleryüzlü iki çocuğun birbirine tıpatıp benzemesi karşısında afallıyor, gözlerine inanamıyordu insan. Beraber nefes alıyorlar, beraber gülüyorlardı. Tombalak ve canlıydılar. Islak dudaklarını Ralph’a doğru kaldırmışlardı. Sanki yüzlerini gereğince örtecek derileri yokmuş gibi, profilleri belli belirsiz, ağızları açık kalmıştı. Domuzcuk, gözlüğünün ışıldayan camlarını onlara doğru eğdi; denizkabuğunun gümbürtüsü arasında, üst üste söyledi adlarını:

“Sam, Eric, Sam, Eric.”

Derken aklı karıştı. İkizler, hayır dercesine başlarını sallayıp birbirlerini gösterdiler işaret parmaklarıyla; çocuk kalabalığı gülüştü.

Sonunda Ralph, denizkabuğunu öttürmekten vazgeçti, oraya çöktü. Denizkabuğu elinden sarkıyor, başı dizlerine doğru eğiliyordu. Yankılanan sesler dinince, gülüşmeler de bitti, bir sessizlik oldu.

Kumsalın bir pırlanta gibi ışıldayan pusu içinde, kara bir şey ilerliyordu bocalaya bocalaya. İlk Ralph gördü bunu ve öyle yoğun bir dikkatle bakmaya başladı ki, tüm gözler o yana çevrildi. Bu kara şey, buğulu sıcaklığın yarattığı hayalimsi görüntülerden çıkıp açık seçik görülen kuma basınca, karaltının gölgelerden fazla giysilerden ileri geldiği anlaşıldı. Bir alay çocuktu bu acayip şey. Birbirine az çok ayak uydurarak, ikişer ikişer, koşut iki çizgi halinde yürüyorlardı. Giysileri aklın alamayacağı kadar acayipti: Pantolonlarını, gömleklerini, ötelerini berilerini ellerinde taşıyorlardı, ama her çocuğun başına, gümüş rozetli, dört köşe kara bir şapka geçirilmişti. Bedenleri, boyunlarından ayak bileklerine kadar kara pelerinlerle örtülüydü. Bu pelerinlerin sol göğüs hizasında, gümüş rengi uzun bir haç vardı. Tropiklerin sıcağı, yiyecek aramak ve yanan kumsalda şimdi terler dökerek yürümek, yeni yıkanmış kırmızı eriklere döndürmüştü çocukların tenini. Onları komuta eden de aynı biçimde giyinmişti ama şapkasındaki rozet altın rengiydi. Alay, büyük kayalığa aşağı yukarı on yarda yaklaşınca, bu çocuk bağırarak bir emir verdi. Ötekiler, yabansı ışığın altında soluk soluğa, terleye terleye, sallana sallana durdular. Emir veren çocuk, pelerini uçuşarak kayalığa atlayıverdi; kapkaranlık görünen bu yere baktı gözlerini kısıp:

“Boru çalan adam nerede?”

Güneşten gözleri kamaştığı için çevresini göremediğini anlayan Ralph, konuştu:

“Borulu adam yok, yalnız ben varım.”

Çocuk biraz daha yaklaştı, yüzünü buruşturup Ralph’ı süzdü tepeden. Gördüğü şey, yani kucağında fildişi renkli büyük şeytanminaresiyle oturan sarı saçlı oğlan, onu pek memnun etmemişti. Pelerinini savurarak, hızla döndü:

Peki, bir gemi yok mu?”

Bol pelerinin örttüğü bedeni uzun, zayıf, kemikliydi. Kara şapkanın altında kızıl saçları vardı. Çilli yüzü çökmüştü. Aptal görünmeden çirkindi. Dik dik bakan açık mavi gözlerinden hayal kırıklığına uğradığı, öfkelendiği ya da öfkelenmeye hazır olduğu anlaşılıyordu:

“Bir büyük yok mu burada?”

Ralph, sırtı dönük olan çocuğa “Hayır, yok” dedi. “Bir toplantı yapıyoruz; gel sen de bize katıl.”

Pelerinli çocuklar sırayı bozmaya başladılar. Uzun boylu çocuk bağırdı onlara:

“Koro, dur!”

Canından bezmiş koro üyeleri, söz dinleyip sıraya girdiler, sallana sallana durdular güneşin altında. Ancak birkaçı, hafif bir sesle karşı çıkmaya yeltendi:

“Ama Merridew… Ne olur Merridew… Biz…”

Derken, çocuklardan biri yüzükoyun kuma kapaklandı ve sıra bozuldu. Yere yığılan çocuğu kayalığa çıkardılar, oraya yatırdılar. Merridew, çevresine dik dik bakıp durumu idare etmek zorunda kaldı:

“Peki öyleyse, oturun. Bırakın onu.”

“Ama Merridew…”

“İkide bir düşüp bayılır o. Gib’de de bayıldı. Addis’de de bayıldı, sabah duasında koroyu yönetenin üstüne düşüp gene bayıldı.”

Merridew, ancak kendilerinin yakından bildiği bu konuya değinince, devrilmiş ağaç gövdelerine kara kuşlar gibi tüneyip Ralph’ı ilgiyle süzen kilise korosu üyeleri, sinsi sinsi gülüştüler. Domuzcuk, kimsenin adını sormuyordu. Bu oğlanların üniformalı üstünlüğünden, Merridew’in sesindeki kaygısız otoriteden çekiniyordu. Ralph’ın arkasına sığındı, gözlüğünü evirip çevirmeye başladı.

Merridew, Ralph’a döndü:

“Büyükler yok mu burada?”

“Yok.”

Merridew, bir ağaç kütüğüne oturdu, çevresine göz gezdirdi:

“Kendi başımızın çaresine bakmak zorundayız öyleyse.”

Ralph’ın arkasında kendini güvende bilen Domuzcuk, çekine çekine konuştu:

“İşte bu yüzden bir toplantı yaptık. Ne yapacağımızı kararlaştıralım diye. Adlarını aldık. Bu Johnny. Bunlar ikiz, Sam ile Eric. Hanginiz Eric’siniz? Sen mi? Hayır… Sen Sam’sın…”

“Ben Sam’ım.”

“Ben de Eric.”

Ralph, “Hepimizin adı bilinmeli” dedi. “Ben Ralph’ım.”

Domuzcuk, “Çoğu adları aldık” dedi. “Demin aldık.”

“Çocuk adları bunlar” dedi Merridew. “Bana ne diye Jack diyecekmişsiniz. Merridew’im ben.”

Ralph, hemen Merridew’e baktı. Ne istediğini bilen bir kişinin sesiydi bu.

“Sonra bir çocuk var” dedi Domuzcuk, “unuttum onun…”

Jack Merridew, “Fazla konuşuyorsun sen” dedi. “Kapat çeneni, şişko.”

Gülüşmeler oldu.

“O şişko değil,” dedi Ralph, “gerçek adı Domuzcuk’tur onun.”

“Domuzcuk!”

“Domuzcuk!”

“Hey, Domuzcuk!”

Herkes katıla katıla gülüyordu. En küçükler bile katılmıştı bu gülüşmeye. Şimdilik çocuklar bir çember kurup aralarında anlaşmışlardı; bu çemberin dışında kalmıştı Domuzcuk. Domuzcuk’un yüzü pembe pembe oldu; başını eğdi, bir kez daha sildi gözlüğünün camlarını.

Gülme faslı bitti sonunda. Gene adlar alındı. Kilise korosunun çocukları arasında, boy açısından Jack’tan sonra gelen Maurice’ydi. Maurice, boyuna sırıtan iri bir oğlandı. Herkesten kaçan, herkesten gizlenen, kendi içine kapanmış, hiç kimsenin tanımadığı ince bir çocuk vardı orada. Adının Roger olduğunu mırıldandı, sonra gene sustu. Bill vardı, Robert vardı, Harold vardı, Henry vardı. Bayılan koro üyesi, bir ağacın kütüğüne yaslandı, solgun dudaklarla Ralph’a gülümsedi, adının Simon olduğunu söyledi.

Jack, “Nasıl kurtarılacağımız konusunu bir karara bağlamalıyız” dedi.

Fısıltılar duyuldu. Adı Henry olan küçük çocuklardan biri, evine gitmek istediğini söyledi.

“Kes sesini” dedi Ralph dalgın dalgın. Denizkabuğunu havaya kaldırdı: “Karar vermek için bir şefimiz olmalı, bana kalırsa.”

“Bir şef! Bir şef!”

Jack, dolambaçlı yollara sapmayı hor gören bir küstahlıkla, “Şef ben olmalıyım” dedi. “Çünkü benim, katedralin korosunda da yerim var. Hem de bu koronun başındayım. Do diyezi bile söyleyebilirim ben.”

Çocuklar gene fısıldaştılar.

Jack, “Öyleyse” dedi, “ben…”

Jack duraksadı. Roger adlı esmer çocuk kıpırdandı ve konuştu:

“Oya koyalım.”

“Tamam!”

“Şefi oyla seçelim!”

“Oylama yapalım…”

Denizkabuğu oyunu kadar hoş bir oyundu bu oylama işi. Jack karşı koymaya başladı. Birinin şef seçilmesi konusunda genel istek, Ralph’ın şef seçilmesi isteğine dönüştü oybirliğiyle. Aslında çocuklardan hiçbiri, bu isteğin yerinde olduğunu kanıtlayacak bir neden gösteremezdi; çünkü akıl belirtileri gösteren tek kişi Domuzcuk’tu; şef olarak ilk düşünülmesi gereken de Jack’tı. Ne var ki, tüm gözler, hiç kıpırdamadan oturan Ralph’a çevrilmişti: Ralph iriydi, Ralph güzeldi. Ama farkına varmadıkları halde, onu seçmek istemelerinin gerçek nedeni denizkabuğuydu. Bu büyük şeytanminaresini seslendiren, çabucak kırılabilecek bu güzel şeyi kucağında tutup onları kayalıkta bekleyen çocuğun bir ayrıcalığı vardı.

“Denizkabuğunu tutan!”

“Ralph! Ralph!”

“O boru gibi şeyi öttüren, şef olsun!”

Ralph, susmaları için elini kaldırdı:

“Peki, Jack’ın şef olmasını kim istiyor?”

Kilise korosundakiler, canlarından bıkmış bir uysallık içinde, ellerini kaldırdılar.

“Beni kim istiyor?”

Domuzcuk bir yana, kilise korosunun dışında kalanların tümü, ellerini kaldırdılar hemen. Sonra Domuzcuk da, istemeye istemeye elini kaldırdı.

Ralph, kalkan elleri saydı:

“Öyleyse ben şefim.”

Çocuklar alkışladılar. Koronun üyeleri bile alkışladı. İçerleyen Jack’ın kıpkırmızı kesilen yüzündeki çiller yok oldu. Önce ayağa fırladı, sonra caydı, gene oturdu. Her bir yan alkışla çınlarken Ralph, Jack’a baktı. Ona bir şeyler vermek istiyordu:

“Koro senindir elbette.”

“Koro ordu olabilir.”

“Ya da avcı olabilir.”

“Koro… şey olabilir…”

Jack’ın yüzünün kırmızılığı geçmişti. Susmaları için gene elini kaldırdı Ralph:

“Korodan Jack sorumludur. Koro üyeleri… şey olabilir… Ne olmasını istiyorsunuz onların?”

“Avcı olsunlar.”

Jack ile Ralph, çekingen bir dostluk duygusuyla birbirlerine gülümsediler. Öteki çocuklar, heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı aralarında.

Jack, ayağa kalktı:

“Koro, çıkarın pelerinlerinizi!”

Koro üyeleri, ders bitmiş de sınıftan çıkmışlar gibi, ayağa kalktılar; çene çala çala, kara pelerinlerini otların üstüne yığdılar. Jack, kendi pelerinini Ralph’ın oturduğu kütüğün yanına koydu. Kurşuni rengi şortu terden yapışmıştı bedenine. Ralph, hayran hayran baktı şortun haline. Jack, bu bakışı görünce açıkladı:

“Her bir yanımızın su olup olmadığını anlamak için, şu tepeye tırmanmaya çalıştım. Ama denizkabuğunun sesi bizi buraya çağırdı.”

Ralph gülümsedi, herkes sussun diye denizkabuğunu havaya kaldırdı:

“Dinleyin hepiniz. Durumu düşünüp taşınmam için zaman gerek bana. Ne yapacağımızı hemen kararlaştıramam. Eğer burası bir ada değilse, bizi hemen kurtarırlar. Anlamamız gerek buranın bir ada olup olmadığını. Hepiniz burada kalıp bekleyeceksiniz. Uzaklaşmayacaksınız buradan. Üç kişi –üçten fazla olursak durum karışır, birbirimizi kaybederiz– keşfe çıkacağız, buranın ne olduğunu anlayacağız. Ben gideceğim, Jack gidecek, bir de…”

Ralph çevresindeki istekli yüzlere baktı. Bir yığın çocuk vardı seçebileceği.

“Bir de Simon.”

Simon’un yanındakiler gülüştüler. Simon da hafif gülerek ayağa kalktı. Bayıldığı sırada yüzünü saran solgunluk geçmişti artık. Sıska, canlı bir küçük çocuktu. Dümdüz sarkan kalın telli kara saçların altından

bakıyordu gözleri.

Simon, evet dercesine başını salladı Ralph’a:

“Gelirim.”

“Ben de…”

Jack, arka cebinden çıkardığı büyükçe bıçağı kınından çektiği gibi bir ağaç gövdesine sapladı.

Çocukların gürültüsü arttı, sonra bir sessizlik oldu.

Domuzcuk kıpırdadı:

“Ben de geleceğim.”

Ralph dönüp Domuzcuk’a baktı:

“Böyle bir durumda işe yaramazsın sen.”

“Ama gene de…”

Jack kesip attı: “Seni istemiyoruz. Üç kişi yeter.”

Domuzcuk’un gözlüğünün camları ışıldadı:

“Denizkabuğunu bulduğu sırada onun yanındaydım ben. Herkesten önce onun yanındaydım ben.”

Jack ile ötekilerin aldırdığı yoktu Domuzcuk’a. Çocuklar dağıldı. Ralph, Jack ve Simon, kayalıktan atladılar; kumda yürüyerek doğal yüzme havuzunun yanından geçtiler. Domuzcuk peşlerinden gitti beceriksiz adımlarla.

“Simon ortamızda yürürse, başının tepesinden konuşabiliriz” dedi Ralph. Üç çocuk, birbirlerine ayak uydurarak yürümeye başladılar. Simon, arada sırada sekip ayak değiştirmek zorunda kalıyordu, onlara yetişebilmek için. Derken Ralph durdu, dönüp Domuzcuk’a baktı:

“Bana bak…”

Jack ile Simon, hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi yürüyüp gittiler.

“Gelemezsin.”

Domuzcuk’un gözlük camları gene buğulandı. Küçük düşürüldüğü için buğulandı bu kez.

“Onlara yetiştiriverdin. Oysa sana söylemiştim…”

Domuzcuk’un yüzü kızardı, dudakları titredi:

“Sana söylemiştim istemediğimi…”

“Kuzum, neler anlatıyorsun sen?”

“Bana Domuzcuk demelerini istemediğimi söylemiştim. Bana Domuzcuk demesinler de, ne derlerse desinler demiştim. Sana tembih etmiştim, onlara söyleme diye. Ama sen hemen yetiştirdin…”

Bir sessizlik oldu. Şimdi Domuzcuk’a daha anlayışla bakan Ralph, şişman çocuğun kırıldığını, ezildiğini gördü. Özür dilemekle, daha da ileri gidip onu iyice gücendirmek arasında bocaladı bir an. Sonunda, gerçek önderlerin toksözlülüğüyle konuştu:

“Şişko diyeceklerine Domuzcuk desinler daha iyi. Üzüldüm böyle kırılmana. Şimdi geri dön, onların adlarını al. Senin işin de bu. Hoşça kal.”

Ralph döndü, Jack ile Simon’un peşinden koştu hızla. Domuzcuk durduğu yerde kaldı. Haklı bir öfkeyle kızaran yanakları, normal rengini aldı yavaş yavaş. Büyük kayalığa geri döndü.

Ralph, Jack ve Simon, çevik adımlarla kumda yürüdüler. Sular çekilmişti; kumsalın yosunla kaplı ince bir şeridi, toprak bir yol kadar rahattı. Bir çeşit büyüleyici güzellik vardı çevrelerinde. Bunun bilincinde, bunun mutluluğu içindeydi çocuklar. Birbirlerine bakıyorlar, coşkuyla gülüyorlar, kimin ne dediğini dinlemeden konuşuyorlardı. Hava pırıl pırıldı. Tüm bunları açıklayıp yorumlamak işiyle başa çıkamayan Ralph, amuda kalktı, tepe taklak yuvarlandı. Gülüşmeleri bitince, Simon, çekine çekine Ralph’ın kolunu okşadı. Gene gülmekten kendilerini alamadılar.

“Haydi gelin” dedi Jack, “biz kâşifiz.”

Ralph, “Adanın ucuna gideceğiz, köşeden bakacağız” dedi.

“Eğer bu bir adaysa…”

Şimdi, öğleüstü bitmekteyken, hayalimsi görüntüler silinmeye başlamıştı. Adanın ucu, büyüyle biçim değiştirip akıllara sığmaz bir yer olmaktan çıkmıştı artık. Açık seçik görebiliyorlardı orasını. Adanın bildikleri kısmında olduğu gibi, oraya da dört köşe kayalar yığılıydı. Lagünün durgun sularında, koskocaman bir kaya yükseliyordu. Deniz kuşları oraya yuvalanmışlardı.

Ralph, “Bu yuvalar, pembe bir pastanın üstündeki beyaz şekerler gibi” dedi.

Jack, “Bu köşenin arkasında ne olduğunu göremeyeceğiz” dedi; “çünkü bir köşe yok; geniş bir kıvrım var yalnız… Görüyorsunuz, kayalar gittikçe daha berbat oluyor.”

Ralph, eliyle gözlerini siper edip, dağa doğru yükselen kayaların çizdiği girintili çıkıntılı çizgiye baktı. Kumsalın dağa en yakın olan yerindeydiler şimdi.

Ralph, “Dağa buradan tırmanmaya çalışırız” dedi. “Bana kalırsa, en kolay yol buradan. Hem ormanın bitkileri filan daha az burada; çoğu pembe kaya. Haydi, gelin.”

Üç çocuk tırmanmaya başladılar. Bilinmeyen bir güç, kayaları yerinden koparıp paramparça etmiş; küçüklerini üstte bırakarak, çarpuk çurpuk yığmıştı onları. Tepesinde eğri bir taş duran pembe dik kayalar, başlıca özelliğiydi buranın. Her dik kayanın üstünde bir dik kaya daha vardı. Böylece ormanın karmakarışık sürüngen bitkileri arasında dengelenen pembe kayalar, gökyüzüne doğru yükseliyordu. Bu dik kayalardan çoğunun dibinde, yukarıya doğru dolanan daracık bir yol vardı. Çocuklar, yüzlerini kayalara çevirip, bitkilerin içine bata çıka yan yan ilerleyebiliyorlardı bu yolda.

“Bu yol nasıl olmuş?”

Jack durdu, terli yüzünü sildi. Ralph yanında, soluk soluğaydı.

“İnsanlar mı açtı bu yolu?”

Jack, hayır dercesine başını salladı:

“Hayvanlar.”

Ralph, gözlerini kıstı, ağaçların altındaki karanlığa baktı. Küçücük titreşimler içindeydi orman.

“Haydi, gelin.”

Girintili çıkıntılı kayalar arasında dik yokuşu tırmanmak değil, bir sonraki yolu bulmak için bitkilerin içine dalmak zorunluluğuydu asıl güç olan. Sürüngen bitkilerin kökleriyle sapları birbirine öyle bir karışmıştı ki, çocukların bükülebilen esnek iğneler gibi, onların arasından sıyrılmaları gerekiyordu. Çocuklara yol gösteren tek şey, kahverengi toprakla tepelerindeki yapraklar arasından zaman zaman sızan ışıktı. Bir de yolun yukarı doğru yükselmesine dikkat ediyorlardı. Sürüngen bitkilerin urganlarıyla kaplı deliklerden hangisi biraz daha yüksekse, ona basıyorlardı hep.

Nasıl yaptılarsa yaptılar, yukarıya doğru ilerleyebildiler.

Birbirine giren bitkiler arasında takılıp kaldıkları bir anda, belki geçirdikleri en güç anda, Ralph ışıldayan gözlerle dönüp baktı iki arkadaşına.”

“Yaşasın!”

“Müthiş!”

“Şahane!”

Neden keyiflendikleri belli değildi. Üçü de kan ter içinde, pisliğe bulanmış, bitkindi. Ralph’ın her bir yanı fena halde çizilmişti. Sürüngen bitkiler, bacaklarının üst kısımları kadar kalındı. Aralarından geçebilmek için daracık tüneller bulmaları gerekiyordu. Ralph, bir deney yapmak için bağırdı. Boğuk yankıları dinlediler.

“Gerçekten kâşiflik yapıyoruz” dedi Jack. “Bizden önce kimsecikler buraya ayak basmadı bana kalırsa.”

“Bir harita çizmeliyiz” dedi Ralph. “Ne çare ki, kâğıdımız yok.”

Simon, “Ağaç kabuklarına çizeriz” dedi. “Sonra da üstüne kara bir şeyler süreriz, çizgiler belirsin diye.”

Ormanın kasvetli karanlığında, sessiz ve ağırbaşlı bir anlaşma içinde, ışıl ışıl gözlerle gene baktılar birbirlerine.

“Yaşasın!”

“Müthiş!”

Amuda kalkacak yer yoktu burada. Ralph, heyecanının yoğunluğunu, Simon’u yumruklayıp yere yıkıyor gibi yaparak açığa vurdu. Üç çocuk, üst üste yığılıp alacakaranlıkta sevinçle itişip kakıştılar.

Birbirlerinden ayrılınca ilk konuşan Ralph oldu:

“Haydi, düşün yola.”

Bundan sonra vardıkları dik kayanın pembe graniti, sürüngen bitkilerden ve ağaçlardan biraz uzak kaldığı için yukarı doğru koşabildiler küçük adımlarla. Burada, orman ağaçları öyle seyrekleşti ki, uzaklara yayılan denizi gördüler bir ara. Ağaçların gölgesinden çıkınca, güneş, ormanın karanlık rutubetli sıcağında tere batan giysilerini kuruttu. Artık karanlıklara dalmaktan kurtulmuşlardı. Dağın tepesine varmak için, pembe kayalara tırmanmaları gerekiyordu sadece. Çocuklar, daracık geçitlerde, sivri kayaların dibindeki küçük taşların üstünde ilerleyip yollarına devam ettiler.

“Bakın! Bakın!”

Adanın bu ucunda, paramparça kayaların üst üste yığılan bacaları gökyüzüne doğru yükseliyordu. Jack’ın yaslandığı kayayı ittikleri zaman, gıcırdayarak kımıldadı kaya.

“Haydi, gelin…”

Ne var ki, “Haydi, tepeye gelin” demek istemiyordu. Üç çocuk, ancak bu kayayla başa çıktıktan sonra tepeye karşı saldırıya geçeceklerdi. Küçük bir otomobil boyundaydı kaya.

“İtin!”

İleri geri sallanın, gereken uyumu bulun…

“İtin!”

Daha hızlı sallansın sarkaç, daha hızlı, daha hızlı… Kayanın dengede durduğu noktaya yüklenin… Daha çok dayanın, daha çok…

“İtin!”

Benzer İçerikler

BENCİL -Wilbur Smith

yakutlu

Blink – Malcolm Gladwell Online Kitap Oku

yakutlu

Farabi & Filozofların Babası

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy