Miskinler Tekkesi-Reşat Nuri Güntekin

Miskinler Tekkesi

Şimdi olduğu gibi çocukken de pek canımın kıymetini bilirdim. Koşmaca, kaydırak, birdirbir gibi oyunlar asla işime gelmezdi. Akşam üstleri açılır – kapanır iskemlemi konağın bahçe kapısına kurar, vücuduma göre çok kocaman olan başımı mutfağın sarmaşıklarla kaplı duvarına yaslayarak karşı
viranede oynayan çocukları seyrederdim.
Çocuklar, kendileri gibi başkalarına da rahmi olmayan, hasbetenlillâh kötülük yapmaktan zevk duyan küçük canavarlardır. Hiç sebep yokken arada bir bana da sataşırlar, fesimi kaparlar, yüzüme toprak atarlar, altımdan iskemlemi çekerlerdi.
Gene şimdi olduğu gibi o zaman da gücüm, kuvvetim yerindeydi. Hangisini istesem, evvelallah, ayağımın altına alır evire çevire tepeliyebilirdim. Fakat bunun için yerimden kalkmak, koşmak, toz toprak içinde yuvarlanmak gibi bir sürü lüzumsuz hareket yapmak lâzımdı. Ancak değer mi? Hayvan yavruları gibi ne yaptıklarını, ne istediklerini bilmiyen birtakım abuk sabukmahlûklara uyarak tatlı
canımı sıkıntıya sokmaktan ne çıkacak?
— Ne mi çıkacak? Sana yapılan haksızlığın altında kalmamış olacaksın. Elin, ayağın biraz zedelense de yüreğin ferahlayacak…
Belki hakkınız var. intikam duygusu asîl bir duygudur. Asil dediğimiz insan; şahsına, onuruna, mal ve canına yapılan tecavüzlere karşı aşın bir titizlik ve hazım sizliği olan insanlardır. Ancak kızdırılan hayvanlar da başka türlü mü yaparlar ya? Kedinin en miskinine, köpeğin en dalkavuğuna haddin varsa, bir parça takıl… Velinimeti bile olsan hemen öfkelenir; dişiyle, tırnağiyle karşı koymağa kalkar.
Hayvanların en asîlî olan at, onlardan da mantıksızdır. Önündekinin bir hareketinden pirelendiği zaman arkasındaki hiç suçu, günahı olmayan biçareyi çiftelemeğe kalkar. Hele devenin kendisine fenalık yapanı zamanla da affetmediği, bir aşiret reisi seba-tiyle kin güttüğü meşhurdur.
Evet, intikam duygusunun yokluğu bir insan için belki iyi alâmet değildir. Fakat ben hayatımın hiçbir çağında böyle bir heyecanın, beni yoklamadığını itiraftan çekinmeyeceğim. Ne yapalım, böyle yaratılmışım. Cüzzamlı yanık acısına ne kadar duygusuzsa, ben de kuyruk acısına öyleyim.
Gene diyebilirsiniz ki:
— intikamın faydalı bir tarafı vardır. Yaptığı kötülüğün yanına kalmadığını gören kimse (hiç olmazsa acısını unutuncaya kadar) sizi rahat bırakır.
Bu da doğru. Fakat unutmamalı ki bu neticeye varmak için daha yumuşak yollar da vardır. Meselâ
yalvarmak. Benim o zaman bana sataşan çocuklara yaptığım gibi: «îki gözüm kardeşim. Bilirim sen benim başımı yarabilirsin. Hiç ben, seninle başa çıkabilir miyim? Başım yanlırsa yazık değil mi bana… Vesaire…»
Hele bunu söylerken biraz da boynunu bükmesini, sesini titreyerek sızıldanmasını bilirsen hiç mesele yoktur.
Meslek icabı olarak gayet iyi bilirim: Oldukça dişe dokunur bir maddî menfaate dayanmayan meselelerde rica ve niyaz en kuvvetli bir silâhtır. Yalvarmasını, amma usul ve âdabına göre yalvarmasını bilen insan için açılmayacak kapı, erilmeyecek mertebe yoktur. Nitekim ben, daha o yaşta gayet ustalıkla kullanmağa başladığım bu silâh sayesinde kendimi yalnız sokak çocuklarının MlSKÎNLER TEKKESİ
şerrinden korumakla kalmıyor, onları burnu halkalı Arap köleler gibi tepe tepe kullanıyordum.
Gözünüzün önüne getirin: Bahar, bütün saltanatiyle gelmiş, ağaçlar pıtrak gibi kiraz dökmüş. Yalnız, ne yazık ki kudret, onlan kırmızı gelincikler gibi ayaklarımızın altında yetiştirmiyor… Hepsi hava kuşları gibi elimizin erişemiyeceği boşluklar içinde sallanıyorlar… Yanlarına varmak için bir sürü
tehlikeyi göze alarak ağaçlara tırmanmayı mertlik damarlarını okşamayı bilirsen onlar, ağacı takımiyle senin ayaklarına indirirler.
Kirazlardan sonra canım bir araba sefası isterse, açılır – kapanır iskemlemi katlayıp bir köşeye bırakarak bahçıvanının tek tekerlekli çekçek arabasına kurulur, bir eski zaman kralı saltanatiyle kendimi tebaama çektirirdim. Hep aynı tatlı dil, güler yüz sayesinde…
Ancak ne de olsa çocuktum. Bebeklerle evcik oyunu oynıyan kız çocuklar, teneke kılıçlarla muharebe oyunu oynıyan oğlan çocuklar gibi benim de zaman zaman bir şeyin oyununu oynamaya, büyük insan taklidi yapmaya ihtiyacım vadn. Lapacı mizacına çok uyan; kolay, rakipsiz ve kavgasız bir oyun icadetmiştim: Dilencilik oyunu.
Taklidin benzemesi için kâh göz kapaklanma sigara kâğıdı yapıştırarak kör, bir kolumu tersine çevrilmiş hırkamın içine saklayarak, çolak, kâh dolaptaki dedemden kalma bastonları koltuk değneği gibi kullanarak topal olurdum. Sonra: «Alilim… Elim ermez, gözüm görmez… Bir sadakacık verin!»
diye sızıldanarak minderler, sandalyeler arasında dolaşırdım.
Kimseye bir zararı olmamakla beraber, bu oyun nedense büyükleri kızdırırdı. Sudanlı Gülfidan dadımız beni o halde gördükçe parmaklarının ucuna tükürerek: 8

— Tuu… Tuu… Tuu… Ayo, sen hiç utanmaz mısın? diye ince ince haykırır; sonra salavat parmağını
diliyle ıslatıp duvara işaretler çizerek:
— Görürsünüz… Bu oğlan eninde, sonunda dilenci olur, derdi.
Tehlikeli haşarılıklarla yüreğini oynatmadığım için beni konağın öteki çocuklarından fazla seven büyük annem, hemen bacıya çıkışırdı:
— Ağzından yel alsın… Bak şu kuş beyinli fellâhın yakıştırdığına… Sen, ondaki kafaya baksana… Bu yaşta onun bildiğini sen bilmezsin… Görürsünüz o, ne adam olacak inşallah!.
Kürkü ve gecelik entarisiyle daima evde kadınların arasında oturan dayıma gelince, o, benim için bir türlü kararını veremiyordu. Arasıra içindeki maddeyi merak eder gibi kocaman kafamı elleri içinde evirip çevirir, karpuz muayene edenlerin yaptığı gibi ötesine, berisine fiskeler vurarak: «Bilmem amma… Bu büyüklük pek hayra alâmet olmasa gerek!» derdi.
Büyük annemin buna da cevabı vardı:
— Büyük babam Şemseddin Mollaya Kocabaş Kazasker dediklerini unutuyor musun? Arabaya bindiği zaman başını tutmak için yanına bir lala oturturlardı… Sizin kafalarınız yumruk kadar amma Kocabaş Kazasker gibi padişah sofrasında yemek yiyemediniz. Hepiniz hâlâ ondan kalan nimetin kınntılariyle geçiniyorsunuz.. Bu çocuk da ona çekmiş. Hele bir büyüsün, göreceksiniz ne adam olacak o…

Dünya hali acayiptir. Talihin beni de bir Kocabaş Kazasker yapmasına hiç mâni yoktu. Fakat nedense Gül-fidan bacının tahmini büyük anneminkinden daha doğru çıktı. Birbirini kovalıyan bir sürü
vak’alardan sonra nihayet… bacının dediği oluyorduk.

Dedelerim arasında gerçekten değerli kimseler vardır. Bunlann bazıları tarih kitaplarına geçmiş, yalnız bizim ailenin değil, bütün memleketin kendileriyle öğünmesine hak kazanmış büyük adamlardır.
Arasıra kibar cenaze alayları arkasında Eyüp’e, E-dirnekapı’sına, Merkezefendi’ye gittikçebirkaçının hâlâ ayakta duran mezar taşlanna rastladım: Sudur-i izamdan Hacı Nasır Molla, Akidecibaşı Osman Melali Efenw di, Kaputan-ı Derya Rükneddin Paşa, Abuvada Müselli-mi Tahir Bey ve niceleri…
Dedelerimin bu mezarlıklarda hâlâ vakar ile dikilen kavuklu taşlanna bakarken gözlerim dolar, göğsüm iftiharla kabanr. Fakat onların son torunlariyle iftihar edebileceklerini ummadığım için yanlarına pek sokula-mam. Hele Sultan Mahmut’la dizdize yemek yemiş Kocabaş Kazaskerin yana çarpılmış bir kavuklu taşı vardır ki beni tanışa büsbütün yıkılmasından korkarım.
Evet bu padişahlarla bir sofrada yemek yemiş, dağlara, deryalara hükmetmiş adamlardan ben nasıl çıktım? Bizim Sudanlı Gülfidan bacı kafasiyle düşünürsek bu Allanın akıl ermez bir hikmetidir. Fakat ben kendi hesabıma bu işe pek de şaşıyor değilim.
Bugünkü mesleğimde bu hürmete, dedelerin tesirleri bence parmakla gösterilecek gibi açıktır.
Hayatlarını iyi bilmiyorum; şecerenamemiz ve daha başka kâğıtlar ve fermanlar Aksaray yangınında yandı. Fakat çocukluğumda onlara dair dinlediğim hikâyelerden aklımda bazı şeyler kalmıştır. Meselâ
başımın kocamanlığın-dan dolayı kendime en yakın saydığım Kocabaş Kazasker, gerçekten Sultan Mahmut’un gözbebeği hükmün-deymiş. Konağında belki yirmi otuz halayık, köle, aşçı, 10

ayvaz vesaire bannırmış. Böyle olduğu halde bu mübarek adam Padişahın sofrasında kaymak gördükçe ellerini açarak dua edermiş: «Allah ömr-i şahanelerini müz-dad eylesin. Abd-i fakir ancak say-i devletinde kaymak tadıyor. Yoksa kaymağa el sürmek biz gibilerin haddine mi düşmüş?»
Gene o büyük adam, Sultan Mahmut’un önünde kalan ekmek kırıntılarını yüzüne, gözüne sürerek toplar, sırf bu iş için yaptırılmış bir sedef kutuya koyarak dualar, senalarla el üstünde konağa getirirmiş. Ben, bu mesut devreye yetişemedim. Fakat yıllarca ailenin yeni doğan çocuklarına teberrüken tattırılan ilk dünya nimeti (Sakal-ı Şerif gibi kat kat işlemeli bohçalar içinde saklanan) bu padişah artıkları olmuştur. Yavrunun bütün ömrünce yiyeceği ekmek zahmetsiz ve sıkıntısız bir el ekmeği olsun diye.
Benim yetiştiğim îkinci Abdülhamit zamanlarında bile arasıra saraydan (adına resmen Sadaka-i Şahane denen) elli altınlık, yüz altınlık ihsanlardan gelir ve Ka-racaahmet’in meşhur Miskinler Tekkesi’nde olduğu gibi bütün aile, büyük sofada toplanarak «âmin, âmin» çağırırdı.
Demek ki sadaka benim mayamdadır; Kocabaşlar ailesinin hamuru onunla yoğurulmuştur ve şanlı
dedele-rimdeki Tanrı vergisinin ilerleye ilerleye bende tam kemal mertebesini bulmuş olmasına şaşmamak lâzımdır.
Sekiz, on sene evvel şair dedem Osman Melâlî Efen-di’nin Divanını ele geçirmiştim. Arasıra ibretle okurum. Bu divan, baştanbaşa bir yalvarıp yakarma kitabıdır… Dedem; başta Allaha, peygambere ve teşrifat sırasiyle ashaba yalvarır… Arkasından padişahlar, vezirler gelir. Nihayet kasideler bitip âşıkane gazeller başlayınca bu sefer de canana bitip tükenmez yalvarışlar: Bir nigâh için, bir hande için, zülf-i semenbűdan bir tel için… )

III
«însan, yedisinde neyse yetmişinde de odur!» derler. Âmenna! Fakat yedisinde neyse on yedisinde, hattâ yirmi yedisinde, pek o kadar «o» değildir de ancak kırka doğru tekrar yedisindekne benzemeye başlar. Meselâ, yedisinde korkak olan çocuğa on yediye doğru bir cesaret gelir; kanı kaynar; ötede, beride bazı tehlikeli atılganlıklar yaptığını görürsünüz. Fakat kırktan sonra damarlar katılaşmağa başlayınca eski korkaklık gene deliğinden burnunu gösterir. Yedide cadıdan, elli yedide hırsız veya polisten korkan insanla yirmi yedide karanlık sokaklarda ıslık çalarak dolaşan genç adam arasında —
ıslığın sesi biraz titirek de çıksa – her halde bir fark tanımak lâzımdır.
Yedisinde babasının eteği dibinde namaz kılan çocuk, yirmi yedisinde felsefe okurken dinsiz olur, cennet ve cehennemden gülerek bahseder. Fakat elliye doğru hava tekrar dönmeğe başlar. Kitap rafında beliren damar ilâcı, kuvvet ilâcı vesaire şişeleriyle beraber zihninde de birtakım tereddütler,
«acaba» lar uyanır. Arasıra yapılışındaki ustalığı seyre gittiği Süleymaniye camiine, birkaç yıl önce Amerikalı seyyah gibi ayağında terliklerle grdiği halde, şimdi kunduralannı eline alarak, çorapla girer ve Allaha, Peygambere karşı tereddütle ve mahcup bir mülâzemet-i âşıkaneye başlar.

Evet, insamn hamur veya çamuru yedide neyse yetmişinde de muhakkak odur. Fakat gençlik dediğimiz o mukaddes kavak yelleri çağında, bu mayanın az çok kabardığını ve yirmi yaşındaki delikanlıya çocuk ve ihtiyar insandan çok farklı bir çeşni verdiğini kabul etmek lâzımdır.
Anlatmak istediğim şu ki sekiz, on yaşındaki «ben» ile bugünkü «ben» arasında pek ayn gayn yok gibidir.

Fakat birbirini gayet iyi anlıyan bu iki «ben» arasında, delikanlılık çağımda, bir yabancı «ben», bir nevi teklifli misafir girmiştir.
Şimdi onu kendimle aynı kandan, fakat bazı fikirlerinden, huysuzluklarından dolayı bir türlü
kaynaşmamıza imkân olmayan bir akraba gibi hatırlarım. Evet, erkek olma yaşıma doğru bende bir başkalaşma oldu. Baharda soğanlar gibi birtakım yeşerme alâmetleri belirmeğe başladı. Yüzüm uzuyor, derimdeki kırışıklıklar kayboluyor, yanaklarımda pembe bir renk dalgalanıyordu.
Bakışlarımda bir derinlik, sesime tatlı bir ıslaklık gelmişti. Âdeta kıvırcıklaşarak uzayan saçlarım altında başım bile daha küçülmüş, daha insana benzemiş görünüyordu. Kılık kıyafetimde de epeyce değişiklikler vardı. Çocukken son derece çapaçul olduğum halde gitgide âdeta şıklaşıyordum. îkide bir dadımı sıkıştırarak pantalonumu ütületiyor, sokağa çıkarken boynuma kolalı yaka, kelebek boyunbağı takıyordum. Hâsılı, kısa bir zaman için zerzevatı çiçeğe benzeten bahar beni de insana benzetmişti. Açılır -kapanır iskemleden ayaklandım, kozasından çıkan kelebek gibi orada, burada kanat çırpmağa başladım. Akşamlan pencereden yıldızlara bakarken kâh göğe uçmak arzusiyle yüreğimde çarpıntılar uyanıyor, kâh acayipdüşüncelerle gözlerim ya-şanyor ve dalıyordu.
Artık hareketleri eski vurdum duymazlıkla karşılı-yamaz olmuştum. Cesur ve cömerttim. Yalnız, bu duygular hareket halinde dışarı çıkacak derecede kuvvetli olmadığı için şimdilik nazarî ve hayalî
kalıyordu. Meselâ bir gece eve hırsız geldiğini tasavvur ederek üzerine saldırıyor, her biri korkudan bir köşeye kaçan konak halkının gözleri önünde kollarını bağlıyarak polise teslim ediyordum.
(Benimle korkak diye alay edenlere karşı ne intikam!) Bir başka gün kendimi piyangoda zengin
olmuş görerek büyük annemin aylık kâğıtlarım sarraftan kurtarıyor, konağın yıllanmış borçlarını bir çırpıda temizliyordum.
Şimdi, böyle bir delikanlıya bir de sevgili lâzım değil miydi? Ben yaştaki çocuklar için mesele yoktu.
Bir kısmı mart kedileri gibi tavan aralarında ahretlik kovalıyorlar, bir kısmı akşam üstleri kız rüştiyesinin kapısında nöbet tutarak kendilerine sevgili tedarikine uğraşıyorlardı. Ben, daha ziyade bu ikinci nevi âşıklardandım. Göz pekliği istiyen kapı arası âşıkları benim yaradılışıma uymuyordu.
Sonra, ihtiyar kadınlar arasında büyüyen birçok çocuklar gibi çapkınlığı büyük bir ayıp ve günah sayıyordum. Benim istediğim, ilerde Allahın emriyle karım olacak eli, yüzü düzgün bir hanım kız bularak uzaktan uzağa işaretler, gülümsemeler ve mektuplarla sevişmekten ibaretti. Ne tehlike, ne yorgunluk! Sonunda kucağıma düşeceğine emin olduğum bir şeftalinin, dalında ağır ağır irileşip kızarmasını beklemeye benzer zahmetsiz ve sakin bir aşk!
Yalnız eski şairin de dediği gibi:
«Âdeme kendi ayağı ile devlet gelmez!»
Küçükken yalvarma ve izzet-i nefislerini okşama yoliyle başka çocukları ağaca çıkararak kendime kiraz toplatabiliyordum. Fakat şimdi rüştiye kızlarını aynı kolaylıkla ayağıma getirmeme imkân var mıydı? Mutlaka ben de bir parça onlara doğru birkaç adım atmalıydım. Çaresiz, ben de akranlarıma katılarak köşe başlarında sevgili avına çıkmayı ciddî bir surette düşünmeğe başladığım bir zamanda talih, imdadıma yetişti.

*  Talih diyorum; fakat hakikatte bu, bir felâkettir. Bir ramazan akşamı, iftar sofrasından kalkmak üzereydik. Kalfalardan biri uzakta, Edirnekapı tarafla-14

nnda bir yangın haberi verdi, ihtiyarlar, yerlerinden kımıldanmadılar; gençler ve çocuklar, birbirinin peşi sıra, konağın dördüncü katındaki tahtaboşa çıktılar. Gülfidan bacı ile ben ikinci kattan yukarısını
göze alamamıştık. Karşımız kapalı olduğu için gökte, akşamın alaca karanlığı içinde bir hafif kızıllıktan başka bir şey farkedemiyorduk. Tahtaboştakiler, tâ uzaklarda bir cami minaresi ile bir servi arasında bir evin yandığım söylüyorlardı.
Bir aralık ben de yukarı çıkmaya yeltenir gibi oldum. Fakat bacı:
— Hadi çocuk, deli olma… Allahm yangınını görmedin mi? dedi.
Gülfidan bacıya göre her vaka Allahm bir şeyi idi: (Allahm hastalığı, Allahm soğuğu, Allahm delisi v.s.) Bunun için ufak tefek vakalann pek öyle üzerine varmaya gelmezdi.

Bacı ile tekrar aşağı inmek için camı kapayacağımız zaman sokaktan bir tulumba takımının geçtiğini gördük ve durduk.
Koca şehrin bir başından öte başına kadar yalınayak koşan tulumbacılar benim için dünyanın en şaşılacak kahramanıydı.
Bacı, gerçi onlardan korkar ve adlan anıldığı zaman nefretinden yerlere tükürürdü. Fakat bu, onun gündelik hayata mahsus bir görüşüydü ve yangın zamanlarında tulumbacı, onun gözünde de ehemmiyetli bir insan olurdu. Dadım, beyaz başörtüsünün kenarlan uçarak pencereden sarkıyor:
— Hadi, Padişahın arşlardan, gorayim sizi. Allah yolunuzu açık etsin, diye bağınyordu.
Sonra, bütün aile, gene yemek odasına döndü. Arkasından erkekler teravihe gittiler; muşamba fenerlerle kadın misafirler geldi, epeyce bir zaman peçiç ve yüzük 15
oynandı. Ayağına üzenmeyenler birkaç kere yukarı çıkarak yangının büyüdüğüne dair haberler getirdiler. Aşağıdakiler bunu ezbere münakaşa ediyorlar:
— Merak etmeyin karanlıktan öyle görünüyordur. Hem orası neresi, burası neresi, diyorlardı. Evet, orası neresi, burası neresi? Ancak şu oldu ki imsak topundan biraz sonra ortalık yavaş yavaş
ağarırken bizim zavallı konak çatısından tutuşuyor ve bütün aile, bunu biraz aşağımızdaki sıra bostanların birinden ağlaşa bağrışa seyrediyorduk.
IV
Yangından sonra Cinci meydanı taraflarında gene bir eski zaman konağına yerleştik. Öteki gibi bunun da haremi, selâmlığı, trabzanlan kopmuş, yelpaze merdivenleri, büyüklerin «içinde at koştur»
diye tarif ettikleri taşlık ve sofaları, yüksek şahnişli pencereleri, yıllarla kuruya, çürüye kav halini alan ve tutuşmak için havadan bir kıvılcım bekliyen oymalı saçakları vardı.
Barınılmaz hale gelen bazı odalar battal edilmiş, yıkılma tehlikesi gösteren tahtaboşların kapısına kalaslar çivlenmişti. Damın yağmurdan akmayan tarafı kalmadığı için yukarı kata yalnız yaz ortasına doğru —Çamlı-cada hava tebdiline gider gibi— hafif eşya ile çıkılırdı. Bununla beraber yağmur şiddetli olursa ikinci kat da akar, böyle zamanlarda yatak odalarına boş gaz tenekeleri ve çamaşır leğenleri dizilirdi.
Tavanlardaki iki ayrı çeşit mimariden anlaşıldığına göre konak bir tarihte esaslı tamir görmüştü.
Bünyedeki bozukluğun tamirle düzeleceğine inanan bol paralı ve iyi niyet sahibi bir adamcağız, eski tavanın çöken, akan yerlerini yeni kalfalara yamatıp boyatmış, fakat 16

bir zaman sonra tabiate karşı uğraşmanın nafileliğini anhyarak her şeyi hali üzere bırakmıştı.
Geniş döşeme tahtalarının aralan o kadar açılmıştı ki arasıra kaza ile elimizden düşen onluk ve kuruşlar — yerde daire çevirerek döndüğü sırada atik davranıp üstüne basamazsak — mutlaka bunlardan birine düşer ve kayboluyordu. Oda ve sofadaki su tenekelerinin bir vazifesi de şayet günün birinde bu aralıklar arasına yanar bir sigara kaçarsa onu söndürmekti.Yanan konaktan pek az eşya kurtanlabilmişti. Bunların kırılır cinsten olanları o kargaşalıkta bostana taşınırken kullanılmaz hale gelmişti. Hele ikinci kattaki misafir odasının pencerelerinden bahçeye atmak suretiyle kurtarılmış bir ceviz koltuk takımı vardı ki bir türlü tamir tutmamış, tahta âzalı malûller gibi çarpık kalmıştı.
Ailemiz, yangından sonra niçin derli toplu bir evce-ğize sığınmamış da bu berhaneyi başına belâ
etmişti? Bunu başta büyükannem olmak üzere bütün ev halkının sık sık tekrar ettiği «Allah kimseyi gördüğünden yâdet-mesin» sözü kâfi derecede anlatır sanınm. Kocabaşlar ailesi için asalet: konak ve bir miktar da Arap ve Çerkez halayık demekti, öyle sanınm ki yangından sonra yeni bir eve çıkmış
olaydık, hepimiz çadıra çıkmış gibi kendimizi küçülmüş görecektik.
Tavanlardan kopup sarkan muşamba parçalan üstündeki boyalı ve yaldızlı resim artıklan; kış gelirken kenarlarına bez, yahut kâğıt şeritler çirişlenen ve rüzgârlı havalarda köçek zilleri gibi şıngırdayan battal pencereler; renkli camlan kınldıkça yerlerine âdi cam ve bazan da mukavva takılan merdiven camekânlan; içinde çok kere bir gaz tenekesi kuru soğanla biraz kuru fasulye ve pirinçten başka bir şey bulunmayan kiler odası; haremle selâmlık arasındaki dönme yemek dolabı; bakkaldan günü
gününe alınan kömürü mangalda üfliyerek

yakan Arab bacılar, sabahlan küçüm hanımlarla, küçüi beyleri dizlerinin arasında çerkezce şarkılı
masallarla oyalayarak saçlarının sirkesini ayıklayan dadılar; misafirlerin eteğini öpen başı konaklı, ayağı çorapsız Anadolulu ahretlikler, bu insanlara eski debdebenin devamı gibi görünüyordu: «Allah, insanı gördüğünden yâdetme-sin!»
Ailenin demirbaşları büyük annem, büyük halam ve dayımdı. Gene demirbaşlardan sayılmak lâzım gelen bacı ve dadılar müstesna, geri kalan kısmı, irili, ufaklı bir alay çoluk çocuk ve her gün değişen bir kervansaray kalabalığı idi.

Meselâ: «Ruhi dayılar izinle hava tedbiline geliyor.» denir. Birkaç kadın ve çocukla seyrek sakallı, kısa boylu bir efendi birkaç hafta veya ay konağın bir tarafına yerleşir, sonra kaybolur gider.
Bir başka gün: «Rüstem Paşa, Manastır’dan, Trabzon’a geçiyor» derler. Paşa hakikaten geçer ve ailesini beş, on gün bize misafir bırakır. Sonra, Çerkez amcaların Hicaz’a gittiği haberi çıkar. Bir hafta, on gün selâmlık odasının duvarları dibine kalpaklı, sakallı, çizmeli ihtiyarlar çömelir.
Hele, nemiz olduğunu bilmediğim bir Kadı Rasim Efendi merhum vardı ki her gittiği yerden yüzünün akı ile altı ayda geri döner ve yeniden bir kadılık alıncaya kadar bizde otururdu. Bu altı ay, öyle kesili bicili bir zamandı ki kadı, biraz gecikti mi «Rasim Efendi’den ses şada çıkmadı. Sakın bir hal olmasın biçareye!» diye merak ettiklerini hatırlarım.
Büyük annemin diline doladığı sözlerden biri de «Allah kimsenin kapısını kapamasın!» di. Misafirleri daima güler yüzle karşılar. Hattâ Türkçe bilmeyen ve yüzlerine baktıkça utançlarından parmaklarını
ısıran

sakallı Çerkezleri bile karşısına alarak saatlerce konuşmaya çalışırdı.
Büyük annem, gerçekten misafirden hoşlanır mıydı? Yoksa bunu, bir hanedan kişilik vazifesi saydığı
için mi böyle yapardı, bilmiyorum. Yalnız, ay sonralarına doğru eldeki para tükendiği ve sokak satıcıları kapıyı aşındırmaya başladığı zaman bütün kibarlığını kaybeder, «dilenci beslemekten yandım» diye avaz avaz haykırırdı. O esnada civarda misafir varsa bacılar ve dadılar (sünnet çocuklarının yaygaralannı bastırmak için yapıldığı gibi) hep birden bağrışarak, el ve ayak vurarak gürültü ederlerdi. Büyük annemin bu taşkınlıklarına hak vermek lâzımdı. Çünkü Abdülhamit’in mabeyincilerinden olan büyük dayımın bile arasıra ondan para istemesine göre değirmen onun başında dönüyordu.
îradı, aylığı, mücevherleri, hazır parası var mıydı? Hazır parayı zannetmem. Böyle bir şey olsaydı
afiyetle yenecek ve her ay gürültü çıkmayacaktı. Fakat birkaç parça iradı, mücevherleri ve epeyce bir aylığı olduğu muhakkaktı. Miktarlarını büyük annemin kendisinin de bildiğini zannetmem. Çünkü
mütemadiyen Kosti adında bir sarrafa gidilip gelindiğine göre göre aylık, kayd-ı hayat şartiyle kırdırılmış olacaktı, iratlarla mücevherlerin en büyük kısmının rehinde bulunduğunu da gene durmadan birtakım muamelecilere, Emniyet San-dığı’na ve bankalara taşınmadan anlardım. Zavallı
hanımefendinin bütün kârı rehinler satılığa çıkarıldıkça eline kalan bir miktar paralardan ibaret olsa gerekti.
Hâsılı, gidiş iyi bir gidiş değildi. Fakat ne büyük annem; ne de saraydan artan zamanlarını Naima tarihi okumak ve kendinde vahmettiği hastalıktan birtakım uydurma ilâçlar ve fosfatın muhallebileriyle tedaviye uğraşmakla geçiren büyük dayım, bu batağı görmekte MÎSKÎNLER TEKKESİ 19
Afrikalı Arab bacılarımız ve Kafkasyalı Çerkez kalfalarımızdan daha ileri değillerdi.
Aradığım sevgiliyi işte Cinci meydanı civarındaki bu ikinci konakta buldum. Bitişimizide bizden kale duvarları kalınlığında bir yangın duvariyle ayrılmış bir pembe konak vardı. Sevdiğim bu konakta yaşıyor ve güzel havalarda bahçeye çıkarak havuzun kenarında oturuyordu. Sarı saçlı, al yanaklı, yusyuvarlak bir kızdı. O da benim gibi ağır başlı ve büyük adam tavırlı id. Gene benim gibi nafile hareketlerden hoşlanmaz kısa kollarının ucundaki pembe, tombul ellerini, yaşına göre bir parça fazla çekik karnının üzerinde birbirine kilitliye-rek saatlerce kımıldamadan otururdu. Nihayet, o da ben gibi susadığını, yahut başka bir şey istediği zaman etraftan gelip geçenlere tatlı bir sesle yalvarırdı.
Hâsılı, biz âdeta birbirimiz için yaratılmıştık. Bugün bir yangını vesile ederek bizi birbirimize komşu yapan Tanrı, yarın da evlenmemizi nasip eder ve az çok kısmetimizi de ayağımıza gönderirse, büyük başımı Mesrure’nin — benim için hazırlanmış bir atlas yastığa benziyor — göğsüne yaslıyarak tadına doyulmaz bir ömür geçireceğime hiç şüphe yoktu.
Onu yeni konağımızın henüz perdeleri takılmamış pencerelerinden görür görmez âşık olmuştum. Hiç
unutmam, güzel bir bahar günüydü. Bir mermer havuz kenarında, sarmaşıkla sarılmağa başlamış bir çardağın altında güneşe karşı oturuyordu. Yan belinden yukarısının aksi, hemen hemen hakikatteki renkleriyle, önündeki havuzun aynasına düşerek onu iki başlı bir iskambil kızına benzetmişti.
Mesrure, o seneki bahar, yaz ve sonbaharın bir kıs-

mim hemen hemen böyle kımıldamaz bir resim vaziyetinde geçirdi.
Çekinmeden penceremin önüne oturabilseydim mesele yoktu. Benim onu seyrettiğim gibi o da — bir başka tablo halinde — beni seyrede ede nihayet sevmeğe mecbur olacaktı. Fakat ne yazık ki henüz kaç göç devrinde idik. Terlemeğe başlayan bıyıklarımla kendimi yetişmiş bir erkek sayıyor, komşu kadınlarını gözetliyen bir çapkın vaziyetinde görülmekten fena halde ürküyor-dum. Sonra, dadısının onu bahçenin bir başka köşesine götürüp oturtması da başka bir tehlikeydi. Bunun için Mesrureyi seyredişim çaresiz, inik Şam perdeleri arkasından, fotoğrafçıların başlarını örtü altına sokarak fotoğraf çekmeleri gibi bir şey oluyordu.
Bu gizliliğin bir ikinci faydası da, başımın ayıbını saklaması idi. Ne zaman bir yabancı ile karşılaşsam ilk önce başıma dikkat ettiğini, vaziyete göre ona acınacak, yahut gülünecek bir şey gibi baktığını
görürdüm. Bu hal, çocukken beni rahatsız etmişti. Fakat zamanla alışmış, bu bakışlara pek aldırış
etmez olmuştum. Ancak bütün vehim ve heyecanlariyle genç bir adam olmağa ve hele sevmeye başlayınca derdim yeniden depreşiyor, kabuğu kopmuş bir yara gibi ince ince sızlamaya başlıyordu.
Gülfidan bacı, yangın gecesi şaşkınlıkla bir ayna, yakalamış, sandığın bütün eşyasını bırakarak yalnız onu kurtarmıştı. Büyük annem, bu vakayı kahkahalarla gülerek anlatır, hikâyeyi daima «hangi yüzünü seyredecektin akılsız fellâh?» diye bağırdı.
Bacının yeni konaktaki odamızın bir köşesine yerleştirdiği bu ayna karşısında ne hüzünlü saatler geçir-mişimdir.
Fotoğraf karşısında titremiş gibi dağınık ve karar-

sız çizgilerim, ekseri zayıf iradeli kimselerde görüldüğü üzere yassı, yaygın ve gevşek bir burnum vardı. Bu burunun hafif bir çizgi ile ortadan ikiye bölünmüş ucunda büyücek bir et beni sivrilirdi.
Süzme bal rengi gözlerime, ağzıma ve hele çene çukuruma çirkin denemezdi. Ancak ne çare ki alnımda, kalın çatık kaşlarımın üstünde hafif bir çıkıntı yaptıktan sonra birdenbire üfürülüp şişen başım hepsinin üzerine tüy dikiyordu.
Aynanın karşısında saçlanmı sağa sola, öne, arkaya tanyarak yaptığım tecrübeler korkunç neticeler verirdi. Bir türlü yola gelmeyen bu baş karşısında bazan deniz tutmuş gibi saframın kabardığını ve vücudumun bütün azasına soğuk bir titreme yapıştığını hissederdim.
Bu başla kendimi Mesrure’ye gösterecek olursam felâketti. O da herkes gibi evvelâ yalnız, başıma bakacak ve artık başka tarafımı görmeyecekti. Vapur ve şimendifer biletçilerinin deliği gibi yalnız yüzümü gösterecek bir delikten Mesrure ile konuşmayı ne kadar isterdim. Bal rengi gözlerimle, düzgün ağzımdan gülümsüyor gibi çıkan tatlı dalkavuk sesimle ona mutlaka kendimi beğendirmenin yolunu bulacaktım. Etrafım-daki kadınlardan öğrendiğime göre çirkin kızları satmak için de zaten böyle yapılıyordu. Çiçek bozuğu, şaşılık vesaire gibi kusurlar evvelâ peçe, boya vesaire ile gizleniyor, sonradan nikâhtaki kerametle bunların hepsi görülmez hale geliyordu.
Kafamı her hangi bir vasıta ile küçültmek, yahut küçük göstermek mümkün olmadığına göre başka bir çareye başvurmak lâzımdı. Uzun uzun düşündükten sonra nihayet bir şey keşfeder gibi oldum: Hemen günaşırı bize gelen Hüsniye yengemiz vardı ki güzel ud çalardı. Bir çok yalvarıp yakarmalarla bu Hüsniye yengeyi bana ders vermeye razı ettim ve sonbaharın ilk günlerinde Uşşak peşrevinden işe başladık. Maksadım ertesi yaza kadar bir şeyler becermek ve Mesrureyi udumun sesine âşık etmekti.
O kış, hayatımın en mesut senesi olmuştur, diyebilirim. Musikiye gerçekten istidadım mı vardı; yoksa aşkın acayip mucizelerinden biri mi demek lâzım, bilmiyorum. Birkaç hafta içinde peşrevden şarkılara geçtim. Sokakta lapa lapa kar yağarken ben, köşe minderinde sırtımda şal örneği hırkam, göğsümde udum ile durmadan çalıyordum. Sesler umulmayacak kadar sür’atle temizlenip tatlılaşıyor, ilk zamanlarda dehşetle başka odalara kaçışanlan yavaş yavaş etrafıma toplamaya başlıyordu.
Bahçe mevsimi tekrar gelince udum da Mesrure’ye dinletilecek bir hale gelmiş bulunuyordu. O, daha büyümüş, fakat çocuk halini kaybetmemişti. Havuzun yanındaki kanapesinde gene uslu uslu otururken göğsünün üzerinde kavuşmuş parmaklariyle tempo tutmasından ve arasıra pencerelerimize bakmasından beni dinlediğini anlıyor, sevinçten ağlayacak gibi oluyordum. Yaz ilerleyince akşamın alaca karanlığında bahçeye de çıkmaya başladım. Mehtaplı gecelerde onun beni görebileceği yerlerde dolaşmaktan korkmuyor ve en tatlı sesimle konuşup gülüyordum.
Fakat bütün bu ölçülü, bicili büyük adam tedbirlerime rağmen ne de olsa çocuktum. Bir akşam, bana birçok göz yaşına malolmuş bir talihsizlikten kendimi ko-ruyamadım.
Parlak mehtaplı bir ağustos gecesiydi, öyle kudurtucu bir mehtap ki Mesrure’yi bile kanapesinden kaldırarak bahçede koşturuyor ve sesini kuş sesleri gibi cıvıl datıyordu.
Yanıma iki ufak misafir çocuğu almıştım. Meşru-

renin işitebileceği bir sesle konuşuyor, biçarelere yaşlarının çok üstünde birtakım şeyler anlatıyordum.
Bir incir ağacının altındaydık. Birdenbire bana bir fikir gfeldi ve yüreğim şiddetle çarpmağa başladı.
Ne pahasına olursa olsun bu gece ağaca çıkacaktım. Çok kere başkalarında ayıplıyor gibi yaptığımız şeyler için içimizde ne hevesler, ne hasetler çöreklenip yatar..Heyecandan kısılan bir sesle çocuklara:
— Durun size incir koparayım, dedim ve bir bahçe iskemlesine basarak ağacın bir koltuk gibi rahat ve ferah olan birinci çatalına çıktım. Sonra oradan daha yu-kanki dallara doğru yeni bir yürüyüş…
Yapraklan hışırdatarak mehtap içinde yüzer gibi dalga dalga mesafeleri aşarak yükselirken yüreğimi şişiren gururu göklerde taklak atan tayyareci bilmem duyabilmiş midir?
Yerden kim bilir kaç karış yüksekteydim. Fakat oraya bakarken bir minare tamircisi gibi gözlerim kararıyordu.
îşte o esnada melun bir tesadüf, konağın aşçısı Kasım Ağa’yı bahçenin öbür ucundaki mutfağından çıkarmış, acaip bir şarkı mırıldanarak ağır ağır bizim bulunduğumuz tarafa doğru sürüklemişti. Aşçı, beni ağaçta görünce birdenbire ahengi değiştirerek bağırmağa başlamasın mı:
— Amanın dirim; amanın dirim… Sen haline bakmadan ağaca da mı çıkarsın?, în aşağı çabuk..
Kafam kabak gibi patlatıp da başımı belâya mı sokacaksın?
Büyük annem, bahçedeki bütün vakalardan Kasım Ağa’yı mesul tuttuğu için adamcağız, başından korkmakta belki haklı idi. Fakat hayatımın en nazik dakikasında bu müdahale, beni canevimden vuruyor ve «kafamı kabak gibi patlatmak» tâbiri tuz biber ekiyordu.
Komşu bahçede sesler birdenbire kesilmişti. Bu demekti ki Mesrure ile dadıları bizi dinliyorlar. Gökyüzü tepemde fini fini dönmeye başlamıştı. Kısık bir sesle lâf anlatmak istedim. Fakat ne mümkün! Ayı, dinlemiyor, âdeta öğretmişler gibi inadına dik bir sesle bağırmaya devam ediyordu:
— Tanımam… in aşağı diyorum sana çocuk… Ağaç kim, sen kim?
Asıl korkması lâzım gelen şey benim düşmem olduğu halde üzerinde bulunduğum dalı ucundan yakalıya-rak canavarca silkeliyor, böylece tehlike yüzde beşten yüzde elliye, altmışa çıkıyordu.
Nihayet, ayağındaki nalınları fırlatarak ağacın altındaki iskemleye çıktı ve beni belimden tutarak, eşekten indirir gibi, kolayca yere aldı.
Dediğim gibi bu vaka, bana çok tesir etmişti. Beni, sevdiğimin yanında küçük düşüren ayıya karşı
aylarca karanlık intikamlar düşündüm. Meselâ onun çok sevdiği priyol saatini, tulumbada abdest aldığı sırada, usu-letle aşırarak kuyuya atıvermek. Yahut bunun tersine olarak büyükannemin para çantasını mutfaktaki bulaşık bezleri arasına saklayarak aşçıyı hırsızlıkla töhmet-lendirmek. Bereket versin her türlü harekete karşı olan nefretim, bu tehlikeleri önlüyor ve namert intikamlarım, birer hayalden ibaret kalıyordu.
O yıl kış, çok hazin başladı. İlk yağmurlarla beraber Mesrure, bahçeden kaybolmuştu. Her halde konağın kuytu bir köşesinde, gene el el üstünde oturuyor olmalıydı. Fakat ne çare ki bunu görmek değil, tasavvur etmek imkânından bile mahrumdum.
Bu iki senede udu daha fazla ilerletmiştim. Şimdi geceleri:
«Vuslat yine mi kaldı güzel, bahara?» şarkısı için ev halkından bana âdeta yalvaranlar oluyordu.

Evet «Vuslat yine mi kaldı güzel, başka bahara?» Bunu tekrar ederken bazan gözlerimden yaşlar geliyordu. Eh, o geldikten sonra da insanın yaptığı herhangi bir işi fena yapmasına galiba imkân yoktur.
Ud, ilâhî aşkımın âdeta bir hastalık halini aldığı bu uzun ve gamlı kış gecelerinde beni böyle avutuyor. Fakat başımda bir dert daha var. Rüştiyenin son sınıfın-dayım. Yüze yüze kuyruğuna getirdik. Sonra bu kafa pe-rişanlığiyle bu sene bu kuyruğun altından nasıl kalkacağım?
Benim uddan başka bir marifetim olduğunu galiba söylemedim. Güzel yazı yazardım. Yani hüsnühattım vardı. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse hiç kazaya uğramadan son sınıfa kadar gelişim biraz da onun yüzü suyu hürmetine olmuştu. Evet, tembel olduğu muhakkak bir çocuk; fakat hattat! Hocalardan iyi yazı yazıyor! Zaten hattatın cahil olması kaide değil midir? Sonra, insana gayriihtiyarî hürmet veren bir kocaman başı var. Sonra uslu… Bana şimdiye kadar sınıf geçirten sebepler bunlardır… Fakat bundan sonrası ne olacak? Al-lahın büyüklüğüne bakın ki talih burada da imdadıma yetişiyordu. Daha mektebin ilk açıldığı gün müdür, beni odasına çağınyor; bilmem hangi kütüphaneden aldığı yazma bir divanın bir suretini çıkarmamı emrediyor, okuyamadığım yerleri geilp kendisinden sormamı istiyor. Bu, en aşağı sene sonuna kadar sürecek bir iştir. Sınıfın en arka sırasına çekiliyordum. Bir daha artık hiçbir hoca, ne derste, ne de imtihanda, beni nafile suallerle rahatsız etmeğe cesaret edemiyecektir. Geceleri udun sesinde olduğu gibi gündüzleri de önümdki deftere bir siyah nur gibi akan bezir mürekkebinde Mesru-re’nin hayaline gülümsiye gülümsiye belki en güzel senemi geçiriyordum.
Vücutta en kolay işliyen âza, belki hattâ çeneden

de evvel, parmaklar olacaktır. Dikkat edilirse hareketten en çok nefret eden büyük sultanî tembellerin bile, köşelerinde otururken ellerini birbirine kilitliyerek şeha-det parmaklariyle durmadan çark çevirdikleri görülür. Benim ud gibi yazıda gösterdiğim kabiliyetin de sebebi bu olsa gerekti. Udun da, yazının da beni Mesrure’ye yaklaştırmakta çok büyük faydalan olmuştur. Anlatayım.
Bizim konak, baştan kara giden bozuk bir devlete benzerdi. Kendi hırgürümüzden söz açamadığımız için komşularla meşgul olmaya vakit bulamazdık. Bu sebepten yanan konakta olduğu gibi burada da mahalleli ile hiçbir münasebetimiz yok gibidir. Ancak, benim talihime o kış, komşumuz Mesut Paşa ile dayım arasında sıkı bir ahbaplık başlamıştı.
Mesrure’nin babası benim gözümde Tann gibi bir şey olduğu için onun geleceği geceler en yeni elbiselerimi giyer, misafir odasının bir köşesine otururdum.
Doğrusu aranırsa ilk zamanlarda Paşa, bana benim kendisne baktığım gözle bakmıyordu. Hattâ
arasıra hiç bakmamak için gözlerini öteye, beriye kaçırdığına da dikkat ediyordum. Fakat küçükten beri büyük insanlar arasında otura otura onların ne taraflanndan yakalanacaklarını öğrenmiştimMesut Paşa, kürkünün içinde hafifçe omuzlarını kısarak etrafına bakmağa başlayınca hemen sobaya bir odun parçası atılır, o, elini sigara kutusuna götürürken parmaklarımın arasında bir şamalı kibrit parlardı.
Yazısı pekiyi olmıyan dayım bir akşam, saraya takdim ettiği arizalan bana temize çektirttiğini söylemişti. Paşa, gözlüğünü takıp benim birkaç satırıma bakar bakmaz âşık oldu ve bana öyle geldi ki o zamandan sonra gözlerini benden kaçırmadı.
işi bu kadarla da bırakmadım ve Mesrure’nin baba-

sına kendimi beğendirmek için daha ustalıklı tertiplere giriştim.
Paşa, şiir meraklısı geçinirdi. Her su içişte işini çekerek:
— Nedir efendim, Fuzulî’nin o su kasidesi, der ve okurdu:
«Dökme ey göz, eşkten gönlümdeki odlara su
Kim bu denlű tutuşan odlara kılmaz çare su»
Paşa, bundan sonra güçlükle bir iki mısra daha okur, fakat arkasını getiremezdi. Gençliğinde daha fazlasını bilir miydi bilmem. Fakat (hay Allah cezasını versin bu ihtiyarlığın… Hafıza kalmadı) diye kabahati yaşına yüklerdi.
Dayımın kütüphanesini karıştırarak evvelâ Divanı, sonra su kasidesini buldum; yazdım; sonra Farisî
hocamıza okutup dikkatle harekeleyerek ağır ağır ezberledim. Aşk insana ne yaptırmaz?
Derken gene bir gece Paşa: «Nedir efendim, o su kasidesi..» diye başladı. Fakat biraz sonra durduğu zaman, camilerdeki mukabele hafızları gibi, onun bıraktığı yerden ben alarak devam ettim.
Bunu ellerim dizlerimde, gözlerim kapalı okurken kocaman başımı saat rakkası gibi vezne uydurarak ağır ağır iki yana sallıyordum. Paşa hayretler içindeydi. Bitirdiğim zaman «vüs’at-i mütalâanızı tebrik ederim. Allah feyzinizi artırsın» dedi.
Doğrusu aranırsa dayımın hayreti de onunkinden aşağı değildi. Fakat bu tebrikten kendisine de bir pay ayrılması lâzım geleceğini düşünerek bozmadı. Hattâ: «musiki gibi şiire de merakı vardır» diye yalancı şahitliği de etti.
Dayım, bu vesile ile şair dedemizin Divanından da bir parça bahsetmişti. Fakat Paşa, onun Kocabaş
Kazasker ile karıştırdı:

— Demek merhumun şairliği de vardı. Görülüyor ki cedd-i vâlâsına çekmiş küçük bey, dedi.
Bahar çiçekleri açmaya başlayınca bir başkası.. Meselâ şubatta yeni yılın kuzulan kesilmeye başlayınca zemin ve zamana münâsip bir şiir:
«Bilsem şu kuzu neden gam almış? Her nâlesi kalbe dağzendir; Feryadederek koşar nedendir?
Sütsüz mü, refiksiz mi kalmış?» Paşa artık avucumun içindeydi. Fakat bu adamcağıza karşı en büyük tertibim «Ha-zine-i Fünun» da rastladığım bir manzumeyi kendime mal etmem olmuştur.
«Felek yeter daha mı vakf-ı ıstırap olayım Bırak ki ben de ölüp tû-me-i gûrap olayım Kemiklerim çürüsün bir avuç türab olayım Safa-yı ömr gibi birden nakş-i ber’ab olayım…» vesaire… Bunu en güzel yazımla yazdım ve bir akşam Paşa’ya uzattım:
— Efendimiz. Rüştiyede bir arkadaşım vardır.. Arasıra bazı şiirler karalar. Bunu da yazmış. Tashihini rica ediyor.
Paşa ne olur, ne olmaz, şiiri evvelâ sessiz, sonra yüksek sesle okudu. Manalı manalı gülerek:
— Kimmiş bu şair arkadaş bakayım? dedi.
Aynı zamanda hileyi yutmadığını anlatmak için de dayıma kaş, göz işaretleri yapıyordu.
Ben, şaşalamış gibi görünerek ortaya isimler atmaya, birbirini tutmaz lâkırdılar söylemeye başladım.
Şiiri doğrudan doğruya kabullenmeyisin! belki çakılır diye idi. Fakat bu tedbirim, Paşa’ya bir tevazu yalanı gibi görünüyor, beni onun gözünde büsbütün yükseltiyordu.

Bu defa dayımı tebrik etti:

— Küçük beyle hakikaten iftihar edilmeli… Li-san-ı nazma bu yaşta bu derece tasarruf şayah-ı
hayrettir. Allah feyzini arttırsın.
Sonra, bir meslektaşla, bir akranla konuşur gibi bana kendisinin de vaktiyle şiire heves etmiş, hattâ
bazı gazeller karalamış olduğunu anlattı, bunları şayet bulursa bana okuyacağını vâdetti.
Turnayı gözünden vurmuştum. O, söylerken ben Mesrure’yi telli, pullu gelinlik elbiseleriyle koltuğunda görüyor, dizlerimin karıncalandığını, kafatasımın sarsılmış bir saat çanı gibi için için öttüğünü
duyuyordum. Kafamın büyüklüğü artık lehime dönmüştü. Paşa, şimdi ona bir asalet hücceti, asırlardan kalma bir hazinenin mahfazası gibi bakıyor, beni Kocabaş Kazaskerin öz torunu sayıyordu:
— Maşallah, maşallah.. Cedd-i vâlâsının vâris-i ke-malâtı olacak inşallah… «Akıbet gürkzade gurk şeved.»
Yangın duvarının öte tarafındaki konağa henüz ayak basmamıştı. Fakat Köroğlu’nun adı dağlarda gezdiği gibi benimki de şimdi bu konakta geziyordu. Paşanın arasıra elini öpmeğe giden akraba ve ahbap çocuklarına beni misal gösterdiğini, ağzım kulaklarıma vararak, öteden, beriden işitiyordum.
On sekiz yaşında rüştüyeyi bitirdiğim zaman benim bir baltaya sap olmamda dayımdan ziyade Paşa’nın emeği geçmiştir. Balta, o vakitki Evkaf-ı Hümayun Nezaretiydi, îlk başlangıcım pek parlak oldu. Hakikatte ben, oturmaktan ve arasıra başımı çevirerek yanımdaki pencerenin kalın Şam perdeleri arasından Marmarayı seyretmekten başka bir şey yapmıyor görünüyordum. Fakat talih beni, havasını bulmuş bir yelken gemisinde gibi durmadan ileri götürmekteydi. Güzel yazım rüştiyeden kulağımda kalmış Farisî beyitler ve yaşlı insanlar meclisinde öğrendiğim edibane konuşma tarziyle bir araya gelince, hele buna kocaman kafatasımın verdiği ağırlık da katılınca Evkaf Nezaretinin birinci sınıf insanları arasına girmekten daha tabiî bir şey olamazdı.
Öteki meseleye gelince, bizim zamanımızda geçim ucuzdu; sinema kadınlarımıza henüz yeni hayat usullerini öğretmemişti. Tanrının kör kurdundan bile geçmediğine inanılırdı ve bir kör kurdun nafakasına razı olduktan sonra da fukaralıktan korkmaya sebep kalmazdı. Mektepten çıkan ve eli ekmek tutan çocuğu solutmadan evlendirmek o zamanın güzel bir âdeti idi.
Benim için de konakta günden güne ciddileşen şakalar başladıktan sonra bir fırsatını kolladım ve bir gün dayıma açıldım. Komşu konağa damat olmak istememi kimse acayip bulmadı. Paşa, bana hayrandı, bir papağan kadar cahil bir saraylı olan hanımefendiyi düşünmeye bile sebep yoktu. Kala kala bir Mesrure kalıyordu ki bizim dadılar onunkilerle el ele verdikten sonra bu saf çocuğu kafese koymak da işten değildi. Bununla beraber kızın en aptalı bile görünüşlere karşı hassas olduğu için kafamın zannedildiği kadar kocaman olmadığım ve yaşım ilerledikçe daha da ufulacağım Mesrure’-ye ispat etmek epeyce zor olmuştur: Kız uzun zaman bocaladı. Dadılarının anlatışlarına göre, arasıra yumuşar gibi oluyor; sonra gene cayarak:
— Getir dadı şu iskambilleri… Bir fal daha atayım.. Papaz çıkarsa varmayacağım; oğlan çıkarsa varacağım, diye kararsızlıklar içinde yanıyordu. Perdeler, dürbünler vesaire ile rasathane haline gelen penceremden onu gözetlediğim zamanlarda bazan sinirli hareketlerle papatyalan dittiğini görüyor, bunun benim için bir fal olduğunu anlayarak heyecana kapılıyordum.
Mesrure’nin dadısı iki taraf arası lâkırdı götürüp getirirken metinlerde daima iki tarafı da okşayacak değişiklikler yapardı. Fakat bizim Gülfidan bacı, kafasız

olduğu için her şeyi bana olduğu gibi söylüyordu. Dadımın bana anlattığına göre Mesrure:
«Kalfacığım, çehresi fena değil amma başı da pek büyük. Koca diye elâ-lemin içine nasıl çıkarırım?»
der, bacı da:
— Aman kızım, günah günah… Hiç Allalhın yarattığı başa kusur bulunur mu? diye beni müdafaa edermiş.
Son yağmurlarda bahçedeki ara duvarının birazı çöktüğü için şimdi birbirimizi daha iyi görebiliyorduk.
Mesrure, benim bahçede dolaştığımı farkedince yerinden kalkıyor, paldır paldır bahçe kapısına kaçıyordu. O zamana göre bunun büyük mânası vardı: Mesrure benden utanıyordu, demek ki beni sevmeye başlamıştı.
Nihayet, bizimkiler, kalenin içinden fethedilmek üzere olduğuna hükmederek Paşa’ya, açıldılar.
Paşa’nın beni gene göklere çıkardığı bir gün dayım: «Keşke lâyık olsaydı da kendisini evlâtlığa kabul buyurmanızı istirham etseydik» demiş; o da gülümsiyerek: «Biz asalet ve zekâ âşıkı insanlarız… Hele şu Ramazan geçsin. Bu meseleyi salim kafa ile bir kere daha görüşürüz» diye cevap vermiş. Bu söz, hemen hemen bir vait demekti.

Dadılar, içerden zorlama hareketlerine devam ediyorlardı. Çiçekli ve kuşlu bir mavi kâğıda benim kalemim ile uzun bir name yazıldı ve kimseye gösterilmiye-ceğine dair büyük yeminlerle Mesrure’ye teslim edildi. Eğri büğrü bir yazı ile gelen cevapta sevgilim: «Ben de sizi seviyorum. Allah kısmet ederse mesud oluruz inşallah» diyordu. Çok tuhaf şey! Ben, kendi mektubumda böyle açık açık aşk ve alâkadan bahse cesaret edememiştim. Anlaşılan birçoğu «Cezmi» romanından alınmış
cümlelerimi Mesrure de benim gibi pek anlamayarak daha kestirme yoldan yürümüştü.
Dadılar, kim bilir ne düşünmüş olacaklar ki beni Mesrure ile bir kere yüz yüze konuşturmak istediler.
Güveyin gelini koltuk merasiminde tanıdığı devirler

çoktan geçmiş olduğu için bunda zaten bir zarar da yoktu.
Parlak bir haziran mehtabı!.. Paşa’nın işi haber alarak dadıları sıra dayağına çekmesi tehlikesine karşı bahçeye gözcüler kondu ve Mesrure, duvarın yıkık yerine kadar getirildi. Benden utandığı için zavallı kızın önünden çekip arkasından iterek âdeta katır gibi haydıyorlardı. Ben dua eder gibi ellerimi açıp başımı sallayarak güçlükle birkaç kelime söyleyebildim. Mesrure, onu da beceremedi. Dadılar, ona ısırttıkları bir armudu benim ağzıma soktular. Yüreğimde tatlı bir ezinti ile dişlerinin yerini ağzımdan hissettim. Mesrure’nin bütün tadı benim için bundan ibaret kalmıştı. Hayatta görüp göreceğim tek aşk!..
VI
bir
Ben yaşta olanlar Meşrutiyet inkılâbının nasıl hengâme olduğunu iyi hatırlarlar.
Sokaklarda imamlarla papazlann sarılıp öpüştüğü, mızıka ve nutuk gürültüsünden ürken atlann dükkânlara girdiği o ana baba günlerinden birinde caddemizin üst başından bayraklı ve davullu bir nümayiş alayı koptu ve biraz sonra bizim konağın kapısına dayandı. Dayım, dedikleri gibi, kafası
ezilecek bir hafiye miydi? insanın alacası içinde olduğuna göre belki evet… Fakat nümayiş yapanlar da bu meselede benden fazla bir şey bilmedilkeri-ne göre belki de hayır… Muhakkak olan şu idi ki yukarıdan kopan dalga, yolunun üstünde başka bir konağa tesadüf etmediği için, çaresiz, bizimkine çarpıp kırılmıştı.
Damgalıların sıkı duracak vaziyette olanlarından bir çoğu o günlerde az çok hırpalanmışlar, fakat sonradan tekrar çulu düzmeğe muvaffak olmuşlardır. Bize gelince, yukarda bir parça anlttığım gibi bizim şangıranga konak zaten yıkılmak için bir bahane anyordu.

Büyük annemden ödünç para almadan ay sonunu getiremeyen dayım büyük paşalarla beraber, sürgüne gön-derilince konak dağıldı; dadılar Çerkeş’e gittiler; Arapların ne olduklarım bilmiyorum.
Bunlardan bir tanesini çok sonradan bir hamam kapısında susam satarken gördüm.
Ben, büyükannem ve Gülfidan bacı, Bağlarbaşı’nda çırak çıkarılmış bir ihtiyar kalfanın evine sığınmıştık. Kazan kaynamadığı için artık misafir gelmiyordu. Fakat buna mukabil

Benzer İçerikler

Işığın Yolu – Nilüfer Devecigil – Online Kitap Oku

yakutlu

Şamanlar Diyarı

yakutlu

Hanedan

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy