Ateş-i Suzan

ates-i-suzan-bunyami-erdem-paradoks-kitap“Elinizde ki bu eser; ölen eşini Allah’tan geri isteyecek kadar divaneleşip, sonsuz evrende her an bir galaksi yaratabilen Allah, benim Rahel’i mi neden tekrar yaratmasın ki? Diye yalvarıp dururken bu illetli yolculukta tasavvuf ve felsefede boğulup çıkmaza düşmüş, çare olarak da bilge insanların öğretileriyle kendine bir çıkış arayan meczup bir adamın, garip bir hikayesidir…”

***

1.Bölüm

Tabiat, yeniden canlanmış, muhteşem tuvalinin tüm bölmele­rini başka renk yokmuş gibi yeşilin tonları ile doldurmuştu. Attığı her fırça darbesi ile dirilişin büyülü Surunu üfleyip, “Haydi uyanın artık!” demek istiyordu. Sabaha doğru tembel tembel dolaşan bu­lutlar, alacalı bulacalı kisveleri ile sakin rüzgârın önünde ağır ağır ilerlerken, tan vaktinin gökkuşağı tayfını, bir çarşaf gibi usulca üze­rine çekiyordu. Bu muhteşem valsı huşu içinde seyreden bir karaltı, sessizliğin kendine has sesini dinlerken zar zor ayakta durabilen bir evin bahçesinden ağır adımlarla bahçe kapısına doğru ilerliyordu. İsten siyahlaşmış çehresi, sakalı ile bir bütün oluşturmuştu. Bir anda duraksayıp ceplerini kontrol etti. Panik içinde hiddetlendi, geri eve döndü. Birkaç dakika geçmişti ki mütebessim bir yüzle evden dışarı çıktı. Avucunda sıkıca tuttuğu her ne idiyse onu, ruhunu doyururcasına içine çekip kokladı. Sonra vahşi bir kurt edasıyla göğe doğru başını dikti. Sanki birisine hesap sormak istiyor, kızıp köpürüyordu. Tam bahçe kapısına yaklaşmıştı ki durup tekrar başını kaldırıp “Seni göreyim ha!” dedi.

Yaşaran gözlerini, birileri görür korkusuyla, gizlice silip, bahçe kapısına yaslandı. Sokağı şöyle bir kontrol ettikten sonra, paltosunun her iki kanadını birbirine yaklaştırıp kollarını bağladı. İri adımlarla, in cin top oynayan şehrin sokaklarında yürümeye başladı.

Kendi kendine konuşuyordu. Bazense durup karşısında biri var­mış gibi tebessüm ediyordu. Bu hal saatlerce sürdü. Yorulmuştu nihayet şehrin tam ortasında bulunan İzzet Paşa Camisinin merdi­venlerinden doğru yukarı çıkıp, balkonunda bulunan banka oturdu. Sırtını güneşe çevirip şekerlemeye başladı. Bir ara gözünü açtığında diğer bankta sigara içen mahzun bir delikanlıyı görünce meraktan olsa gerek izlemeye başladı. Nedense uykusu kaçmıştı. Ani bir karar­la onu tanımak adına:

-Saat kaç, diye, sordu.

Oysa Namık, yabancılarla konuşmazdı. Bugün sebebini bilmedi­ği bir şeyler onu rahatsız etmişti.

-Ne yapacaksın saati, diyen, delikanlıya:

Tebessüm ederek:

-Bak! Günlerdir ilk kez akla uygun bir cümle duydum. Evet, ne yapacağım ki, diye mırıldandı.

Namık hiçbir şey yokmuş gibi rahatça davransa da bir türlü gözü­nü ondan ayırt edemiyordu. Onunda kendi gibi gariban biri olduğu­nu anlaması bir yana, saf ve tertemiz oluşu yüreğin de küçükte olsa bir fırtına estirmesine yetmişti.

Kocaman başını çevirdi:

-Gece burası soğuk olur, İstersen benim evde kalabilirsin?

-Sağ ol amca.

-Evin var demek?

-Var.

-Eeee

-Yaklaşık bir haftadır iş arıyordum, nihayet buldum, fakat haftaya gelmemi söylediler. Ben de buralarda oyalanıyorum işte.

-Kaç gündür burada yatıyorsun?

-Bu üçüncü günüm.

Oturduğu yerden usulca kalkıp yanma yaklaştı ve cebindeki tüm parasını çıkarıp delikanlıya uzattı.

-Al şunları

-Hayır kabul edemem

-Birkaç gece otelde kalmana yeter.

-Olsun fark etmiyor.

Namık bu söze sinirlenmişti. Yüksek sesle:

-Bak! Dinle. Bu sokaklara alışmak var ya, bambaşka bir lezzettir. Sen soğuktan kıvranırken, diğerlerinin sıcacık yerde oturduğu hissi sende kaybolunca, artık geriye dönüşün olmaz. Beni dinle de şu pa­rayı al.

-Neden?

-Bir başkasının rahatını hasetsiz görecek ya da hissedecek yaşta değilsin.

Bu cümle delikanlıyı şaşkına çevirmişti.

-Korkulacak ne var ki bunda.

Namık, bir ayağını kaldırıp, diğerini indirmeye başlamıştı.

Tıpkı tımarhanede ki gibi davranıyordu. O ne zaman bir şeylere aşırı üzülse böyle yapardı. Dayanamadı ve ona farklı bir cümleyle tekrar yanaştı.

-Sonun bizler gibi olur. Şu parayı al da evine git, ne zaman işlerin açılırsa dönersin.

Sokakta yatan, yüzlerce insana rastlayan Namık, ilk kez biri için bu sözleri sarf ediyordu. Fakat her ne yaptıysa ona bir türlü parayı kabul ettiremedi. Bu delikanlıyı önceden tanıyormuş gibi merha­metle yaklaşması oldukça düşündürücüydü.

Evet, Namık, her ne kadar hatırlayamadıysa da onunla daha önce karşılaşmıştı. Üzülerek ayağa kalkıp:

-Sizi daha önce görmüş gibiyim

Delikanlının yüzünde ki şaşkınlık yerini tatlı bir tebessüme bı­rakmıştı.

-Ben sizi ilk kez görüyorum.

Aniden ayağa kalkıp:

-Hay Allah! Bugün Cuma. Nerdeyse unutuyordum, diyerek ye­rinden apar topar merdivenlerden iniyordu ki son bir kez o gence durup baktı ve cami avlusundan ayrıldı.

Harput a yapacağı her yolculuk uzun ve yorucu olmasına rağ­men, Namık’ta bir ibadet heyecanı uyandırırdı. Rahel’in Harput’taki mezarını her ziyaretinde gözyaşı dökmesi boşunaydı. Allah’ın, onu tekrar kendine geri vereceği hayali ve inancı ise belki de yaşama tu­tunmasının tek sebebiydi.

Saatler süren yolculuk Nihayet Harput a, Rahel’in kabrine vardı. Mermerden yapılmış olan sandukaya iri cüssesi ile öyle bir sarıldı ki, içindeki aşk ateşi ve yorgunluk teri, hasret hamuru ile adeta mayalandı. Yanaklarını mezarın kitabesine sürüp defalarca koklayarak ağladı, ağladı, ağladı…

Yolda gelirken ona söylemek istediği çok şey vardı. Ama bugün nedense kelimeler boğazına düğümleniyordu. Cevabı bilen fakat heyecandan konuşamayan bir öğrenci gibi yutkundu ve kabrin ayakucuna doğru yaklaştı:

-Sevgili Rahel, uzun zamandır senin dışında kimse ile konuşma­mışım. Bir anda genç ve esmer bir delikanlıyla konuşmak istedim. Ben de anlayamadım sebebini… Ama beni çok kırdı. Onu bana çe­ken her neydiyse anlayamadım.

Hay Allah neredeyse unutuyorum. Dün gece rüyamda yaşlı bir kadınla sohbet ettim. Tam karşında yüzünü göremediğim biri daha vardı. Kadın, beni eliyle işaret ederek ona; ‘Bu mu?’ diye sordu. Rahelciğim, sahi o yaşlı kadın kimdi? Yoksa Meryem Ana mıydı? Tüh, nasıl kaçırdım keşke ondan dua isteseydim. Belki de beni kırmazdı. inşallah bir daha görürsem bırak istemeyi, ayaklarına bile kapanaca­ğım. Senin haberin yok. Artık dua etmek için kiliseye de gidiyorum. Gerçi papaz, beni görünce başını önüne eğiyor ve tıpkı senin gibi kutsal kitaptan ayetler okuyor.

Yorucu yolculuğun ve çektiği acının dayanılmaz yüküyle Rahle’in kabri başında kendinden geçmiş ve akşam karanlığı bastırıncaya kadar öylece uyumuştu. Ulu Camii’den ezan sesi yükselmeye baş­larken, Harput un semalarında nağmeleşen bu yakıcı ses, gözlerini açmaya ancak yetmişti. “Aziz Allah!” dedikten sonra, kundaktan doğrulmak isteyen çocuk gibi dikleşti ve başını koyduğu sağ kolu ile ağzını burnunu ovarak:

-Rahelciğim beni anlıyorsun… Sen de biliyorsun ki, yanından ayrılmak istemiyorum, ama rüyalarımda bana ;”Burası çok soğuk, lütfen şehre in!” diye beni azarlıyorsun. Ben de bunun için, yani seni kırmayayım diye gidiyorum.” Dedi ve yeniden gözlerinden yaşlar ak­maya başladı.

Yaşamı bir kenara itmiş gibi haliyle, onu anlamak, hatta onunla konuşabilmek oldukça güçtü. Bu durum, Namık’ı daha da esraren­gizleştiriyordu.

Haftanın iki günü -Pazar ve Cuma- onun için yeni bir milattı. Bu iki gün, her nedense göklere açılan birer umut kapısıydı. Yitik nağ­melerin geri geleceği umudu, karanlığını aydınlatan ışık ve gönlünü aydınlatan tebessümler, Namık’ın dünyasını yeniden nice cennetle­re bağlayan umutlar… Adeta bu iki güne sığmıştı. Göğe yükselen ezan sesleri, kimi zaman kilise de okunan ayinler, yüreğinde gittikçe büyüyüp acılaşan hicranlara maalesef birer devaydı. Bu sesler, her daim vuslat müjdesini haykırıyordu. Öte yandan dualardan sonra hanesine eli boş gelip yalnızlığa büründüğünde, iç dünyası inkârla kaplanmış sıkıntılar yumağına dönüşüyordu.

***

Akşamın alacakaranlığında Harput’un eski Şehroz Mahallesinden geçip Antikacı Şamil’in dükkânının önüne vardı.

Beyaz tenli ve keskin bakışlı olan Şamil, kapı açıldığında elindeki sehpayı yere bıraktı:

-Merhaba Namık! Hoş geldin. Sanırım her zamanki gibi hanımefendiyi ziyaretten dönüyorsun. Hele gel otur, az sonra fırından yemek gelecek, birlikte bir iki lokma atıştırırız.

Namık, birkaç gündür ağzına bir lokma bile koymamıştı. Güver­cin ürkekliği ile dükkânın kapısından bir adım uzaklaşınca Şamil, biraz daha yüksek perdeden seslenerek:

-Bıkmadın mı hala kabulü imkânsız yakarışlardan? Bilirsin ki her giden, köprüleri atarak bu âlemden ayrılır. Her giden, sefere çıktığı limana ebediyen elveda eden gemiler gibidir. Ölenle ölünmez, geride kalanlar için elde kalan bir avuç ateş ve biraz da gözyaşıdır. Böyle yaşamaya devam edersen, yarın elden ayaktan düşersin ve sonra sana kim bakar? Baksana her yanın toz toprak içinde. Yoksa yine mezarlıkta mı uyudun?

-Şamil ağabey,sadece dua ediyorum. Sen her daim duanın kaderi değiştirebildiğini söylemez miydin?

Şamil’de bu soruya verilecek kesin cevap ve bu sorunun neden sorulduğunu bilen bir idrak vardı; fakat hiç aldırış etmeden:

-Peki, sen nasıl istiyorsan öyle yap. Bizler hayatımızın tüm iple­rinin, yoktan var eden kudretin elinde olduğuna inanırız. Bence sen artık kendine dua et.

Sohbetlerinin koyulaşmaya başladığı bu anda, kapıda, gözlüklü, orta boylu, şişmanca, boynunda çantası olan biri belirdi.

– Selamünaleyküm..

-Aleykümselam.. Ediz. Bak! Seni tanıştırayım, bu eski bir dos­tumdur, adı da Namık.

-Memnun oldum kardeşim, siz nasılsınız? Dedikten sonra Namık’ı şöyle baştan ayağa süzdü:

-Siz de mi buralısınız, yani Harputlu? Diye sordu.

Namık, hiç sesini çıkarmadı. Ayağa kalkıp, oradan uzaklaşmaya istiyordu. Şamil, bu durumu fark edince:

-Yemek yemeden, şuradan şuraya gitmek yok! Ona göre. Yahu, kim bilir kaç gündür ağzına tek bir lokma dahi koymamışsındır. Za­ten paran olunca da götürüp içkiye verirsin. Bari dur da gönül rahat­lığı ile yemek yiyelim. Bu arada sohbet de etmiş oluruz. Bilir misin Namık, Ediz Bey vaizdir. Hem de iyi bir tasavvufçudur, deyince…

Namık, bir anda gözlerini dalmış olduğu kara boşluktan çekip, adeta tüm sorularının cevabını bulacak olmanın verdiği heyecanla:

-Öyle mi? Acaba bana bildiğiniz duaları öğretir misiniz?

Bu basit, çocuksu ve şaşırtıcı soru karşısında sendeleyen Şamil, şaka yollu, şaşkınlığını belirtmek için:

-Yahu senin bilmediğin dua mı kaldı. Ediz Bey; Namık, daha önce sana bahsettiğim kişidir.

-Öyle mi, demek divane âşık kardeşimiz bu?

-Evet, evet. Ta kendisi.

Şamil:

-Siz ne dersiniz bu işe?

Ediz, birkaç dakika sustu ve:

-Aşık deyip geçmeyeceksin, onlar dünyanın müstesna varlıkları­dır. Bazen bir bakışın ya da bir damlacık gözyaşının o kadar yüce anlamı vardır ki, onların iksirli hallerinin şerhini yapmak her baba­yiğidin harcı değildir.

-Neden?

-Çünkü hayata ve manaya gönül penceresinden bakarlar.

Ediz elini kaldırarak az öte de kurulan pazardan yükselen seslerin geldiği yönü göstererek:

-Böylesi maddi hayatın tüm nimetlerinden faydalanmayı bırakında, bir kez olsun dönüp bakmamak er yiğidin karıdır. Maalesef aşık için dünya sadece bir avunma yerinden başka bir şey değildir. Çünkü gerçek lezzetle tanışan biri için damakta hissedilen anlık lez­zeti konu etmek kadar komik bir şey olamaz, deyince:

Namık, bu iltifatlar karşında hem sevindi hem de bir tuhaf soruy­la Edizin dikkatini çekmeyi başardı.

-Ediz Bey, Hz. İsa, ölüyü diriltti değil mi?

-Evet, hiç şüphen olmasın, Fakat ondan başka birçok mucizesi daha vardır. Ancak şunu iyi bilmek gerekir ki, ölüyü diriltme muci­zesini Hazreti İsa’ya mal edersek yanlış olur. Onun ve diğer peygam­berlerin hatta Muhammed ümmetinin göstermiş olduğu mucizele­rin tümü sadece ve sadece Allah’ın izniyle vuku bulmuştur.

Namık ümmet sözünü duyunca şaşırmıştı.

-Affedersiniz ümmetinden o her kimse ölen bir insanı tekrar di­riltmiş mi?

Şamil söze girerek:

-Hayret! O kadar kitap okudun. Nasıl olurda bu önemli konuyu kaçırırsın?

Namık iyice afallamıştı. Hiç cevap vermeden Edizin yüzüne ba­kıp, “Haydi anlat lütfen” dercesine merakla beklemeye başladı.

Ediz onun iyi bir dinleyici olduğunu anlamıştı. Boynunda ki çan­tasını çıkarıp kenara koydu.

Günlerden bir gün Peygamberimiz şehitliğin mertebelerini an­latırken, o anda ashabın içinden Nevfel huzuruna geldi:

-Ya Resûlallah, ben dua edeyim siz de amin deyin, dedi ve dua etmeye başladı.

Duası şöyle idi:

-Ya Rabbi Nevfel kuluna şehitlik ihsan eyle… Bu iki oğlumu ye­tim, annelerini de dul bırak.

-Aradan zaman geçmişti ki savaşa iştirak etmek için kılıcını ku­şandı, Resûlüllah’la beraber harbe girdi. Savaş meydanında tam bir cengâverdi. Lâkin kahrolası ok ona isabet edince şehit düştü. Bunun üzerine Peygamberimiz gelip o mübarek başını kaldırıp dizine koy­du:

-Allah sana rahmet etsin. Yarın huzur-u İlahide bu başın arşın altında ve misk kokular içinde olacak, buyurdu.

-Cenazesin de Peygamber Efendimiz ayak parmaklarının ucuna basarak yürüdü.

Bunun hikmeti sorulduğunda şöyle buyurdular:

-Beni Peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki, Nevfel’in cenazesine gelen melekler o kadar çok ki, ayaklarımı basa­cak yer bulamıyorum. O yüzden bir melek kanadını benim ayakları­mın altına serdi. Böylece ona basarak yürüdüm.

Nihayet savaş bitmiş, Medineye dönüyorlardı. Ahali onları kar­şılamak için bekliyorlardı. Herkes babalarını beklerken, Nevfel’in iki oğlu ve hanımı de bunların arasındaydı. Peygamberin huzuruna va­rıp babalarını sordukların da:

Nevfel’in şehit olduğunu hanımına söyleyemedi ve eliyle arka tarafı işaret etti. Nitekim tam arkasında Hazreti Ali vardı. O da eliyle arkayı işaret edip geçti. Nevfel’in hanımı askerin en arkasından gelen Hazreti Ebu Bekir’in yanma varıp sordu.

-Ya Rabbi! Habibin gönül yıkmaktan sakındı. Ben Nevfel’in şehit olduğunu söylersem Resûlüllah’a muhalefet etmiş olurum. Eğer söylemesem yalan demiş olurum. Sen bana yardım et. Ya bana ilhamla ne diyeceğimi bildir, ya bu hatunun kalbine bir sabır ve tahammül gücü ver, diye dua edip sakalını ağzına alarak: “Ya Allah!” diye nida etti.

Hemen ardından bir de baktılar ki, Nevfel atma binmiş elinde kı­lıcıyla tozu dumana katıp onlara doğru geliyor. Böylece doğru Haz­reti Ebu Bekir’in huzuruna gelip:

-Buyurun, Ya Ebu Bekir! Beni mi çağırdınız? Dedi ve elini öptü.

-Gazadan dönen Resûlüllah her zaman ki gibi mescide girip iki rekât namaz kıldı. Nevfel de ona selâm verdi. Bunun üzerine

-Bu Allah’ın bir ayetidir, acaba kimin vesilesiyle zuhur etti? Tam bu esnada Cebrail Allah’ın selâmını getirdi:

-Ya Resûlüllah şükür secdesi eyle! Allah-u Teâlâ, Hazreti İsa gibi, senin ashabından birine de ölüleri diriltme salahiyeti verdi. Eğer Hazreti Ebu Bekir bir kere daha ;”Allah” deseydi, Yüce Mevla’m kud­retiyle bütün şehitleri diriltecekti, diye buyurdu.

-Bu olaydan sonra Hazreti Nevfel iki Oğul’a daha dünyaya geldi. Duası kabul olup “Yemame” savaşında şehit düştü.

Namık için her biri altın değerin de olan bu sözler, Onu heyecanlandırmış olacak ki, panik için de:

-Peki, diyelim ki Allah’tan eşimin tekrar geri verilmesini istesem, verir mi?

Ediz, “Acaba beni imtihan mi ediyor, yoksa inanç noktasında ya­şadığı problemler mi böyle sorular sormasına sebep oluyor?” diye düşünürken, yılların tecrübesi ve bilgisiyle, Namık’ın sorusunu hiç yadırgamadığını göstermek için cevap verme gereği duymadı. Zira o da çok iyi biliyordu ki, böyle sorulara takılıp kalanlar, tatmin edici cevaplar alamadığı takdirde, daha fazla uçurumun kenarına doğru kayacaktı.

Namık ikinci bir kez daha aynı soruyu yöneltince:

-Sorma şeklin, baştan yanlış. Az önce ifade ettiğim gibi tüm mucizeler, Allah’ın izniyle vuku bulmuştur. Allah’ın izni olmaksızın hiç­bir şey olmaz. Ayrıca bu zatlar Ne Ediz, ne de Namıklar Onun manevi anlamda bu sorularla doyamayacağım ve bu soh­betin yavaş yavaş problem merkezine doğru ineceğini bilen Şamil:

-Hadi, kalkın sofraya. Bu kadar sohbet yeter.

Namık, üzerindeki koku tüm dükkânı saran ağır ve kesifti. Etrafa verdiği rahatsızlığı hissederek, el kadar bir ekmeğin arasına koyduğu yemeği alır almaz dışarıya çıktı. Ediz, dört parmağının arasına sıkıştırdığı kocaman lokmasını büyük bir iştahla ağzına götürürken:

-Namık, nereye gidiyorsun?

Namık, sırtını hiç dönmeden başını hafifçe çevirdi ve:

-İnsanlığın hangi yöne gittiğini biliyor musun? Tabii ki bilmiyor­sun. İşte bu yüzden ben de onların gittiği yönün tam tersine gidiyo­rum.

Kahkahayla cebindeki şarap şişesini çıkarttı. Baş hizasına kaldıra­rak şişedeki kalan miktarı gözüyle süzüp kafasına çekip, paltosunun cebine koydu:

-Bari insanlığın gittiği yolu söyleyeyim de, içinde ukde kalmasın. Bil ki onlar, gittiği yeri bilmedikleri bibi, varınca da gördüklerini an­layamayacak, zavallılar…

Namık bugün duydukları ile kendini haklı bulmuş ve isyanı daha da artmıştı. Nitekim bende onun ümmetindenim diyerek, yalvarma­ları isyanla karışık devam edecekti.

***

Namık, düşünsel dünyasını kurmuş ve hayata oradan bakmıştı. Kendisinin doğru yolda olduğuna iman etmiş, gayrısınız yanlış, batıl ve saçma olduğunu inatla savunmuştu. Hayatı kendisi gibi algılamayanları ise kolay kolay adam yerine koymaz ve onlara da kesinlikle itibar etmezdi. Çünkü görünür görünmez âlemlerin merkezinde, yalnızca o olduğu için, düşünce ve düşleri arasındaki döngüye evet diyen en saygın ve en zeki insan olarak bilirdi.

Hızlı ve vakur adımlarla sarayından dışarı çıkan görkemli bir pa­dişah gibi, Harput’tan aşağıya doğru inmeye başladı. Çevresel etken­lerden kaynaklanan kültürel alış verişin, ona ikram ettiği kişiliğini, elinin tersi ile itip yerine korkusuz ihtiraslar üzerine kurulu yüce bir imparatorluk kurmuştu. Çehresi, an be an kavram kargaşaları, dolambaçlı ritüellerle sfenksleşmiş bir lahit’in duvarları gibi soğuk ve bir o kadar da korkutucuydu. Hayat onu çapraz ateş altında sorguya çektikçe, içinde korku ve umutsuzluk fidesi giderek daha büyümüş­tü. Nitekim kendine has tasavvur ve inançları onu vehim ve endişeler anaforunda, gittikçe dibe doğru çekmekteydi.

Şehre doğru yaklaştığında, yolun sağındaki kiliseyi görünce, adımlarını yavaşlatıp kocaman taş duvarlara gömülü demirden…

Benzer İçerikler

ORMANDA UNUTULAN ASKERLER-John Keats

yakutlu

Siret- i Meryem

yakutlu

Jerusalem

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy