Franz Kafka -Boyun Eğmeyen Hayalperest

Büro Kağıtlarından Zincirler

Kafka’ya dair hâlâ yeni bir şey söylenebilir mi? Bu kitabın bu konuda bir iddiası vardır. Gerçekten de bence Kafka’nın eserinin büyüleyici itaatsizlik gücünü açıklamak için farklı bir gözle bakmanın vakti gelmiştir.

Walter Benjamin Kafka üzerine ünlü denemesinde (ne yazık ki pek dikkate alınmayan) bir uyarıda bulunuyordu: “Kafka’nın yazılarında ihtiyatla, sakınılma, kuşkuyla, el yordamıyla ilerlemek gerekir.”[1] İleriki saptamalar ihtiyatla ve el yordamıyla adım adım yürüme olarak, doğrulanması gereken bir çalışma hipotezi olarak, bir sonraki araştırmalar için olası çıkış noktası olarak kabul edilmelidir.

Kafka üzerine yorumlar, sürekli büyümekte olan bir belge yığını halinde, hem karmakarışık dilleri nedeniyle hem de sonsuz açıdan ele alma teşebbüsüyle zaman içerisinde bir Babil kulesi biçimini ve havasını almıştır. En ilginç Kafka okumalarının genellikle kadınlardan gelmiş olması bir tesadüf müdür? Hannah Arendt, Marthe Robert, Rosemarie Ferenczi ve Marina Cavarocci-Arbib gibi kadın yazarlar’ı anmak gerekir. Onların çalışmaları, Kafka üzerine “ikincil literatür”ün önemli bir bölümünün oldukça tekdüze ve belli belirsiz yığınından belirgin bir şekilde ayrılmaktadır. Ben onların analizleriyle her zaman hemfikir olmasam da, kendi düşüncelerimi bir başka yönde geliştirmek için onların kimi katkılarından geniş ölçüde destek gördüm.

Praglı yazar üzerine çalışmaların çoğu altı büyük akımda sınıflandırılabilir:

1. “Bağlam”ı gözardı ederek kasıtlı olarak metinle sınırlı kalan dar anlamda edebi okumalar;[2]

2. Biyografik, psikolojik ve psikanalitik okumalar;

3. Teolojik, metafizik ve dinsel okumalar;

4. Yahudi kimliği açısından yapılan okumalar;

5. Sosyo-politik okumalar;

6. Kafka’nın yazılarının anlamının “karar verilemez” olduğu sonucuna genellikle varan postmodern okumalar.

Bu yorumların her biri aynı önemde değildir: Kimilerinde önemli sezgiler olsa da birçoğu edebiyat eserini önceden oluşmuş bir modele indirgemeye çalışmakta ve durumlarla kişileri bir iletinin sembol ya da alegorileri olarak yorumlamaktadır. Ayrıca, bu bolca ikincil literatür üretimi, son yıllarda yaygınlaşmakta olan yeni bir çalışma alanına eklemlenmektedir: Üçüncül literatür, yani Praglı yazarın eserinin çeşitli yorumlarının incelenmesi.[3] Dördüncü bir edebiyat ne zaman ortaya çıkacaktır?

Denemesinin bilinen bir diğer bölümünde Walter Benjamin, Kafka’yı kaçınılmaz olarak ıskalamanın iki biçimi olduğunu saptar: Doğal yaklaşım ve doğaüstü yaklaşım. Başka deyişle, psikanalitik okumalar ile teolojik yorumlar. Bu saptama bana son derece doğru gelmektedir. Bu iki boyut eserde elbette mevcuttur ama bunlar terimin diyalektik anlamıyla aufgehoben’dir: yadsınan-korunan-aşılan. Örneğin Oidipusçu boyut –babayla şiddetli çatışma– Kafka’nın yazılarında açıkça mevcuttur, ama onun bütün sanatı genel olarak otorite sorusunun sorulduğu hayali bir evrende bu psikolojik boyutu aşmak üzerinedir. Bu durum Yahudilik için de geçerlidir: Yahudi sorunu temel bir çıkış noktasıdır ve evrensel bir sorunsal içinde aynı ölçüde “yadsınmış-korunmuş”tur. Marthe Robert’in gözlemlediği gibi, “görünmez duvarlı bir getto”ya kapanmış olan Praglı Yahudilerin durumu Kafka’nın eserinde –özellikle ölümünden sonra yayımlanan üç romanında– “son derece daha genel bir durumun şeması”[4] olur. Teolojik momente gelince, kuşkusuz bu da vardır, ama göstermeye çalışacağım gibi dolaylı ve “negatif” biçimde.

Geriye özellikle edebi okuma kalır. Kafka’nın yalnızca edebiyat için yaşadığı aşikârdır: Edebiyat onun takıntısı, varlık nedeni ve cankurtaran simidiydi. Düşkün bir dünyaya cevabıdır edebiyat. Günlük ve Mektuplar’ı okuduğunda aşikâr olan bu saptamadan yola çıkan birçok yorumcu, edebiyatı onun yazılarının konusu, içeriği, örgüsü yaparak; bu eserleri de karşılıklı olarak birbirlerinde sonsuza dek yansıyan bir ayna oyunu içinde, edebi eserden yola çıkarak hazırlanmış bir tür alegori haline getirerek tuzağa düşmüşlerdir. Oysa, bu çıkarsama yanıltıcıdır. Musil de kendi eserine kafayı takmıştı, ama bu eserin konusu edebiyat değildir ve Kakanya yazılarının bir alegorisi değildir. Kafka’nın romanlarının kozu yazı olarak yazı değildir, birey ile dünya arasındaki ilişkidir. Kuşkusuz ki, herhangi bir hikâyenin konusu edebi eserin kendisi olabilir; Marthe Robert’in Seul comme Kafka adlı eserindeki parlak kanıtlamasıyla, Bir Aile Reisinin Kaygıları adlı ünlü meseldeki “Odradek” figürü çok muhtemelen buna örnektir. Ama bu okuma şifresini roman ve yazılarının bütününe uygulama isteği boşuna olur.

İkincil literatürün Kafka’nın eserine ölçüsüzce uzanmasını dikkate aldığımızda, bu kapalı piramide niçin bir tuğla daha ekleyelim? Benim katkım daha ziyade “sosyo-politik” akım içinde yer alır, ama babaya karşı isyanı, (heterodoks Yahudi esinli) özgürlük dinini ve bürokratik aygıtların ölümcül iktidarına (liberter esinli) karşı çıkışı birbirine bağlamayı sağlayan bir ipucu sayesinde –anti-otoritarizm– diğer düzeyleri de birbirine eklemlemeye çalışıyorum. Benjamin 1929 yılında gerçeküstücülük üzerine makalesinde şunu yazıyordu: “Bakunin’den bu yana Avrupa’da radikal bir özgürlük fikri eksiktir. Bu fikir gerçeküstücülerde görülür.” Bu cümle Franz Kafka’ya kesin olarak uygulanır.

Ben bu ipucunu kronolojik sıraya göre takip etmeye çalışacağım ve genellikle ihmal edilen bazı biyografik verilerden, özellikle Kafka’nın Praglı anarşist çevrelerle ilişkilerinden yola çıkarak tamamlanmamış üç büyük romanı ve en önemli öykülerden birkaçını analiz edeceğim. Mektuplar ve Günlük’ün fragmanlarını, mesel ve öğelerini de, eserin bütününü dikkate almadan, büyük edebi metinleri aydınlatmak için kullanacağım: Dolayısıyla Kafka’nın ilk yazıları –1912 öncesi– ile son yazılarını –Josefine ya da Fare Ulusu, Bir Köpeğin Araştırmaları, vs.– yorumlamaya çalışmadım. Dolayısıyla bu metinlerin, keza bir miktar mesel, aforizma ve fragmanın benim hipotez alanıma girip girmediğini de söyleyemem.

Kafkaesk labirentteki “Ariadne ipi”nin, yani özgürlük arzusunun rehberliğine kendimi bıraktığım bu Kafka okumasının yeni olduğunu iler sürerek haddimi aştığımı sanmıyorum. En azından ikincil literatürde benzerini bulamadığımı söyleyebilirim. Kimi yorumlarda daha ziyade bazı yönlere, fragman, sezgi ve bölümlere rastladım. Bunları kimi zaman bağlamlarından kopartarak, kendi argümantasyonumu desteklemek için alıntıladığımı da itiraf etmeliyim. Ama bir elektrik akımı gibi Kafka’nın eserini kat eden anti-otoriter tutku açısından bu eserin sistematik analizine hiçbir yerde rastlanmıyor. Bu okuma şifresi sayesinde puzzle’ın parçaları yerli yerini bulacak ve Kafka’nın bellibaşlı yazıları da çok büyük bir tutarlılık işareti altında ortaya çıkacak gibidir. Elbette ki doktriner bir tutarlılık değil, duyarlılık tutarlılığıdır sözü edilen.

Bu yorumlamanın eksiksiz olduğu elbette iddia edilmemektedir. Daha ziyade, Kafka’nın eserinin –çoğu zaman üstü örtülen– son derece eleştirel ve yıkıcı boyutunu ortaya koyma yönünde bir deneme, bir teşebbüs söz konusudur.

Bu, üzerinde hemfikir olunan bir okuma asla değildir ve Kafka üzerine edebiyat eleştirisinin alışıldık kanon’undan ayrıldığından tartışma yaratmaktan kurtulamayacaktır. Benim çabam Walter Benjamin’in, yalnızca 1934 tarihli Kafka üzerine denemesinin değil, aynı zamanda ve özellikle 1940 tarihli Tarih Kavramı Üzerine tezlerinin de izini güçlü biçimde taşımaktadır. Bu son metinde tarihçiye şu buyruğu yöneltir: “Her dönemde geleneği ele geçirmeye çalışan konformizmden bu geleneği ayırmaya çabalamak gerekir.” (Tez VI). Bu kitabın bu amaca küçük bir katkı olması istenmektedir.

Burada sunulan “politik” okuma elbette ki kısmidir: Kafka’nın evreni tek yanlı bir ifadeye indirgenemeyecek kadar zengin, karmaşık ve çokbiçimlidir. Herhangi bir yorum ne kadar akla yatkın olsa da, Kafka’nın eseri rahatsız edici sırrını ve kendine özgü düşçül dayanıklılığını, olağandışının mantığı’ndan[5] esinlenen bir tür “uyanık görülen düş” gibi tümüyle korumaktadır. André Breton’dan aktarırsak, şiirde daima “kırılmaz bir gece çekirdeği” vardır…

“Politik” kelimesi aslında hiç uygun düşmez. Kafka’yı ilgilendiren şey, genellikle “politik” terimiyle ifade edilen şeyin, yani politik partilerin, seçimlerin, kurumların, anayasal rejimlerin binlerce fersah uzağındadır. “Eleştirel” terimi belki de daha uygundur. Bu eleştirel boyut genellikle bir tür akademik yorumun gölgesinde kalır. Bununla birlikte, Kafka’nın adını bürokratik sistem karşısındaki tedirginlikle eşanlamlı gören milyonlarca modern okurun en derinden hissettikleri şeyin bu olması muhtemeldir.

Bu sistemin baskıcı gücünü belirtmek için Kafka çarpıcı bir imge icat etmiştir: “İşkence çeken insanlığın zincirleri büro kâğıtlarındandır.”[6] Almanca Kanzleipapier terimini çevirmek zordur. Bazı çevirmenlerin kullandığı “değersiz, önemsiz kâğıtlar” ifadesi zayıf kalır. Büro kâğıdı, resmi kâğıt, bakanlık kâğıdı daha uygun bir çeviri olabilir. Kanzlei genellikle “büro” olarak tercüme edilir, ama bu sözcük terimin kökensel anlamındaki zenginliğini vermemektedir. Terimin kökeni Ortaçağ Latincesindeki cancelleria’dadır. Resmi belgelerin hazırlandığı, demir parmaklıklarla ya da engellerle çevrili bir yeri –Latince cancelli– belirtir. Fani cemaati uzakta tutan, görünür ya da görünmez ama daima çok yüksek cancelli’lerle çevrili yerler olan mercileri belirtmek için Dava ve Şato’da Kafka’nın kalemine sık gelen bir sözcüktür bu. Kanzleipapiere elbette ki yazılı ya da basılı belgelerdir: resmi evraklar, polis fişleri, kimlik kartları, iddianameler ya da mahkeme hükümleri. Demek ki yazı, yönetici mercilerin kendi iktidarlarını kullanma aracıdır. Kafka’nın cevabı da aynı aracı kullanır, ama yordamı kökten tersine çevirir: Kudretlilerin iddialarını altüst eden, edebi ya da şiirsel bir özgürlük yazısı.

“Kâğıttan zincirler” imgesi ikili anlam taşıyor olabilir: Hem resmi belgeleriyle bireyleri köleleştiren bürokratik sistemin baskıcı niteliğini ortaya koyar, hem de eğer insan kurtulmak isterse kolaylıkla yırtılabilen bu zincirlerin geçici karakterini ortaya koyar…

Kafka, radikal karamsarlığı yüzünden, –György Lukács, Günther Anders ve başkaları tarafından– genellikle kadercilik ve tevekkül aşılamakla suçlanmıştır. Oysa, 27 Ocak 1904’te dostu Oscar Pollak’a yazdığı bir mektupta, edebiyatın rolüne dair kavrayışını şöyle açıklıyordu: Bir kitap ancak “kafatasımıza inip bizi uyandıran bir yumruk […], içimizdeki camdan denizi parçalayan bir balta” ise önem taşır diye yazmıştı.[7] Bu pek bir tevekkül çağrısına benzememektedir…

 

Derkenar

Ailemin baba tarafından gelen kolu olan Löwy’ler, tıpkı Kafka’nın ailesinin anne kolu gibi (annesinin adı Julia Löwy’ydi) Bohemya kökenliydi. Bu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda oldukça sık rastlanan bir addı ve bildiğim kadarıyla iki aile arasında hiç akrabalık bağı yoktur. Ebediyetin parşömen kazıyıcısı ve büyük yazıcılar olan geniş Levililer kabilesine mensup olmak gibi önemli ölçüde mitsel yan hariç…

Kafka’dan söz edildiğini ilk kez Brezilya’daki lise yıllarımda, Mauricio Tragtenberg’in “Kafka’nın Şato’sunda Bürokrasi” üzerine bir konferansında işittim. Mauricio Brezilyalı genç bir Yahudi entelektüeliydi ve kendi kendini yetiştirmişti. Daha sonraki yıllarda üniversitede kariyer yapacak olan Mauricio Marksist-liberter duyarlılıkta biriydi. Konferansının ayrıntılarını hatırlamıyorum, ama ana hatlarıyla, modern toplumlarda bürokratik iktidarların anlamına yönelik en ilginç eleştirel analizlerinden birinin Kafka’nın romanı olduğunu savunuyordu. Benim kitabım yitirdiğim bu dostun, Mauricio’nun bu uzak ama unutulmaz konuşmasına çok şey borçludur.

Kafka’nın Prag’daki çevresinin tüm üyeleri arasında tanışma fırsatı bulduğum tek kişi, Kafka’nın okul arkadaşı ve sosyalizme bağlılığının ilk tanığı olan Saumel Hugo Bergmann oldu. Kudüs’teki evinde, 1963 yılında bir cumartesi öğleden sonrası kabul ettiği bir grup İbranice öğrencisinden biri de bendim. Bize tanık olduğu bir gündelik yaşam sahnesinden –bir parkta iki âşık, ikisi de dinledikleri bir transistorlu radyonun konuşmalarına kendilerini kaptırmışlar– yola çıkarak modern yaşam üzerine bir iki fikir belirtti. Bizim toplumumuz, diye saptıyordu Bergmann, diyalog ve karşılıklı dinleme kapasitesini yitirmekte: İnsan iletişiminde bir krize, kişisiz aygıtlar yükselirken kişilerin doğrudan alışverişinde bir düşüşe tanık oluyoruz. Bu, Orta Avrupa Yahudi Alman romantizminin en güzel geleneği içinde, modern uygarlığa yönelik unutulmaz bir Kulturkritik dersi olmuştu…

Kafka üzerine araştırmamın kökeni, oldukça tuhaf bir hikâyesi olan 1960’lı yıllardaki bir denemeye uzanır. Bu deneme “Kafka ve Anarşizm” başlığıyla Tel Aviv’de yayımlanan Beayot Beinleumiot (“Uluslararası Sorunlar”) dergisinin 1967 Nisan sayısında İbranice olarak yayımlandı. Birkaç ay sonra New York’ta çıkan liberter bir Amerikan sosyalist gazete olan Freie Arbeiter Stimme’de (“Özgür İşçi Sesi”) Yidiş diline çevrildi! Ardından, Arjantin’deki Tierra y Libertad adlı süreli yayında İspanyolca bir çevirisi yapıldı ve daha geç bir tarihte (1972) broşür biçiminde İngilizce bir tercüme yayımlandı ve makale “Mijal Levy” (Yidiş dilinden Arjantin harfçevirisi) adlı birine atfedildi. Benim bu çevirilerden hiç haberim olmadı… Ama 1981 yılında, Lucien Goldmann’ın anısına hazırlanan ortak bir kitapta[8] aynı adla Fransızca olarak gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş bir versiyonunu yayımladım. Bu ilk deneme Klaus Wagenbach’ın genç Kafka biyografisine çok şey borçludur, ama Kafka’nın eserini yorumlama yönünde bir teşebbüs de daha o zamandan görülmektedir.

1988 yılında Kefaret ve Ütopya[9] adlı kitabımda bu konunun üzerinde tekrar durdum. “Kafka: theologia negativa ve utopia negativa” başlıklı bölüm, bu ilk denemenin temalarını genişleterek yeniden ele almaktadır. Bu versiyonu, benim analizimi paylaşmasa da sorunsalla ilgili olan, özlemle andığımız Gershom Scholem’le tartışma fırsatı bulmuştum. 1990’lı yıllar boyunca da Kafka üzerine çalışmaya devam ettim. Bu eserin bazı bölümlerinin daha kısa versiyonları, Archives de sciences sociales des religions (CNRS, Paris), L’Homme et la Société (Paris), Diogène (UNesco, Paris), Réfractions (Lyon), Analogon (Prag), Salamandra (Madrid) dergilerinde yayımlandı.

Bu işle yeniden uğraşmaya karar vermemin nedeni, bu yirmi birinci yüzyıl başında Franz Kafka’nın hiç olmadığı kadar güncel olduğuna, kaygılarımızda hiç olmadığı kadar belirgin, yani Walter Benjamin’in Jetztzeit (“şimdinin zamanı”) olarak adlandırdığı şeyle yüklü olduğuna dair inancımdır. Kafka’nın, bu boyun eğmeyen hayalperestin yaşadığı dönemden daha çok günümüzde “işkence çeken insanlığın zincirleri büro kâğıtlarındandır.”

“Kropotkin’i Unutmamalı!”-Kafka ve Liberter Sosyalizm

Kafka’nın eserini, hangisi olursa olsun, herhangi bir politik doktrine indirgeyemeyeceğimiz aşikârdır. Kafka söylem üretmez, kişiler ve durumlar yaratır ve eserinde duygular, tavırlar, bir Stimmung ifade eder. Edebiyatın sembolik dünyası ideolojilerin söylemsel dünyasına indirgenemez; edebi eser, felsefi ya da politik doktrinler gibi soyut kavramsal sistem değil, kişilerin ve şeylerin somut hayali evreni’dir.[10]

Bununla birlikte, bu durum, bir yandan Kafka’nın anti-otoriter ruhu, liberter duyarlılığı, sosyalist sempatileri ile diğer yandan bellibaşlı yazıları arasındaki geçitleri, köprüleri, yeraltı bağlarını keşfedip araştırmayı engellemez. Bunlar, Kafka’nın iç manzarası olarak adlandırabileceğimiz şeye erişmenin ayrıcalıklı yollarıdır.

Kafka’nın sosyalist eğilimleri çok erken kendini göstermiştir. Gençlik arkadaşı ve liseden dostu Hugo Bergmann’a göre genç Kafka görüşlerini sergilemek için ceketinin yaka deliğinde kızıl bir karanfil taşıyordu. Okuldaki son yıllarında (1900-1901) dostlukları biraz soğumuştu, çünkü “onun sosyalizmi de benim Siyonizmim çok güçlüydü.”[11] Bu anlaşmazlıklar Germen milliyetçiliği karşısında aynı şekilde tepki göstermelerini engellemez. Her ikisinin de dahil olduğu Prag’daki Alman Öğrenciler Birliği’nin bir toplantısında, tören sırasında Wacht am Rhein okunurken iki arkadaş ayağa kalmazlar ve bu tavır derhal kapı dışarı edilmelerine yol açar[12]…

Söz konusu edilen hangi sosyalizmdir? Genç Kafka’nın Çek ya da Avusturya sosyal-demokrasisiyle bağlarını ortaya koyan hiçbir tanık yoktur. Savaş sonrası yıllarda yeni Çekoslovak Cumhuriyeti’ndeki komünist partiyle de bağı yoktur –bu partinin kurucularından biri olan Stanislav K. Neumann’ın yazarı tanımasına ve Ateşçi’yi 1920 yılında bir Çek edebiyat dergisinde yayımlamış olmasına rağmen durum budur. Velhasıl, Bergmann’ın sözünü ettiği Kafka’nın sosyalizme bağlılığı Ekim 1917’den çok öncedir.

Kafka’nın Rus devrimine ilgi göstermiş olduğu doğrudur: Eylül 1920’de Milena’ya yazdığı bir mektupta, Bolşevizm üzerine bir makaleye referansta bulunarak, bu yazının “bedenim, sinirlerim, kanım” üzerinde güçlü bir etkisi olduğunu belirtir. Milena’ya mektupların yeni baskısını hazırlayanlara göre bu, 25 Ağustos 1920’de Prager Tagblatt’ta çıkan Bertrand Russell’in “Bolşevik Rusya Üzerine” başlıklı bir makalesidir. Ama Kafka, bana çok önemli gelen şu ifadeyi de eklemektedir: “Doğrusu, onu tam olarak oradaki haliyle almadım, kendi orkestram için onu transpoze etmeye başladım.” Genel olarak Kafka’nın “etkilenme”lerine uygulanabilir bir saptamadır bu: Asla pasif bir alımlama söz konusu değildir, her zaman için seçmeli bir yeniden-özümseme, kendine özgü bir “müzikleştirme” söz konusudur.[13] Kafka’nın tavrını daha iyi anlayabilmek için Bertrand Rusel’in makalesinin içeriğine bakalım. Bu metin –Temmuz-Ağustos 1920’de Londra’da The Nation adlı süreli yayında çıkan beş makalelik bir dizinin ilkidir– Sovyet iktidarının hakkaniyetli bir bilançosunu çıkarmaya çalışırken, hem Bolşeviklerin fedakârlıklarını vurgulamakta –onları, “demokrasi ve dinsel iman bileşimleri”yle ve “sarsılmaz politik–ahlaki hedefleri”yle Cromwell’in püritenleriyle karşılaştırmaktadır– hem de diktatörlük eğilimlerini ve hoşgörüsüzlüklerini belirtmektedir. Kafka Milena’ya mektubunda makalenin sonunu ortadan kaldırdığını, çünkü bunların doğrulanmamış suçlamalar olduğunu belirtiyordu. Nelerdir bunlar? Russell, makalenin son paragrafında, Asya Rusya’sının yeniden fethi sırasında Bolşeviklerin emperyalist eğilimleri olarak adlandırdığı şeyi eleştirir ve bir süre sonra Bolşeviklerin iktidarının “herhangi bir Asya hükümetine” benzeyeceğini öngörür. Kafka’ya konu dışı gelen burasıdır: Bunlar “bu bütünün içinde yerini bulamamış”[14] suçlamalardır.

Kafka’nın bakış açısı, birkaç hafta sonra Milena’ya yazdığı bir başka mektupta belirginleşir: “Bolşevizm üzerine saptamamı anlayıp anlamadığını bilmiyorum. Yazarın bolşevizme yönelttiği eleştiri, bence orada en fazla övgüye değer yana yöneliktir (höchste auf Erden mögliche Lob).”[15] Kafka Betrand Russell’in hangi eleştirisine gönderme yapmaktadır? Kaldırılan paragraftakine değil, çünkü Milena o paragrafı okumamıştır; makaledeki daha genel bir argümana gönderme yapmaktadır. İngiliz filozof Rus komünistlerine birçok eleştiride bulunmaktadır, ama ona en tehlikeli gelen şey, devrimi dünya çapında yayma projeleri, fanatik enternasyonalizmleridir: “Gerçek komünist tamamen enternasyonaldir. Örneğin Lenin, […] Rusya’nın çıkarlarıyla diğer ülkelerinkinden daha fazla ilgileniyor değildir; Rusya, bu dönemde, toplumsal bir devrimin öncüsüdür ve böylelikle, dünya için bir değeri vardır, ama Lenin eğer şu alternatifle karşı karşıya kalırsa, devrimdense Rusya’yı feda etmeye hazırdır.”[16] Başka deyişle, Kafka’ya Rus devrimcilerinde övgüye değer gibi gelen şey, özellikle Russell’in onları eleştirdiği şeydir, yani kökten enternasyonalizme bağlılıklarıdır. Kafka’nın bu “kozmopolit sosyalist” duyarlılığının bazı tanıklarca da doğrulandığını göreceğiz.[17]

Gustav Janouch, 1920 yılındaki bir sohbet sırasında şu yorumun Kafka’ya ait olduğunu ileri sürer: “İnsanlar Rusya’da kusursuzca adil bir dünya inşa etmeye çalışıyorlar. Dinsel bir hikâye bu.” Kafka Bolşevizmi bir tür din olarak görüyordu ve Rusya’ya karşı ambargo ya da müdahaleler ona göre “gezegen üzerinde ortaya çıkacak geniş ve acımasız din savaşları”nın habercisiydi.[18] Bu yorumlar Sovyet deneyimine karşı –eleştirel– bir ilginin kanıtıdır, ama, belgelerin bugünkü durumunda, yazarın komünist hareketle herhangi bir ilişkisini ileri süren bir şey yoktur. Çek komünistlerinin herhangi bir toplantısında ona rastlamış hiçbir tanık yoktur ve kişisel yazılarında –mektuplar, günlük– bu politik akımın temsilcisi yazarların adı hiç anılmamıştır.[19]

Buna karşılık, çağdaşı olan birçok tanık Çek liberter sosyalistlerine olan sempatisine ve onların bazı faaliyetlerine katılımına göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla, genç Kafka’nın (Bergmann’a göre) “çok güçlü” sosyalizminin ne tür bir sosyalizm olduğunu anlamak istiyorsak, araştırmaları bu yöne çevirmek gerekir. 1930’lu yılların başında, Stefan Rott (1931) romanını kaleme almak için yaptığı araştırmalar sırasında Max Brod, Çek anarşist hareketinin kurucularından biri olan Michal Kacha’nın bilgilerine ulaştı. Bu bilgilerde, Kafka’nın liberter, anti-militarist ve ruhban-karşıtı bir örgüt olan ve Stanislas K. Neumann, Michal Mares, Jaroslav Hasek, Frana Sramek gibi birçok Çek yazarının gidip geldiği Klub Mladych’in (“Gençler Kulübü”) toplantılarında bulunduğu belirtiliyordu. “Başka taraftan da doğrulanmış” (ne yazık ki bu diğer kaynak belirtilmemiştir) bu bilgileri romanına dahil eden Brod, Kafka’nın “kulübün toplantılarına genellikle sessizce gelip katıldığı”nı yazıyordu. “Kacha onu sempatik buluyor ve ‘Klidas’ diyordu ona. Bu kelimeyi ‘suskun’ diye çevirebiliriz, daha doğrusu, Çek argosuna uygun olarak, ‘sessizlik abidesi’ diyebiliriz.” Max Brod bu tanıklığın doğruluğunu asla tartışma konusu etmemiştir ve Kafka biyografisinde bunu yeniden aktaracaktır.[20]

İkinci tanık anarşist yazar Michal Mares’tir, Kafka’yı sokakta tanımıştır. Onun belgesinin biraz farklı iki versiyonu vardır: Birincisi 1946 yılında bir Çek dergisinde yayımlandığında hiç dikkat çekmedi. Daha ayrıntılı ve muhtemelen daha belirgin olan ikincisi ise Klaus Wagenbach’ın Kafka’nın gençliği üzerine önemli kitabına (Almanya’da 1958’de çıktı) ek olarak yayımlandı. Wagenbach’ın eseri, yazarın Prag’daki liberter çevrelerle ilişkilerini aydınlatan ilk eserdir.[21] Mares’e göre Kafka, onun davetine uyarak, Ekim 1909’da İspanyol liberter eğitimci Francisco Ferrer’in idamına karşı bir gösteriye katılmıştı. 1910-1912 yıllarında ise Gençler kulübü’nün, Vilem Körber Birliği’nin (ruhban-karşıtı ve antimilitarist) ve Çek anarşist hareketin düzenlediği serbest aşk üzerine, Paris Komünü üzerine, barış üzerine ya da Parisli militan Liabeuf’ün idamına karşı konferanslara katılmış olmalıdır. Bu toplantılar vesilesiyle eski okul arkadaşı Rudolf Illowy’yle ve Stanislas K. Neumann, Frana Sramek, Karel Toman ya da Jaroslav Hasek gibi yazar ve şairlerle karşılaşmış olmalıdır. Hatta, arkadaşını hapisten kurtarmak için birkaç kez beş kuronluk kefalet bile ödemiş olmalıdır. Mares de Kacha gibi Kafka’nın sessizliği üzerinde durur: “Tanıdığım kadarıyla Kafka bu anarşist örgütlerden hiçbirine mensup değildi, ama onlara karşı toplumsal sorunlara duyarlı ve açık bir insanın güçlü sempatisini hissediyordu. Bununla birlikte, bu toplantılara duyduğu ilgiye rağmen (sürekli geldiği dikkate alındığında) asla tartışmalarda söz almıyordu.” Bu ilgi Kafka’nın okumalarında da kendini göstermiş olmalıdır: Kropotkin’in Bir İsyancının Sözleri (Mares’in hediyesi), Reclus kardeşlerin, Bakunin’in ve Jean Grave’ın yazıları.[22]

Mares’in anılarının bir başka versiyonu daha vardır. Yayımlanmamış olan bu versiyonu daha önceki ikisinden birkaç ayrıntı hariç pek farklı değildir. Burada şu saptama görülür: “Mother Earth’ın yayıncısı Emma Goldmann’ın, bu cömert ve cesur kadının herkesin önünde soyulup katrana bulandığını ve bir tüy yığını içinde yuvarlandığını öğrendiğinde Kafka’nın Amerikan gençliğine duyduğu öfkeyi hatırlıyorum.”[23] Mares’in iki farklı olayı iç içe soktuğu kesindir: Birincisi, 1909 tarihlisi, Emma Goldmann’ın Michigan’daki Ann Arbor Üniversitesi’nde verdiği bir konferans sırasında genç öğrenciler tarafından alaya alınmasıdır (yine de konuşmayı başarmıştır). İkincisi, 1911 tarihlisi, dostu Ben Breitman’ın San Diego’da uyanık bir çete tarafından kaçırılışıdır; onu ciddi biçimde dövmüşler, soymuşlar, katran ve tüye bulamışlardı. Kafka’nın Emma Goldmann’a ilgisi o dönemde ilk romanını yazmak için Amerika üzerine belge toplamasıyla açıklanamaz yalnızca; aynı zamanda engellerle karşılaşmaktan çekinmeyen cesur ve boyun eğmez kadınlara olan sempatisiyle, onların cazibesiyle de açıklanır. Bu isyankâr kadın figürlerine referanslara mektuplarında ve yazılarında sıklıkla rastlayacağız. Bu kadınların arketip modeli kuşkusuz ki kız kardeşi Ottla’ydı. Onun baba otoritesine direnişine hayrandı.

Üçüncü belge, Gustav Janouch’un Kafka’yla Konuşmalar’ıdır. Bu konuşmaların ilk baskısı 1951 yılında, büyük ölçüde genişletilmiş ikincisi ise 1968’de yayımlanır. Praglı yazarla yaşamının son yıllarında (1920 sonrası) yapılan söyleşilere gönderme yapan bu tanıklık, Kafka’nın liberterlere sempatisini koruduğunu ortaya koymaktadır. Çek anarşistlerini yalnızca “çok nazik ve çok eğlenceli” insanlar olarak nitelemekle kalmaz –“öyle nazik ve sevimliler ki söylediklerine inanmamak olamaz.”–, bu söyleşiler sırasında ifade ettiği politik ve toplumsal fikirler de liberter akımın damgasını güçlü biçimde taşır.[24] Örneğin kapitalizmi hiyerarşik bir tahakküm sistemi olarak görüşü ve sistemin otoriter karakteri üzerinde ısrarla duruşu anarşizme yakındır.[25] George Grosz’un sermayeyi yoksulların parası üzerine oturmuş şişko bir adam olarak temsil eden bir karikatürü vesilesiyle Janouch’la bir tartışma sırasında bunu açıklar. Kafka’ya göre bu resim “hem yanlış hem doğrudur. Yalnızca bir yönde doğrudur. […] Silindir şapkalı şişko adam ezdiği yoksulların sırtında yaşamaktadır, bu doğrudur. Ama şişko adamın kapitalizm olduğu tam olarak doğru değildir. Şişko adam, belirli bir sistem çerçevesinde yoksula egemendir, ama sistemin kendisi değildir. Bu sistemin efendisi bile değildir. Tersine, o da zincirler taşımaktadır, onlar bu çizimde gösterilmemiştir. […] Kapitalizm […] yukardan aşağıya ve aşağıdan yukarıya giden […] bir bağımlılık sistemidir. Her şey birbirine bağlıdır, her şey zincirlidir. Kapitalizm dünyanın ve ruhun bir halidir.”[26]

Aynı şekilde, örgütlü işçi hareketi karşısındaki kuşkucu tavrı da politik parti ve kurumlar karşısındaki liberter güvensizliğinden esinleniyor gözükmektedir: Bir sokak gösterisinde yürüyen işçilerin ardında, “kâtipler, bürokratlar, profesyonel politikacılar, yani iktidara yükseltmeye hazırlandıkları bütün modern sultanlar ilerliyor… Devrim buhar olup gidiyor, geriye yalnızca yeni bir bürokrasiden oluşan çamur kalıyor. İşkence çeken insanlığın zincirleri bakanlık kâğıtlarından.”[27] Bunu derken hangi devrimi düşünmektedir? 1917 Ekim Devrimi’ni mi, yoksa 1918-1919’daki Almanya ve Avusturya devrimlerini mi? Bunu bilmek imkânsız. Her koşulda, kâğıttan zincirler üzerine son cümle yalnızca devrimlerin trajik yazgısını değil, tüm tezahürleriyle bürokrasiyi de içeriyor.

Janouch, notlarının eksiksiz versiyonunun baskısı olduğu ileri sürülen, savaştan sonra kaybolan ve çok sonra tekrar bulunan ikinci baskısında (1968) Kafka’yla şu konuşmayı aktarır:

“Ravachol’un yaşamını incelediniz mi?

–Evet! Yalnızca Ravachol’unkini değil, birçok başka anarşistin yaşamını da inceledim. Godwin’in, Proudhon’un, Stirner’in, Bakunin’in, Kropotkin’in, Tucker ve Tolstoy’un biyografi ve fikirlerine gömüldüm; farklı gruplarla birlikte oldum, toplantılara katıldım, kısacası bu işe çok zaman ve para yatırdım. 1910 yılında Çek anarşistlerinin Karolinental’da ‘Zum Kanonenkreuz’ denen bir tavernadaki toplantılarına katıldım. ‘Gençler Kulübü’ denen anarşist kulüp burada toplanıyordu… Max Brod bu toplantılarda bana defalarca eşlik etti, aslında pek hoşuna gitmiyordu. […] Benim için çok ciddi bir iş söz konusuydu. Ravachol’un izi üzerindeydim. Bu izler sonra beni Erich Mühsam’ın, Arthur Holitscher’in ve Viyanalı anarşist Rudolf Grossmann’ın izlerine götürdü… Hepsi de insanların mutluluğunu Tanrı Lütfu olmadan gerçekleştirmeye çalışıyordu. Onları anlıyordum. Bununla birlikte […] onlarla dirsek teması içinde yürümeye uzun süre devam edemezdim.”[28] Ancak yorumcuların genel kanısına göre bu ikinci versiyon ilkinden daha az güvenilirdir; özellikle de kökeninin belirsizliği dolayısıyla (kaybolan ve yeniden bulunan notlar). Ayrıca, bu bölümde belirgin bir hata vardır: Max Brod, kendisinin açıkça belirttiği gibi, anarşist kulüpteki toplantılarda dostuna eşlik etmediği gibi, Praglı liberterlerin faaliyetlerine Kafka’nın katıldığından da habersizdi.[29]

Bu çeşitli tanıklıklara göre Kafka 1912’den sonra anarşist toplantılara katılmaya son vermişti. Hangi gerekçeyle? Gustav Janouch, 1965’te yayımlanan “Kafka ve Dünyası” üzerine bir kitapta, “Franz Kafka’nın anarşistlere olan ilgisi 1910 ve 1911 yıllarında Çek anti-militaristlerine karşı yürütülen davaların etkisi altında sönmüş olmalıdır” şeklindeki “tamamen yanlış” bakış açısına karşı çıkar. Böyle bir yorumun, Kafka’nın kişiliğini ve “insan varlığına yönelik bütünsel angajmanını” asla anlamamış ve tanımamış kişiler tarafından ileri sürülebileceğini ısrarla belirtir. Ona göre, yazarın bu toplantılara

gitmekten vazgeçmesinin nedeni, Vohryzek denen birinin liberter çevreler üzerinde uyguladığı diktatörce iktidardır; daha sonra (1918’de imparatorluk arşivleri açıldıktan sonra) onun bir polis ajanı olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca şunu da ekler: Praglı anarşistlerin amatörlüğünden hayal kırıklığına uğramış olsa da, Kafka bu kulüplerin çoğu üyesiyle köprüleri atmamıştır, çünkü “hayata bir anlam vermek için tamamen yetersiz araçlarla yürüttükleri mücadelelerine hayranlık” duyuyordu.[30] Daha önce andığımız Janouch’un metinleri için olduğu gibi, gerçek anılar ile sonradan yapılan eklemeleri hesaba katmak güçtür.

Bilinen bu üç tanıklığa, tüm biyografi yazarlarının ve yorumcuların açıkça gözardı ettiği bir dördüncüsü de eklenebilir. Bu, Leopold B. Kreitner’in (1892-1969), “Genç Bir Adam Olarak Kafka’nın Portresi” adı altında bir Kuzey Amerika dergisinde yayımlanan makalesidir. Kafka’nın okuduğu lisenin eski öğrencisi olan ve 1912-1914 yıllarında ona sık sık rastlayan Kreitner’e göre Praglı yazar, “üniversitedeki bu son yıllarında ve önem taşıyan sonraki dönemde, politik ve felsefi planda bir tür sosyalist kozmopolitizme doğru dönmüş ve her türlü milliyetçiliği reddetmiştir.” Kreitner, Jaroslav Hasek ve Karel Toman’dan (anarşist şair) Kafka’nın Gençler Kulübü toplantılarına “sık sık katıldığı”nı öğrenmiş olduğunu hatırlıyor. Küçük bir otel olan U Brejsku’da toplanan Çek şair ve yazar grubudur bunlar ve “edebiyat, sanat, felsefe üzerine ateşli tartışmalar sürdürüyor ve büyük ölçüde anarşizan görüşler ifade ediyorlardı.”[31]

Kafka’nın Praglı liberter sosyalist çevrelerle bağlarını az çok ayrıntılı olarak anlatanlar demek ki dört tanıktır (bunlara, Kacha’nın savlarını Brod’a onaylayan meçhul kişiyi de eklemek gerekir).[32]

Bu tanıklıklardan bazılarının yanlışlar ve çarpıtmalar içermesi de muhtemeldir. Klaus Wagenbach da, Mares hakkında, “bazı ayrıntılar belki yanlıştır” ya da en azından “abartılıdır” diye kabul eder. Ve, Max Brod’a göre Mares, Kafka’yı tanımış birçok başka tanık gibi, özellikle yazarla olan dostça bağlarının önemini “abartma eğilimindedir.” Janouch’a gelince, anılarının ilk versiyonu “Kafka’nın konuşma üslubunun belirgin özelliklerini taşıdığı” için “sahicilik ve güvenilirlik” izlenimi verse de, ikinci versiyon daha az güvenilir gelir.[33] Ama bu belgelerin çelişkilerini ya da abartılarını saptamak başka bir iştir; Kafka ile Çek anarşistleri arasındaki bağlara dair bilgileri de “saf efsane” diye niteleyerek külliyen reddetmek başka bir iştir. Aralarında Eduard Goldstücker, Hartmut Binder, Ritchie Robertson ve Ernst Pawel’in de yer aldığı bazı uzmanların tavrı böyledir. Bunlardan ilki komünist bir Çek eleştirmendir ve diğer üçü Kafka’nın, değerleri inkâr edilemeyecek biyografi yazarlarıdır. Kafka’nın yaşamındaki anarşist dönemi ortadan kaldırma teşebbüsleri, açıkça politik içerimleri olduğu ölçüde, ayrıntılı olarak tartışmayı hak eder.

1960’lı yıllar boyunca Kafka’yı Çekoslovakya’da “yeniden saygın kılma” çabalarıyla tanınan Eduard Goldstücker’e göre, Wagenbach’ın yeniden yayımladığı Mares’in anıları “kurgu alanına aittir.” Onun temel argümanı, devrimcilerin, anarko-komünistlerin kendi toplantılarına “tanımadıklarını birini”, üstelik de sürekli susan birini kabul etmelerinin akla yatkın olmadığıdır. Oysa, Goldstücker’in unutmuş gözüktüğü şey, Kafka’nın “tanınmayan biri” olmadığı, tam tersine, bu toplantıların önde gelen iki düzenleyicisi tarafından şahsen tanındığıdır: Michal Kacha ve Michal Mares (keza, liseden eski arkadaşı olan Rudolf Illowy gibi diğer katılımcılar da onu tanımaktadır). Bununla birlikte –öncekiyle az çok çelişik bir şekilde– Goldstücker sonunda Kafka’nın anarşist faaliyetlere katıldığını kabul eder, yalnızca bu katılımın Mares’in öne sürdüğü gibi yıllarca olmadığını “birkaç toplantı”yla sınırlı kaldığını ileri sürer. Oysa, Mares de yalnızca beş toplantıdan söz etmektedir, dolayısıyla Goldstücker’in onun tanıklığını niçin bu kadar kesin olarak reddettiği anlaşılmamaktadır…[34]

Kafka’nın ayrıntılı ve çok fazla bilgi dolu bir biyografisinin yazarı olan Hartmut Binder, Kafka ile Praglı anarşist çevreler arasındaki bağların “hayalgücünün alanına” ait bir “efsane” olduğu tezini en enerjik biçimde ileri süren kişidir. Klaus Wagenbach “kendi ideolojisine sevimli gelen” ama “yeterince güvenilir olmayan, hatta kasıtlı olarak hile katılmış”[35] kaynaklar (Kacha, Mares ve Janouch) kullanmakla suçlanır.

Böyle bir akıl yürütme, “pek güvenilmez” olarak kabul edilen bu üç tanıklığın Kafka ile liberterler arasındaki bağların savlanmasında niçin çakıştığını açıklamadığı gibi, Kafka’nın Siyonist, komünist ya da sosyal-demokrat toplantılara tekrar tekrar katılımı üzerine “kurgusal” tanıklıkların niçin bulunmadığını da açıklamamaktadır. Gerçekten de, –bir anarşist konspirasyon hayal etmek dışında– “hile”lerin niçin yalnızca bu belirgin yönde gittiklerini anlamak güçtür. Eleştiri konusu olan bilinen üç tanıklıktan başka, bir dördüncüsünü de eklemek gerekir. Bu, Binder’in (ve diğer itirazcıların) bilmiyor gözüktüğü Leopold Kreitner’in tanıklığıdır.

Ama, Wagenbach’a karşı mücadelesi “ideolojik” motivasyondan yoksun olmayan Binder’in argümanlarını daha yakından inceleyelim. Ona göre, “Brod’un, bu sözümona faaliyetleri Kafka’nın ölümünden yıllar sonra, bu anarşist hareketin eski bir üyesi olan Michal Kacha’dan öğrenmiş olması […] bu bilginin güvenilirliğine karşı bir kanıttır. O dönemde Kafka’yla birlikte iki tatil yolculuğuna çıkmış olan ve her gün ona rastlayan Brod’un […] en iyi dostunun anarşist harekete ilgisini bilmiyor olması neredeyse hayal bile edilemez bir durumdur.” Olabilir, ama eğer bu gerçekten “neredeyse hayal bile edilemez” ise (yine de “neredeyse”nin bir kuşku payı içerdiğini saptayabiliriz), bu durumda, birinci dereceden ilgili kişinin, yani Max Brod’un bu bilgiyi tamamen güvenilir kabul etmesi –çünkü hem Stefan Rott adlı romanında hem de dostunun biyografisinde kullanmıştır– nasıl olabilmektedir? Binder’in bir diğer argümanı da daha ikna edici değildir: “Sigara dumanları içindeki bir birahanede, yasal çerçevenin dışında hareket eden bir grubun politik tartışmalarını dinlemek […] Kafka’nın kişiliği açısından hayal edilebilir bir durum değildir.” Yine de bu durumda, dostunun kişiliğini az da olsa bilen Max Brod’un gözünde tuhaf bir yan yoktur… Gerçekten de Kafka’nın eserindeki hiçbir şey onun yasallığa karşı bunca boş inançlı bir saygısı olduğunu düşündürtmemektedir.[36] Michal Mares’in tanıklığından kesin olarak kurtulmaya çalışmak için Binder Kafka’nın Milena’ya bir mektubuna ısrarla gönderme yapar. Burada Mares “sokakta tanışılmış biri” olarak anılmaktadır. Binder şu akıl yürütmede bulunur: “Kafka, Mares’le ilişkisinin yalnızca bir Gassenbekantschaft (sokak tanışı) ilişkisi olduğunu özellikle vurgular. Bu, Kafka’nın herhangi bir anarşist toplantıya hiç katılmadığının en net işaretidir.”[37] En azından şu söylenebilir ki, öncül ile sonuç arasındaki bağ belirgin değildir! Kafka’nın Milena’ya mektubundan çıkartılabilecek olan şey, Mares’in, 1946 tarihli tanıklığında, Kafka ile kendisi arasındaki dostluk bağlarını muhtemelen abartmış olduğudur, ancak dönemsel ilişkileri ile Kafka’nın aralarında genç Mares’in de bulunduğu anarşistlerin toplantılarına katılımı arasında hiçbir çelişki yoktur. İlişkileri sokakta karşılaşmayla sınırlı olsa bile (Kafka’nın evi Mares’in çalıştığı yerin yakınındaydı), bu durum, Mares’in ona bildiriler, toplantı ve gösteri davetiyeleri vermesini, bazı faaliyetlerde Kafka’nın da

bulunduğunu saptamasını, hatta bir fırsatta ona Kropotkin’in kitabının bir nüshasını hediye etmesini asla engellemezdi. Kafka Milena’ya yazdığı bu mektupta Mares’in sinir bozucu tavrından şikayet eder, ama aynı zamanda Mares’in vermiş olduğu şiir seçkisine de –Policejni stara (“Polis Müfrezesi”)– “çok iyi”[38] diye göndermede bulunur.

Mares’in elinde, Kafka’yla bağlarının maddi kanıtı olarak, yazarın gönderdiği 9 Aralık 1910 tarihli bir kartpostal bulunmaktadır. Dostundan birçok mektup aldığını ama bunların o dönemde evinde yapılan çok sayıda arama sırasında kaybolduğunu ileri sürmektedir –ama bu doğrulanması olanaksız bir savdır. Binder bu belgenin varlığını kaydeder, ama, kartın (Michal’a değil) “Josef Mares”e gönderilmiş olmasından yola çıkarak, burada tanığın “kurguları”nın yeni bir kanıtına sahip olduğunu düşünür: Mares’i tanıdıktan ve onun yanında Klub Mladych’deki birçok geceye katıldıktan bir yıl sonra Kafka’nın “onun önadını bile bilmemesi” tamamen inanılmazdır. Oysa, bu argüman çok basit bir nedenle geçersizdir: Kafka ile Milena arasındaki yazışmaların Alman editörlerine göre Mares’in asıl önadı Michal değil… Josef’tir.[39]

Janouch’un tanıklıklarına gelince, Binder onun anılarının 1968 versiyonunu tam bir uydurma diye reddeder, ama 1951 versiyonunda anarşistlere yapılan referans ona göre “gerçek bir anıya dayanıyor” olabilir. Yine de bunu, şair Michal Mares’i “sokak tanışı” olarak sunan Milena’ya mektubun belirtilen bölümüyle birlikte tutarak, önemsizleştirmeye çabalar. Oysa, Janouch’un aktardığı söyleşide, sokakta rastlanılan bir kişi değil, “gayet kibar ve gayet sevimli”, çoğul olarak “anarşistler” söz konusu edilmektedir. Dolayısıyla Kafka’nın tanıştığı tek liberter militanın Mares olmadığını varsayabiliriz.[40]

Genel olarak Hartmut Binder’in bu konuda sürdürdüğü tartışma, Kafka imgesini Praglı liberterlerin düzenlediği toplantılara katılımının –tutucu bir politik bakış açısı nezdinde– oluşturacağı kara lekeden kurtarmak için sistematik ve kasıtlı bir saldırının can sıkıcı izlenimini vermektedir.

Birkaç yıl sonra, başka açılardan ilgiye tamamen değer bir biyografide, Ernst Pawel aşağı yukarı Binder’le aynı tezleri savunur: Kafka’nın kişiliğine bağlı “büyük mitlerden biri”, yani “Klub Mladych Çek anarşist grubu içinde konspiratör bir Kafka efsanesi” “gömülmekte”dir. Bu efsane “1946’da yayımlanan biraz hayal mahsulü anılarında Kafka’yı anarşist toplantı ve gösterilere katılan bir dost ve arkadaş olarak tarif eden eski anarşist Michal Mares’in anı zenginliği” sayesindedir. “Gustave Janouch’un sonradan şişireceği” Mares’in hikâyesi “Kafka’yı genç bir konspiratör olarak ve Çek kurtuluş hareketinin bir yol arkadaşı olarak bize sunan birçok Kafka biyografisinde yer alır. Bu hikâye, Kafka’nın hayatına, dostlarına ve karakterine dair bildiğimiz her şey tarafından yalanlanmaktadır. Konspiratör olarak pek inandırıcı değilken, bağlılığını her gün gördüğü yakın dostlarından nasıl gizleyebilir, hatta gizlemek istemiş olabilir ki?”[41]

“Efsane” söz konusu kaynakların hiçbirine dayanmadığından yalanlaması daha kolaydır: ne Kacha (Pawel’in adını anmadığı), ne Mares, ne Janouch –hele ki Wagenbach– Kafka’nın “anarşist grup içindeki bir konspiratör” olduğunu asla ileri sürmüş değillerdir. Mares özellikle Kafka’nın hiçbir örgütün üyesi olmadığı üzerinde ısrarla durur. Ayrıca, “konspirasyon” değil, çoğu da halka açık olan toplantılara katılım söz konusudur. “Yakın dostlardan gizleme”ye –yani Max Brod’dan– gelince bu saptamanın boşunalığını daha önce gösterdim.

Ernst Pawel kendi tezinden yana ek bir argüman getirir: “Neredeyse memur statüsünde birinin” polis muhbirlerinin dikkatinden kaçmış olması “düşünülemez.” Oysa, Prag polis dosyalarında “Kafka’ya dair en ufak bir ima yoktur.”[42] Gözlem ilginçtir, ama polis arşivlerinde bir adın yokluğu, katılmamış olmanın yeterli bir kanıtını tek başına oluşturmaz. Ayrıca, polisin çeşitli liberter kulüplerin düzenlediği halka açık toplantılara katılan herkesin adını bilmesi az ihtimaldir: sessizce dinleyenlerden ziyade, “elebaşı”larla, bu cemiyetlerin yöneticileriyle ilgileniyordu…

Bununla birlikte Pawel, yumuşatılmış bir versiyonla, bu tanıkların ileri sürdüğü olguların geçerliliğini kabul etme özelliğiyle Binder’den ayrılır: “Hakikat daha basittir. Kafka Mares’i elbette tanıyordu […] ve kuşkusuz ki halka açık toplantı ve gösterilere ilgili bir gözlemci olarak katılmıştı. Onun sosyalist eğilimlerine Bergman ve Brod tanıktır. […] Sonraki yıllarda, Kropotkin ile Alexandre Herzen’in felsefi ve şiddet-karşıtı anarşizmiyle de ilgilenmiş gözükmektedir.”[43] Wagenbach’ın çıkardığı sonuçlardan pek uzakta değiliz…

Şimdi de Praglı Yahudi yazarın yaşamı ve eseri üzerine kayda değer bir denemenin yazarı olan Ritchie Robertson’un bakış açısını inceleyelim. Ona göre, Kacha ile Mares’in sağladığı bilgiler “kuşkuyla ele alınmalıdır.” Onun bu konudaki bellibaşlı argümanları Goldstücker’den ve Binder’den ödünç alınmadır: Gizlice yaşayan bir grup nasıl olur da suskun duran bir ziyaretçiyi içine kabul eder? Üstelik, “hakkında pek az bilgi sahibi oldukları bu kişi bir casus olabilirdi.” Brod’un dostunun toplantılara katılımı hakkında hiçbir şey bilmemesi nasıl mümkün olabilir? Kafka’nın bir Gassenbekanntschaft’ı [sokak tanışı] olduğu dikkate alındığında, Mares’in tanıklığına nasıl bir değer atfedilebilir? Kısacası, “bütün bu nedenlerle, Kafka’nın anarşist mitinglerde bulunması bir efsane olabilir.” Çok tutarlı olmadıklarını yukarda göstermiş olduğum bu itirazlar üzerinde tekrar durmaya gerek yoktur.

Robertson’un kitabında tamamen yeni ve ilginç olan şey, Kafka’nın politik fikirlerine alternatif bir yorum sunma teşebbüsüdür: ne sosyalist ne anarşist, romantik olan bu fikirler, ona göre ne solcu ne sağcı olan anti-kapitalist bir romantizmden kaynaklanır.[44] Oysa romantik anti-kapitalizm tutucu ve devrimci bazı düşünce biçimlerinin ortak dölyatağı olmakla birlikte –ve bu anlamda sol ile sağ arasındaki geleneksel bölünmeyi fiilen aşar– romantik yazarların bu dünya görüşünün kutuplarından birinde –gerici romantizm ya da devrimci romantizm– açıkça yer aldıkları da gerçektir.[45]

Aslında anarşizm, liberter sosyalizm ve anarko-sendikalizm, “solcu romantik anti-kapitalizm”in paradigmatik bir örneğidir. Sonuç olarak, Kafka’nın düşüncesini romantik olarak nitelemek –ki bana tamamen akla yatkın gelmektedir– bu düşüncenin “solcu” ve liberter eğilimli bir romantik sosyalizmden esinlenmiş olabileceğini asla dışlamaz. Bütün romantiklerde olduğu gibi, Kafka’nın modern uygarlık eleştirisi de, onun gözünde Doğu Avrupa’daki Yahudi cemaatlerinin Yiddiş kültürünün temsil ettiği geçmişe özlemin izini taşır. Modern uygarlık tarihinin daha fazla aydınlığa, özgürlüğe ve refaha doğru kesintisiz ve geri dönüşsüz bir yürüyüşün tarihi olduğunu ileri süren kaygısız kanaat ve ilerleme ideolojisi karşısındaki kuşkuyu onlarla birlikte paylaşır. Aforizmalarından birinde şu özlü yargı görülür: “İlerlemeye inanmak, bir ilerlemenin daha önce vuku bulduğuna inanmak demek değildir. Bu bir inanç

(Glauben) olamaz.” Bununla birlikte bu kanaat, gerici romantiklerde olduğu gibi, geçmişe dönük önermelere götürmez. Bir başka aforizmada, daha ziyade devrimci çözümler çıkartır: “Önce olmuş her şeyi boş olarak gösteren devrimci tinsel hareketler haklıdır, çünkü henüz hiçbir şey olmuş değildir.”[46]

Anılan dört tanığın ileri sürdüğü Kafka’nın anarşist fikirlere ilgisi hipotezi, Kafka’nın şahsi yazılarındaki sayısız referansla onaylandığından güvenilirdir. Örneğin Kasım 1917’de Max Brod’a bir mektubunda, Freudcu anarşist Otto Gross’un önerdiği bir dergi projesine (Güç İstencine Karşı Mücadele Sayfaları) duyduğu coşkuyu ifade eder.[47] Özellikle günlüğünde şu kesin buyruk görülür: “Kropotkin’i unutma!”[48]

Bu ünlemin neye göndermede bulunduğunu bilmek elbette imkânsızdır, ancak en azından söz konusu Kropotkin eserinin hangisi olduğunu saptayabiliriz. Çok muhtemeldir ki –Günlük editörlerinin fikri bu yöndedir– Bir Devrimcinin Anıları’nın (1887) Almanca baskısıdır bu. Brod’a göre Kafka’nın gözde kitaplarından biri buydu. Devrimci ve anarko-komünist olmuş bu Rus prensin hayatıyla niçin bu denli ilgilenmektedir Kafka? “Her türlü yönetimin ortadan kaldırılması”nı düşleyen liberter bir düşünürün göçebe ve kozmopolit yaşamının heyecan verici serüvenleri, mücadeleleri, hapis ve firarları bir yana, kendi sınıfıyla bağlarını kopararak kendi kaderini ezilenlerin kaderiyle birleştirmeyi bilmiş bir insanın cesareti ve kararlılığı bir yana, bu anılarda Kafka’yı özellikle cezbeden ne olabilir? Kafka’nın kişisel kaygılarından yola çıkarak bilinenlerin ışığında bir hipotezde bulunma riskini göze alacağım: Kropotkin’in kitabının güçlü temalarından biri, köleliğin savunucusu olan “babaların despotizmi”ne karşı oğulların mücadelesidir. Genç prensin kendisi de baba otoritarizminden çekmiştir, aile reisinin kabalığına ve kaprislerine maruz kalan hizmetçi ve serflere sempati duymaktadır. Dolayısıyla o –Kafka’nın Babaya Mektup’undan bir ifadeyi alıntılarsak– “serflerin tarafı”nı tutar ve görkemli bir şekilde yemin eder: “Ben onun gibi olmayacağım!”[49]

Kropotkin’e göre, hali vakti yerinde sınıflardan gençlerin –baba despotizminden ve “kadınların ve çocukların ikiyüzlü itaatinden” oluşan– “ev içi köleliğe” isyanı, onları mevcut durumu eleştirmeye ve “nihilist” olmaya, yani çar otokrasisinin ve köleliğin yeminli düşmanı olmaya yöneltti. Aşağı yukarı bütün zengin ailelerde, diye yazar, “babalar ile kendi yaşamlarına kendi ideallerine uygun olarak sahip çıkma haklarını savunan evlatları arasında”[50] amansız bir mücadele vardı. Bence, Birinci Enternasyonal’de federalistler ile merkeziyetçiler arasındaki mücadelelerin ayrıntılarından ya da Jura saatçilerinin sendikal faaliyetlerinden ziyade, “ev içi sulta”ya karşı başkaldırı ile devlete karşı isyan arasındaki bu sıkı bağ Praglı yazarı ilgilendirmiş olmalıdır.[51]

Aynı laytmotif, Brod’a göre, Kafka’nın gözde kitaplarından bir diğerinde de bulunur: Günlük’te defalarca anılan Alexandre Herzen’in Anılar’ı. On dokuzuncu yüzyılın bu büyük Rus düşünürü –Isaiah Berlin’in tanımıyla– yarı-anarşist sosyalist olarak kabul edilir. Özellikle gençliğinde Proudhon ile Bakunin’e yakındır. Anılarında Bakunin’e hayranlık dolu bir bölüm ayırmıştır.[52] Burada da, asi oğlun baba tiranlığıyla çatışmasının önemi çarpıcıdır. Herzen’in anılarındaki ilgili bölümler, neredeyse kelimesi kelimesine, Babaya Mektup’un bazı bölümlerini hatırlatmaktadır: “Alay, ironi ve derin bir küçümseme, soğuk ve iğneleyici –işte, babamın bize [oğullarına] ve hizmetçilere karşı kullanarak bir sanatçı gibi yararlandığı silahlar. […] Ben tutuklanana dek babama yabancıydım ve ona karşı küçük bir savaş yürüterek hizmetçi ve hizmetkârlara yanaştım.” Kelimenin tam anlamıyla bir anarşist olmayan Herzen, “rasyonel bilinç ile ahlaki bağımsızlık bir devlet yaşamıyla uyumlu olabilir” mi sorusunun peşindeydi.[53]

Kafka’nın dikkatini çekmiş olan bir diğer liberter yazar Alman Yahudi sosyalisti Arthur Holitscher’di (1869-1941). Bugün ve Yarın Amerika (1912) adlı eseri Kafka’nın Amerika’sının (ya da Kayıp’ın) bellibaşlı kaynaklarından biriydi. Kuzey Amerika yolculuğunun izlenimlerini kaleme alan yazar Industrial Workers of the World’deki (IWW) anarko-sendikalistlere, William Haywood ve Emma Goldmann’a sempatisini gizlemez. Bunların kavgacılığını ve radikalizmini parlamenter “uzlaşma değirmeni”nin (Kompromissmuhle) dolambaçları içinde kaybolmuş sosyal-demokrat yöneticilerin “akademik sosyalizmi”nin tutarsızlığıyla karşılaştırır.[54] Holitscher otobiyografisini 1924 yılında Bir İsyancının Yaşam Tarihi adı altında yayımlayacaktır. Kafka ise, mektuplarından anlaşıldığı üzere, Mart 1924’te bunu okuyacaktır. Bu eserde Holitscher, edebi faaliyetine karşı çıkan burjuva ana babasına karşı isyanını, önce sosyalizme, ardından anarşizme (Ravachol, Reclus, Jean Grave, Kropotkin) olan ilgisini açıklar.[55]

Kafka’nın ilgisi yalnızca liberter yazarların otobiyografilerine yönelik değildi elbette. Başka yollarla da ilgileniyordu. Özellikle yaşamlarını kadın özgürleşme mücadelesine adamış sosyalist kadınların anıları. Örneğin Lily Braun –onun üzerinde tekrar duracağım– ve Malwida von Meysebug. Garibaldi ile Mazzini’nin dostu olan, Alexandre Herzen’in çocuklarının mürebbiyesi, sosyalizme yakın bu devrimci demokrat, Londra’ya iltica etmiş olan 1848’in bu eski isyancısı, “kişisel inançlarının peşinden gidebilmek” ve kadın hakları mücadelesini sürdürebilmek için “aile otoritesinden kurtulma”ya yaşamının erken dönemlerinde karar vermişti.[56]

Kafka’nın liberter okumalarının bu kısa hatırlatmasını Günlük’ünde iki kez anılan bir yazardan söz ederek bitirelim: Prag’taki anarşist çevrelerin aktif katılımcısı Çek şair ve yazar Frana Sramek.[57] Kafka’nın kütüphanesinde Flammen (“Alevler”) kitabının bir kopyası bulunur. Sramek’in liberter ve antimilitarist esinli bu hikâyeler derlemesi Çekçeden Almancaya dostu Otto Pick tarafından tercüme edilmiş ve Hermann Bahr tarafından sunulmuştur. Bahr, yazarı bir devrimci sendikalist ve Georges Sorel’in öğrencisi olarak sunar.[58]

“Kropotkin’i unutma”yan Kafka 1913’ten itibaren Praglı anarşistlerin faaliyetlerine katılmaya son verdi ama sempatisini koruyordu (en azından Janouch’un notlarında bu ileri sürülmektedir). Kafka’nın dikkati giderek daha çok Yahudiliğe ve –belli ölçüler içinde– Siyonizme yönelecektir. Onu Siyonizme çeken öğelerden biri, Filistin’de Yahudi öncülerin (halutzim) kurduğu kırsal toplulukların toplumsal deneyimidir: Kibbutzculuk. Felix Weltsch’nin aktardığı Dora Dymant’a göre, “her fırsat bulduğunda, karşılaştığı insanlara Filistin konusunda sorular soruyordu. Özellikle öncü hareketiyle –halutz– ilgiliydi.” Janouch şu itirafı Kafka’ya atfeder: “Tarım işçisi ya da zanaatkâr olarak Filistin’e gitmeyi hayal ediyorum.”[59] Bu ilginin ille de önceki yakınlıklarıyla çelişik olması gerekmez, çünkü kibbutzim hareketinin büyük bölümü –yüzyıl başından Marksist anlayışların daha etkili olduğu 1920’li yıların ortasına dek– Kropotkin, Gustav Landauer ve Martin Buber’in liberter fikirlerinden etkilenmişti. Liberter tarihçi Jean-Marc Izrine’e göre, “yirminci yüzyıl başında hümanist tezler ve Piyotr Kropotkin’in anarko-komünist doktrini kibbutzim hareketinin öncülerini cezbetmişti. İlk kvutzot’lar bunları uygulamaya

geçirdiler. […] Bakunin ve Kropotkin’e referans yapan anti-otoriter eğilimli bu hareket, kibbutzim’in özyönetimci yapılanmasını etkiledi.”[60]

Kibbutz’a olan bu ilgi, Kafka’nın, şiddetli bireyciliğine rağmen, kolektivist deneylere hiç de düşman olmadığını göstermektedir. Asetik kolektivizmi (“ekmek, su, hurma”), “emekçiler konseyi” tarafından idare ediliyor olması ve her türlü özel mülkiyetin kökten yokluğu ile Filistin’deki Yahudi komünleri modeline oldukça yakın gözüken “Mülksüz Emekçiler Topluluğu” (1918) başlıklı tuhaf belge için de bu durum geçerlidir. Birçok gözlemci bu projede hem Kafka’nın Siyonist dostlarının dergisi olan Selbstwehr’in geliştirdiği “Yahudi tarım emekçisi” idealinin, hem de Tolstoy’dan Kropotkin’e dek uzanan anarşistlerin mülkiyet-karşıtı kolektivizminin varlığını saptamıştır. Hartmut Binder, Kafka’nın ütopik projesi ile el emeği yoluyla Yahudilerin kefaret ödemesinin yandaşı olan Siyonist yönetici A. D. Gordon’un fikirleri arasındaki yakınlığa dikkat çeker. Hatta, aktardığı kimi tanıklıklara göre, Kafka Gordon’a 1920 yılında Prag’daki Hapoel Hatzair sosyalist Siyonist hareket kongresinde rastlamış olmalıdır (Martin Buber de bu kongreye katılmıştı. Kongre sırasında, önceki yıl katledilmiş olan Gustav Landauer’in anısından büyük bir heyecanla söz etmiştir). Bununla birlikte, bence Binder, Kafka’nın projesinin sosyalist kapsamını inkâr etmeye çalışırken, onu yalnızca “Yahudi milliyetçiliğinden esinli profesyonel bir dönüşüm”ün ifadesi olarak sunarken yanılmaktadır. Şu kadarını hatırlayalım ki, ulusal ya da dini kimliği olmayan bir kolektivitenin kuruluşunu öneren bu belgede “Yahudi” sözcüğü yer almamaktadır. Aslında, bu “mülksüz işçi topluluğu” projesinin, muhtemelen buna esin kaynağı olmuş olan Yahudi bağlamını aşan evrenselci bir kapsamı vardır. Hatta André Breton bile hayran kalmıştır. Breton, 1948 yılında, Devrimci Demokratik Toplantı’da (RDR) yaptığı bir konuşmada bu projeyi entelektüel faaliyetler alanında izlenmesi gereken bir örnek olarak sunuyordu.[61] Bununla birlikte, yeni bir topluma dair ütopik bir proje söz konusu değildir –devlet de sermaye de henüz mevcuttur–, mevcut toplumun bağrında kolektivist bir toplumsal deneydir bu.

Böylece Kafka’nın liberter fikirlere ilgisinin işaretlerini ararken, onun yazıları üzerinde Praglı anarşistlerin –ya da Kropotkin’in– sözde “etkisi”ni kanıtlama çabası içinde asla değilim. Tam tersine, kendi deneyimlerinden ve anti-otoriter duyarlılığından yola çıkarak, birkaç yıl boyunca bu çevrelerle ilişkide olmayı (ve bazı metinlerini okumayı) seçen Kafka’nın kendisidir. Gerçekten de, liberter sempatilerini edebi eserinde ifade etmeyi istemiş olduğuna inanmak son derece yanlış olur. Liberter sempatileri ile edebi eseri arasında bir tür “aile havası” varsa eğer, bunun nedeni, her ikisinin de temel bir şeye, varoluşsal bir tutuma, bir Sitz im Leben’e, karakterinin temel bir özelliğine göndermede bulunuyor olmasıdır. Bu özelliği, 19 Ekim 1916’da nişanlısı Felice Baueber’e yazdığı bir mektupta belli bir sarsılmaz sertlikle, acımasız bir samimiyetle bizzat kendisi tanımlamıştır: “… Genellikle bağımsızlığını yitirmiş biri olan ben, özerkliğe, bağımsızlığa, her yöndeki özgürlüğe sonsuz bir açlık duymaktayım […]. Bizzat kendimin yaratmadığı her bağ, benliğimin parçalarına karşı olsa, değersizdir, yürümemi engeller, bu bağlardan nefret ederim ya da nefret etmeye çok yakın bir his içindeyimdir.”[62] Her yönde sonsuz bir özgürlük açlığı: Kafka’nın yaşamını olduğu kadar eserini de –özelikle 1912’de başlayan dönemi– kat eden ve bunların trajik tamamlanmamışlığına rağmen olağanüstü bir tutarlılık gösteren ipucu bundan daha iyi tarif edilemez.

Bu liberter ethos Kafka’nın bellibaşlı edebi metinlerinin merkezinde bulunan farklı durumlarda ifade edilir, ama öncelikle özgürlüksüzlüğün takınaklı ve kaygı verici yüzünün –otorite– temsil edildiği radikal biçimde eleştirel tarzla da ifade edilir. André Breton’un Kafka konusunda gayet iyi ifade ettiği gibi, “düşünen kimseye dışsal bir hükümran ilke getirilmesine karşı bu kadar iyi hiçbir eser mücadele etmemektedir.”[63]

Bununla birlikte, liberter ütopya hiçbir yerde onun roman ve hikâyelerinde olduğu kadar ortaya çıkmamıştır: Liberter ütopya negatif olarak mevcuttur; özgürlükten tamamen yoksun, her şeye kadir bir “aygıt”ın saçma ve keyfi mantığına tabi bir dünyanın eleştirisidir. Franz Baumer’in gözlemlediği gibi, “Kafka’nın kişilerini harekete geçiren özgürlük iradesi, düşüncesinin ve eserinin devrimci özelliğidir; daima mutlak bir özgürlük söz konusudur.”[64] Bir kez daha belirtelim, söz konusu olan şey herhangi bir politik doktrin değildir, bir ruh hali ve bir eleştirel duyarlılıktır –bunun da bellibaşlı silahı ironi ve mizahtır, André Breton’a göre “tinin yüksek bir isyanı” olan bu kara mizahtır.[65]

Böyle bir “eleştirel” yorum, elbette ki, en zamandışı hali içinde, “insanlık durumu” karşısındaki tevekkülü Kafka’nın romanlarının konusu yapan çok sayıda metafizik okumayla belirgin bir çelişki içindedir. Theodor Adorno, gayet çarpıcı bir ifadeyle, bu tür argümanlarla hesaplaşmak istemişti: “Onun eserinin üslubu aşırı solun üslubudur; onu ebedi insana indirgemek, ona konformist biçimde ihanet etmek olur.”[66] Bu polemik saptama bir yorumu hak eder. Adorno bir mesaj, doktrin ya da tezden değil, terimin müzikal anlamında bir üsluptan söz etmektedir. Adorno’nun Kafka’nın liberter sempatileri üzerine tanıklıkları biliyor olması az ihtimaldir. Demek ki, edebi metinlerin içkin bir okuması yoluyla bu sonuca varmıştır. Onun savından –Kafka’nın eserinin “aşırı sol” (Adorno’nun çok ender kullandığı bir terim) üslubu– birçok sonuç çıkarılabilir. Öncelikle bu, eserin sorunsalının metafizik değil tarihsel olduğu anlamına gelir: Modern (burjuva) toplum. Sonra, bu toplum ya da uygarlığın Kafka tarafından radikal biçimde eleştirilerek “cehennemi” olarak sunulduğu; son olarak da, bu radikal eleştirinin mevcut toplum düzenin ilgası ve bunun yerine özgür bir insanlığın konması (“kefaret”)[67] perspektifi içinde yer aldığı anlamına gelir.

Kısacası, Kafka’nın Praglı anarşist çevrelerle temaslarını bir yana bıraksak da, metinlerin dikkatli ve “duyarlı” bir okunmasıyla eserinin yıkıcı ve liberter boyutunu gayet iyi kavrayabiliriz. Biyografik belgeler, edebi yazıların “iç” analizinin ortaya koyduğu şeyi onaylamaktadır.[68]

Zorbalıklar,Baba Otokrasisinden Kişisiz Aygıtlara

Kafka bir “anarşist” değildi elbette, ama –romantik ve liberter kökenli– anti-otoritarizm onun bütün romanesk eserini, baba otoritesinden ve kişisel otoriteden idari ve anonim otoriteye götüren iktidarın büyüyen evrenselleşme ve soyutlama hareketi içinde kat eder. Elias Canetti’nin gayet iyi gözlemlediği gibi: “Bütün şairler arasında en büyük iktidar uzmanı Kafka’dır. O, iktidarı bütün veçheleriyle yaşamış ve şekillendirmiştir.”[69]

Peki söz konusu olan hangi iktidardır? Aydınlatıcı bir yorum getiren Adorno Kafka’nın edebiyat eserinin “büyük ölçüde, sınırsız bir iktidara tepkiden kaynaklandığını” belirtmektedir. Şunu ekler: “Bu kudurmuş babalık iktidarını Benjamin parazit olarak adlandırır: kendi ağırlığı altında ezdiği hayattan beslenir.”[70] İlk saptama gerçekten de Kafka’nın yazılarının çoğuna uygulanır: Despotik ve sınırsız bir iktidarın binlerce tezahürüne karşı hem eleştirel, hem ironik, hem de kaygı verici bir tepki. İkincisi esasen Hüküm, Dönüşüm ve kısmen de kahramanları “baba ve yaşlı kudurganlığının” kurbanı olan Amerika’yla ilgilidir. Kafka’nın bu iki hikâyeyi romanın ilk bölümüyle (“ateşçi”) birlikte Oğullar (Die Söhne) ortak adıyla yayımlamayı düşünmüş olmasında hiç tesadüf yoktur.

Bu saygın ihtiyarlardan ilki elbette ki baba Hermann Kafka’dır. Babama Mektup (1919) denen ve yazarın kişiliğini anlamak için temel anahtarlardan biri olan bu etkileyici belgede Franz, Hermann’ın “despotik karakter”inden şikayet eder ve onu defalarca “zorba”yla ve “otokrat”la karşılaştırır ve “seninle aramızda sürekli asılı duran ve yargıcının da sen olduğunu ileri sürdüğün korkunç mahkeme”den şikayet eder. Çocuk olarak kendi durumunu, “yalnız benim için uydurulmuş kanuna tabi köle”nin durumu olarak tanımlar; “bana sonsuzca uzak olan, içinde senin yaşadığın, yönetmekle, emirler vermekle ve uyulmadıkları için seni sinirlendirmekle meşgul olan” bir alanla karşı karşıya getirilir.[71] Babanın “otoriter karakteri” (herrische Temperament), “tahakkümünü en sert şekilde uygulayabilmek için” bütün imkânları –hakaretler, tehditler, yaralayıcı ironi– kullanmasında ve oğlundan, korku yoluyla, kendi iradesine mutlak itaat elde etmesinde ifade bulur. Bu tahakküm kelimenin tam anlamıyla sınırsızdır. Kafka, çarpıcı bir imge içinde, patriarkal bedeni ve iktidarı uzam içine yayar: “Yeryüzü haritasının serili olduğunu hayal ettiğim ve senin de bu haritanın bütün yüzeyi boyunca enlemesine yayıldığını gördüğüm olmuştur. Ve yalnızca senin kapsamadığın ya da senin erişemeyeceğin yerlerde yaşamanın bana uygun olduğu izlenimi edindim. Senin büyüklüğüne dair bendeki tasarım dikkate alındığında, bu yerler ne çok sayıdadır ne çok teskin edicidir…” Gerçekten de, Franz babanın imparatorluğundan mümkün olduğunca uzakta, edebiyat dünyasında bir sığınak bulmayı başarmıştı.[72]

Aynı sorunsal neredeyse takınaklı bir şekilde Günlük’te yinelenir. Burada Franz, 1911 tarihli bir notunda, Hermann’dan duyduğu “nefret”i dile getirmeye dek sözü vardırır. Hermann sürekli eleştirileriyle onu bunaltmakla kalmaz, dostları Max Brod –ona “deli” (meshuggener) muamelesi yapar– ve Isaac Löwy’ye –eve bit getiren bir köpekle kıyaslar– hakaretler eder… Baba otoritesiyle çatışma onun kimliğinin kalıcı bir boyutu olacaktır. 1921 tarihli bu geç not buna kanıttır ve yazarın ailevi “savaş alanı”nı çarpıcı bir özlülükle ifade etmektedir: “Kısa süre önce, küçük bir çocukken babam tarafından yenildiğimi ve sabit bir şekilde yenilmişken, tüm bu yıllar boyunca ihtiras nedeniyle savaş alanını terk edemediğimi hayal ettim.”[73]

Bu çatışma yalnızca psikolojik ve Oidipusçu değildir, daha geniş tarihsel bağlama dahildir: bir yandan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun politik kültürü –Musil’in gayet iyi tarif ettiği Kakania– Kaiser’den pater familias’a dek, burada başbakanları, valileri ve diğer kurum yöneticilerini kapsayacak şekilde, bir iktidarın tüm sahiplerini aynı paternalist otorite içinde birbirine bağlamaktadır; diğer yandan, on dokuzuncu yüzyıl sonunda doğmuş bütün bir genç Yahudi entelektüel kuşak, romantik dünya görüşünün cazibesi içinde ve sanata, kültüre ya da devrime adanmış bir yaşama yoğun özlem duyarak, tüccar, sanayici ya da bankacı olan, ılımlı liberal ve asimile Alman olan burjuva anne babalarının kuşağından köklü biçimde kopacaktır. Ama Franz’da çatışma Hermann’ın otoritarizmiyle ve oğlunun edebiyat faaliyetlerine olan düşmanlığıyla şiddetlenmiştir.[74] Oğul açısından, babanın “sınırsız iktidarı”, (Adorno’nun deyişiyle) “kudurmuş patriark”ın despotik otoritesi ile politik sistem olarak tiranlık arasında açık bir bağ vardır. Yine Babama Mektup’ta, bu ikisinin aynı mantıktan kaynaklandığını saptar: “Benim gözümde sen de hakkını düşünceden değil, kendi kişiliklerinden alan zorbaların muamma karakterini taşıyorsun.” Aile ticarethanesindeki çalışanların babası tarafından kaba, adaletsiz ve keyfi muameleye tabi tutuluşunu yorumlayarak şunu yazar: “Bu durum bana mağazayı katlanılmaz kılıyor, senin karşındaki konumumu bana fazlasıyla hatırlatıyor […]. Bu nedenle ben ister istemez personelin tarafını tutuyorum…”

Praglı liberter sosyalistlere duyduğu içsel ve kişisel eğiliminin, roman ve hikâyelerindeki anti-otoriter duyarlılığının kökleri bunlardır. “Personel tarafını tutma” konusundaki savı karşılıksız değildir. Elias Canetti’nin gayet iyi gözlemlediği gibi, “Kafka daha baştan beri aşağılananlardan yanadır, […] temellerini güce dayandırarak yükselen her şeyden tiksinir…”[75] Günlük’ün birçok bölümü emekçilere olan sempatisine tanıktır; özellikle ailesine ait olan amyant fabrikasındaki işçilerin durumunu tarif edişinde bu görülür. “Dayanılmaz bir pislik” ortamında çalışan, “aktarma kayışlarının ve makinelerin bitmek bilmez gürültüsünün” serseme çevirdiği, “en gülünç güce teslim edilmiş” emekçilere “insan” muamelesi yapılmaz: “onlara selam verilmez, onlara çarpıldığında özür dilenmez.”[76]

Birçok metin ve edebi eskiz “yukardakiler”in aşağılayıcı, kibirli ve kaba tavrını tarif eder. Örneğin, –Günlük’te bulunan– İlerleme sigorta şirketi müdürü Bauz üzerine anlatıda Bauz, büroda getir götür işlerine bakacak bir görev talep etmek üzere gelmiş mütevazı bir işsize şunu açıklar: “Burada yalvarıp yakarmak bir işe yaramaz. Ben lütuf dağıtmaya yetkili değilim. […] Defolun ve beni daha fazla meşgul etmeyin” –cümleye masaya vurulan bir yumruk eşlik ederken adam da büro dışına çıkartılır.[77] “Yeni Lambalar” adlı kısa metinde ise, idari görevliler, maden ocağı işçilerinden bir heyetin sunduğu yeni güvenlik lambalarıyla ilgili gayet meşru taleplerini küçümseyici bir ironiyle karşılarlar: “Ordaki, dipteki adamlarına şunu iyice söyle: Sizin galerinizi bir salona çevirene dek didinip duracağız, özellikle de cilalanmış ayakkabılar içinde sizler geberene kadar! Duygular…” Kesinlikle profesyonel ve yansız olduğu iddia edilen Sigorta Bürosu’ndaki işinde bile Kafka zaman zaman tercihlerini ortaya koyabiliyordu. Örneğin, sivil inşaat sanayisindeki çalışma kazaları üzerine raporunda, güvenlik önlemleri üzerine tartışmada “işçi sınıfının sesi (Arbeiterschaft) yok” diye üzülür ve bu boşluğu özellikle küçük işletmelerde “işçilerin yetersiz örgütü”ne bağlar. Bu saptama Bohemya Krallığı

yardımcısının kaleminden ziyade bir sendikacının kalemine daha yakışırdı…[78]

Babama Mektup’a tekrar dönelim, çünkü baba otoritesinin başka genç kurbanlarına –örneğin Otto Gross– Kafka’nın duyduğu empatiyi yine bu belgeden yola çıkarak anlarız. 1913 yılında babasının emriyle bir psikiyatri kliniğine kapatılan Freudcu anarşist Otto Gross, serbest bırakılmasını dışavurumcu yazarların yürüttüğü basın kampanyasına borçludur. Nietzsche, Freud ve Max Stirner’den esinlenerek, yazılarında, ailede olduğu kadar toplumda da güç istencine, patriarkal iktidara ve otorite ilkesine saldırır. Kafka hukuk fakültesinde, Otto’nun babası olan ve Sorgu Yargıçları, Polis ve Jandarma Görevlileri İçin El Kitabı’nın yazarı ve “tembeller, ebedi hoşnutsuzlar ve bozguncular…” gibi “dejenere” kişilerin sürgün edilmesinin ateşli yandaşı olan Hans Gross’un öğrencisiydi. Kafka Temmuz 1917’de bir tren yolculuğu sırasında oğul Gross’la tanışır. Kısa süre sonra, Prag’daki bir randevu sırasında Otto Gross, Werfel ve Kafka’ya Güç İstencine Karşı Mücadele Sayfaları (Blätter zur Bekämpfung des Machtwillens) başlıklı bir dergi çıkarmayı önerir. Aynı yılın kasım ayında Brod’a yazdığı bir mektupta Kafka bu projeye büyük ilgi gösterir.[79] Her koşulda Otto Gross, onun gözünde, baba zorbalığına karşı isyan ile her türlü kurumsal otoriteye (anarşist) direniş arasındaki çakışmayı kişiliğinde simgelemektedir.

1917 yılında Kafka’yı tanımış olan İsviçreli yazar Max Pulver, muhatabının karakteri ve kişiliğinde bu iki yanın sıkı sıkıya birleştiğini ortaya koyan etkileyici bir tanıklık getirir: “Kafka bu dünyaya karşı açtığı davaya yalnızca babasını katmakla kalmamış, tüm diğer babaları ve bütün otorite figürlerini de katmıştır […]. Onun itaatsizliğinden, gizlilikten aldığı zevkten, her türlü otorite biçimini küçümsemesinden tuhaf bir prestij doğuyordu: Büyük bir baştan çıkarma gücüne her zaman sahip olmuş uzlaşmazlığın prestiji.”[80] İtaatsizlik, uzlaşmazlık, baba otoritesinin ve bütün otorite biçimlerinin reddi: Kafka’nın yazılarının önemli bir bölümünü kaleme aldığı ruh hali’nin bütün kesinliği ve gücüyle burada belirtildiği görülür.

“Hüküm”ü (1912) ele alalım. Kafka’nın edebi üretiminde bir dönemeç ve belli başlı eserlerinin kaleme alınmasında bir çıkış noktası oluşturan bu kısa anlatıda Kafka yalnızca baba otoritesini ortaya koyar. Genç bir tacir olan Georg Bendemann yaşlı babasını ziyaret eder ve baba da, uydurma gerekçelerle –oğlunun Rusya’ya gitmiş bir dost karşısında sözde dikkatsizliği– onu boğularak ölüme mahkûm eder. Bu son derece acımasız hikâye, kahramanın bütünüyle ve hiç direnmeden otoriter hükme boyun eğdiği (kendini nehre atar) ender yazılardan biridir.[81] Bu hikâyenin gerilimi şöyle özetlenebilir: Baba zorbalığından kaçamayız, ama onun emirlerine körcesine itaat etmek bir intihar biçimidir…

Bu öykünün baskın yorumu, oğlun suçlu olduğunu ileri sürer –çünkü bencildir, çünkü kendini doğuran kişiyi ihmal etme eğilimi içindedir, vs. Böyle bir okumanın mantığı –Dava üzerine ikincil literatürde de buna rastlanır– amansızdır: Madem ki baba onu suçluyor ve madem ki oğul hükmü kabul ediyor ve infazı yerine getiriyor, o halde herhangi bir şeyden dolayı suçlu olmalıdır… Oysa bu, “öfkeli patriark”ın kaba ve tamamen keyfi adaletsizliği şeklindeki okuma işin özünü kaçırmaktır.[82]

Bu metni yorumlayan Walter Benjamin şu gözlemde bulunur: Baba, “oğlunu suda boğularak ölmeye mahkûm eder. Baba, cezalandırandır. Suçluluk duygusu, adalet memurları gibi onu cezbeder. Kafka için memur dünyasının babalar dünyasıyla bir olması çok önemlidir.”[83] Milan Kundera da benzer bir varsayım ileri sürer. “Hüküm” ile Dava’yı karşılaştırırken şunu saptar: “İki suçlama, suçluluk duygusu ve infaz arasındaki benzerlik, ailevi mahrem ‘totalitarizm’i Kafka’nın büyük vizyonlarındaki totalitarizme bağlayan sürekliliği ortaya koyar.”[84] Bu süreklilik büyük romanların atmosferini anlamak için temel önemdedir, ama bu büyük romanların “Hüküm” karşısında yeni bir öğe içerdiklerine hiç kuşku yoktur: İktidarın giderek anonimleşen, hiyerarşikleşen, geçirimsiz ve uzak niteliği. Yargılayan, cezalandıran ve öldüren artık baba değil, idari bir aygıttır.

Ne bu hikâyede ne de ardından gelen yazılarda Kafka’nın herhangi bir “mesaj” iletmek istemediğini yine de belirtmek gerekir. Esininin götürdüğü yere göre, önceden belirlenmiş “hedefi” olmadan yazıyordu ve eser tamamlandığında ona herhangi bir “açıklama” getirmeyi başaramıyordu. Haziran 1913’te Felice’ye yazdığı bir mektup bu konuda gayet açıktır: “Sen ‘Hüküm’de herhangi bir anlam buluyor musun, demek istediğim düz, tutarlı, takip edilmesi kolay bir anlam, yön? Ben bulamıyorum, üstelik açıklayabilecek bir şey de göremiyorum.”[85] Kuşkusuz ki bu savda başkalarına ve kendine dönük çok sayıda ironi vardır, ama bu durum yalnızca bu hikâye için değil, muhtemelen yazarın eserinin bütünü için de geçerlidir. Bu durum, açıklama çabalarının meşruluğunu zedelemez, ama bu çabalar yazarın a priori herhangi bir niyetini içermemektedir.

Dönüşüm (1912) de babanın ölümcül iktidarı üzerine bir anlatıdır. İsteği dışında dev bir böceğe (Ungeziefer) dönüşen Gregor Samsa, “babanın elinde sallanan sopayı her an sırtına ya da başına yiyip ölme” tehdidi altındadır. Patriarkın öfkesinden, babanın üzerine yürüyen ve Gregor’un hayatını bağışlaması için ona yalvaran anne sayesinde kurtulur. Yaralı, örselenmiş, lanetli ve herkesin terk ettiği Gregor ölüme bırakılır ve “cenaze töreni”ni yerine getirmek üzere, elindeki süpürgesiyle hizmetçi görevlendirilir: “Yandaki zımbırtıdan (Zeug) nasıl kurtulacağınızı düşünmeyi dert etmeyin. Çoktan halloldu!” “Aile içi totalitarizm” üzerine bu ünlü ve korkutucu masalı anlamak için, Kafka’nın Babama Mektup’unda, babanın onu “bir parazit” ve “bir böcek” (Ungeziefer) olarak kabul etmesinden şikayet ettiğini hatırlamak gereksiz olmaz.[86] Elbette bu boyut –kuşkusuz ki önemlidir–, esrarengiz kalan ve bütün şiirsel eserler gibi sonuçta “açıklanamaz” olan hikayenin “anlam”ını asla ortadan kaldırmaz. Gerçekten de, “olağanüstünün mantığı” deyimi ilk kez 1916 yılında Oskar Walzel tarafından bununla ilgili olarak kullanılmıştır.

1913-1914 tarihli Amerika –ya da Der Verschollene (Kayıp)–, otorite biçimleri açısından, bir geçiş eseridir. Egemen şahsiyetler pederşahi figürlerdir (Karl Rossmann’ın babası ve Jakob Amca), ama aynı zamanda deklase’ler (Delamarche) ve üst düzey idarecilerdir (şef metrdotel, Batılı Oteli’nin kapıcısı). Hepsi de son derece otoriterdir ve bunların karakteristik özellikleri sonraki yıllarda yazacağı roman ve hikayelerde tekrar karşımıza çıkacaktır: (ahlaki, rasyonel, insani) hiçbir doğrulaması olmayan keyfi tavırlar; kurban kahramandan talep edilen ölçüsüz ve saçma istekler; adaletsizlik (suçluluk duygusu –haksız yere– doğal, kendiliğinden, tartışmasız kabul görür); (varolmayan ya da gayet sıradan) “kusur”la tamamen orantısız cezalandırma.

Direnmeden her şeye boyun eğen kişi sonunda “bir köpek” olur: insan sürekli köpek muamelesi görürse, der İrlandalı deklase Robinson, “sonunda gerçekten köpek olduğunu düşünmeye başlar.”Genç Karl Rossmann yine de bunun “her koşulda “böyle davranılmasına izin veren” için geçerli olduğunu

Sigorta Bürosu sekreter

düşünür; o yalnızca pederşahi kişilerin –baba ve amca– hükmüne boyun eğer ve başkalarına, fiziksel olarak da dahil olmak üzere, direnmeye çabalar. En iğrençleri, hiç tartışmasız, otorite ilkesinin cisimleşmesi olan Hotel Occidental’ın idari hiyerarşisindeki şeflerdir. Aşçıbaşının uzlaştırıcı tutumlarını reddeden personel şefi haykırır: “Otoritem söz konusu, o kadar basit bir olay değil, böyle biri bütün asansörcü oğlanları baştan çıkarır.”[87] “Hizmetçilerin devasa hiyerarşik merdiveni”nin en alt basamağında yer alan Küçük Karl’ı ezen bürokratik otoritelerinde kişisel bir tiranlık boyutu vardır; bürokrasinin soğukluğunu, özellikle genç Rossmann’a kaba davranmaktan zevk alan baş kapıcıda görülen sadizmin sınırındaki acımasız bireysel despotizmle birleştirir.

Bu cezalandırıcı otoriterliğin sembolü kitabın daha ilk sayfasında ortaya çıkar: İronik bir dönüşüm içinde Kafka New York limanının girişindeki Özgürlük Heykeli’ni, geleneksel meşale yerine bir kılıç sallarken gösterir…[88] Adaletin ve özgürlüğün olmadığı bir dünyada, çıplak güç ve keyfi iktidar paylaşımsız hüküm sürer. Kahramanın sempatisi bu toplumun acı çeken kurbanlarına yöneliktir. Örneğin birinci bölümdeki ateşçi, “büyükler arasında yolunu şaşırmış bir zavallı”, ya da açlığın ve sefaletin intihara yönelttiği Thérèse’in annesi bunlardandır. Yoksullar arasından dostlar ve müttefikler bulur: Thérèse, emekçi öğrenci, onu polise teslim etmeyi reddeden halk mahallesinin sakinleri –çünkü, diye yazar Kafka, “işçiler otoritelerin yanında değildir.”[89]

Amerika’daki bazı bürokratların kişisel pederşahi otoriteyle hâlâ hangi noktada akrabalık taşıdıklarını gösteren bir işaret: Oteldeki bürolardan birinde kapıcıların yerlere eşyalar attıkları, bunların daha sonra bitkin düşmüş ayak işlerine bakan kişiler tarafından toplanıp yerleştirildiğini görürüz. Kafka Babama Mektup’ta babasının yanında çalışanlara karşı tavrını anlatır: “Birbirlerine karıştıklarını görmek istemediğin malları tezgâhtan aşağıya sertçe atıyordun… yamak da onları toplamak zorunda kalıyordu.”[90]

Amerika (Der Verschollene), kuşkusuz ki, kapitalist sanayi toplumuna yönelik Marksist eleştiriyle Kafka’nın en fazla yakınlık taşıyan romanıdır. Çalışanları acımasızca sömüren özel işletmeler olan Batı Oteli ile amca olayının tasvirinde bu durum özellikle belirgindir. Komünist edebiyat dergisi Kmen bu konuda yanılmamıştır; 1920 yılında birinci bölümün (“ateşçi”) Milena Jesenska’nın yaptığı Çekçe bir tercümesini yayımlar. Kafka Marx’ı okumamıştı, ama Marksizm’den –şu ya da bu derecede– esinlenen sosyalist çalışmalardan haberdardı. Bu yıllar boyunca sürdürdüğü okumaları arasında Holitscher’inki gibi eserler, hatta emekçilerin sömürülmesi ve yabancılaşmasıyla ilgili Marksist eleştiri öğeleri içeren Lily Braun’un otobiyografisi bulunur. Kafka’nın abone olduğu yayın olan Neue Rundschau’da 1909-1913 yıllarında Eduard Bernstein ya da Kurt Eisner gibi yazarların yayımladığı yazılarda da aynı öğelere rastlanır.[91]

Bununla birlikte, bence bu kitapta Amerikan toplumuna ve özellikle modern teknik aygıtların insanlar üzerinde iktidarına dair getirilen eleştiri, Siyonist kültür çevresi Bar Kochba’daki dostlarının, özellikle de 1913 yılında yayımlanan ve Vom Judentum adlı derlemelerinde (bir nüshası da Kafka’nın kütüphanesinde bulunmuştur) ifade ettikleri gibi, özellikle modern burjuva Zivilisation’una karşı romantik protestodan esinlenmiştir.[92] Romandaki mekanik çalışmayla ilgi kaygı verici tanımlar da buna kanıttır. Dev bir ticari işletmenin mülk sahibi olan Amca’nın yanında çalışanlar bütün günlerini telefon kabinlerine kapanarak, her şeye ilgisiz, başları çelikten bir dairenin içinde geçirirler; yalnızca parmakları, “insanlıkdışı bir şekilde tekbiçimli (gleichmässig) ve hızlı” mekanik bir hareket içinde kımıldar. Aynı şekilde, Batı Oteli’nin asansör yamaklarının işi de bitkinlik verici, tüketici ve monotondur (einforming); vakitlerini düğmeye basmakla geçirirler ve makinenin nasıl işlediğini hiç bilmezler. Bürolarda ve sokaklarda gürültü korkunçtur, insanı serseme çeviren ziller, araba klaksonları, “insanlar tarafından yaratılıyormuş gibi değil, sanki meçhul bir öğeye benzeyen”[93] burgaçlanan bir uğultu.

Örnekler çoğaltılabilir: Kitabın tüm atmosferi, amansız bir dünyaya ve elinden kaçan bir teknik uygarlığa teslim olmuş insan varlığının kaygı ve sıkıntısını ortaya koymaktadır. Wilhelm Emrich’in keskinlikle gözlemlediği gibi bu eser, “modern edebiyatın bildiği en berrak modern sanayi toplumu eleştirilerinden biridir. Bu toplumun gizli ekonomik ve psikolojik mekanizması ile şeytani sonuçlarını tavizsizce ortaya serer.” Aynılığın monoton ve değirmi geri dönüşünün, saatin tamamen niceliksel zamansallığının egemenliğindeki bir dünyadır sözü edilen.[94] Romandaki Amerika Kultur’süz bir Zivilisation olarak da görülmektedir: tin ve sanat hiç rol oynamaz gözükür ve anılan tek kitap, ticari bir yazışma eseridir…[95] Romanın bellibaşlı kaynaklarından birinin Yahudi sosyalisti Arthur Holitscher’in 1912’de yayımlanan Amerika heute und morgen adlı kitabı olduğu bilinmektedir. Bu kitapta, modern Amerikan toplumunun temsil ettiği “cehennem”in ayrıntılı bir tasviri ile Taylorculuğun iğneleyici bir eleştirisi mevcuttur: “Kitlesel üretimin sonucu olan çalışmanın uzmanlaşması, emekçiyi makinenin ölü bir parçasına, şaşmaz bir otomatizmle işleyen bir çark ya da levyeye giderek daha fazla indirger.”[96]

Bununla birlikte, Amerikan uygarlığının otoriter görünümü, Holitscher’in kitabında olduğundan çok Amerika’da görülür. Toplumsal ilişkilerde tahakkümün her yerde varlığını ortaya çıkaran Kafka’dır. Bu farklılık özellikle Holitscher’in “Athenäum Oteli, Chautauqua” başlıklı bölümü okunduğunda gayet net ortaya çıkar. Burada, lise öğrenciliğinin yanısıra büyük bir modern otelde çalışan genç bir asansörcü çocuk vardır –tıpkı Batı Oteli’ndeki Karl Rossmann gibi. Ama bu, Kafka’nın kahramanı gibi acımasız bir bürokratik hiyerarşi tarafından ezilmek bir yana, Latince dilbilgisi üzerine zengin bir müşteriyle söyleşir. Ve Holitscher bundan, toplumsal sınıflar arasındaki farklılığın Amerika’da Avrupa’da olduğundan daha düşük olduğu sonucunu çıkartır…[97]

Kafka’nın modern teknoloji karşısındaki güvensizliği, kuşkusuz ki, Arbeiter-Anfall-Versicherungs-Anstalt für das Königreich Böhmen memuru olarak kendi deneyiminden kaynaklanır: Mesleki raporlarının diyagram ve açıklamalarında ayrıntılı olarak belgelenen iş kazalarının artan sayısında, teknik ilerlemenin muzaffer çağının karanlık arka yüzünü görüyordu.[98] Max Brod’un gayet iyi anladığı gibi, Kafka’nın “mesleki” deneyimi onu bir kez daha (Babama Mektup’taki bir ifadesini tekrar ele alırsak) “emekçilerin tarafı”nı, yani kaza kurbanlarını savunmaya yöneltir: “Güvenlik aygıtlarındaki kusurların sonucunda işçilerin içine sürüklendiği sakatlıkları gördükçe toplumsal dayanışma duygularının şiddetle sarsıldığını hissediyordu.” Bu tavrı açıklamak için, liberterlerin doğrudan eylem yöntemlerinden esinleniyor gözüken Kafka’nın bir yorumunu aktarır: “Bu insanlar nasıl da mütevazı… Bizden ricaya geliyorlar. Eve saldırıp her şeye yağmalamak yerine ricaya geliyorlar.”[99]

Kafka’nın bu dönemdeki yazışmaları dünyanın mekanikleşmesi karşısında hissettiği kaygılarını da belirtir: Felice’ye yazdığı Ocak 1913 tarihli bir mektupta diktafondan söz eder ve bunu örnek bir makine

olarak gösterir: “Çalışanlar üzerinde bir insan varlığının yapabileceğinden daha güçlü ve daha acımasız (grausamen) bir zorlama [uygular] […]. Diktafon karşısında memur küçük düşer, bir makinenin horultusunun hizmetine beynini veren fabrika işçisi durumuna indirgenir.”[100] Birkaç yıl sonra, Janouch’la bir söyleşi sırasında, Taylorizm karşısındaki düşmanlığını, kutsal kitaptan tınılar taşıyan bir dilde açıkça ifade eder: “Bu kadar büyük bir suç sonunda kötülüğün kölesi olmaya varır. Doğaldır bu. Yaratılışın en yüce yanı ve el yordamıyla bile olsa, sınırlandırması en imkânsız olanı, yani zaman, iğrenç ticari çıkarlar ağının esiri bulur kendini. Bu durum, yalnızca yaratılışı değil, özellikle bu yaratılışın yapıcı öğesi olan insanı da kirletir ve küçük düşürür. Bu şekilde Taylorlaştırılmış bir yaşam canavarca bir lanettir, umulan servet ve kâr yerine, açlık ve sefaletten başka bir şey yaratamaz.”[101]

Kapitalist sanayinin “ilerleme”si karşısındaki bu ahlaki ve dinsel düşmanlık, mekanikleşmiş bir insan yaşamı kâbusu karşısında tipik anlamda romantik bu kaygı, Kafka’yı Orta Avrupa Yahudilerinin Yiddiş kültürüne (ve diline) doğru çeken, Filistin’deki kırsal yaşam projelerine ve (daha muğlak bir şekilde) Praglı dostlarının romantik ve kültürel Siyonizmine doğru çeken geleneksel cemaate, organik Gemeinschaft’a duyulan özleme eşlik eder. Doğayla uyum ve barış içinde yaşayan Çek köylü topluluğu da Kafka’nın hayranlığını çekmektedir: “Köylülerin yarattığı genel izlenim: Onlar tarıma sığınmış soylulardır, çalışmalarını öyle bilgelik ve alçakgönüllülükle düzenlemişlerdir ki, olaylar bütününe hiç çatlaksız dahil olurlar ve ölümlerinin çok kutlu vakti gelene dek her türlü yalpaya ve deniz tutmasına karşı korunurlar. Toprağın gerçek yurttaşları.”[102] Bu sevgi dolu ve huzurlu tabloyu, Amerika’nın birinci bölümünde New York limanının hastalıklı coşkusunun tasviriyle karşılaştırmak çarpıcıdır: “Bitmek bilmeyen bir hareket, bir burgaçtı bu; çalkantılı denizden yoksullara ve onların işlerine aktarılıyordu.”[103]

Amerika’dan kısa süre sonra Kafka “Ceza Sömürgesinde” adlı hikâyeyi kaleme alır. Bütün hikâyeleri arasında, otoritenin en ölümcül ve en adaletsiz yüzüyle kendini gösterdiği hikâye budur. Aynı zamanda, sözün kasvetli ve zaptedilmiş şiddeti bakımından en etkileyici eserlerinden biridir. Adorno’ya göre, Kafka ile gerçeküstücülüğün uyuştuğu temel nokta olan metin ile okur arasındaki tefekkür ilişkisinin bozulmasına en fazla yol açan hikâyedir: “Anlatı okurun üzerine, tıpkı üç boyutlu filmlerdeki yeni teknikte seyircilerin üzerine hücum eden lokomotifler gibi üşüşür.”[104]

Bu temel metnin en iyi yorumlarından biri, hikâyenin birinci basımı sırasında, 13 Haziran 1920’de Weltbühne’de yayımlanan Kurt Tucholszky’nin tanıtım yazısıdır. Bu başyapıtın bir düş biçiminde kendini gösterdiğini, ama hiçbir fluluk olmadığını yazar: Bu, “acımasızca sert, vahşice nesnel ve billur berraklığında” bir düştür ve ana teması, iktidara köleliktir. “Ve bu iktidarın burada hiçbir sınırı yoktur (Und diese Macht hat hier keine Schranken).”[105]

“Ceza Sömürgesinde” adlı hikâyedeki eski komutan ile yeni komutanda geleneksel ve kişisel (patriarkal kökenli) iktidar figürlerine rastlanır. Ama bu kişilerin oynadığı rol nispeten sınırlıdır ve otoritenin ifadesi ölüm makinesinin kişisiz mekanizmasına doğru yer değiştirmiştir. Yazarın “tamamen kafadan uydurarak” yarattığı, baştan sona hayal mahsulü bu aygıtın tuhaf işleyişi, edebi yaratı olarak bu yazının büyüleyiciliğine büyük ölçüde katkıda bulunur.

Bu karanlık hikâyeyi 1945’ten sonra Nazizmin “ölüm endüstrileri”ni, milyonlarca Yahudi ve Çingenenin yetkin tekniklerle imhasını akla getirmeden okumak pek kolay olmaz. Adorno’dan George Steiner’e dek birçok düşünür, Shoah deneyiminin ışığında baktıklarında, bunun Kafka’nın en kâhince yazısı olduğunu ileri sürdüler. Daha yakın dönemde, Enzo Traverso, “‘Ceza Sömürgesinde’, insan kıyımının insanların müdahalesinden giderek bağımsızlaşan teknik bir operasyon halini aldığı yirminci yüzyılın anonim katliamlarının habercisi” diyordu. “[…] Kurbanın derisine ölüm hükmünü hak eden, Kafka’nın hayali mahsulü ‘Tapınan’, Auschwitz’deki Häftlinge’lerin dövmelenmesine etkileyici biçimde gönderme yapmaktadır. Bu, Primo Levi’ye göre, ‘tene yazılı mahkûmiyeti’ hissettiren silinmez numaradır.”[106] Bu hikâyede kâhince bir şeyler olduğundan kuşku yoktur. Bununla birlikte, bu şaşırtıcı metni anlamak için, o dönemde esin kaynağı olmuş modelleri ve güdülenimleri sorgulamak gerekir. Bence burada sıkı sıkıya birbirine bağlı üç tahakküm biçimi vardır: birincisi sömürgeci, ikincisi askeri ve üçüncüsü de (daha dolaylı biçimde) bürokratiktir.

Kafka öncelikle döneminin çok belirgin bir gerçekliğine gönderme yapar: sömürgecilik ve özellikle de Fransız sömürgeciliği… “Sömürge”nin subay ve komutanları Fransızdır; sıradan askerler, liman işçileri, ölüme mahkûm edilmiş kurbanlar, tek kelime Fransızca anlamayan “yerliler”dir. Bu “tropikal” yerin adı belirtilmemiştir. Yüzbaşı Dreyfus’un mahkûmiyetinden sonra gönderildiği Şeytan Adası olduğu hayal edilebilir ama orada yerli nüfus yoktu.[107] Ya da Yeni Kaledonya’dır. Melanezyalıların yaşadığı bu “ceza sömürgesi”ne Komüncü mahkûmlar sürülmüştü, ama Kafka –ister politik olsun, ister olmasın– sürgün mahkûmlardan söz etmemektedir.[108] Aslında, hikâyedeki ada bir “ceza” sömürgesinden çok “sıradan” bir adayı akla getirmektedir. Tek bir sürgün mahkûma bile rastlamazken “ceza sömürgesi” adı niçin kullanılmıştır? Almanca Strafkolonie terimi cezalandırma’ya (Strafe) vurgu yaparak olası bir cevap içermektedir: toplumsal ve politik yaşamı ceza aygıtının etrafında şekillenen bir sömürgedir bu. Ne olursa olsun, kişiler her sömürge rejiminde rastlanan kişilerdir: Beyaz seçkinler ve yerli kitle. Bu sömürge arka-planı, Amerika’da ve daha sonra Şato ve Dava’da olandan çok daha doğrudan ve sert olan olağanüstü şiddeti açıklamaktadır. Oysa, sömürge iktidarına böyle eleştirel bir bakış, dönemin literatüründe hiç yok değilse de enderdir.[109]

Hikâyede sömürgeciliğe dair üç farklı ifade yer alır. Öncelikle, eski komutandan ve subayda cisimleşen aşırı sertlik. Onların söyleminde kuşkusuz dinsel bir üslup vardır, ama bu bir din parodisidir ve uğursuz bir baskının aşkın doğrulanması olarak hizmet eder.[110] Ardından, daha “insancıl” olan, yeni komutanın tavrı görülür. O, işkence aygıtını ortadan kaldırmayı düşünür ama bu arada onun işlemesine izin verir, hem de öncekinden daha da keyfi biçimde. Tahakkümün bu daha “yumuşak” biçimi, insancıl ritüelini, komutanın eşi ve sömürge seçkinlerinin diğer hanımları tarafından ölüm mahkûmlarına, infazlarından kısa süre önce şekerleme dağıtılmasında bulur… Nihayet, en aydınlık olanı, yolcunun tavrıdır. O, sömürgenin barbarca infaz yöntemleri karşısında isyan eden ama mahkûm edilen yerlinin öldürülmesini engellemek için hiçbir şey yapmayan ve sonuçta uzun bir tereddüdün ardından ve “kesinlikle özel” biçimde bu işkence sistemine tavır alan bir Avrupalıdır. Bu ölçülü karşı çıkışın yine de önemli sonuçları olduğu doğrudur, çünkü cesaretini yitiren subay mahkûmun yerine geçer ve kendini infaz ettirir. Yolcuya gelince, o da sonunda sömürgeden ayrılan (kuşkusuz Avrupa’ya doğru) ilk gemiye binerek kaçmakta bulur selameti. Ama bunu yaparken iki yerlinin de –asker ile mahkûm– gemiye binmesini zor kullanarak engeller.[111]

Sömürge halkları, özerk özneler olmaktan çok tahakkümün kurbanları olarak görülürler. Bu da zaten sömürgelerde az sayıda isyan olan bir dönemin gerçekliğine denk düşer. Şunu belirtmek daha da ilginçtir ki, “bir köpek gibi” boyun eğmeden önce, mahkûm edilmiş asker meşru bir isyan hareketiyle, kendisine vuran subayın ellerinden kırbacı kapmıştı. Böylece, bir tür sosyal rövanş olarak onları sevindirmiş olan subayın ölümünden sonra, asker ve mahkûm arasında belli bir suç ortaklığı oluşur ve birlikte sömürgeden kaçmaya çalışırlar.

Sömürgecilikten başka, hikâye aynı zamanda ve aynı ölçüde eleştirel tarzda, askeri kurumu da sorgulamaktadır. Kafka, gerçekten de, hakarete uğramış askeri otoritenin canavarca intikamını anlatır. Zavallı asker, “disiplinsizlik ve üst rütbeli birine hakaret edici davranış” nedeniyle ölüme mahkûm edilir. Onun “suç”u nedir? Abartılı ve gülünç bir görevi yerine getirmeyi başaramayan ve yüzbaşının kırbacı yüzünde şaklayan asker, bir protesto çığlığıyla otoriteye isyan etmeye cüret etmişti. “Hatanın işlendiğinden asla kuşku duyulmaz” diyen subayların hukuksal doktrini uyarınca kendini savunma imkânı hiç bulamayan bu adam, vücuduna yavaş yavaş (delici iğnelerle), “Üstüne saygı göster!”[112] yazan bir işkence makinesi tarafından infaz edilmeye mahkûm edilmiştir.

Yazarın askeri otoritarizm karşısındaki düşmanlığı ve bunun ona esinlediği kaygı bu hikâyede çarpıcı bir ifade bulur. Kafka, bildiğimiz gibi, 1909-1912 yıllarında Praglı anarşist ve anti-militarist çevrelere yakındı. Onların fikirleriyle yakınlığına, 1911 yılında İsviçre’ye yaptığı bir yolculuk vesilesiyle yazdığı Günlük’teki bir bölüm kanıttır: “Yabancı bir ordunun verdiği tarihsel etki. Sizin kendi ordunuz söz konusu olduğunda bu izlenimi edinemezsiniz. Anti-militarizm için argüman.”[113] Akıl yürütme biraz tuhaftır, ama sonuç gayet açıktır: Kafka yolculuk izlenimlerinden anti-militarist mücadeleden yana argümanlar çıkarmaktadır.[114]

Bu aynı anti-militarist duygular Kafka’nın kimi edebi fragmanlarında da görülür. Örneğin şu kısa anlatıda: “İki asker gelip beni yakaladı. Kendimi savundum ama beni sıkı sıkıya tutuyorlardı. Beni efendilerinin önüne götürdüler, bir subay. Üniforması nasıl da alacalı bulacalıydı! ‘Benden ne istiyorsunuz? Ben bir sivilim’ dedim. Subay güldü ve ‘Sen bir sivilsin ama bu seni yakalamamıza engel değil. Ordu her şeyi kendi elinde tutar (Das Militär hat Gewalt über alles).’”[115] Bu birkaç satırda, bir yandan, kendi özgürlüğünü savunmaya boş yere çabalayan anlatıcının boyun eğmez tavrı (“Ben”); subayın renkli üniformasına ironik bakışı; askerlerin kendi kişiliği üzerindeki otoritesini ve sivilin “siz” diye konuşmasına subayın “sen” diye küçümseyici tarzda cevap verdiğinde onlarla kendisi arasındaki eşitsiz ilişkiyi kabul etmeyişi yoğunlaşmıştır; diğer yandan, asker açısından, ordunun –totaliter demesek de– total idare özleminin, tehditlerle dolu olarak, asker tarafından onaylanması. Askeri “şey” karşısındaki kuşkunun bundan daha özlü, canlı ve yoğun bir ifadesi güçlükle verilebilir.

“Ceza Sömürgesinde”ye geri dönelim: Bu kaygı verici hikâyenin merkezindeki kişisi ne –hem yargıç, hem cellat hem de teknisyen olan– subaydır, ne olayları eleştirel bir gözle gözlemleyen yolcudur, ne mahkûmdur, hatta ne de –genellikle sanıldığı gibi– komutandır. Bu, makinedir, aygıttır.

Bütün anlatı bu ölümcül alet etrafında, onun kökeni, deyim yerindeyse otomatikleştirilmiş işleyişi –“elle çalıştırmak” gerekmez, çünkü “alet bütünüyle tek başına işlemektedir”–, anlamı etrafında döner. Dramın başoyuncuları rollerini bu merkezi eksen etrafında oynarlar. “Her hareketi kesinlikle hesaplanmış” olan aygıt, subayın açıklamaları sırasında, giderek daha fazla, başlı başına bir amaç olarak kendini gösterir. Aygıt insanı infaz etmek için burada değildir, daha ziyade insan aygıt için buradadır, estetik başyapıtını, “çok, çok büyük sayıda süsleme”yle[116] resimlenmiş kanlı yazıtını yazabileceği bir vücut sağlamak için buradadır. Burada modern makinelerin uğursuz iktidarının Amerika’da çizilen romantik esinli eleştirisi –son derece kuvvetli bir şekilde– yeniden karşımıza çıkar. Subayın kendisi makinenin bir kölesinden başka bir şey değildir ve sonunda bu doymak bilmez Moloch’a kendini feda eder. Böylece otorite en yabancılaşmış, en şeyleşmiş figürü içinde, “nesnel” mekanizma olarak ortaya çıkar. İnsanların ürettiği fetiş olan bu şey onları köleleştirir, onlara egemen olur ve onları imha eder.

Kafka, insan yaşamlarını kurban eden hangi özgül “makine”yi düşünmekteydi? “Ceza Sömürgesinde” Ekim 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından üç ay sonra yazılmıştı… Dünya savaşı Kafka için insanlıkdışı ve öldürücü bir makineleşme, herkesin denetiminden kaçan bir tür kör ve şeyleşmiş çark düzeni olmalıdır.[117] Ama savaşın “aygıt” olarak imgesinde, daha dolaysız, ikinci bir anlam da vardır: öldürme makineleri arasında büyük bir çatışma söz konusudur. 1916 yılında kaleme alınan bir metinde –savaş kurbanı olan sinir hastalarına yönelik bir hastanenin yapımı için halka yönelik bir çağrı– Kafka gayet net bir şekilde belirtir: “İnsanlığın tüm sefaletini kendi içinde yoğunlaştırmış olan dünya savaşı, aynı zamanda, önceki bütün savaşlardan daha fazla, bir sinir savaşıdır… Barışla geçmiş son on yıllarda olduğu gibi, makinelerin yoğun kullanımı, bunlarla uğraşanların sinirlerini tehlikeye atmakta, rahatsız etmekte ve hasta kılmaktaydı; savaş eylemlerinde makinelerin son derece artan rolü günümüzde savaşçıların sinirleri için en ciddi tehlike ve ıstıraplara yol açmaktadır.”[118]

Kafka eski komutanı, subayı ve aygıtı bir araya getirerek, Birinci Dünya Savaşı’nın temel özelliğini etkileyici bir bilinç berraklığıyla kavramıştır: En arkaik, gerici, geçmişe özlem duyan, patriarkal, sözde-dinsel ve kaba otoritarizm ile en rafine, en modern, en doğru, en “hesaplı”, en “rasyonel” teknoloji arasındaki çözülmez bağ, sıkı kaynaşma. Bu durumun bütünü somut ve belirgin bir hedefin hizmetindedir: insanları öldürme. Ve yazarın burada kavradığı şey, modern Batı uygarlığının ve araçsal rasyonalitesinin olası gelişmelerinden biri değil midir? Yirminci yüzyıl boyunca devasa barbarlık potansiyelini gösterecek olan bir gelişmedir bu.

Hikâyedeki aygıtın mevcut haliyle modern bürokratik devleti belirttiği –hem de yalnızca sömürgeci ya da askeri tezahürleri içinde değil– kabul edilebilir. Kuşkusuz ki, mevcut haliyle bürokrasi yok edici bir makine değildir, ama Kafka, Janouch’la söyleşilerinde, bürokratı bir cellatla karşılaştırmakta tereddüt etmez: “Cellat, günümüzde, soylu bir memur değildir; kamu işlevinin pragmatik ruhu ona iyi bir maaş sağlar. Sonuç olarak, her namuslu memurun içinde niçin bir cellat uyuyor olmasın? […] Onlar [memurlar] canlı ve dönüşebilen varlıkları ele alıp onları ölü ve en ufak dönüşüme müsait olmayan arşiv sicil kayıtları haline getirirler.”[119]

İnsanlıkdışı ve mekanik bir sistem olarak devletin eleştirisi, romantizm içindeki bir gelenektir ve bu düşünce akımının ilk ifadelerine kadar uzanır. 1797 tarihli bir metinde genç Schelling, “her devlet özgür insanlara ister istemez mekanik bir dişli sistemi (mechanisches Räderwerk) muamelesi yapar”[120] demişti. Modern anarşizm –Kropotkin!– bu romantik eleştirinin mirasçısıdır, ama bunun yankılarına

Alfred Weber gibi kimi Alman sosyologların çalışmalarında da rastlanır. Kafka’nın, abone olduğu Neue Rundschau’da 1910 yılında çıkan ve bürokrasiyi “devasa aygıt (Aparat)” olarak, yaşamımız üzerinde tahakküm uygulayan bir “ölüm mekanizması” olarak tanımlayan Weber’in “memur” üzerine makalesinden haberdar olması muhtemeldir.[121] Bu konuya tekrar döneceğim.

Sömürgeciliği, militarizmi ya da bürokrasiyi eleştiren politik ve sosyolojik çalışmalar çok sayıdadır. Kafka’nın, edebiyatın imkânlarıyla aktardığı şey, gerçekliği “yansıtmayan” ama bunu kıyaslanamaz biçimde güçlü yeni bir ışıkla aydınlatan tuhaf bir hayali evrendir.

Patriarkların “sınırsız iktidarı”nı anlatan hikâyelerden kişisiz mekanizma olarak sınırsız iktidarı sahneleyen “Ceza Sömürgesinde”ye geçiş nasıl açıklanmalı? Kuşkusuz ki otoritenin bu “kişisizleşmesi” ve nesneleşmesi sürecinde birçok faktör işin içindedir, ama belirleyici dönemecin, devlet “aygıtları”nın gücünün ve öldürücü mantıklarının korkunç tezahürü olan Birinci Dünya Savaşı başlangıcında meydana gelmiş olması bana tesadüfi gelmemektedir.

Sonraki yazılar olan Dava ve Şato’da merkezi yeri işgal eden şey, –hukuki ya da idari– devlet aygıtının kişisiz ve hiyerarşik otoritesidir. Babanın tiranlığıyla çatışma unutulmuş değildir, ama bu yeni yaklaşım içinde aufgehoben’dir – yadsınan-korunan-aşılan.

Kafka’nın eseri üzerine düşünmenin odağına tahakküm sorusunu ilk koyanlar arasında Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Theodor Adorno, Ernst Fischer ya da Karel Kosik gibi muhalif Marksist okurlar vardır. Belki de bunun nedeni Kafka’nın eserinin Marksizmle, daha doğrusu Marksçı düşüncenin kimi heterodoks okumalarıyla ille de uyumsuz olmamasıdır… Benjamin’e göre Kafka’nın eleştirel gücü, “işleyişi, yürütme organları karşısında bile flu kalan –manipüle ettikleri karşısında ise haydi haydi flu kalan– mercilerin denetlediği nüfuz edilemez bir bürokratik aygıta teslim edildiğini bilen modern yurttaş” açısından yazmasından kaynaklanır. Napoléon politikanın yerine yazgıyı geçirmişti; Kafka’da yazgı halini alan şey ise –“Dava ya da Şato’nun geniş bürokratik hiyerarşileri” içinde ya da Çin Seddinin İnşasında öyküsünde olduğu gibi “içinden çıkılamaz inşa projelerinde” ifade bulduğu haliyle– örgütlenmedir. Karel Kosik de Kafka’nın dünyasını “ürküntü verici ve saçma bir labirent” olarak algılar; burada insanlar, “bürokratik makine ağları, aygıtlar, şeyleşmiş yaratıklar içine alınmıştır.” Nihayet, Adorno da Praglı yazarın eserlerinin ana temasını, kendi başına sonsuza dek yinelenen ve en modern tezahürü bürokratik denetim olan kör bir şiddet üzerinde temellenen tahakküm kurucu rasyonellik (Herrschaftlichen Rationalität) olarak niteler.[122]

Benzer İçerikler

İnsanın Bir dakikası-Stanislaw Lem

yakutlu

II. ABDULHAMiD HAN’IN LiDERLiK SIRLARI -MEHMET AYDIN

yakutlu

GERMINAL -ÉMILE ZOLA

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy