BİT PALAS-Elif Şafak

… Bütün istediğin güneşi geçmekti… Neden insan hep uzanamayacağı kadar uzak şeylere ulaşmak ister, bilmek zor. Şimdi lodosun sırtına binmiş dalgaları doludizgin sürerken de bunu istiyorsun yalnızca… Rüzgârı geçmiştin; şimdi de güneşi geride bırakmak istiyorsun.

Aslında hayatınla…
Geride bıraktığın hayatınla yarışıyorsun…
Seni zorlayan sınırlarını aşmaya çalıştıkça
Geçiyorsun onu…
Hayatının güneşini…
Seni tutamıyor artık.
Görüyorsun…
Yaşam sonrasının ebedi özgürlüğüne doğru;
Sürüyorsun onu, acımasızca…
Batır mahmuzlarını sağrısına…
Acıt canını, hayat denen o ödünsüz zalimin…
Sana hükmettiği, ruhunu kanattığı yıllar geride kaldı.
Yapabileceği bir şey yok artık.
Söz sırası sende…
Uzan artık yitik ufuklarına!
Bu kez onları yakalayacaksın…
Geriye dönüş yok…
Bütün yenilgilerin…
Yaşanmamış yanılsama yılların…
Yitik aşkların…
Korkuların…
Sevgi veremediğin kadınların…
Büyümek isteyip de hep küçüldüğün girişimlerin…
Hepsi, tümü, ne var, ne yoksa
Ne olmuş ve ne olamayacaksa,
Geride kaldı her şey…
Geride… O kıyıda…
Bir daha aynı beden içinde dönemeyeceğin o sarı sahilde…
O yeşil gözlerin ardındaki dünyanın içinde…

Sana gençliğini, ilk masumiyetin lekesiz sevgisini vermekten başka bir şey düşünmeyen, seninle tanıdığı kadınlığını üzerine koruyucu bir tül gibi geçirmekten başka bir şey düşünmeyen o güzelliği de kendi içinde boğamazdın.

Kanser vücuduna yayıldıkça, anılarının tümörleri bilincini kuşatıyor.

Bugün pazar.
Kasvetli pazar…

Lady Day, hayatın farklı tayflarıyla kişiyi dönüşüme hazırlayan ezgisini, “Küçük beyaz çiçekler, asla uyandırmayacak seni. Gölgelerle tükettim hepsini…” diye fısıldıyor içinden. “Aklında hangi renkler uçuşuyorsa seni oralara taşıyacağım…”

Hayatının ışıkla gölge arasındaki dikenli izleklerde yürünmüş yollarında bulamadığın yaşama sevincini burada buldun. Alaçatı’da…

İşte bak; yine onlar. Gün batarken karınları suya değecek kadar alçaktan uçan keklik sürüleri altın rengine bürünüyorlar. Onları bu tutkulu uçuşa yönlendiren nedir diye çok düşünmüştün. Belki de doyuma ulaşmaya susamış içgüdüleri günün o son titreşimlerinde harekete geçiyorlardı. Sevgiyi kanatları altına alacak arzunun şiddetli tonlarıyla.

Sığacık taraflarından dalgalanarak esen burcu burcu kekik kokulu rüzgâr yine dolaşıyor saçlarının arasında. Devam ediyor hayat. Özleyeceksin onun kokusunu. Teninin doğal, yabanıl, kadın kokusunu…

Vücuda sürülmüş kokular kadının kendi öz salgılarından oluşan doğal kokusuyla bütünleşemiyorsa tutunamazlar tenin üzerinde. Doğal ter kokusunu yanlış kullanılmış bir parfümün kadın naturasını yabancılaştırmasına yeğ tutardın hep. Bunu da onda bulmuştun…

Dalga serpintileri rüzgârın şiddetiyle sevdiğinin saçlarını ince sarmaşık filizleri gibi birbirine dolamış. Yıldızların ışığı odanın önündeki büyük yasemin ağacının çiçekleri arasından süzülüyor, güzel yüzünün üzerinde soluk yansımalarla geziniyor.

Eşek Adası’nın doğusundaki küçük limanda geçirdiğin geceleri, evrenin soğukluğu karşısında titreşen yıldızlara bakarak kendinden geçtiğin anları düşünüyorsun. Yerleşim birimlerindeki yapay ışık kirliliğinde toz zerrecikleri gibi görünen bu göksel cisimler, özellikle şafağın yaklaştığı, gecenin en koyu karanlığına ulaştığı o saatlerde sonsuzluğun nirengi noktalarını aydınlatan ışıldaklar gibi yanıp sönmeye başlardı.

Pek uzun sürmeyen kozmik bir mutluluktu bu. Sanki Yaradan sana, o çok kısa sürede, bir an için olsa dahi, kendini irdelemene, gerçeği yıldızların ışığında kavrayabilmene izin verir gibiydi. İşte o gecelerden birinde ne olmadığının, seni ne olduğundan daha iyi tanımlayabileceğini anlamıştın. Bir dumanın kıvrımlarını yakalamak ister gibiydin. Ama o gökyüzüne yazıldığı gibi durmuyordu. Onu oradan alıp, günlüğüne bir anlam bütünlüğü sağlayacak tümceler halinde geçiremiyordun.

Son düzlüğe varmadan hayatın ölümden büyük olduğunu görmek isterdin. Ama sonsuzluğun yadsınmasını istemek oluyordu bu. Hayatı sevgi var ediyorsa, ölüm onun üzerini kapayan görkemli bir kubbeye benziyor. Bir gökkuşağı gibi… Ve hep yağmurdan sonra geliyor. Doğarken ağladığın ve ömrün boyunca içini yıkayan gözyaşlarını anımsatan ılık yağmurlar gibi.

Sonu kurgulamaya çalışmak kişiye nasıl öleceğini öğretmiyor. Sevdiğinden nasıl ayrılacağını düşünmeyi de kolaylaştırmıyor. Sadece hayatı arkana alarak kaçınılmaz olanın karşısında dik durmanı sağlıyor.

İnsan yaşam sürecinde mikrokozmik olarak zamanın ruhunu yaşıyor, zamansızlık onu alana kadar. Gençlikte, düş gücüyle karılmış yapay bir sonsuzluğun harmanından savruluyorsun. Toprağa düşen fikirlerinin tohumları yeni düşün ekinleri olarak harmanlanacağı güne kadar yerin kutsal rahminde büyüyorlar. İçsel dünyan ise çok farklı katmanlarda gelişiyor.

Kadın teni…

Başkaldıran cinsellik garip dürtülerle hayatını kuşatmaya başladığında savunma hatlarını asla güçlendiremezsin. Duyguların yükselmesi şehvetin doru kısrağını kırbaçlamaya başladığında kadın, cinselliğinin bastırmasıyla incecik zarı soyulmaya hazır olgun bir meyve gibi kendini sana sunmak ister. Onun bu hali içindeki libidoyu pençelerini avına geçirmeye hazır bir çöl aslanı haline getirir. Ondan sonra yürek

çarpıntılarının gürültüsünden etrafında olup biten hiçbir şeyin gürültüsünü duyamazsın. Cinselliğin bilinçaltında kırılmaya başlayan fayları kaçınılmaz sarsıntıları durdurabilmekten acizdir artık. Şehvetin kabuğu çatlar ve birbirini hızla izleyen patlamalar âşıkların dünyasını sürekli yinelenen depremlerle sarsar. Aşkkürenin şiddeti yatıştığında kurulu her şey yeniden inşa edilmek zorundadır artık.

Hayatının kısa yaşanmış, hatta hiç yaşanmamış gibi gözüken geçmiş şafaklarından geriye doğru baktığında parlak renkli imgeler, isimler, derin perspektiflerde belirsizleşen kır manzaraları, biçilmiş buğday başaklarının sararmış anızlarla öbeklendiği yanık lekeli tarlalar görüyorsun.

Bir de kuşlar…

Onlar da belirsiz bir ufka gelişigüzel dağılmış ağaçların üzerine öbeklenmiş, tiz çığlıklarla yaklaşan göç mevsiminin yanık türkülerini çığırıyorlar. Alaçatı güneşinin mayalanmış sıcaklığında her şey ağırlığından kurtulmuş, havaya asılı kalmış gibi. Kokular bile…

Animula, vagula, blandula
Hospes comesque corporis!

Belleğinin kadrajından akan imgeler şimdi Hadrian’ın ölüm şarkısından karayel gibi esen dizelere karışıp, aklına diken gibi saplanıyorlar.

Vücudumun en iyi arkadaşı ve konuğu…
Ey ruhum, solgun, korkunç, düşünceli bir biçimde nerelere gidiyorsun?
Neden eskisi gibi gülmüyorsun artık?

Bir şeye yaklaştığını mı, yoksa ondan uzaklaştığını mı anlamadan, sanrısız, zamansız, sadece belirsiz bir boşluğa karşı amaçsız, serserice yelken açmak istiyorsun.

İşte hepsi bu.

Rüzgârın çağrısına boyun eğmek…

Şifne’de termal banyoya girmek hoşuna gidiyordu. Vücudunda akan kandan daha sıcak olan bu suların içinde gelişigüzel seğirtmek mutlu ediyordu seni. Kaplıcanın sularında buharlaşan tenin, düşüncelerini kristalleştiriyordu.

Gönlünde, dilinde olduğundan çok daha fazla sözcük oldu hep. Geçmişinin yanlışları ve şimdinin doğruları… İkisinin sentezi hayattan sıyrılışın oluyor. Şu geçiş anında kınından boşalan yalın bir kılıç kadar çıplak ve parlak görünen hayattan.

İçinde biriken, hayatın boyunca asla sözcükler olarak hacimlenmemiş bütün duygularını yazıya dökülmeyen bir küçük şiirin dizeleriyle ölürken yanında götürmek istiyorsun.

Öte âlemin kırılgan sonsuzluğunda bu dünyada yaşarken hissettiklerinle, bir duruş sahibi olabilmek için, ruhunun duvarlarına yazacağın dizelere dayamak istiyorsun sırtını.

Tıpkı ölü firavunların taş piramitleri içinde bin yıllar sonra bulunduğunda yeniden toprağa ekildiği zaman filiz veren buğday tanecikleri gibi, toprağın üstündeyken hissettiklerini içinde barındıracak olan sözcükleri beraberinde taşımak istiyorsun, bilinmezler âleminde gözlerini açacağın ilk soğuk şafak vaktine.

Gözlerini kıyıya doğru farklı devinimlerle yuvarlanan dalgalardan hiç ayırmadan düşünüyorsun. Çağıldayarak gelen her dalga hırçın ritmini kumsala yaklaşırken yitiriyor, ayaklarına kadar ulaştığında düzleşip sönüyor. Bugüne kadar pek çok kere olduğu gibi, uzun süre seyrettin bu gizemli gelgiti. İşte şimdi denizin kromatik fügüne eşlik eden bir güfte gibi kıpırdamaya başlıyor içinde, şiirinin ilk dizeleri.

Belki de bu sözcükler dayanacak,
Ve ışığın uzakta parladığını görecek,
Ve kader saatinde,
Beklenmedik bir şekilde çiçek açacak…

Ruhunda deniz gibi kabaran sözcükler dizesi çok hoşuna gidiyor. Ama garip olan bir şey var. Bir aşina oluş, bir garip yakınlığın ılık ritmi çarpıyor şimdi yüreğinde. Kısa süren bir belirsizlikten sonra gülümsüyorsun. İçinde konuşan sen değilsin. Bir başka yitik ozanın, Sutzkever’in sesi; onun şiiri alıp enginlere taşıyan seni. Bu kez yüksek sesle devam ediyorsun.

Ve sapa dönüşen
Eski habbeler gibi,
Sözcükler yaşatacak,
Sözcükler ait olacak…

Son dizeyi söylemeden önce duraklıyorsun. Dudaklarına acı kıvrımlı alaycı bir gülümseme yayılıyor.

– Kusura bakma dostum; son dizeni kişiselleştirerek taşıyacağım gideceğim yere…

Sonra yineleyerek devam ediyorsun.

Sözcükler yaşatacak
Sözcükler ait olacak bana
Sonsuzluğa yürüyüşümde.

Gerçek bütün gizlerini aralamaya başladı artık. Hayatla ölüm arasındaki ilişki, ses ile sessizliğin ilişkisine benziyor. Müzik hiçlikte başlayıp, hiçlikte bitiyor. Aslında bilincine çarpan tınıların sana ne ifade ettiği, varlık ile hiçlik içinde aradığın bir şeyi dinlerken ne duyduğundur. Adorno’nun dediği gibi, “İşitilmeyen müzik, patlamayan bir kurşun gibi zaman boşluğuna düşer”.

Gün döndü.
Şafağın ilk ışıklarını görüyorsun.
Ama bu ardında bıraktığın yanılsaması sadece.
Senin şafağın karanlığa dönüşü simgeliyor artık.
Sonsuzluğun gecesi, tüm gizemiyle hayatının ufkuna yayılmaya başlıyor.
Noktürnal bir tını duyuyorsun uzaklardan.
Nocturne…
Gece müziği…

Günün karanlık yarısında yaşadığın yarım hayatın tüm gizlerini tını zenginliği içinde gezindirir. Yaşanan tüm seslerin sanki bir daha var olmayacakları bir başka evrenin karararak söken şafağında doğar. Sadece rüzgârların, doğanın naif çıtırtılarının, yağmurun ıslak melankolisiyle, insanın dışındaki tüm canlıların göze görünmeyen ama içselliğini derinlerde hissedebildiğin garip bir ritüelin ezgisidir. Ritmi yükselse bile sevginin yalnızca fısıltıyla söylenebilen sözcükleri gibi yayılır gecenin rengi içine. Tinselliğin bedenleri son bir devinimle aşkın doruklarına taşıyacağı o kutlu sevişmenin, bir kadın bedeninin kusursuz konturları üzerinde gezinmesi gibidir.

Onun müziği…

Işıktan karanlığa geçerken duyduğun bu tınılar… Ilık bir nefes gibi geçip giderken bu dünyadan, duyuyorsun onları. Hayatının geride kalan yıllarının fonunda titreşen ve anlayamadığın tüm gerçekleri birbirine bağlayan solfej dışı bir nota gibi yeniden titreşiyor kulaklarında, onun sana söyledikleri.

Karşı kıyıda bir baykuş ötüyor. Yıldızsız gecenin karanlığında giderek solgunlaşan, derin bir unutuşun soluğu gibi. Hayat yorgunu bedeninin son uykuya hazırlanan esrimesi gibi.

Bütün duyuların, evrenin en derin titreşimlerini algılayabilecek denli açık şu anda.

Yüreği her atışta yanıp sönen bir ateşböceği gibisin…

Kabaran denizin dalgalarıyla titreşen yakamozların üzerinde dizelenen anıların ani bir rüzgârla uçuşan hazan yaprakları gibi savuruyor artık seni ötelere.

Sanki zaman yoktu.Hiç var olmadı.
Sonsuzluk içinde bir optik yanılgıydı yaşadıkların…

HAYAL GÜCÜMÜN geniş olduğunu söylerler. “Saçmalıyorsun!” demenin şimdiye kadar icat edilmiş en ince yoludur bu. Haklı olabilirler. Endişelenmeye başladığımda, nerede ne zaman ne söylemem gerektiğini karıştırdığımda, insanların bakışlarından korktuğumda, insanların bakışlarından korktuğumu belli etmemeye çalıştığımda, tanımak istediğim birine kendimi tanıtmak istediğimde, aslında kendimi ne kadar az tanıdığımı bilmezden geldiğimde, geçmiş canımı yaktığında, geleceğin de daha âlâ olmayacağını kabullenemediğimde; ne bulunduğum yerde ne de göründüğüm insan olmayı içime sindirebildiğimde… saçmalarım. Hakikatten ne kadar uzaksa, yalandan da o kadar uzaktır saçmalık. Yalan, hakikati tersyüz eder. Saçmalık ise, yalanla hakikati ayırt edilemeyecek biçimde birbirine lehimler. Karışık gibi görünüyor ama aslında çok basit. Tek bir çizgiyle ifade edilebilecek kadar basit.

Diyelim ki hakikat yatay bir çizgidir. Yani şöyle bir şey:

O zaman yalan dediğimiz şey de dikey bir çizgi olur. Yani şöyle bir şey:

Saçmalığa gelince, o da şöyle bir şeydir:

Ne yatay vardır çemberde, ne de dikey. Ne bir son, ne de başlangıç.

Başlangıcı bulma sevdasına düşmedikçe, herhangi bir yerinden dalabilirsiniz çembere. Ama başlangıç adını veremezsiniz daldığınız yere. Ne bir milad, ne bir eşik, ne bir son durak… Nereden yola çıkarsam çıkayım, hep bir öncesi var. Ben hiç tesadüf etmedim ama bilen birinden dinledim. Eskiden, sokaklardaki çöp kutularının yuvarlak, grimtırak, teneke kapaklarının olduğu günlerde, kızlı oğlanlı duvarın üzerine dizilen gençlerin oynadıkları bir oyun varmış. Belli sayıda insanın bir araya gelmesi gerekirmiş oyunun oynanabilmesi için; kalabalığa yol açmayacak kadar az, tenhalık yaratmayacak kadar çok, tam kararınca ve illa ki çift sayıda.

Yuvarlak, grimtırak, teneke çöp kapağının üzerine, dört ayrı yön işaretlenirmiş önce ve “ne zaman?” sorusunu yanıtlayabilmek üzere, her biri ayrı bir yöne tekabül edecek biçimde dört ayrı kelime yazılırmış beyaz tebeşirle: “Hemen-Yarın-Yakında-Asla”. Ortadaki kulpundan hızlıca çevrilirmiş kapak ve o daha yavaşlamaya fırsat bulamadan, sırası gelen kişi, parmağını rasgele bir noktaya basarak, çemberin dönüşünü durdururmuş pattadak. Oyuna katılan herkes bu işlemi bir kez tekrarlar ve bu suretle, tarihler içinde hangisine yakın olduğunu bulurmuş peyderpey. İkinci turda, “kime?” sorusu için, dört ayrı yanıt yazılırmış, bu sefer dört ara yöne denk düşecek şekilde: “Bana-Sevdiğime-En Yakın Arkadaşıma-Hepimize”. Gene son sürat çevrilirmiş yuvarlak, grimtırak, teneke kapak. Gene birer birer uzanırmış parmaklar, dururmuş çember olur olmadık yerlerde. Üçüncü turda, sıra “ne olacak?” sorusunun yanıtını bulmaya gelirmiş. Kalan sekiz boşluğa, adil olma maksadıyla, dördü iyi, dördü kötü, sekiz pâre kelime sıralanırmış: “Aşk, Evlilik, Mutluluk, Zenginlik, Hastalık, Ayrılık, Kaza, Ölüm”. Tekrar dönermiş kapak ve “ne zaman, kime, ne olacak?” sorusunun bunca merak edilen yanıtları birer birer dökülürmüş oyuncuların avuçlarına: “Bana-Zenginlik-Yakında”, “Sevdiğime-Mutluluk-Yarın”, “En Yakın Arkadaşıma-Evlilik-Hemen” ya da “Hepimize-Ayrılık-Asla”…

Başlamak zor değil. Ufak tefek değişiklikler yaparak oyunun biçiminde, aynı mantığı kullanabilirim ben de. Önce zamanlarını bulmalı hikâyenin: “Dün-Bugün-Yarın-Sonsuz Zaman”. Ardından, ilgili mekânları sıralamalı birer birer: “Geldiğim Yer-Bulunduğum Yer-Gittiğim Yer-Hiçbir Yer”. Derken, oyunculara gelmeli sıra: “Ben-Birimiz-Hepimiz-Hiçbirimiz”. Son olarak da, dörde dört dengeyi bozmadan, olası akıbetleri dizmeli aradaki boşluklara. Bu şekilde eğer dört kez üst üste çevirirsem yuvarlak, grimtırak, teneke çöp kapağını, eli yüzü düzgün bir cümle kurmayı başarabilirim. Ve bir cümle yeter de artar başlamaya: “2002 baharında, İstanbul’da, birimiz, vaktinin tamama, çemberin yuvarlağa ermesini beklemeden öldü.”

•••

1 Mayıs 2002 Çarşamba günü saat 12:20’de, bir tarafında sivri dişli devasa bir fare, öbür tarafında kocaman, simsiyah, serapa kıllı bir örümcek resmi bulunan, önü arkası sağı solu her tarafı irili ufaklı yazılarla dolu, kirli beyaz bir kamyonet, İstanbul’un çokça kabuk, bir o kadar da isim değiştirmiş ana caddelerinden birine açılan daracık bir ara sokağın köşesine sabahın erken saatlerinde yerleştirildiği halde öğlene doğru nasıl olduysa devrilmiş bariyerleri fark edemeyip yoluna devam etmeye kalkınca, birdenbire yaklaşık iki bin iki yüz kişilik bir kalabalığın

ortasında buluverdi kendini. Bunlardan beş yüz kadarını İşçi Bayramı’nda yürüyüş yapmak isteyen göstericiler, bin üç yüzünü onları yürütmemek üzere konuşlandırılmış polisler, geriye kalanlarını da bir başka uçta Atatürk heykelinin etrafına çelenk koyup Bahar Bayramı kutlamaları yapan devlet erkânı ile ellerine bayraklar tutuşturulup, boşluklara doluşturulmuş ilkokul öğrencileri oluşturuyordu. Öğrencilerin çoğu okuma yazmayı yeni öğrenmişti ve okuma yazmayı yeni öğrenen her çocuk gibi onlar da, gördükleri bütün yazıları bağıra çağıra hecelemeyi huy edinmişlerdi. Fareli örümcekli kamyonet aralarına daldığında, saatlerdir güneşin altında suspus vaziyette dikilip hamasi nutuklar dinlemekten kurdeşen olmuş bu çocuklar koro halinde haykırdılar: “GÖK-KU-ŞA-ĞI-BÖ-CEK-İ-LAÇ-LA-MA-SER-Vİ-Sİ:Ça-ğı-rın-Si-zin-Na-mı-nı-za-Biz-Te-miz-le-ye-lim”

Bu beklenmedik saldırı karşısında eli ayağına dolaşan turuncu saçlı, yelken kulaklı, komik suratlı, yaşını hiç göstermeyen sürücü, çocukların gazabından kurtulayım derken direksiyonu öbür tarafa kırınca, bir tarafında göstericilerin, diğer tarafında polislerin öbekleştiği, her an infilak etmeye hazır bir gerilim çemberini tam ortasından biçiverdi. Ne tarafa yöneleceğini bilemeden öylece kalakaldığı birkaç dakika boyunca, aynı ideolojinin farklı köşelerinde mevzilenmiş gösterici gruplar tarafından neşeyle yuhalanıp, öfkeyle taşlandı. Can havliyle kamyonetini çemberin diğer yarısına doğru sürdüğünde, bu sefer de polisler tarafından durduruldu. Fakat tam o esnada, karşı tarafın en ön sıralarından küçük bir kümenin yürüyüşe geçme kararı alması üzerine tüm polisler oraya seğirtince, kamyonet sürücüsü de tutuklanmaktan son anda kurtulmuş oldu. Meydandan çıkmayı başardığında, tepeden tırnağa ter içinde kalmıştı. İsmi Haksızlık Öztürk’tü. Yaklaşık otuz üç senedir böcek ilaçlıyordu ve bu zaman zarfında hiç bugünkü kadar nefret etmemişti işinden.

Başını tekrar derde sokmamak için yolu uzatma pahasına, kestirme ana caddelerden mümkün mertebe uzak durarak, yılankavi ara sokaklardan geçe geçe, en nihayetinde aradığı apartmana ulaşmayı başardığında, tam tamına bir saat kırk beş dakika gecikmişti randevusuna. Kaldırıma yanaşıp, az biraz kendine gelebildiğinde, apartmanın girişinde dikilen on beş-yirmi kişilik topluluğu şüpheyle süzdü. Niçin toplandıklarını anlayamasa da, zararsız olduklarına kanaat getirdiğinde, her zaman gereğinden fazla konuşan sekreterinin sabah eline tutuşturduğu adresi kontrol etti: “Jurnal Sokak, 88 numara (Bonbon Palas)”. Geveze sekreter bir de küçük not düşmüştü kâğıdın altına: “Bahçesinde gülibrişim ağacı olan apartman”. Haksızlık Öztürk alnında boncuk boncuk biriken terleri silerken, dikkatlice baktı önünde durduğu apartmanın bahçesindeki bazı dalları morumsu, bazı dalları pembemsi çiçekli ağaca. Herhalde gülibrişim dedikleri buydu.

Gene de, tez zamanda yerine yenisini almayı düşündüğü sekreterine zerre kadar güvenmediğinden, apartmanın tabelasını ileri derece miyop gözleriyle bizzat görmek istedi. Kamyoneti iğreti bir şekilde bırakıp aşağı atladı. Daha bir adım atmıştı ki, az ötedeki topluluğun içinde yan yana dikilen üç küçük çocuktan kız olanı ciyak ciyak bağırdı: “Aa, şuna bakın! Cin gelmiş! Dedeee, dede bak cin gelmiş!” Çocuğun pantolonundan çekiştirdiği kırçıl sakallı, geniş alınlı, kafası takkeli, yaşlıca bir adam arkasını dönüp, hoşnutsuz bir nazarla önce sokağın ortasındaki kamyoneti, sonra da kamyonet sürücüsünü inceledi. Gördüklerinden memnun kalmamış olacak ki, suratını daha da beter ekşiterek, üç torununun üçünü birden kendine doğru çekti.

Haksızlık Öztürk’e haksızlık ediliyordu. Cin filan değildi. Sadece orantısız yüz hatlarına, aşırı büyük kulaklara ve talihsiz bir saç rengine sahip, kısa boylu bir adamdı, o kadar; yani çok kısa. Bir metre kırk buçuk santimdi. Daha önce cüce zannedildiği olmuştu ama ilk defa cin olmakla itham ediliyordu. Aldırmamaya çalışarak, insanları yara yara, külrengi apartmana doğru yürüdü kararlı adımlarla. Doktoru devamlı kullanmasını tembihlediği halde, burnunun üzerinde değil de saçlarından daha turuncu iş tulumunun cebinde taşımayı yeğlediği kalın camlı, ince çerçeveli gözlüklerini taktı. Buna rağmen, apartmanın ön cephesindeki bulanık çıkıntının ne olduğunu, iyice yaklaşıp, binanın dibine sokuluncaya kadar seçemedi. Tüyleri kirden kararmış bir tavuskuşu kabartmasıydı bu. Temizlense, güzel görünebilirdi göze. Onun hemen altında, çift kanatlı kapının üzerine süslü püslü harflerle yazılmış yazıya baktı: Bonbon Palas No: 88. Doğru yere gelmişti. Kapının kenarında, üst üste dizili zillerin arasına sıkıştırılmış bir kartvizit dikkatini çekti. İki ay önce, aynı bölgede işe başlayan rakip firmaya aitti. Etraftaki insanların kendisiyle ilgilenmeyişini fırsat bilerek kartviziti sıkıştırıldığı yerden çıkardı, yerine kendininkilerden bir tane koydu.

Bu kartvizitleri bastırdıktan sonra, civardaki tüm sokaklardaki tüm apartmanlara tek tek dağıtması için tuttuğu üniversite öğrencisini, işini yarım yamalak yapıp, kendisine kazık atmaya kalktığı için parasını ödemeden kovmuştu. Haksızlık Öztürk’ün tabiatı böyleydi: kimseye itimadı yoktu. Cebinden bir kartvizit daha çıkarıp bunu da diğerinin üzerine sıkıştırdıktan sonra çevik hareketlerle geri dönerek kamyonetine atladı. Ama daha kapıyı kapatmaya fırsat bulamadan, boynundan aşağısına leopar desenli muşamba bir önlük bağlamış sarışın bir kadın, yarıya kadar açık pencereden kafasını uzatarak şaşı şaşı baktı:

“Bir tek bununla mı geldiniz? Yetmez ki,” dedi kadın incecik alınmış kaşlarını çatarak. “İki kamyon göndereceklerdi hani? İki kamyon bile zor alır bunca çöpü.”

Haksızlık Öztürk daha neden bahsedildiğini anlayamadan, iki kırmızı kamyon, çağrıldıklarını duymuşçasına iki ayrı uçtan daldı Jurnal Sokak’a. Her ikisi de süratle yaklaşıp, kamyoneti aralarına sıkıştıracak vaziyette durdular Bonbon Palas’ın önünde. Kamyonların arkasından, özel bir televizyon kanalının aracının yaklaştığını görünce şöyle bir dalgalandı kalabalık. Haksızlık Öztürk park etmeye çalışıyordu o esnada. Ne var ki tam da bu aşamada, sabahtan beri habire nümayiş ortasına düşmekten gerim gerim gerilmiş bulunan sinirleri alnının sağ köşesindeki damarı çılgın bir tempoyla tıp tıp attırmaya başlayınca, damarı bastırmak için kaldırdığı elleri direksiyon hâkimiyetini yitirdi. Geri geri manevra yapayım derken apartmanı sokaktan ayıran bahçe duvarının yanında öbek öbek birikmiş çöp torbalarının içine daldı. Torbaların içindeki çöpler kaldırıma saçıldı.

•••

GÖKKUŞAĞI BÖCEK İLAÇLAMA SERVİSİ

Kendinize Haksızlık Etmeyin.
Çağırın, Sizin Namınıza Biz Temizleyelim

Bit – Hamam Böceği – Pire – Tahta Kurusu – Karınca – Örümcek – Akrep – Sinek – Fare ve Tüm Haşerelere Karşı Tecrübeli ve Uzman Elemanlarla Elektrikli ve Mekanik Pompalarla

Açık ve kapalı alanlarda ortama uygun ilaçlama tekniğine göre motorlu motorsuz ve elektrikli pulverizatör otomizer ve sisleme cihazları ile kokulu ve kokusuz ilaçlama yapılır.

Tel: (0212) 258 242 40

Bonbon Palas uzun zamandır şikâyetçiydi çöplerden; içindekilerden ziyade dışındakilerden. Şubat başından nisan ortalarına kadar, bölgenin çöp toplama işini üstlenen özel şirketin batması ve yeni bir şirketin ihaleyi alması arasında geçen süre boyunca çöp tepesi ve onunla birlikte palazlanan ekşimsi koku dayanılmaz bir hal almıştı. Ancak yeni şirket işe başladıktan sonra da durum pek fazla değişmemişti. Günboyu, hem sokak sakinlerinin, hem de gelen geçenin bahçe duvarının kenarına attığı çöpler, akşamları düzenli olarak toplansalar bile, her gün sil baştan yükselmeyi başarıyorlardı.

Bugün, eğer merak edip giderseniz, apartmanın bahçesini sokaktan ayıran duvar boyunca, günün sonunda dümdüz edilip, ertesi gün

yeniden yükselen ama belki de son tahlilde yekûnundan hiçbir şey kaybetmeyen bir çöp tepeciği olduğunu görebilirsiniz. Çöp torbaları atılır, çöp torbaları kaldırılır ama teneke, mukavva, yemek artıkları ve daha bilumum nesne toplamak için ziyaretine gelen Arayıcı ehlinden, kedilerden-kargalardan-martılardan mürekkep neferleri ile uzun tüylü, nemrut suratlı, kendi katran karası, sakalı beyaz kralıyla o çöp tepeciği büyük bir istikrarla muhafaza eder yerini. Bir de böcekler vardır tabii. Çünkü çöpün olduğu her yerde, böcekler de olur. Bitler de cirit atar Bonbon Palas’ta. Ve inanın bana, bit en beteridir.

Tabii tüm bunları gözlemleyebilmeniz için orada bir miktar vakit geçirmeniz gerekir. Eğer vaktiniz yoksa, hikâyeyi benim ağzımdan dinlemekle yetinmelisiniz. Yalnız, ben de kendi sesimden konuşurum: olup bitenlere kendimi fazladan katarak değil; yani tam olarak böyle değil. Daha ziyade, hakikatin yatay çizgisini, yalanın dikey çizgisine lehimleyip, bulunduğum yerin bezdirici durağanlığından mümkün mertebe uzaklaşmaya çalışarak. Çünkü sıkılıyorum. Yarın bir gün hayatımın daha az sıkıcı olacağını bir muştulayan olsa bana, daha az sıkıntı duyardım belki. Oysa yarın, tıpkı bugün gibi olacak ve aynen daha ertesi günler gibi. Ama sadece benim hayatım değil ısrarla kendini tekrar eden. Alabildiğine farklı görünmekle birlikte, aslında dikey de, en az yatay kadar sadıktır sürekliliklerine. Sanılanın aksine, çemberlere değil, çizgilere mahsustur ebedi tekerrür denilen.

Çizgilerin yeknesaklığından sapan tek bir patika biliyorum: çemberler içre çemberler. Bir nevi oyunbozanlık da sayabilirsiniz bunu. Yuvarlak, grimtırak, teneke kapağı çevirdiğinizde, çevirip de işinize gelmeyen bir söz dizimiyle karşılaştığınızda mızıtmak bir anlamda. Mızıtıp, yeniden ve yeniden çevirmeye kalkmak. Öznelerle, zamirlerle, fiillerle ve tesadüflerle oynamak; oynayarak avunmaya çalışmak: “2002 baharında, İstanbul’da, birimizin ölümüne kendisi/ben/hepimiz/hiçbirimiz sebep oldu.”

Haksızlık Öztürk o gün, önce birini, sonra da tek tek tüm dairelerini ilaçladı Bonbon Palas’ın. On beş gün sonra, ölü annelerinin ardından yumurtalarından çıkan yavru hamamböcekleri için döndüğünde, ilaçladığı ilk dairenin kapısını kapalı buldu. Ama henüz bunlardan söz etmek için erken. Öncesi var çünkü ve tabii, daha da  öncesi.

DAHA ÖNCESI…
AGRIPINA FYODOROVNA ANTIPOVA 1920 sonbaharında, bulunduğu yük gemisinin güvertesinden İstanbul’u ilk kez gördüğünde, karnında küçük, sırtında büyük bir şişkinlik vardı ve çok açtı. Kırım’ dan yola çıktıklarından beri üç gündür birlikte ayakta seyahat ettiği insan kalabalığının içinde, kocasının da yardımıyla kendine zar zor yer açarak, korkuluklara yapıştı ve kendilerini bekleyen şehrin neye benzediğini görmeye çalıştı. Daha küçük bir kızken bile, renklerle oynamayı her şeyden çok severdi. Gittiği herhangi bir yerde kendini evinde hissedebilmesi için, öncelikle oranın rengini görebilmesi gerekirdi. Grosny’de dünyaya geldiği, çocukluğunu geçirdiği malikâne şarap kırmızısı, ailecek her pazar ayine gittikleri kilise de parşömen sarısıydı mesela. Yortu zamanlarında kalmaya doyamadığı Kislovtsk’taki villa, çiyle yıkanmış parlak yeşil; evlendikten sonra kocasıyla yaşadığı ev ise kış güneşi turuncusuydu zihninde. Sadece mekânların değil, insanların, hayvanların, hatta anların bile kendilerine has bir renkleri olduğuna ve gözlerini camlaştırarak pür dikkat baktığı takdirde bunu görebileceğine inanırdı. Gene öyle yaptı. Gözleri sulanıp, gördüğü görüntü bulanıklaşıncaya kadar, kirpiklerini bir kez olsun kırpmadan, gözbebeklerini hiç oynatmadan, önce derin bir merakla, derken bir sonuç alamamanın hırçınlığıyla, dakikalar boyunca baktı karşısındaki şehrin siluetine. Oysa o sabah yoğun bir sis vardı İstanbul’da. Ve tüm İstanbulluların gayet iyi bildiği üzere, şehrin renginin ne olduğunu kendisi bile unuturdu sisli günlerde. Fakat Agripina Fyodorovna Antipova, doğduğu günden beri el üstünde tutulmuş, kıymet görmeye alışmış ve ne zaman bir isteği yerine getirilmese, bunun karşısındakinden kaynaklanan bir kusur olduğuna inandırılmıştı. Bu yüzden İstanbul’un, perde perde sis ardına çekilmekteki ısrarını, kasıtlı bir husumet, kendisine yöneltilmiş bir hakaret gibi algıladı. Gene de bir şans vermek istedi ona, çünkü bağışlamanın yüceliğine inanırdı. Küçük, gümüş Meryemana ikonasını şehre doğru kaldırarak, gülümsedi: “Yaptığın hareket doğru değildi ama ben gene de seni hoşgörebilir, hatta bağışlayabilirim. Çünkü doğrusu budur.”

“Karşılığında ekmek ve su veririm,” diye bir ses işitti birden. Eğilip baktığında, aşağıda bir teknenin içinde gaga burunlu, kara kuru bir adamın, bir elinde ekmek, öteki elinde de bir şişe su tutarak kendisine işaret etmekte olduğunu gördü. Agripina Fyodorovna Antipova daha neler olup bittiğini anlayamadan, tam arkasında duran, pembe yanaklı, saçları kırpık kırpık, azman bir sarışın kadın onu itekleyerek, bir hamlede önüne geçti ve parmağından çıkardığı altın yüzüğü, kızının belinden çözdüğü kuşağa bağladığı gibi gemiden aşağı sarkıttı. Teknedeki esmer adam yüzüğü aldı, havaya kaldırıp hoşnutsuz bir nazarla şöyle bir inceledikten sonra, onun yerine toparlak, kara bir ekmek bağlayarak kuşağı geri yolladı. Gemide bit salgını çıkınca saçlarını kısacık kesmiş iriyarı sarışın ile çelimsiz kızı iştahla yumulurken ekmeğe, Agripina Fyodorovna Antipova şaşkınlıktan iri iri açılmış gözlerle baktı denizin üzerine ve işte o zaman, sade bulunduğu geminin değil, limanda demir atmış tüm gemilerin etraflarının benzer teknelerle çevrilmiş olduğunu gördü. Rum, Ermeni ve Türk açıkgözleri bu teknelerden başlarını uzatıp, ellerindeki yiyecek-içecekleri, günlerdir aç susuz kalmış Beyaz Ruslara göstererek pazarlık ediyorlardı. Durumu kavrayınca, elinden zorla almaya yeltenen varmışçasına kaygıyla geri çekti küçük, gümüş Meryemana ikonasını ve ne menem bir yere geldiğini anlayabilmek için, teknelerin-satıcıların-dalgaların üzerinden aşırıp bakışlarını, bir kez daha dikkatlice baktı İstanbul’a.

İstanbul o sırada kendi derdinde, üstelik işgal altındaydı. Yeni demir atmış geminin güvertesinden yarı şaşkın, yarı vakur kendisini süzen on dokuz yaşındaki genç kadına gözucuyla baktı. Böyle hodbin tıfıllarla uğraşmayı bırakalı çok olmuştu. Omuzlarını silkti, sırtını çevirip kendi hayhuyuna döndü. Agripina Fyodorovna Antipova taşlaşmış gülümsemesiyle donakaldı. İnsanların kaba saba davranabildiklerini görmüştü görmesine de, bir şehrin küstahlığına ilk kez tanık oluyordu. İlk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra, yüreğinin tüm perdelerini, pencerelerini, panjurlarını kapatıp, küstü. Gemiden küs indi. Hatta aradan iki ay geçip de, karnındaki şişkinlik büyüyüp, sırtındaki şişkinlik yok olduğunda dahi, o hâlâ İstanbul’a küs, İstanbul da hâlâ rengi meçhul ve bir o kadar umarsızdı.

General Pavel Pavloviç Antipov, karısının aksine, ne o gün, ne de daha sonra İstanbul’a özel bir ilgi gösterdi. Ömürleri boyunca hep kendilerini başkalarından sorumlu hissetmiş ve ancak böyle ayakta kalabilmiş insanlardan biriydi. Hani şu, ya zayıf kadınları seven, ya da sevdikleri kadınları zayıflaştıran erkeklerden. Bu yüzden, sımsıkı bir şefkatle sarıldı Agripina’ya gemiden inerken. Sadece karısını değil, doğacak bebeklerini ve Rusya’dan kaçırabildikleri tüm servetlerini de kavradı onu tutarken.

Ne var ki, Agripina’nın korsesinin içine doldurabildiği mücevherler, kısa zamanda, hem de ederlerinin çok çok altında satıldılar birer birer. Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’dan kaçan binlerce Beyaz Rus doluşmuştu İstanbul’a ve söylenenlere göre, daha binlercesi yoldaydı. Mücevherler bile haraç mezat satılığa çıkarılırken, şeref madalyaları, aile yadigârları ve asalet nişanları zar zor alıcı bulabiliyordu. İki ayın sonunda, hiç olmazsa iki sene boyunca rahat etmelerini sağlayacağını umdukları servetlerinden geriye bir şey kalmamıştı. Bir sabah, Agripina Fyodorovna Antipova, Fransız Kızılhaç’ının temin ettiği ve elli beş kişiyle paylaştıkları, eski bir nezarethaneden bozma yatakhanenin yayvan, sarımtırak lekelerle dolu şiltelerinin üzerinde, kendisinden otuz yaş büyük kocasının yer yer gümüşlenmiş başını hınçla kendine doğru çekti ve giderek büyüyen karnına yapıştırdı. Pavel Pavloviç Antipov bunun anlamını biliyordu. Önünde iki seçenek vardı: bir an evvel bir iş bulmak ya da Fransa’da yaşayan yüz karası kardeşine mektup yazıp, yardım istemek. İkinci seçeneğin düşüncesi bile sinirlerini alt üst etmeye yettiğinden, çaresiz birinci yolu seçti.

Oysa askerlik bir meslek değildir; ne de generallik salt bir paye. Pavel Pavloviç Antipov da, ne yapacağını bilmediğini, bildiği şeyi de yapamayacağını idrak etti, sıra iş aramaya geldiğinde. Kendini bildi bileli görüp geçirdiği her şey ya önceden ayarlandığı gibi, ya da olması gerektiği gibi gelişmişken, devrim onu tam da generalliğe yükseldiği sırada yakalamış ve senebesene kazandığı itibarı, kurduğu hayatı bir anda alaşağı etmişti. Gene de o kıran günlerinde bile, şimdi olduğu gibi yüz yüze kalmamıştı belirsizlik denilen illetle. Belirsizliği yenebilmesi için önce onu nerede bulabileceğini bilmesi gerekiyordu. Ne var ki o hiçbir yerde mevzilenmiyor, hiçbir taktikte karar kılmıyordu. Her an, her yerden çıkıp saldırabilir; kafasına estiği gibi silah değiştirebilirdi. Ortada bir savaş sürüyorsa bile, ne meydanı vardı, ne kuralları, ne de ahlakı. Ama eğer ortada bir savaş yoksa, bu daha da beterdi çünkü Pavel Pavloviç Antipov başka türlü yaşamanın yollarına vakıf değildi. Şimdiye değin mallarını-itibarını-ayrıcalıklarını-saygınlığını-dostlarını-akrabalarını-emir erlerini-bağlı bulunduğu orduyu-geçmişinin geçtiği şehirleri-geleceğinin geçeceğini sandığı ülkeyi… pek çok şeyi kaybetmişti üst üste ama hâlâ neyse o olduğunu düşünüyordu: inançlı bir asker.

Oysa Çar’ın ordusunun, farklı farklı rütbelerden binlerce askeri, otellerde, konserlerde, kabarelerde, kumarhanelerde, lokantalarda, barlarda, kafeşantanlarda, sinemalarda, plajlarda, pavyonlarda ve sokaklarda en olmadık, hiç ummadık işlere dağılmışlardı çoktan. Salaş lokantalarda bulaşık yıkayıp tepsi taşıyor, yalan dolanın gayya kuyusu kumarhanelerde krupiyelik yapıyor, köşe başlarında oyuncak bebekler satıyor, curcunası gırla eğlence mekânlarında fıkırdak kantoculara piyanoyla eşlik ediyorlardı. Her yer tutulmuş, boşta kalan her işe birileri doluşmuştu. Kont General Pavel Pavloviç Antipov, yeni doğmuş bir tay gibi titrek bacaklarına abanarak sarsak adımlarla yolunu bulmaya çalıştı bu hercümercin içinde. Ve haftalarca orada burada dolandıktan sonra en nihayetinde bulabildiği tek iş, samur kürklü, vişne rujlu, nazikendam sevgilileriyle gezinen mağrur bakışlı Fransız ve İngiliz subayların, kadınların hep tombul ve akça, sokaklarınsa hep daracık ve gölgeli resmedildiği Doğu gravürleri çizen tannaz İtalyan ressamların, saraya borç verip, verdikleri borcu geri alabilmek için daha büyük borçlar veren bedbin Yahudi bankerlerin, mirasa doymuş, mirasyediliğe doymamış sefih Türk delikanlılarının, zilzurna oluncaya kadar içtiklerinde bile dilleri dolaşmayan casusların, bohemlerin, züppelerin, macera yahut şehvet-perestlerin uğrak yeri olan bir kafeşantanda vestiyercilik oldu.

Kafeşantanın sahibi olan, kel kafalı, sarkık yanaklı, kat kat gıdılı ve konuşurken durmadan elini kolunu sallayan Levanten, tipini başından beri beğenmediği vestiyer görevlisi bir kavgaya burnunu sokup, suratını haşat ettiğinden beri onun yerine bir başkasını aramaktaydı zaten. Heybetli kalıbı, haşmetli duruşuyla Pavel Pavloviç Antipov’u görünce, işi ona vermekte tereddüt etmedi. Ne var ki, yeni vestiyer görevlisi, omuzlarında püsküllü apoletlerin ışıldadığı, önü sıra çaprazlama sarı sarı sicimlerin sallandığı kırmızı ceketi giyip de karşısına geçince, ona

duyduğu beğeninin yerini küçümseme aldı:

“Hayat ne tuhaf, değil mi Mösyö Antipov? İki büyük, anlı şanlı imparatorluğun yıkılışının birebir tanıklarıyız. Siz bizden en az bir asır önce başladınız Batılılaşmaya. Büyük Deli Petro! Oturmasını kalkmasını bilmeyenleri kırbaçlattığı rivayet ediliyor, doğru mu? Hanımların çamaşırlarını, beylerin sakallarını denetlermiş, öyle mi? Güzel olmalı Petro’nun şehri. Bataklıklardan yükselen saray. Bir de şu İstanbul’a bakın. Dört bir yanı açık, püfür püfür rüzgâr. Pusulası şaşmış, çivisi çıkmış şehir! Bilir misiniz, bundan on sene öncesine kadar sizin köklü imparatorluğunuzdan kaçan genç ve cüretkâr aydınlarla bizim köklü imparatorluğumuzdan kaçan genç ve cüretkâr aydınlar, aynı Paris kafelerinde, yan yana oturup hararetli hararetli münakaşa eder ve tanrı bilir ya, ne basiretsiz kararlar alırlardı. Onlara hizmet eden Fransız garsonlar, bir o masadaki konuşmalara kulak kabartırdı, bir öteki masadakilere. Sizden kaçanlar, ne pahasına olursa olsun devletlerini yıkmaktan söz ederdi. Bizden kaçanlar ise ne pahasına olursa olsun devletlerini yıkılmaktan kurtarmaktan. Bu on sene içinde sizinkiler başardılar, bizimkilerse başarısız oldular. Şimdi hangisine daha çok esef etmeli, bilmem ki? Hayat ne tuhaf, değil mi Mösyö Antipov? Çöken bir imparatorluktan kaçıp, çökmek üzere olan bir imparatorluğa sığındınız. Üniformalı Kızıllardan kaçıp da, kendinizi kızıl bir üniforma içinde buluvermeniz, şu bizim Fortuna’nın oyunlarından biri olmasın sakın?”

Pavel Pavloviç Antipov, o akşam, gelen giden müşterilerin mantolarını tutarken, patronunun söylediklerinden kulaklarında kalan uğultu tortusundan başka bir şey işitmedi. O korkunç, gülünç üniformanın içinde sadece üç gün dayanabildi, üç lanet gün. Sonra işi bırakıp, her şeyi bırakıp, bulunduğu yerde, olduğu vaziyette durdu. Arayacak bir iş, kotarılacak bir hayat, uğruna didinilecek bir gaye yokmuşçasına sadece ve öylece durdu. Bir hafta sonra Agripina Fyodorovna Antipova rengini görmek istercesine dikkatle baktı kocasına. Ve birden, onun değişemeyecek kadar sabitkadem olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşından ötürü böyleydi (fazla yaşlıydı; hep yaşından birkaç adım önde gitmiş, şimdiyse bir köşede durmuş, yaşının kendisine yetişmesini bekliyordu); unvanından ötürü böyleydi (fazla yüksekteydi; hep daha fazla yükselmeye odaklanmış, derken daha fazla yükselebileceği bir yer kalmadığını fark ederek mıhlanmıştı); cüssesinden ötürü böyleydi (fazla heybetliydi; geçebilmesi için eğilmesi gereken kapılardan hiç geçmemeyi yeğleyecek kadar bükülmez, eğilmez, esnemez bir cüsseye sahipti). Pavel Pavloviç Antipov, özünde zayıf ve de bunun fazlasıyla farkında olan, başkaları gibi olmak için değil, kendi gibi olmamak için iktidarına dört elle sarılan, ne istediğini gayet iyi bilen ve tüm ömrü boyunca bunun için gıdım gıdım uğraşmış, adım adım tırmanmış, üstelik sonunda da bir hayli başarılı olmuş bir adamdı. Herhangi bir değişime ayak uydurabilecek en son tür!

Oysa Agripina Fyodorovna Antipova, gençliği ve toyluğuyla, kendi başına hiçbir şey yapmamışlığı ve de yapmaya kalkışmamışlığıyla, ilerleyen hamileliğiyle uyum içinde yusyuvarlak, tostoparlak bir sıfırdı. Bıraktığınız yerde durabilirdi rahatlıkla, hiç kıpırdamadan, ilanihaye durabilirdi. Ama güçlü bir esintide, yuvarlana yuvarlana oraya buraya savrulabilirdi aynı kolaylıkla. Cahillere özgü o arı cesarete ve kendi başına hiçbir şey elde etmediği, sahip olduğu her şey ona etrafındakiler tarafından bahşedildiği için, kaybettiklerinin de gene aynı kolaylıkla kendisine bir gün bir şekilde iade edileceğine dair bakir bir beklentiye sahipti. Hâlâ vaktinin çoğunu, Rusya’ya döndüğünde neler yapacağına dair uzun listeler hazırlamakla geçiriyordu. O gün gelene kadar, pekâlâ çalışabilirdi. Böylece, daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapmaya, kocasından medet ummaktan vazgeçip, bizzat iş aramaya karar verdi.

Talih ondan yanaydı, çünkü talih böyle bir iddiayla karşısına çıkanları sınamaya bayılır. Böylece Beyoğlu’nun en muteber pastanelerinden birinde, garson olarak iş buldu. Artık gün boyu bu narin vitraylarla bezeli aynalı pastanede, cümlesi pürtuvalet müşterilerle tarçın ve krema kokulu mutfak arasında mekik dokuyordu. Hepsi de kulağına aynı raddede ahenksiz gelen farklı farklı dillerden, bölük pörçük kelimeler kapmıştı; ama sadece, müşterilerin üç aşağı beş yukarı aynı olan sipariş ve taleplerini anlamaya yetecek kadarını… Hiçbir zaman bundan daha fazlasını öğrenmeye çalışmadı. Zaten, gerekmedikçe açmıyordu ağzını. İşlerinin yoğunluğuna, aldığı paranın kıtlığına rağmen bir kez olsun yakındığını ya da yüzünü astığını gören olmamıştı. Gerçi patron, servis yaparken devamlı gülümsemelerini tembihlemişti ama öteki garson kızların yüzleri, müşterilerin ya da patronun görüş alanından çıktıkları anda büsbütün değişirken, Agripina’nın tebessümü dudaklarına raptedilmiş gibi günün her anında sabit kalıyordu. Üstelik diğer kızlar hemen her fırsatta işten kaytarmaya ya da kendilerini bu cendereden çekip çıkartacak bir kalantor bulmaya bakarken, o sadece ve habire çalışıyordu. Kendini paralayışında, bir an evvel bu cefa dolu günleri geride bırakma çabasından ziyade, cefaya adanmışlık vardı adeta; adanmışlığında ise, dindarca bir perhiz. Ama bu hal giderek, uysal ve itaatkâr bir tevekkülden çıkıp, inatla ve tutkuyla methiye yazmaya benziyordu kahıra. Adeta çektiği eziyetlerden ötürü gizliden gizliye kıvanç duyuyor; ağulandıkça arındığına, kullarına teslim oldukça Tanrı’ya yaklaştığına inanıyordu. Karşılaştığı zorluklar ne kadar çetin, atlatması gereken badireler ne kadar tahammülfersa ve hizmet ettiği insanlar ne kadar bayağı olursa, o kadar kabarıyordu Tanrı’nın ona olan borçları. Er ya da geç geri alacaktı hakkını. “Bu bir sınav,” diyordu kendi kendine gülümseyerek. “Ne kadar kötü olursa, sonu o kadar güzel olacak”.

“Niçin sırıtıyorsunuz! Ne demeye gülüyorsunuz suratımıza suratımıza?”

Agripina Fyodorovna Antipova boş boş baktı kendisine bağıran Müslüman kadına. Ama onun şaşkınlığı, öfkeli hemcinsini daha da çileden çıkartmaktan başka bir işe yaramadı. Beriki, Müslüman erkeklerin akıllarını başlarından, paralarını ceplerinden söküp alan Beyaz Rus kadınların topunun birden sınırdışı edilmeleri gerektiğini savunan bir derneğe üyeydi: Asrî Kadınlar Cemiyeti. Cemiyetin öncelikli gündem maddeleri arasında, lepiska saçlı, ak gerdanlı, arsız bakışlı, aristokrat bozması Beyaz Rus kadınların ahlaka mugayir davranışlarını bir bir tespit edip zapta geçirmek/ bu raporlarla erkân-ı umumiyenin kapılarını aşındırıp davalarına destek toplamak/ İstanbul’un üzerine Sodom ve Gomora’nın lanetini çekecek pavyonların ve tekmil batakhanelerin kapatılmasını sağlamak/ Kiev ve Odessa genelevlerinden sökün edip, Galata sokaklarını mesken tutmuş fahişeleri kışkışlamak/ ağızları hâlâ süt kokan, gözleri daha açılmamış Müslüman delikanlıları, kendilerini bekleyen tehlikeye karşı bıkıp usanmadan uyarmak/ ve yetkililer bu konuda gerekli önlemleri alıncaya kadar, bizzat kendi imkânlarıyla yıldırma politikası izleyip, gördükleri tüm Beyaz Rus kadınlara kötü davranmak vardı.

Agripina Fyodorovna Antipova, ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra, elini boynuna götürüp Aziz Serafim’in resmini taşıyan gümüş kolye ucunu avucunun içinde sıktı. Ve ondan aldığı kuvvetle, nicedir geçmekte olduğu eza dolu ilahi sınavın yeni bir sureti olarak algıladığı kadına gülümsedi. “Yaptığın hareket doğru değildi ama ben gene de seni hoşgörebilir, hatta bağışlayabilirim. Çünkü doğrusu budur.”

Akşam eve döndüğünde, bu hadiseden üstünkörü bahsetti kocasına. Zaten onun da bir şey sorduğu yoktu. Dışarısı hakkında hiçbir şey bilmek istemiyor; kendisini hoyratça silkeleyip kenara fırlatan o cinnetaver hayatın içinde varolabilmeyi başardığı için karısına hem gıpta ediyor, hem de içten içe güceniyordu. Fransız Kızılhaçı’nın tesis ettiği yatakhaneden ayrılmak zorunda kaldıklarından beri ev belledikleri izbeden nadiren dışarı çıkıyor; günlerini pencerenin önünde, Fransa’daki erkek kardeşine asla yollamayacağı mektuplar yazıp, düşüncelere dalarak ya da sokaktan geçen Müslümanları seyredip, beklediği biri varmışçasına yolları gözleyerek geçiriyordu. Bu yeknesak bekleyişe bir an evvel son vermek istemişçesine, yedi aylık doğdu bebekleri.

Oysa Agripina Fyodorovna Antipova, kocası gibi sevinçle karşılayamadı kızını. Yaptığı erken ve zor doğum şu dünyaya bir can daha kazandırmış olabilirdi ama o can kendisinden çalınmıştı. Hamileyken şu anda olduğu insandan çok daha farklıydı ve çok daha fazlası. Bütün bu zaman zarfında, Tanrı’nın bunca insan içinde onu seçtiğini kendi kendine telkin etmiş ve başına gelen her felaketi, zorlu sınavının zorunlu bir aşaması addetmişti. Tanrı’ya ve kendine olan itimadı hiç sarsılmamış; etrafındaki insanların anlayamayacağı, asla bütünüyle kavrayamayacağı bir ibret ve lanet hikâyesinin başkahramanı olduğuna yürekten inanmıştı. Hem kendisini, hem de kocasını bu atıl dünyanın pençelerinden kurtarabilmek için, ikisi adına ama tek başına didinmiş, çamura yuvarlanmış bir inci tanesi gibi yeniden temizlenip ışıldayacağı günü beklemişti. Oysa şimdi, bunca zaman boyunca yanıldığını, Tanrı’nın ta başından beri onu değil de, karnındaki bebeği kolladığını ve bu yüzden de, doğum gerçekleşir gerçekleşmez onu kendi kaderiyle baş başa bıraktığını vehmediyordu. Ne yaparsa yapsın bu eksilmişlik ve terk edilmişlik hissinden kurtulamıyordu. Yüzündeki o mağrur ışıktan geriye tek bir parıltı bile kalmamış; tüm vücudu, içinden kova kova su boşaltılmışçasına pörsüyüp küçülmüştü. Bir tek göğüsleri, bir tek onlar, hâlâ dolgun ve kocamandı; ince ince kanayan bir dudak gibi, ara ara süt sızdırıyorlardı. Öğleden sonraları bebeği emzirmek için bir koşu eve gidiyor ve hep o zalimce dokunaklı sahneyle karşılaşıyordu. Kocasını ve bebeği, pencerenin önündeki kanapede, güneşten değil de, semanın yedinci katından geliyormuşçasına altın renkli yaldızlar saçan günışığının altında, sonsuz bir saadet ve eşsiz bir masumiyetle birbirlerine sarılmış uyurken ya da oynarken buluyordu. Ve her seferinde, bir zamanlar içinde taşıyıp bir parçası olduğuna inandığı maneviyatın şimdi büsbütün dışına itilmiş olmaktan ötürü içi burkuluyordu.

Demek boz bulanık, delişmen bir nehirdi İstanbul. Demek bunca zamandır bu nehrin ortasında, sulara bata çıka debelenmesinin se

Benzer İçerikler

Öldürün O Gazeteciyi Tuncay Özkan

yakutlu

Ceviz Ağacı

yakutlu

Dağınık Yatak

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy