SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM-JOANNE GREENBERG    

Elinizde tuttuğunuz kitap, pek çok açıdan bir “ilk” yapıt. Ülkemizde henüz pek tanınmayan çağdaş Amerikalı roman ve öykü yazarı Joanne Greenberg’in (1932-) dilimize çevrilen ilk yapıtı olmasının yanı sıra, yazara Batı’da büyük bir ün getiren ilk kitabı. Joanne Greenberg, bu kitabın öncesinde ve sonrasında, başka birtakım romanlar ve kısa öyküler yazmışsa da, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim onun yazarlık çizgisini belirleyen en önemli kilometre taşı olma özelliğini korumakta hâlâ. Yine, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, içerdiği konuyu ele alış biçimiyle de ilk sayılabilecek kitaplardan biri.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, deliliğin –resmi tanımıyla akıl hastalığının– serüvenidir. İnsanın, neredeyse toplum düzenine geçtiği ilk günden başlayarak, kitlesel uzlaşımlara, kabullenilmiş değer yargıları ve davranış biçimlerine aykırı düşen bireylere yakıştırdığı konumun serüvenidir bu. İşte başkişisi Deborah’ın öyküsüyle, makro boyuttaki böyle bir insanlık durumunun mikro boyuta indirgenmiş bir örneğini sunar bize Sana Gül Bahçesi Vadetmedim.

Deborah, içine doğduğu dünyayla, bu dünyanın kurumlarıyla bağdaşmayı öğrenemediği için, iletişimsizliğin karanlığına düşmüş, toplumdışı olmuş bir bireydir. Zekâsı, erken gelişmiş kişiliği, sanat yeteneği ve aşırı duyarlılığıyla çoğunluktan farklı olan on altı yaşındaki bu genç kız, Ben’in parçalanmasına giden bir yabancılaşma ve gerçekten kopma sürecine girmiştir; kimlik kavramını yitirmiş, iyice içine kapanmıştır. Ancak, “bir yere ait olma” içgüdüsü, onu bir başka düzen arayışına itecek, genç kızın zengin düşlemi ve mizah duyusuyla yarattığı gizli, düşsel bir dünyaya sığınmasına kaynaklık edecektir. Bu dünyanın da çeşitli yönetim birimleri ve kendine özgü bir dili vardır. Ne var ki, iki dünyanın çatışmaya başlamasıyla, Deborah’ın tragedyası da biçimlenmeye başlar. Ve Deborah, hem zihinsel hem de fiziksel olarak yok olmanın eşiğine gelir. Bu aşamada, ona yardım etme zorunluluğunu duyan annesiyle babası, onu toplumun böyle kişiler için oluşturduğu kurumlardan birine, bir “akıl hastanesi “ne yatırır. Böylece Deborah’a tanıyıp çözümlemesi gereken üçüncü bir dünya sunulur. Anlatının başında karşılaştığımız durum budur. Sonra, adım adım, aşama aşama, Deborah’ın kendi tragedyasının sonunu değiştirmek için verdiği savaşıma tanık oluruz. İnişler ve çıkışlarla dolu bu zorlu savaşımda, gerçek dünyanın sözcülüğünü üstlenerek bir itici güç işlevini yapan ikinci bir başkişisi vardır anlatının: deneyimli ve usta bir psikiyatr olduğu gibi, dürüst ve sevecen bir yüreği taşımasını da bilen Dr. Fried.

Deborah, Dr. Fried’in uzattığı güçlü ve dostça elin yardımıyla gerçeği ve kimliğini ararken, sıkı bir sorgulama ve hesaplaşma sürecine girer. Anlatının temelini oluşturan bu süreç yalnızca Deborah’ın kişisel sorunuyla sınırlı kalmaz; gittikçe boyutlanarak “gerçeklik” kavramını da içine alır. Ana-babalar, akrabalar, öğretmenler, okul arkadaşları gibi kişiler aracılığıyla toplumun çeşitli kesimleri ve yerleşik değer yargıları sorgulanır; gerek olumlu, gerek olumsuz, bütün insani yönleriyle çizilen hastane görevlileri aracılığıyla kurumsal ilkeler sorgulanır; çok canlı betimlemelerle çizilen akıl hastalarının yarattığı çeşitli trajikomik olaylarda, “delilik” olgusunun derecelerinin ve kökenlerinin sorgulanmasına kaynaklık eder. Bütün bu sorgulamaların gerisinde, yer yer toplumsal boyuttaki deliliklerin –Nazi faşizmi gibi– bir art-alan biçiminde irdelendiğini görürüz. Satır aralarına sinmiş bir leitmotif de, sevginin, sevginin yapıcılığının ve yıkıcılığının irdelenmesidir.

Söz konusu süreç için seçilen ana mekân hastanedir. Bu mekânın yanı sıra başka mekânlar da yer alır. Ayrıca, Deborah’ın hastanede geçirdiği üç yıl, temelde zamandizinsel bir çizgiye oturtulmuşsa da, çağrışımlar yoluyla çeşitli zaman dilimleri bu çizgiye katışır. Bütün bu özelliklerin son kertede zenginleştirdiği anlatısında, konu gereği yer yer bilimin nesnelliğine de başvurur Joanne Greenberg; ancak, aşırı bir bilimsellik karmaşası yaratmaz hiçbir zaman. Genç bir insanın, koptuğu dünyayı yeni baştan gözlemleyip tanıma serüvenini öykülemek için seçtiği anlatım biçimi, çeşitli imgelerle, eğretilemelerle, sözcük oyunlarıyla bezeli, renkli, incelikli bir anlatım biçimidir.

Yazar, gerçekçi bir yaklaşım içinde, “normal” insanlarla “akıl hastası” insanların, başka bir deyişle, “uyumlular”la “uyumsuzlar”ın bakış açılarını karşılaştırırken, yanlı ve acımasız bir eleştiriciliğe de girmez. Amacı, daha çok, biçimci ve duyumsamaz kişilere bir düşünüp sorgulama çağrısı iletmektir. Zaman zaman, Deborah’ın çocuksuluğu ve deneyimsizliğiyle, insanlara büyüyüp “akıllanınca” unuttukları çocuk saflığını hatırlatma çabasına da dönüşen bu çağrı, hiç de asık yüzlü bir çağrı değildir. Anlatı bizi bir karanlığın içine sürüklese de. bu karanlığın içinde kimileyin sevimli bir naifliğin, kimileyin ironinin ve sık sık da güçlü bir gülmece anlayışının örneklerine rastlarız. Umuttan da yoksun değildir Sana Gül Bahçesi Vadetmedim. Bir gün, Deborah’a “kavak ağaçlarına âşık olma” deneyimini yaşatan umut, satırların gerisinden varlığını sürekli duyumsatır.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim’deki bunca içgörü, duyarlık, içtenlik ve ayrıntıcılığa bakıldığında, bu anlatının bir özyaşamöyküsü olduğunu düşünmemek neredeyse olanaksızdır. Gerçekten de anlatının temel gereci, Joanne Greenberg’in kendisinin yaşadığı bir psikiyatrik tedavi deneyimidir. Ve yazar bu gerçeği iki küçük oğlundan gizlemek için, bir süre kitaplarında Harınah Green diye takma bir ad kullanır. Anlatısının özyaşamöyküsel yanı, eleştirmenler düzleminde yoğun tartışmalara da yol açar. Dahası, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim hemen kabul de görmez. Yayımlandıktan ancak birkaç yıl sonra, yavaş yavaş ama giderek büyüyen bir coşkuyla benimsenir ve yetkin bir kalemin ürünü olarak çağdaş yazın dünyasında yerini alır. Bunda, yazarın Sana Gül Bahçesi Vadetmedim’den sonra yazdığı romanlarla öykülerin de payı olur kuşkusuz.

İlkin. Sana Gül Bahçesi Vadetmedim üzerine kafa yoran eleştirmenler, kitabı genelgeçer roman kategorisine pek oturtamazlar. Kitabın kurmaca boyutu, bu eleştirmenlerin yoğun eleştirilerine hedef olur. Bu eleştiriler çoğunlukla kitabın özyaşamöyküsel ve öğretici yanının ağır bastığı, kurmaca sanatının

bütünlük ve yoğunluğuna tam olarak ulaşamadığı biçimindedir. Sözgelimi, R. V. Cassil adlı bir eleştirmen şöyle der; “…Harınah Green (takma bir ad) genç bir akıl hastasının iç dünyasındaki savaşımı betimlerken olağanüstü başarılı. Akıl hastaları, doktorlar ve kurumsal yaşamın soyut güçleri arasındaki ilişkileri, bütün ayrıntılarıyla, yetkin bir biçimde açımlıyor… Ancak, son derece inandırıcı ve etkileyici bir anlatı olmasına karşın, kurmaca değeri açısından tam olarak inandırıcı değil. Bütün dikkatimiz bu kişilerin özlerindeki insan yanlarından çok, oynadıkları rollere yöneltiliyor… Okur kesinlikle kandırılmıyor; ancak kurmaca açısından yeterli doyuma da ulaştırılmıyor.” (The New York Times Book Review, 3 Mayıs 1964, s. 36) Haskel Frankel adlı bir eleştirmen de şöyle bir yorum getirir; “Harınah Green yapıtına roman demeyi seçmişse de. Sana Gül Bahçesi Vadetmedim’i bir kurmaca ürünü olarak övmek güç. Yapıt bir roman olarak yetersiz; ancak kurmaca dışı bir yapıt olarak, büyük bir dürüstlükle anlatılan ve belleklerde yer eden bir akıl hastalığı öyküsü… Ne var ki, Deborah’ın iki-adım-ileri, bir-adım-geri biçiminde ilerleyen yaşama dönüş süreci, kurmaca sanatının gerektirdiği yoğunluğu tam olarak içermiyor… Aile öyküsü biçimindeki yan olay örgüsünün ana olay örgüsüne pek katkısı olmuyor. Gene de, kurmaca olsun olmasın. Sana Gül Bahçesi Vadetmedim gerçekten çok etkileyici, kavrayıcı, güçlü bir anlatı.” (Saturday Review, 18 Temmuz 1964, s. 40) Gelgelelim, bu eleştirmenlerin tümünün görüşlerinde ortak bir nokta vardır; Joanne Greenberg’in, bir akıl hastasının iç dünyasını, korkularını, gerçek dünyaya dönüş savaşımını aktarmada son derece başarılı ve etkileyici olduğu.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, uzun yıllar etkisini sürdürerek daha derin boyutlu incelemelere ve daha olumlu değerlendirmelere konu olur. Nitekim, yayımlanmasından on iki yıl sonra, Kary K. Wolfe ve Gary K. Wolfe imzalarını taşıyan bir yazıda şöyle değerlendirilir; “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim akıl hastalığı üzerine öğretici bir kitap olarak yaygın bir biçimde kabul görürken, birçok eleştirmen kitabın kurmaca değeri konusunda kuşkulara düştü… Bu ilk değerlendirmeleri izleyen yıllarda, kitabın gitgide ünlenmesine karşın, ilginç bir psikiyatrik vaka tarihçesi olmanın ötesindeki birtakım özellikleri gözardı edildi. Oysa, kitabın kendisi, içerdiği estetik öğeler ve Joanne Greenberg’in öteki yapıtları, bu anlatının bir bütünlük içeren, tutarlı bir kurmaca yaratma girişimi olduğunu kanıtlayan pek çok ipucu taşıyor. … Sana Gül Bahçesi Vadetmedim tek bir kitapta çağdaş anlatı sanatının birçok öğesini biraraya getiriyor… Kısmen özyaşamöyküsü, kısmen kurmaca, kısmen de öğretici bir kitap olarak, son yirmi yılın en önemli yapıtlarından biri Sana Gül Bahçesi Vadetmedim.” (The New York Times Book Review, 31 Ekim 1976, ss. 28-30)

Joanne Greenberg’in, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim’de olduğu gibi, iletişimsizlik izleği bağlamında, kimisi etnik kökeni, kimisi de ruhsal ya da fiziksel eksiklikleri yüzünden ezilen insanları anlattığı, The King’s Persons (1967), In This Sign (1968), Founder’s Praise (1976), A Season of Delight (1982), ve The Far Side of Victory (1983) adlı romanlarının yanı sıra, Rites of Passage (1972) High Crimes and Misdemeanors {1980} başlıkları altında derlenmiş öyküleri vardır.

Son olarak, yirmi beş yıldır güzelliğini yitirmeyen bu kitabı dilimize çevirmenin bana sevinç verdiğini söylemek istiyorum. Ayrıca, bana Dante üzerine keyifli bir söyleşi sunan Prof. Dr. Gül Işık’a, Latince şiir alıntılarının çevirisinde yardımcı olan Doç. Dr. Erendiz Özbayoğlu’na ve kitap üzerine yazılmış eleştirileri bulan Dr. Suat Karantay’a teşekkür ediyorum.

1.

Güzün ortasında, bitek çiftlik arazilerinden, sokaklarında sararıp kızaran ağaçların canlı renklerinin yansıdığı eski ve yabansı kasabalardan geçip gidiyorlardı arabalarıyla. Fazla konuşmuyorlardı. Üçü içinde en belirgin biçimde gergin olan kişi babaydı. Zaman zaman bir iki şey söyleyerek uzun süreli sessizlikleri bölüyor, gelişigüzel ve yerli yersiz birtakım şeylerden söz ediyordu; ama söylediklerine kendisi de katlanamıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Bir keresinde, yandaki dikiz aynasında göz göze geldiği genç kıza sordu: “Evlendiğimde budalanın tekiydim –nasıl çocuk yetiştirileceğini, nasıl baba olunacağını bilmeyen, lanet olası genç bir budalaydım– bunu biliyorsun, değil mi?” Savunması yarı saldırı biçimindeydi, ama genç kız ne savunmaya ne de saldırıya hiç bir karşılık vermedi. Anne kahve içmek için bir yerde durmalarını önerdi. Güz mevsiminde, genç ve güzel kızlarıyla birlikte, böylesine güzel kırları seyrede seyrede sürdürdükleri bu yolculuğun gerçekten zevkli bir gezi olduğunu söyledi.

Yol kenarında bir yolcu lokantası görüp oraya saptılar. Genç kız çabucak arabadan inip binanın arka tarafındaki tuvaletlere doğru yürüdü. O gitmeye davranınca, anneyle babanın başları arkasından bakmak üzere hemen ona doğru çevrilmişti. Sonra baba, “Her şey yolunda,” dedi.

Anne yüksek sesle, “Acaba burada beklesek mi yoksa içeri mi girsek?” diye sordu; ama bu soruyu aslında kendine yöneltmişti. İkisi içinde, olayları çözümleyen ve elde edilecek sonuçları –nasıl davranılıp neler söyleneceğini– önceden tasarlayan oydu daha çok. Kocası da onun yönetimine bırakıyordu kendini, çünkü böylesi kolayına geliyordu. Genellikle de karısı haklı çıkıyordu zaten. Şu anda da kendini şaşkın ve yalnız duyduğu için, karısının durmadan konuşmasına –tasarlayıp hesaplamasına– sesini çıkarmıyordu. Karısının rahatlama biçimi buydu çünkü. Ona ise suskun durmak daha kolay geliyordu.

“Arabada kalırsak,” diyordu karısı, “bize gereksinme duyduğunda yanında olabiliriz. Belki dışarı çıktığında bizi göremezse… Ama ona güvendiğimizi göstermiş oluruz o zaman da. Ona güven duyduğumuzu hissetmeli…”

Sonunda lokantaya girmeye karar verdiler. Davranışlarında çok dikkatli ve gözle görülür biçimde doğal olmaya çalışıyorlardı. Cam kenarında bir masaya oturduklarında, kızlarının binanın köşesinden çıkıp geri döndüğünü ve onlara doğru geldiğini gördüler. Ona sanki yabancı biriymiş, kendi kızları değil de, başka birinin kızı olan ve az önce tanıştırıldıkları herhangi bir Deborah’ınış gibi bakmaya çalıştılar. Ergenlik çağındaki kaba hatlı gövdeyi incelediler; gövdeyi güzel, yüzü zeki ve canlı, ancak ifadesini on altı yaş için nedense fazla çocuksu buldular.

Çocuklarında küskünlük dolu bir olgunluk görmeye alışıktılar; ne var ki, kendilerini yabancılaşabileceklerine inandırmaya çalıştıkları bu bildik yüzde bu olgunluğu göremiyorlardı şimdi. Baba düşünüp duruyordu: Yabancı insanlar nasıl haklı olabilirler ki? O bizim kızımız… yaşamı boyunca. Onlar tanımıyorlar ki onu. Bir hata bu –bir hata!

Anne kızını gözlerken kendini de gözlüyordu. “Dış görünüşümde… belli edecek hiçbir işaret, hiçbir belirti olmamalı –kusursuz bir görünüşüm olmalı.” Ve gülümsedi.

Akşam olduğunda küçük bir kentte durup kentin en iyi lokantasında yemek yediler. Böyle bir yere uygun biçimde giyinmeden geldikleri için, bir başkaldırı ve sergüzeşt havası içindeydiler. Yemekten sonra sinemaya gittiler. Deborah böyle bir geceyi yaşadığı için mutluymuş gibi görünüyordu. Yemekte ve sinemada şakalaşıp durdular. Daha sonra kırların karanlığına doğru ilerlerken, başka yolculuklarından söz edip daha önceki tatilleriyle ilgili küçük ve gülünç birtakım ayrıntıları hatırladıkları için birbirlerini kutladılar. Geceyi geçirmek üzere bir motelde durduklarında Deborah’a ayrı bir oda tutuldu; ne denli büyük bir gereksinme duyduğunu kimsenin, hatta onu çok seven annesiyle babasının bile bilmediği bir başka özel ayrıcalıktı bu onun için.

Jacob ve Esther Blau, odalarında otururken, yüzlerindeki maskelenin gerisinden birbirlerine baktılar ve artık baş başa kaldıklarına göre takındıkları maskelerin neden yok olup gitmediğini düşündüler. Artık rahat bir soluk alıp gevşeyebilir, birbirlerinin varlığında huzur bulabilirlerdi oysa. İncecik bir duvarın ayırdığı bitişik odada, kızlarının yatmak üzere soyunduğunu duyabiliyorlardı. Gece boyunca, uyumakta olan kızlarının soluk alma sesinden başka bir sese –tehlike anlamına gelebilecek bir sese– karşı tetikte olduklarını gözleriyle bile itiraf edemiyorlardı. Yalnızca bir kez, yatağa uzanıp karanlığı gözlemeye koyulmadan önce, Jacob yüzündeki maskeyi aralayıp karısının kulağına sert bir sesle fısıldadı; “Neden onu gönderiyoruz?”

Gözleri sessiz duvara dikilmiş, kaskatı bir halde yatan Esther, “Doktorlar gitmesi gerektiğini söylüyor,” diye fısıltıyla karşılık verdi.

“Doktorlarmış!” Jacob ta başından doktorları bu işe karıştırmak işlememişti.

“İyi bir yer orası,” dedi Esther. Söylediği şeyi gerçek kılmak istercesine biraz daha yüksek bir sesle konuşmuştu.

“Oraya akıl hastanesi diyorlar, ama Esther, orası, orası insanların kapatıldığı bir yer. Böyle bir yer genç bir kız –nerdeyse bir çocuk– için nasıl iyi bir yer olabilir ki?”

“Ah Tanrım, Jacob,” dedi Esther, “bu kararı vermek bize nelere mal oldu, biliyorsun. Doktorlara

güvenmezsek kime güvenebiliriz, kimden yardım isteyebiliriz? Dr. Lister onun için yapılabilecek tek şey olduğunu söylüyor bunun. Denemek zorundayız.” Sonra inatçı bir tavırla başını yeniden duvara doğru çevirdi.

Jacob karısına bir kez daha teslim olarak sustu; karısının ağzı ondan daha iyi laf yapardı. Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra, ikisi de uyuyormuş gibi yapıp birbirlerini kandırmak için derin derin soluk alırken, acıyan gözleriyle karanlığı gözleyerek öylece yattılar.

Duvarın öte yanındaysa, Deborah uyumak üzere yatağa uzanmıştı. Yr Krallığı’nda Dördüncü Düzey denen bir tür tarafsız bölge vardı. Yalnızca rastlantısal olarak oluşan ve herhangi bir formül ya da istenç gücüyle ulaşılamayan bir bölgeydi bu. Dördüncü Düzey’de ne katlanılacak bir duygu, ne de kaygı verecek bir geçmiş ya da gelecek vardı. Hiçbir kimliğe özgü bir anı ya da saplantı yoktu orada; yalnızca, gereksinme duyduğu zaman kendiliğinden ortaya çıkan ve hiçbir duyguyla ilintili olmayan bir takım dural olgular vardı.

Şimdi, yatağa uzanmış. Dördüncü Düzey’i oluştururken hiçbir gelecek kaygısı duymuyordu Deborah. Bitişik odadaki insanlar onun annesiyle babası sayılıyordu. Pekâlâ. Ancak bu durum, şu anda kaybolmakta olan bulanık dünyaya özgü bir olguydu; oysa o, hiçbir engelle karşılaşmadan, en ufak bir kaygı bile duymadığı yeni bir dünyanın içine kayıyordu. Eski dünyadan uzaklaştıkça, Yr Krallığı’nın karışıklıklarından, Öbürkülerin Korosu’ndan, Sansür’den ve Yr tanrılarından da uzaklaşmış oluyordu. Yüzükoyun yatıp derin, düşsüz, erinç dolu bir uykuya daldı Deborah.

Ertesi sabah aile yeniden yola koyuldu. Araba motelden ayrılıp güneşli güne katılırken, bu yolculuğun sonsuza değin sürebileceği, duyduğu bu dingin ve olağanüstü özgürlüğün, Yr’nin genellikle çok buyurgan olan tanrılarıyla yönetim birimlerinin yeni bir armağanı olabileceği geldi Deborah’ın aklına.

Birkaç saat boyunca, gitgide koyulaşan kahve ve altın renkleriyle bezeli kırlardan ve gün ışığıyla beneklenmiş kasaba sokaklarından geçtikten sonra, anne, “Sapak nerde Jacob?” dedi.

Yr’de, Kuyu’nun derinlerinden gelen bir ses haykırdı: Masum! Masum!

Deborah Blau birden özgürlükten koptu, tepesi üstü yuvarlanarak çarpışan iki dünyanın arasında kalıp paramparça oldu. Daha önceleri de hep olduğu gibi, garip biçimde sessiz bir parçalanmaydı bu. Çok canlı bir varlık olduğu dünyada, gökyüzündeki güneş ikiye bölündü, toprak infilâk etti; Deborah’ın gövdesi parçalandı, dişleriyle kemikleri çatlayıp darmadağın oldu. Hayaletlerle gölgelerin yaşadığı öteki dünyadaysa, bir araba bir yerlerden sapıp eski, kırmızı-tuğlalı bir binanın önüne gelmişti. Victoria dönemi mimarisini yansıtan, yıkık dökük ve ağaçlarla çevrili bir binaydı bu. Bir akıl hastanesine göre, çok güzel bir ön cephesi vardı. Araba hastanenin önünde durduğunda, Deborah hâlâ çarpışmanın sersemliği içindeydi ve arabadan inip basamakları doğru dürüst çıkmakta, doktorların olduğu binaya girmekte çok güçlük çekti. Bütün pencereler demir parmaklıklarla kaplanmıştı. Deborah hafifçe gülümsedi. Uygun bir şeydi.

Jacob Blau demir parmaklıkları görünce sapsarı kesilmişti. Böyle bir şey karşısında, kendi kendine, “dinlenme yurdu” ya da “rehabilitasyon merkezi” gibi şeyler söylemesi olanaksızdı artık. Gerçek, demir kadar çıplak ve soğuk gelmişti ona. Esther zihninin içinden ona ulaşmaya çalıştı: Bu parmaklıkların olacağını tahmin etmeliydik. Niye bu kadar şaşırıyoruz ki?

Beklediler. Esther Blau hâlâ ara ara neşeli davranmaya çalışıyordu. Parmaklıklı pencereler dışında, oda sıradan bir bekleme salonunu andırıyordu. Esther odadaki dergilerin tarihlerinin eskiliği üzerine şakalar yaptı. Uzakta, koridorun aşağısında bir yerde, kocaman bir anahtarın bir kilitte dönerken çıkardığı madeni gıcırtıyı duydular. Jacob yeniden kaskatı kesildi ve hafifçe inleyerek, “Ona göre –bizim küçük Debby’mize göre değil…” dedi. Kızının yüzünde ansızın beliren acımasız bakışı görmemişti.

Doktor koridoru geçti ve odaya girmeden önce, kendine biraz katı bir görünüm vermeye çalıştı. Geniş omuzlu, tıknaz yapılı bir adamdı. Bu ailenin kaygılarının elle dokunulabilecek biçimde havada asılı durduğu odadan içeri daldı. Biliyordu, burası eski bir binaydı, insanların gelmeye korktuğu bir yerdi. Birazdan o, kızı alıp götürmeye çalışacak, anneyle baba da doğru olanı yaptıklarını düşünerek içleri yeterince rahatlamış bir halde, kızlarım bırakıp gideceklerdi.

Kimileyin bu odada, anne ve babalar, karı-kocalar, o korkunç ve iğrenç hastalık gerçeğini nefretle yadsıma yoluna gidiyorlardı. Kimi zaman da, garip bakışlı yakınlarını alıp geri götürüyorlardı. Korku ya da iyi niyet yüzünden varılan bir yargı –gözleriyle anne ve babayı yeniden ölçüp biçti– ya da uzun bir acı ve mutsuzluk sürecinin kendinden sonraki kuşakta sona ermesini istemeyen başıboş bir kıskançlık ve öfke tohumuydu bunun kaynağı. Doktor sevecen olmaya, ama aptalca davranmamaya çalışıyordu; az sonra da kızı koğuşa götürmesi için bir hemşire getirtmeyi başarmıştı. Bir şok kurbanına benziyordu kız. Doktor, kız odadan çıkarken bu ayrılığın anne ve babada yarattığı burukluğu sezmişti.

Doktor anneyle babaya, gitmeden önce kızlarıyla vedalaşabileceklerine dair söz verdi ve onları, önünde gerekli bilgileri yazacak bir bloknot olan sekretere teslim etti. Kızlarıyla vedalaşmalarından sonra yeniden gördüğünde, onlar da şok geçiren insanlara benziyordu. Doktor kısaca şöyle düşündü: Acı-şoku –bir kız evladın ampütasyonu.

Jacob Blau, kendi kendini inceleyen ya da geçmişine dönüp yaşam biçimini tartıp ölçen bir insan değildi. Zaman zaman karısının, ardı arkası kesilmeyen sözcüklerle tutkularını tekrar tekrar vurgulayan, doymak bilmez bir insan olduğu kuşkusuna kapılıyordu. Gelgelelim, bu duyguda biraz kıskançlık da yok değildi. Onlara hiçbir zaman söylemediği halde, o da kızlarını çok seviyordu; o da kızlarına yakın olmak istiyordu, ama hiçbir zaman yüreğini onlara açamamıştı. Bu yüzden onlar da gizlerini ona anlatmaya hiçbir zaman cesaret edememişlerdi. Biraz önce büyük kızı, kilitler ve demir parmaklıklarla dolu bu iç karartıcı yerde, geri çekilerek öpücüğünü reddetmiş, neredeyse isteyerek ayrılmıştı ondan. Ondan hiçbir avuntu istemiyor, dokunmasından bile neredeyse ürküyor gibiydi kızı. Jacob öfkesi her zaman burnunda olan bir adamdı ve şu anda da, arıtıcı, katıksız ve doğrudan bir öfke patlamasına gereksinme duyuyordu. Ne var ki şimdi öfkesi korku ve acıma duygularıyla öylesine iç içe geçmiş durumdaydı ki, ondan nasıl kurtulabileceğini bilmiyordu. İçinde kıvranıyor, kokuşup duruyordu öfke; Jacob, bildik bir ülser ağrısının yavaş yavaş uyanmaya başladığını duyumsadı.

2.

Deborah’ı küçük, sade döşenmiş bir odaya götürüp duşlar boşalana değin başında beklediler. Duştan sonra kurulanırken de, buharın içinde sakin sakin oturup onu tepeden tırnağa süzen bir kadın tarafından göz altında tutuldu. Deborah kendisine söylenenleri hiç sesini çıkarmadan yerine getirdi, ama bileğindeki yeni yeni iyileşmekte olan iki kesiği gözlerden saklamak istercesine, sol kolunu hafifçe içe dönük tutuyordu. Karşılaştığı bu yeni düzene uyarak odaya geri döndü ve sıkkın görünüşlü, alaycı bir doktorun yönelttiği birtakım sorulara yanıt verdi. Doktorun Deborah’ın arkasındaki uğultuyu duymadığı belliydi.

Deborah’ın şu anda bulunduğu ve Yr ile Şimdi arasında yer alan Aradünya’nın boşluğunda. Koro canlanmaya başlamıştı. Koro’nun üyeleri birazdan sövgü ve hakaret yağdıracak, onu her iki dünyaya karşı da sağırlaştıracaktı. Deborah, cezalandırılacağını anladığında çılgıncasına karşı saldırıya geçerek cezayı engellemeye çalışan bir çocuk gibi, onların gelişini engellemek için çırpınıyordu. Doktorun sorduğu kimi sorulara ilişkin gerçekleri anlatmaya başladı. Şimdi istedikleri kadar tembel ve yalancı desinlerdi ona. Uğultu biraz daha arttı; zaman zaman uğultunun içinden bir iki sözcüğü duyabiliyordu. Odada dikkatini başka bir yöne çekecek hiçbir şey yoktu. Boşlukta yitip gitmemek için sığınabileceği tek yer, elinde bir not defteri tutan buz soğukluğundaki doktoruyla Burası, ya da altın renkli çayırları ve tanrılarıyla Yr’ydi. Ancak, Yr’nin de kendine özgü dehşet ve yitim bölgeleri vardı ve Deborah Yr’den hangi krallığa geçebileceğini bilmiyordu artık. İşte bu konuda doktorların yardımcı olacağı varsayılıyordu.

Deborah, gürültünün ortasında giderek silikleşen kişiye baktı ve “Sorduğunuz bu şeylerle ilgili bütün gerçeği size anlattım. Şimdi bana yardım edecek misiniz?” dedi.

“Bu sana bağlı,” dedi doktor somurtarak ve ardından defterini kapatıp dışarı çıktı. Bir uzman, diyerek güldü Düşen Tanrı Anterrabae.

Deborah sonsuza değin sürecek bir düşüş içinde olan Anterrabae’yle birlikte gitgide daha aşağılara doğru inerken ona, N’olur, ben de seninle geleyim, diye yalvardı.

Haydi gel bakalım, dedi Anterrabae. Ateşten yapılmış saçları düşüşün yarattığı esintiden hafifçe kıvrılmıştı.

Deborah o günü ve ertesi günü Yr’nin vadilerinde, uzamsal derinliğiyle gözleri dinlendiren o uzun toprak alanlarda geçirdi.

Bu olağanüstü bağış için Güçler’e büyük bir gönül borcu duyuyordu Deborah. Zorlu geçen şu son birkaç ay boyunca Yr’de aşırı derecede körlük, soğuk ve acıyla karşılaşmıştı çünkü. Şimdi, Deborah’ın görüntüsü dünya yasaları uyarınca sağda solda dolaşır, yanıtlar verir, sorular sorar, hareket ederken, artık Deborah değil, Yr vadilerinde yaşayan kişilere yaraşır bir ad taşıyan bir varlık olarak, kendisi şarkılar söyleyip dans ediyor, uzun otları okşarcasına esen rüzgâra ezberden ilahiler söylüyordu.

Eve dönerken yol, hastaneye giderken olduğundan daha uzun gelmişti Jacob’la Esther Blau’ya. Artık Deborah’ın yanlarında olmamasına karşın, gerçekten söylemek istediklerini söyleme özgürlükleri öncekinden de kısıtlıydı şimdi.

Esther Deborah’ı kocasından daha iyi tanıdığı kanısındaydı. Ona kalırsa, bu doktorlar ve kararlar zincirini başlatan etken, salt o çocuksu intihar girişimi değildi. Esther arabada kocasının yanında otururken, o saçma ve teatral bilek-kesme girişimine çok şey borçlu olduklarını söyleme isteğini duyuyordu. İçini kemirip duran, bir şeylerin gizliden gizliye ve korkunç derecede ters gittiği kuşkusu, sonunda böyle bir olayla açıklık kazanmıştı. Banyonun tabanındaki yarım-fincanlık kan, bir türlü adlandıramadığı duygularının, belirsiz korkularının tümüne belli bir somutluk getirmiş ve Esther hemen ertesi gün doktora gitmişti. Jacob’a onun bilmediği pek çok şeyi anlatmak istiyordu şu anda, ama bunu onu incitmeden yapamayacağını da biliyordu. Gözlerini yola dikmiş, yüzü gerilmiş bir halde arabayı kullanmakta olan kocasına baktı. “Bir iki ay sonra onu görmeye gidebiliriz,” dedi.

Sonra, pek yakın olmayan ya da önyargıları ailelerinin akıl hastanesine işinin düşmesine izin vermeyen akrabalarına anlatacakları öyküyü tasarlamaya başladılar. Hastane onlar için bir okul olacak, geçen ay “hasta” sözcüğünü çokça duyan ve bundan önce de sık sık derin şaşkınlıklara düşen Suzy’ye, kansızlık, halsizlik, özel bir rehabilitasyon merkezi gibi bir şeyler söylenecekti. Büyükanneyle büyükbabaya da her şeyin yolunda olduğu söylenecekti… bir çeşit dinlenme yurdu olduğu. Bir psikiyatra gittiklerini ve psikiyatrın böyle bir şeyi önerdiğini ikisi de biliyordu gerçi, ama o yerin görüntüsü anlatılırken değiştirilecek, parmaklıklı pencerelerden birinden gelen ve tir tir titreyip dişlerini sıkmalarına yol açan o tiz ve keskin çığlıktan söz edilmeyecekti. Deborah’a o Yer’de yapıldığı gibi, çığlığın da Esther’ın yüreğine kapatılıp gizlenmesi gerekiyordu.

Doktor Fried koltuğundan kalkıp pencereye doğru yürüdü. Pencere, hastane binalarının arka tarafına, ilerisinde hastaların yürüyüş yaptığı sahanın yer aldığı küçük bir bahçeye bakıyordu. Doktor elindeki rapora baktı. Terazinin bir kefesinde daktiloyla yazılmış bu üç sayfalık rapor, öteki kefesindeyse, bu vakayı üstlenince veremeyeceği dersler, ihmal edeceği yazılar ve reddetmek zorunda kalacağı danışmanlık çalışmaları vardı. Hastalarla çalışmayı seviyordu Dr. Fried. Bu insanlar hastalıkları sayesinde, pek az “aklı başında” insanın yapabileceği biçimde, ruh sağlığı olgusunu inceliyorlardı. Sevgiden, paylaşımdan, hatta basit bir iletişimden bile yoksun kalmış olan bu insanlar çoğun, ona çok güzel gelen katıksız bir tutkuyla dolu bir özlem duyuyorlardı bu olguya.

Bazen, diye düşündü Dr. Fried üzgün üzgün, dünya birtakım kurumlarında bulunan insanlardan çok daha hasta oluyor. Almanya’daki hastanede, hastane duvarlarının öbür yanında Hitler diye birinin olduğu ve hangi tarafın aklı başında olduğunu kendisinin bile söyleyemediği bir dönemde karşılaştığı Tilda’yı hatırladı. Tilda’nın yataklara bağlanan, borularla beslenen ve ilaçlarla boyun eğdirilen nefreti gene de zaman zaman bir parça ışığın girmesine yetecek bir süre boyunca kaybolabiliyordu. Tilda’nın halatlarla kuşatılmış yatağından, yapmacık bir kibarlıkla ona gülümseyip, “Aa, girin girin, sayın Doktor. Hastanın yatıştırıcı çayına ve dünyanın sonuna yetiştiniz,” deyişi geldi aklına.

Tilda da Hitler de yoktu artık ve şimdi, çok az bir yaşam deneyimiyle okullardan mezun olan genç doktorlara anlatılacak daha çok şey vardı. Gerçek anlamda bir iyileşme yıllarca sürebilecekken ve binlerce, on binlerce insan haykırarak, yazarak, telefon ederek yardım dilerken, özel hasta almak doğru bir şey miydi? Ansızın, bir keresinde hastasının hastalığından sonra bir doktorun en büyük düşmanı olarak nitelediği kendini beğenmişlik duygusuna kapıldığını sezince güldü. Hastaları birer birer ele almak Tanrı için uygunsa, onun için de uygundu.

Oturup dosyayı açtı ve sonuna kadar okudu:

BLAU, DEBORAH F. 16 yaş. ÖNCEKİ HASTANELER: Yok İLK TANI: ŞİZOFRENİ.

1. Testler: Testler üstün zekâ belirtiyor (IQ 140-150), ancak anneyle baba hastalıktan rahatsız. Birçok soru yanlış yorumlanıp aşırı ölçüde kişiselleştirildi. Görüşme ve testlere tümüyle öznel bir tepki. Kişilik testleri, zorlamalı ve mazoşist öğeler içeren tipik bir şizofreni durumunu gösteriyor.

2. Görüşme (Hasta alındığında): Başlangıçta, hastanın düşünce yapısı uyumlu ve mantıklı görünüyordu, ancak görüşme ilerledikçe, mantığı yer yer parçalanmaya başladı ve hasta düzeltme ya da eleştiri olarak nitelenebilecek her şeyden tedirgin oldu. Etkileyici bir savunma aracı olarak kullandığı zekâsıyla muayene edeni etkilemek için elinden geleni yaptı. Üç kez, hiç nedeni yokken güldü: hastaneye yatırılma nedeninin bir intihar girişimi olduğunu öne sürdüğünde bir kez, ayın kaçı olduğu gibi sorularda da iki kez. Görüşme sürdükçe davranışları değişti ve yüksek sesle konuşarak, yaşamında hastalığının nedeni olduğunu düşündüğü birtakım olayları rastgele anlatmaya başladı. Beş yaşındayken geçirdiği ve travmatik etkiler yaratan bir ameliyattan, acımasız bir bebek bakıcısından filan söz etti. Anlattıklarının başı sonu yoktu; olayları belli bir düzen içinde aktarıyordu. Birdenbire, hasta, anlattığı bir olayın tam ortasında öne doğru atılıp suçlarcasına, “Bu şeylerle ilgili gerçekleri size anlattım –şimdi, bana yardım edecek misiniz?” dedi. Görüşmeyi burada kesmek uygun görüldü.

3. Aile Hikâyesi: Doğum Chicago, 111. Ekim 1932. Sekiz ay emzirilmiş. Bir kız kardeş, Susan, doğumu 1937. Baba, Jacob Blau, ailesi 1913 yılında Polonya’dan göç etmiş bir muhasebeci. Doğum normal. 5 yaşındayken üretradaki bir tümörün alınması için iki kez ameliyat edilmiş. Aile geçim sıkıntısı nedeniyle büyükanne ve büyükbabayla birlikte Chicago’nun bir kenar mahallesine taşınmış. Sonra durumları düzelmiş, ama babada ülser ve yüksek tansiyon ortaya çıkmış. 1942’de savaş nedeniyle kente göçmüşler. Hasta çevresine uyum sağlamakta güçlük çekmiş, okul arkadaşları onunla sürekli alay etmiş. Fiziksel açıdan ergenlik dönemi normal, ama hasta 16 yaşındayken intihar girişiminde bulunmuş. Uzun bir hipokondria[1] hikâyesi var, ama tümör dışında hastanın fiziksel sağlık durumu iyi.

Dr. Fried sayfayı çevirip çeşitli istatistiksel kişilik faktörleri ölçümlerine ve test rakamlarına göz gezdirdi. Bugüne değin hiç on altı yaşında bir hastası olmamıştı. Hastanın kendisini incelemenin yanı sıra, böylesine kısa bir yaşam deneyimi olan bir insanın terapiden yararlanıp yararlanamayacağını ve bu yaştaki biriyle çalışmanın daha mı kolay daha mı zor olduğunu öğrenmek yararlı olabilirdi.

Sonunda, raporu doktor toplantılarındaki görevinden ve yazacağı makalelerden daha önemli kılıp ona karar verdiren şey, kızın yaşı oldu.

“Aber werın wir… Başarırsak…” diye mırıldandı anadilinden kurtulmaya çalışarak, “daha yaşanacak güzel yıllar…”

Yeniden önündeki olgulara ve rakamlara baktı. Bir keresinde, buna benzer bir rapor nedeniyle hastanenin psikoloğuna, “Bir gün, hastalığın olduğu kadar sağlığın da nerede olduğunu bize gösterecek bir test yapmalıyız,” demişti. Psikolog da, hipnotizma, ametyl ve pentothal ile böyle bir bilginin daha kolay elde edilebileceği yanıtını vermişti ona.

“Ben öyle düşünmüyorum,” demişti Dr. Fried. “O gizli güç, çok derinlerde saklı bir sır. Gene de, eninde sonunda… eninde sonunda, tek yardımcımız o güç.”

3.

Deborah bir süre –yeryüzü hesaplarına göre ne kadar olduğunu bilmiyordu– huzur içinde yaşadı. Dünya pek fazla istemde bulunmuyordu, dolayısıyla Yr’deki acıların nedeni dünyanın baskılarıymış demek ki, diye düşünmeye başlamıştı yine. Bazen, iki dünya birbirinden yalnızca bir tül perdeyle ayrılıyormuş gibi, Yr’den bakıp “gerçekliği” görebiliyordu. Böyle anlarda adı Januce oluyordu; kendini iki yüzü –her iki dünyada ayrı bir yüzü– olan bir Janus[2] gibi duyuyordu. Okulda da karşılaştığı ilk sorun, bu adı açık etmesi yüzünden ortaya çıkmıştı. O sıralarda Deborah Gizli Takvim doğrultusunda yaşıyordu (Yr, zamanı dünyanın ölçtüğü biçimde ölçmüyordu), ama günün ortasında birden Ağır Takvim’e geçivermiş ve kapıldığı olağanüstü bir bilgelik duygusunun etkisiyle sınıf ödevinin başına, ŞİMDİ JANUCE yazmıştı. Öğretmen, “Deborah, kâğıdındaki bu not nedir? Bu sözcük, Januce, ne demek?” diye sormuştu.

Öğretmen sırasının yanında dikilip dururken, gündüz dinginliği içindeki dersliği bir karabasan dehşeti kaplamaya başlamıştı. Deborah çevresine bakınınca, her şeyi yalnızca ana çizgileriyle, gri renkli, derinliksiz, tıpkı bir resimdeki gibi yassı bir biçimde görebildiğini ayrımsamıştı. Kâğıdın üzerindeki not, Yr zamanından Yeryüzü zamanına geçişin simgesiydi, ama tam geçiş aşamasındayken yakalanınca her iki dünya adına da yanıt vermesi gerekmişti. Böyle bir yanıt, bir dehşetin –akılcı yoldan ayrımına varıp kurtulamayacağı bir dehşetin– açığa vurulması demekti; onun için, yüreği deli gibi çarparken, yalan söyleyip ikiyüzlülük etmişti. Böyle bir tehlikeye bir daha girilmemesi gerekiyordu, bu nedenle o gece bütün Büyük Koro, Aradünya’ya üşüşmüştü: Yr’nin tanrılarıyla şeytanları ve Yeryüzü’nün hayaletleriydi bunlar. Ve bunlar, Deborah’ın konuşmalarıyla davranışlarının arasında durup Yr’nin varlığına ilişkin gizin açığa çıkmaması için krallıklarının üzerinde bir Sansür oluşturmuşlardı.

Yıllar geçtikçe Sansür’ün gücü artmıştı ve son zamanlarda iki dünyanın işlerine de karışır olmuştu. Öyle ki, bazen hiçbir söz, hiçbir eylem ondan kaçmıyordu. Fısıldanacak tek bir gizli ad, çiziktirilecek tek bir işaret, sızacak tek bir ışık demeti, gizli yeri açığa çıkarıp hem Deborah’ın hem de iki dünyanın birden sonsuza değin yok olmasına yol açabilirdi.

Yeryüzü’nde, hastanedeki yaşam sürüp gidiyordu. Deborah el becerileri işliğinde çalışıyor, kendine özgü birtakım gizlenme yerleri sunduğu için, dünyaya da gönül borcu duyuyordu. Kendisine öğretilenleri her zamanki buruk ve sabırsız tavrıyla algılayıp sepet örme işini öğrenmişti. İşlikte çalışanların hiçbirinin ondan hoşlanmadığını biliyordu. İnsanlar onu hiçbir zaman sevmemişti zaten. Bir keresinde, koğuşta iriyarı bir genç kız ona tenis oynamayı teklif ettiğinde geçirdiği şok Yr’nin en dipteki düzeyinde bile yankılanmıştı. Yazıcı-doktorla birkaç kez daha görüşmüş, onun koğuş yöneticisi ve aynı zamanda da “ayrıcalıklar”a izin veren kişi olduğunu öğrenmişti. Normal dünyaya benzeş birtakım aşamalar; kalkıp koğuşta gezinmek, akşam yemeğine gitmek, bahçede dolaşmak, sonra hastane binasından çıkıp sinemaya ya da alışverişe gitmek gibi şeylerdi bu ayrıcalıklar. Bunların her biri bir ayrıcalıktı ve mesafelerle belirlenmişe benzeyen belli bir onay çağrışımı taşıyorlardı. Doktor Deborah’a gezinti sahasında serbestçe dolaşma iznini vermişti, ama dışarı çıkmasına izin vermemişti. Deborah da adı Carla olan o iriyarı genç kıza, “Eh, demek ki ben 100 m2 normalmişim,” demişti. Çalışma saati ve ışık yılı gibi şeyler varsa, normal-metre gibi şeyler de olurdu elbette.

Carla, “Üzülme. Yakında başka ayrıcalıklar da kazanırsın. Doktorunla iyi çalışırsan, biraz gevşiyorlar. Ben burada daha ne kadar kalacağımı merak ediyorum. Üç ayım doldu bile.” dedi. İkisi de, koğuşun öbür ucundaki kadınları düşündü. Bu kadınların hepsi iki yılı aşkın bir süredir hastanedeydi.

“Ayrılan oluyor mu hiç?” diye sordu Deborah. “Yani iyileşip giden demek istiyorum.”

“Bilmiyorum,” dedi Carla.

Bir hemşireye sordular.

“Bilmiyorum,” dedi hemşire, “O kadar uzun süredir çalışmıyorum burada.”

O anda, kara tanrı Lactamaeon’dan bir inilti ve sonsuza dek sürecek gizli yargılarla, ardı arkası kesilmeyen sövgüler yağdıran bütün öğretmenlerinin, akrabalarının ve okul arkadaşlarının bir araya gelmiş görüntüleri olan Koro’dan da alaycı bir kahkaha sesi geldi.

Sonsuza dek, deli kız! Sonsuza dek, tembel kız!

Daha sonra, Deborah’ın tavana bakarak yatmakta olduğu odaya küçük öğrenci hemşirelerden biri geldi.

“Kalkma vakti geldi,” dedi öğrenci, deneyimsizliğinin verdiği kararsız ve ürkek bir sesle. Hastanede bunun gibi psikiyatri dalında eğitim gören yeni bir öğrenci grubu vardı. Deborah boyun eğip içini çekerek kalkarken düşünüyordu: Bulunduğum bir odayı böylesine bir delilik havasıyla doldurmam karşısında şaşkına döndü.

“Haydi, gelin,” dedi öğrenci. “Doktor hanım sizinle görüşecek. Buradaki şeflerden biridir ve aynı zamanda da çok ünlü bir doktordur, onun için acele etmeliyiz, Miss Blau.”

“Bu kadar iyi bir doktorsa, ayakkabılarımı giyeyim bari,” dedi Deborah, genç kadının yüzündeki

şaşkınlık ifadesinin derinleşmesini ve hoşnutsuzluğunu belli etmemeye çabalamasını gözleyerek. Öfke, korku ya da şaşkınlık gibi güçlü hiçbir duyguyu belli etmemesi kendisine tembihlenmiş olmalıydı.

“Gerçekten minnettar olmalısınız,” dedi öğrenci. “Onunla görüşme imkânını elde edebildiğiniz için çok şanslısınız.”

“Dünyadaki bütün delilerce tanınan ve sevilen,” dedi Deborah, “Haydi, gidelim”.

Öğrenci hemşire koğuş odasının, ardından da merdivenin başındaki kapının kilidini açtı; açık durumdaki alt kata inip binanın arka tarafından dışarı çıktılar. Öğrenci, hastane bahçesinin tam ortasına yapılmış, çevreye hiç uymayan, yeşil panjurlu, beyaz bir evi —küçük kasabalarda iki yanı meşe ağaçlarıyla çevrili yolların kenarındaki beyaz evler tipindeki bir evi— gösterdi eliyle. Ön kapıya gidip zili çaldılar. Bir süre sonra, ufak tefek, ak saçlı, tombulca bir kadın kapıyı açtı. “Kabul bölümünden geliyoruz. işte hasta bu,” dedi öğrenci.

“Bir saat sonra gelip onu alabilir misin?” dedi kadın.

“Bana beklemem söylendi.”

“Pekâlâ.”

Deborah kapıdan içeri girerken. Sansür tekdüze bir sesle uyarılarını yağdırmaya başladı; Doktor nerede? Bir yerlerden, kapının arkasından filan gözetliyor mu yoksa? Ufak tefek kâhya kadın bir odayı işaret etti.

“Doktor nerede?” diye sordu Deborah, duvarlarla kapıların hızla birbirlerine yaklaşmalarını engellemeye çalışarak.

“Doktor benim,” dedi kadın. “Bildiğini sanıyordum. Ben Dr. Fried’im.”

Anterrabae karanlığın içinde sürekli düşerek bir kahkaha attı. Ne müthiş bir tebdili kıyafet! Sansür homurdandı. Dikkatli ol… dikkatli ol.

Aydınlık bir odaya girdiler ve Kâhya-Kadın-Ünlü-Doktor ona dönüp, “Otur. Rahatına bak,” dedi. O anda Deborah’a bir bitkinlik çöktü ve doktor, “Bana anlatmak istediğin bir şey var mı?” diye sorunca korkunç bir öfkeye kapıldı. Ayağa fırladı ve doktora, Yr’ye, Koro’ya ve Sansür’e dönüp “Pekâlâ —siz soru sorun, ben de yanıt vereyim— bütün ‘semptomlarımı’ yok edip beni eve gönderin… Ne kalacak bana peki o zaman?” dedi.

Doktor sakin bir sesle, “Hastalığının belirtilerinden vazgeçmek istemiyorsan, hiçbir şey anlatmazsın,” dedi. Deborah’ın boynuna bir korku kemendi dolanıyordu. “Gel, otur. Hazır olana kadar hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda değilsin. Böyle bir şeye hazır olduğunda da, kaybettiklerinin yerine koyabileceğin bir şeyler olacak.”

Deborah otururken, Sansür Yrece olarak, Bak dinle, Kuş-kız; burada bir sürü küçük masa var. Masalar senin sakarlığına karşı kendilerini koruyamıyorlar biliyorsun, dedi.

“Neden burada olduğunu biliyor musun?” dedi doktor.

“Sakarlığım yüzünden. Sakarlık ilk neden, ayrıca upuzun bir de listemiz var; tembellik, dağınıklık, inatçılık, bencillik, şişmanlık, çirkinlik, kötülük, kabalık. Bir de yalancılık. Bu sınıflandırmanın alt başlıkları da var: (a) Sahte körlük, gerçekte iki büklüm eden hayali ağrılar, gerçek olmayan işitme sorunları, yalandan bacak sakatlanmaları, yapmacık baş dönmeleri, aslı astan olmayan ve işten kaçmak için uydurulan hastalık bahaneleri; (b) Mızıkçılık. İnsanlara soğuk davranmayı atladım mı acaba?… Soğuk davranmak var bir de.”

Sessizliğin içinde, gün ışığı sütunundaki toz zerrecikleri ağır ağır yere inerken, yaşamında belki de ilk kez gerçek duygularını dile getirmiş olduğunu düşündü Deborah. Söylediği şeyler doğruysa, öyle olsundu; hiç değilse, bütün bu karanlık ve üzünç-kaynağı dünyaya karşı bıkkınlığını ve nefretini dışa vurmuş olarak çıkacaktı bu bürodan.

Doktor yalnızca, “Eh, oldukça uzun bir listeymiş. Söylediklerinin bazıları gerçekte öyle değil bana kalırsa, ama şimdi bizi bekleyen bir görev var,” dedi.

“Beni arkadaş canlısı, sevimli, uysal ve söylediği yalanlardan mutluluk duyan biri haline getirmek.”

“İyileşmene yardım etmek.”

“Yakınmaları önlemek için.”

“Hayır, sona erdirmek için. Duygularındaki bir kargaşanın ürünü çünkü bu yakınmalar.”

Kement giderek daralıyordu. Korku çılgıncasına Deborah’ın yüreğine akın ediyor, genç kızın gördüğü her şeyi külrengine dönüştürüyordu. “Siz de herkesin söylediği şeyi söylüyorsunuz —var olmayan hastalıklarla ilgili uydurma yakınmalar.”

“Gerçekten çok hasta olduğunu söyledim gibi geliyor bana.”

“Buradaki diğer insanlar gibi mi?” Deborah bundan daha ileriye gidemezdi artık, o kapkara dehşet bölgelerine çok fazla yaklaşmıştı zaten.

“Buraya ait olduğunu düşünüp düşünmediğimi, hastalığının akıl hastalığı denen türden olup olmadığını mı sormak istiyorsun bana? Öyleyse, yanıtım evet. Evet, bence bu türden bir hastasın sen, ama çok çaba harcarsan ve seninle birlikte bir doktor da çaba harcarsa iyileşebileceğin kanısındayım.”

Bu kadar basitti demek. Ne var ki, Deborah şu anda aklından geçirdiği ve hiçbir zaman ağıza alınmayıp hep dolambaçlı yollardan anıştırılan “deli” sözcüğünün verdiği dehşetin yanı sıra, doktorun sözlerinden süzülüp gelen ve geçmişin pek çok köşesini aydınlatan bir ışığın varlığını da seziyordu. Evi, okulu ve bütün doktorların muayenehaneleri neşeli bir suçlamayla çınlıyordu: Senin Hiçbir Şeyin Yok. Oysa Deborah yıllardır bir şeyler olduğunu –körlük anlarının, şiddetli ağrıların, topallığın, korkunun ve bellek yitiminin belirtebileceğinin ötesinde, daha derin boyutlu, daha ciddi bir sorunu olduğunu– biliyordu. “Hiçbir şeyin yok senin, yalnızca…” diyorlardı ona hep. İşte sonunda, bütün muayenehanelerde duyduğu öfke burada doğrulanıyordu.

Doktor, “Ne düşünüyorsun? Yüzün biraz gevşedi bakıyorum,” dedi.

“Hafif bir suçla ağır bir suç arasındaki farkı düşünüyorum.”

“Niçin?”

“Mahkûm, şöyle iltihaplı türden ciddi bir hastalığı olmadığı suçlaması karşısında, suçu kabul eder ve taammüden, birinci derecede kaçık olmaktan hüküm giymeye razı olur.”

“Belki de ikinci derecede,” dedi doktor hafifçe gülümseyerek. “Ne tamamen istemli ne de kasıtlı olarak.”

Derken, o darbe-geçirmez kilitli kapının öte yanında birbirinden uzak ama gene de yan yana duran annesiyle babası geldi Deborah’ın gözünün önüne. Önceden tasarlanmamış, ama oldukça kötü bir niyetle oluşturulmuş bir görüntüydü bu.

Deborah, bitişik odadaki öğrenci hemşirenin onlara sürenin dolduğunu belirtmek için dolaşmaya başladığını ayrımsadı.

Doktor, “Eğer uygun görürsen, bir başka randevu ayarlayıp görüşmelerimize başlayalım. Çünkü, seninle ben, birlikte var gücümüzle çabalarsak bu şeyi yenebileceğimize inanıyorum. İlkin sana tekrar, istemezsen hastalığını, hastalık belirtilerini senden çekip almayacağımı söylemek istiyorum,” dedi.

Deborah karşısına çıkan bu sorumluluktan ürkmüştü gerçi, ama gene de yüzünde çok sakıngan bir “evet” ifadesi oluşturdu ve doktor da bunu gördü. Birlikte bürodan çıktılar. Deborah bütün gücüyle, sanki başka bir yerdeymiş, bu yer ve kişiyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi davranmaya çalışıyordu.

“Yarın yine aynı saatte,” dedi doktor hemşireyle hastaya.

“Sizi anlayamaz o,” dedi Deborah. “Charon[3] yalnızca Yunanca bilirdi.”

Dr. Fried hafifçe gülümsedi, ama sonra yüzü ciddileşiverdi. “Umarım, bir gün bu dünyayı Styx benzeri bir cehennemden farklı bir yer olarak görmende yardımcı olabilirim.”

Deborah’la öğrenci arkalarını dönüp gittiler ve beyaz bir keple çizgili bir üniforma giymiş olan Charon, gövdesinden ayrılmış bu ruhu kilit altındaki koğuşa geri götürdü. Dr. Fried, onların yürüyüp kocaman binaya dönmelerini izlerken düşünüyordu: Bu olgunluğun, küskünlüğün, sınırlarını henüz belirleyemediğim bu hastalığın bir yerinde gizli bir güç var. Evet, güç oradaydı ve etkindi; hastalık olgusu açıklığa kavuşturulduğunda oluşan o rahatlama ışıltısıyla, her şeyden önemlisi, suskun bir insanın yardım dileme çığlığı olan o “intihar gi-rişimi”yle ve sonunda ergenlik çağındaki kişilerle, sürekli-savaşan hastalardan her zaman beklendiği gibi, yürekli ve etkileyici bir biçimde oyunun bitip gizliliğin sona erdiğinin belirtilmesiyle sesini duyurmuştu bu güç. Bu akıl hastalığı olgusu artık açığa çıkmıştı gerçi, ama hastalığın kendisinin, yamaçları yeşil ağaçlarla gizlenmiş bir yanardağın ak renkli özü kadar derinlere uzanan kökleri duruyordu hâlâ. Bir yerlerde, hatta yanardağın ta dibinde bile gömülü duran bir istenç ve güç tohumu vardı. Dr. Fried içini çekip işine döndü,

“Bu kez… bu kez bir çıkarabilsem onu ortaya!” dedi anadilinin gramerine kayarak. Ve yine içini çekti.

4.

Suzy Blau rehabilitasyon merkezi öyküsünü oldukça iyi karşılamıştı. Esther durumu annesiyle babasına anlatırken de hastaneyi bir dinlenme yurdu biçiminde örtbas etmeye çalışmış, ama onlar buna kanmayıp çok öfkelenmişlerdi.

“Onun aklında hiçbir bozukluk yok! Çok zeki bir kızdır o,” demişti babası. (Bu onun en büyük övgüsüydü.) “Yalnızca, soyumuzun zekâsı bir nesil atlayıp ona rast geldi, işte mesele bu. Benden o, benim kanımdan. Hepinizin cehenneme kadar yolu var!” Sonra da odadan çıkıp gitmişti.

Sonraki günlerde, Esther sürekli olarak onlardan bu kararını desteklemelerini dilediği halde, ancak ağabeyi Claude ile kız kardeşi Natalie –ailenin gözdeleri– böyle bir gereksinme olabileceğini kabul ettiklerini söyledikten sonra biraz rahatlamıştı yaşlı adam. Deborah en sevdiği torunuydu çünkü.

Jacob evde sessiz duruyordu, ama Esther’la birlikte yaptıkları şey yüzünden çok huzursuzdu. İki kez gidip Dr. Lister’la görüşmüşler ve Jacob doktoru dinlerken, doğru olanı yaptıklarına inanıp kendini rahatlatmaya çalışmıştı. Kendisine doğrudan birtakım sorular yöneltilince, duruma razı olmak zorunda kalmıştı; bütün veriler ona “evet” dedirmeye çalışıyordu, ne var ki kısacık bir an için duygularına kapılması bile bütün dünyasının kuşkuyla dolmasına yetiyordu. Esther’la ne zaman tartışsalar, o can alıcı sorun hiç ağza alınmıyor ve geride sözsüz bir kin ve suçlama atmosferi kalıyordu.

İlk ayın bitiminde, hastaneden Deborah’ın etkinliklerini çok genel bir dille anlatan bir mektup aldılar. Deborah hastane düzenine ve personele “iyi bir uyum” sağlamıştı; tedavisi de başlamıştı, artık bahçede dolaşabiliyordu. Esther her sözcüğü tekrar tekrar okuyarak, her olumlu belirtiyi büyüterek, her görüşü evirip çevirip parlak düşüncelere dönüştürerek, bu yüzeysel anlatımlı mektuptan bulabildiği her türlü umut kırıntısını çekip çıkarmaya çalıştı.

Esther, ayna karşısında düşüncelerini nasıl anlatacağının provasını yaparak, Jacob’la babasının duygularını yönlendirmeye de çalışıyordu. Babasının, içinden bu kararın yanlış olmadığını bildiğine, Deborah’ın hastaneye yatırılması üzerine kapıldığı öfkenin de yalnızca yaralanan gururunun bir dışavurumu olduğuna inanıyordu. Buyurgan, tez canlı, huysuz ve çok zeki bir insan olan göçmen babasında bazı yumuşama belirtileri görüyordu şimdi; yalnızca her zamanki sivri dilliliği sürüp gidiyordu. Kimi zaman, Deborah’ın hastalığının baş göstermesiyle birlikte, yaşamlarının bütün itici gücü ve amacı inceleme altına alınmış gibi geliyordu Esther’a. Bir gece ansızın Jacob’a, “Bunda bizim payımız neydi acaba? Ne gibi korkunç hatalar yaptık?” diye sordu.

“Ben biliyor muyum ki?” diye yanıtladı kocası. “Bilsem hiç yapar mıydım o hataları? İyi bir hayata benziyordu –iyi bir hayat yaşıyor gibiydi. Şimdiyse iyi olmadığını söylüyorlar. Sevgi ve konfor verdik ona. Hiçbir zaman soğuk ya da açlık tehdidiyle karşılaşmadı…”

O anda Esther, Jacob’ın da bir göçmenlik geçmişi olduğunu hatırladı; üşümek, ıslanmak, aç kalmak, yabancı olmak gibi şeyleri o da tatmıştı. Bu canavarları çocuklarından uzak tutmak için nasıl yeminler etmişti kim bilir! Korumak istercesine elini kocasının koluna doğru uzattı, ama Jacob bu hareketten biraz tedirgin olmuştu.

“Daha ne olsun, Esther? Daha ne olsun?”

Esther ona yanıt veremedi, ama hemen ertesi gün hastaneye bir mektup yazarak ne zaman oraya gelip doktorla görüşebileceklerini sordu.

Jacob onun bu mektubu yazmasına sevindi ve her gün posta kutusunu yoklayarak hastanenin yanıtını beklemeye başladı. Ama Büyükbaba, “Ne yapacaklar yani –bunun bir hata olduğunu mu söyleyecekler? Dünya ahmaklarla dolu. O yer niye farklı olsun ki?” diye homurdandı durdu.

“Saçma!” dedi Jacob da; kayınpederiyle hiç bu denli öfkeli bir tarzda konuşmamıştı. “Doktorların belli birtakım ahlak ilkeleri vardır. Bunun bir hata olduğunu anlarlarsa, hemen onu alıp eve getirmemize izin vereceklerdir.”

Esther onun hâlâ bir mucizenin gerçekleşip tanının değiştirilmesini, kilitli kapıların ardına kadar açılmasını, geçen yılın yaşam filminin başa sarılmasını ve herkesin, yaşamın o gülünç akış biçimine –geriye doğru, tümüyle silinip hiç yaşanmamış hale gelene değin geriye doğru akışına– gülebilmesini umut ettiğini anladı. Birden Jacob’a acıdı, ama kendisinin hastaneye böyle bir amaçla gitmek istediğini sanmasına da izin veremezdi. “Doktorlara söylemek –şey, sormak– istiyorum, şey, hayatımızın değiştiğini… ve bizi bu yaptığımıza zorlayan nedenler arasında belki de Deborah’ın hiç bilmediği şeyler olduğunu. Bütün iyi niyetimizle bile değiştiremeyeceğimiz bir sürü neden var.”

“Sade bir hayat yaşadık biz. İyi bir hayat yaşadık. Onurlu yaşadık.” Bunu yürekten inanarak söylemişti Jacob. O anda Esther, az önceki bazı sözlerinin Jacob’la, aralarındaki ilişkiyle, hem evlilik öncesinde hem de evlendikten sonra, taraf değiştirmesi gerekirken değiştirmediği zamanlarla ilişkili olduğunu anladı. Onu daha fazla incitmeye içi el vermedi. Buna gerek de yoktu zaten; savaşımın büyük bir kısmı atlatılmıştı. Deborah dışında herkes için konu kapanmıştı artık; Deborah’ın da bu konuda ne düşündüğünü kim bilebilirdi ki?

İlk aylarda, zaman zaman sakin, hatta mutlu denebilecek dönemler yaşadılar. Şimdi evde tek çocuk

İlk aylarda, zaman zaman sakin, hatta mutlu denebilecek dönemler yaşadılar. Şimdi evde tek çocuk olan Suzy önem kazanmaya başlamıştı. Jacob da, kabul etmek istemese bile, Deborah evden uzaklaşmadan önce adsız bir şeyin verdiği korkuyla, uzun süre saygılı bir tavırla hep parmaklarının ucuna basarak yürümüş olduğunun bilincine varmıştı.

Bir gün, Suzy’nin okul arkadaşlarından bir grup, gülüp şakalaşarak eve doluştu. Esther hiç düşünmeden hepsini akşam yemeğine davet etti. Suzy buna çok sevinmişti. Konuklar gittikten sonra, Jacob yumuşak bir tavırla, “Ne şapşal çocuklar. Biz hiç bu kadar şapşal olmuş muyduk acaba? Hele başında kep olan o ufaklık!” deyip güldü, ama gerçekten çok eğlendiğini ayrımsayınca, “Tanrım bu gece çok güldüm. En son ne zaman bu kadar eğlenmiştim acaba?” dedi. Ardından da, “Gerçekten bu kadar uzun zaman mı oldu? Yıllar mı oldu?” dedi.

“Evet,” dedi Esther, “bu kadar uzun bir zaman oldu.”

“Öyleyse, belki de, şey, mutsuz olduğu doğru,” dedi Jacob Deborah’ı düşünerek.

“Hasta,” dedi Esther.

Jacob, “Mutsuz,” diye bağırıp odadan çıktı. Birkaç dakika sonra odaya geri dönüp “Sadece mutsuz!” dedi.

“Annenle baban mektuplarında seni ziyaret etmek istediklerini yazmışlar,” dedi Dr. Fried. Deborah’ın sık sık aralarına girdiğini gördüğü, on ikinci yüzyıldan kalma, kale kapısı türünden ağır bir demir parmaklığın öbür yanında oturuyordu doktor. Demir parmaklık yukarı kaldırılmıştı bu kez, görünmüyordu, ama doktor anne ve babasından, bir ziyaretten filan söz edince, Deborah birden o korkunç madeni gıcırtıyı duydu ve demir parmaklık büyük bir tangırtıyla aralarına iniverdi.

“Ne oldu?” dedi doktor; inen parmaklığın tangırtısını duymamıştı, ama yarattığı etkiyi sezmişti.

“Sizi doğru dürüst göremiyorum ve işitemiyorum,” dedi Deborah. “Parmaklığın arkasında kaldınız.”

“Gene senin ortaçağ parmaklığın demek. Biliyorsun o parmaklıkların kapıları da vardır. O kapıyı açsana.”

“Kapı da kilitli.”

Doktor önündeki kül tablasına baktı. “Eh, senin şu kapı-yapımcıların pek zeki değil herhalde. Yoksa kalelerin koruyucu parmaklıklarına sonradan açamayacakları kapılar yapmazlardı hiç.”

Deborah, doktorun onun kişisel olgularını alıp kendi amaçları doğrultusunda kullanmasından rahatsız olmuştu. Doktorla aralarındaki demir çubuklar sıklaşıyordu. Madeni duvarın gerisinden gelen yumuşak, aksanlı ses giderek sessizliğe gömülüyordu. Duyduğu son sözler, “Onların gelmesini istiyor musun?” oldu.

“Annemi istiyorum,” dedi Deborah, “ama babamı istemiyorum. Onun beni görmeye gelmesini istemiyorum.”

Deborah ağzından böyle sözler çıkmasına şaşmıştı. Bunları içtenlikle söylediğinin bilincindeydi ve oldukça önemli olduklarını da biliyordu; ne var ki, neden önemli olduklarını bilmiyordu. Yıllarca, beyniyle komut vermeyi hiç akıl edemediği sözcükler öylece ağzından çıkıvermişti hep. Kimi zaman, içini bir duygunun sardığı olurdu. Bu duygu söze dökülür, ama altında yatan ve dünyayı ikna etmeyi sağlayabilecek mantık suskun kalırdı. Ve bu nedenle, Deborah kendi arzularına olan inancını yitirmişti. Bu yitim, arzularını daha da körü körüne savunmasına yol açmıştı. Şu anki duygularına ödüllendirme ve cezalandırma gücünün verdiği bir zevkin de katışmış olduğunun ayrımındaydı. Babasının ona duyduğu sevgi, babasına karşı kullanabileceği bir silahtı; ne var ki, anlatılması ne denli güç olsa da, içinde babasının acıma ve sevgisinin şu sıra ona zarar verebileceği biçiminde bir sezgi vardı. Bu hastane onun için yararlı olacaktı, biliyordu bunu. Ancak, bildiklerini savunamayacağını da biliyordu. Kendi sessizliği ve kilitlerle demir parmaklıkların etkileyiciliği göz önüne alınırsa, onu buraya getirdikleri gün kapıldığı korku ve hüzne yenik düşebilirdi Jacob. Ve bu “mahkûmiyet”i sona erdirmeye karar verebilirdi. “Saldırganlar” koğuşundaki kadınlar durmadan inleyip çığlık atıyorlardı. İçlerinden biri teraziyi yanlış tarafa eğebilirdi. Deborah bütün bunları biliyordu, ama bir türlü söyleyemiyordu. Ayrıca, içindeki o güç duygusu da söz konusuydu tabii.

Doktorun ağzının kıpırdadığını gördü ve bu ağzın soru ve suçlama yağdırdığını düşündü. Anterrabae ile birlikte, onun alevlerle bölünmüş karanlığının içinden geçerek Yr’ye doğru düşmeye başladı. Bu kez düşüş uzun sürmüştü. Uzun bir süre tam bir karanlık oldu, sonra göze çizgiler halinde görünen bir grilik oluştu. Geldiği yer bildiği bir yerdi; Kuyu’ydu bu. Burada tanrılar ve Koro inildeyip bağrışıyorlardı, ama onların bile ne dediği anlaşılmıyordu. İnsan sesleri de duyuluyordu, ama hiçbir anlamları yoktu bu seslerin. Dünya araya girmiş ama paramparça olmuştu; tanınması olanaksız bir dünyaydı bu.

Bir keresinde, Kuyu’da olduğu bir sırada üzerine dökülen kaynar suyla yanmıştı. Çünkü, ocağı ve kaynayan suyu gördüğü halde, bunların amaç ve biçimi onun için hiçbir anlam ifade etmemişti. Kuyu’da anlam denen şey geçersiz olmuştu. Ve Kuyu’da hiç korku yoktu tabii, çünkü korkunun hiçbir anlamı yoktu. Kimi zaman İngilizcesini bile unuttuğu oluyordu Deborah’ın.

Kuyu’nun korkunç yanı, daha anlam olgusunun kendisi geri gelmeden, onun anlama yönelik istek, ilgi ve gereksinme duygularının geri gelmesiyle birlikte oradan çıkıvermesiydi. Bir gün (okuldayken) Kuyu’dan çıktığı sırada öğretmenlerinden biri, defterindeki bir sözcüğü gösterip, “Nedir bu… bu sözcük?” demişti. Umutsuzca o beyaz zeminden ve siyah renkli çizgilerle eğrilerden bir şeyler çıkarmaya çalışmıştı. Ama hiçbir şey çıkaramamıştı. İngilizceyi, “Ne?” diyebilecek kadar hatırlayabilmek için bütün gücünü harcaması gerekmişti. Öğretmen çok sinirlenmişti. Aklı sıra ukalalık mı ediyordu yani? “Nedir bu sözcük?” Hiçbir şey. Beyaz zemin üzerindeki çizgilerden ve lekelerden en ufacık bir gerçeklik bile çıkaramamıştı Deborah. Arka sıralarda birisi kıkırdamış ve öğretmen besbelli otoritesinin sarsılmasından korktuğu için olacak, suskun Deborah’ı kendi haline bırakıp sisin içinde kaybolmuştu. Zaman hiçliğe gömülmüştü; dünya hiçliğe gömülmüştü.

Şu anda da, Dr. Fried’in bürosunda, Kuyu’dan çıkışın verdiği dehşet henüz başlamamıştı. Deborah hâlâ Kuyu’nun derinliklerindeydi ve dil, anlam, hatta ışık gibi şeylerin var olup olmaması henüz bir önem taşımıyordu.

Esther Blau sabırsızlıkla mektubu yırtıp açtı. Mektubu okurken önce şaşırdı, ardından da öfkelendi. “Benim gelmemi istiyormuş, ama doktora bu defa yalnız gelmemi istediğini söylemiş.” Jacob için durumu kolaylaştırmak amacıyla mektuptaki “…Mr. Blau’yu görmek istemiyor,” sözcüklerini kullanmamıştı.

Jacob, “Pekâlâ, arabayla gider onunla bir süre görüşürüz, sonra eğer istersen, ikiniz baş başa keyifli bir görüşme yapabilirsiniz,” dedi.

Esther gerçeği hafif yollu çıtlattı. “Şey, Jacob, doktorlar şu anda ikimizin birden gitmesinin gereksiz olduğunu düşünüyorlar. Ben tek başıma arabayla ya da trenle gidebilirim.”

“Aptalca konuşma,” dedi Jacob. “Saçma bu. Ben de geleceğim.”

“Saçma değil,” dedi Esther. “Lütfen, Jacob–”

Jacob masanın üzerinden mektubu alıp okudu ve ilkin, mektuptaki sözlerden çok, durumu örtbas edip onun üzülmesini önlemeye çalışan karısına öfkelendi. “Kim olduğunu sanıyor o!”

“Hasta o, Jacob –söyledim sana– Dr. Lister da söyledi sana.”

“Pekâlâ!” dedi Jacob. “Pekâlâ.” Gücenikliği öfkesini bastırmıştı. “Ama yalnız gidemezsin. Ben seni götürür, bahçede beklerim. Fikrini değiştirirse beni görebilir o zaman.”

“Tabii.” Bunun yine boyun eğmek anlamında olduğunu biliyordu Esther. Bu iş bitene değin iki arada kalacaktı hep, ama Jacob’ın onu götürmesine izin vermek zorundaydı. Belki de orada doktorla görüşüp korku ve kuşkularından kurtulabilirdi Jacob. Ayağa kalktı ve mektubu onun elinden aldı. Bu yolculuğun o kaçamaklı yadsıma sözcüklerinin verdiği acıyı dindirmesini umut ediyordu.

Mektubu bir yere kaldırmak için yatak odasına girdiği sırada, Suzy’nin telefonda bir arkadaşıyla konuştuğunu duydu. Suzy, “Ama bilmem ki… öyle planlanabilecek bir şey değil bu… söylemiştim sana. Kız kardeşim Debbie çok hasta. Hayır… ondan değil. Önümüzdeki ayın raporu iyi çıkmazsa, evde herhangi bir şey yapma isteği duymayacaklardır… Tabii. Peki, durum elverişli olursa sana haber veririm,” diyordu.

Birden Esther’ın beyninin içine umarsız bir öfke akın etti ve bir an gözleri bu öfkeyle alev alev yandı. Deborah! Deborah –hepimizi ne bale getirdi!

Benzer İçerikler

Son Sefarad (İmparatorluk II – Sultan Bayezid’in Savaşı)

yakutlu

Elflerin Kanı – Andrzej Sapkowski – Online Kitap Oku

yakutlu

YOĞUN TEMPOLU iNSANLAR iÇiN MEDiTASYON-OSHO

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy