Dem

dem1

“Yüz katlı bir yükseklikte, yüzüncü makamdasın. Çamdağı’nda sessiz, kimsesiz, sadece O’nunla mısın? Mecazlara emanet edilmiş bir yer değil orası. Söz de değil, ses de. Bir hal, bir melaldesin, hissediyorum. Bu perdeler bir aralansa…geride ne var bir görünse…bir açılsa…bir cilvelense…bir görsem…bir anlasam…bir bilsem…bir tatsam efendim…bir tadabilsem…o huzuru bir nebze tadabilsem…iman nurdur diyorsun…nur nedir ki…tılsımdan söz ediyorsun…muammadan… hikmet nedir… bunun hikmeti nedir…şimdi, kırk yedi yaşımda…odamdayım…bilgisayar başındayım…bir pencerem var efendim, küçük, dar bir pencere…sadece kayısı ağacının dalları yaprakları görünüyor… ama biliyorum onlar da gidecekler… senden öğrendim bunları…bu kelimeler sana ait…sana ait olan bir şey belirince benim kelimelerim sönükleşiyor…”

1970’lerin canlı Anadolu kasabalarında renkli ama bir yanıyla da yeknesak hayatına devam eden öğrenci için perdeler birer birer aralanmakta, geride olan görünmekte, cilvelenmektedir. Hikmetle bir kez karşılaşan can artık kendi benliğini yok edecektir.

Dem… Usta yazar Sadık Yalsızuçanlar’ın kaleminden bir Bediüzzaman anlatısı. Yaşadığı hayatın karmaşası içinde Said-i Nursi’nin izini sürerken, her an hakikatin başka başka halleriyle yüzleşen bir yolcunun hikâyesi…

.1
Bilebildiğim kadarıyla ilk ve son harf eliftir. Bu durumda elifle başlayan, yine elifle biten bir kelime olarak lale, örneğin lale diye yazılınca lale anlaşılmıyor. Lale Allah’tır, Allah da elifle başlar, elifte biler. Güzel he ile biter gerçi, güzel he de bir nevi eliftir. Güzel he telaffuz ettiğimde beni daima büyüler ve içine çeker, orada kaybolurum. Güzel ve he. İki güzellik ve hafiflik birleşir. Dünyaya gelirkenki halimizi en güzel anlatan harf güzel he imiş gibi gelir bana. Saf, ağırlıksız, katışıksız bir şey… Dünyaya gelirken temiz gelini. Keşke giderken de öyle gidebilsek. Bu mümkün müdür? Bazıları bunun mümkün olduğunu söylüyor.
Bazı insanlar tanıyorum, güzel he gibiler. Yanlarında en küçük bir sıkıntı duymuyorsunuz. Güzel he gibi saf, ağırlıksızlar. Onlar sanırım ahitlerine bağlı kalıyorlar. Bebek gibiler Doğdukları anı koruyorlar. İnsan bir ömür nasıl koruyabilir kendini? Harakani’nin duası böyle imiş. Allahım! Beni dünyaya saf, temiz gönderdin. Ütünce, beni dünyaya gönderdiğin gibi dönmek istiyorum huzuruna.
Ne güzel bir dua değil mi? Bütün bir hayatı özetliyor. Hayatın özünü anlatıyor.
Keşke sözlerimiz böyle hayatın özünü anlatabilse. Ama bizler kusurlu ve sınırlıyız.
Dilimiz gönlümüzde ne varsa onu anlatıyor. Gönül deniz, dil kıyıdır, derler. Denizde ne varsa kıyıya o vururumuş.
Yazarken bazen böylesi bir duruluk hisseder gibi oluyorum. Ama bastan sona bunu hissettiğim bir şey hiç yazamadım. Belki bunu yazmak için onca kelime israfı yapıyorum. Tek harfle yazmak. İlk ve son harfin elif olduğu bir şey yazabilmek.
Belki de bütün harfler noktadan doğdu. Elif, yedi noktanın üst üste gelmesiyle oluştu. Be örneğin, yan yana yedi nokta idi, uçları yukarı kıvrıldı. Belki bizler de noktadan doğduk. Her şey nokta idi, onu bizler çoğalttık. Neyse… aynı şeyi dönüp dönüp anlatmanın bir manası yok. Zaten, bu da bir hikaye değil. Öylesine yazıldı.

.2
Akşam bu satırları yazmak üzere oturmuştum ki dayımın
büyük oğlu Özkan aradı. Ağlıyordu. ‘Ağbi, babamı kaybettik’
dedi.
Dayım izmir’de yaşıyordu, yengemden ayrılmıştı. En son
annemin cenazesinde görmüştüm. Çok zayıflamıştı. Sürekli
öksürüyordu. Hâla deli gibi sigara içiyordu. Karşıyaka’da bir
gevrek fırınında çalıştığını söyledi.
Özkan, ‘Ağbi, ben az sonra yola çıkıyorum’ dedi.
‘Nasıl olmuş?’ diye sordum.
‘Parkta naylondan yaptığı bir çadırda kalıyormuş, sabah orada
bulunmuş… Polis, kalp krizi geçirmiş galiba, dedi.’
Şişe topluyormuş. Sigara, şarap ve yemek parasını böyle çıka
rıyormuş.

.3
Ellerim yok biliyorum ama senin ellerini tutmak istiyorum efendim.
Fi i mi uzatıyorum, tut lütfen. Güzümü seninle dünyaya açtım Dünyada tükenmez murat var imiş, ne alanı gördüm, ne murat gördüm, diyor sair.
Ben de böyleydim efendim. Tükenmez bir murat olduğunu sanıyordum o günlerde.
O günler, henüz biatim tazeydi, bağlılığım yeniydi. Yağmur gibiydim.
Hani yağmurda bir gün evinizden çıkmış, bir sûre ıslanmıştınız. Hikmetini soranlara, ‘Onun bağlılığı tazedir, O’ndan yeni geliyor’ buyurmuştunuz. Onun gibiydim efendim. Temiz, saf, ağırlıksızdım. Cam gidiydim. Billura benziyordum. Fanus gibi işiyordum. Bakınca içim görünüyordu. Baktığım şeyin itini görüyordum. Her şeye hayretle bakıyordum. Sanki ilk kez görüyormuş gibi bakıyordum İçimde hiç kötülük yoklu. Kötülüğü tanımıyordum. Her şeyin güzel olduğunu düşünüyordum. Güzel bakıyor, güzel görüyordum. Güzel düşünüyordum efendim Kimseye tuzak kurmuyordum. Tuzak nedir bilmiyordum. Kimsenin malında mülkünde gözüm yoktu Mal mülk nedir bilmiyordum Gözlerim sadece renkleri görüyordu Biçimleri fark edemiyordum. Her şeyi küre gibi algılıyordum Küp gibi. Kabe sanıyordum her şeyi. Sadece siyahı görüyordum efendim Beyazı görüyordum. Annemin etleri beyazdı, anneannemin, babamın, dedemin, teyzelerimin elleri, yüzleri, ayaklan beyazdı. Gözleri çok canlıydı. Bakarken gülümsüyorlardı. Bütün renkleri siyahtan çoğaltıyordum. Çoğalttığım renklere boyuyordum ağaçlan efendim. Onlar çiçek açınca sanki annem gülüyordu. Dalları yumuşacıktı. Ağaçların içinden meyveler akıyordu. Onlar çok tatlıydı. Her şey çok sıcaktı. Yaları söylemiyordu m. Birisinin canı yanarsa çok üzülüyor, hemen ağlıyordum. Herkesi kardeş sanıyordum. Hepimiz büyük bir aileyiz sanıyordum efendim. Babasız, annesiz çocuklara çok acıyordum. Özerine bomba düşen çocukların parçalanmış bedenlerini televizyonda seyretmiyordum. O zaman televizyon yoktu Televizyon olan odaya babaannem girmezdi. Babaannem leylak gibi kokuyordu. O zaman çok güzel kokular vardı. Pis şeyler yoktu. Cam gibiydi her şey. Su çoktu. Dere akıyordu evimizin önünden. Derede çimiyorduk. Her taraf bahçe idi. Çok ağaç vardı. Ağaçlar çiçek açardı. Çiçek cennetti. Cennetin çiçek olduğunu senden öğrendim efendim. Erik, kayısı, dut, elma, şeftali, üzüm, ceviz, incir, mısır, lahana çoktu. Bazen ama bazen erik çalıyorduk efendim. Ahmet’le, okul arkadaşımla can eriği çalıyorduk İsmet Amcaların bahçesinden. Babaannemlerin büyük bir dut ağacı vardı. Onu silke lerler, pekmez, pestil yaparlardı. Kurulurlardı. Kısın dut kurusu, kayısı çekirdeği, kuru üzüm yerdik akşamlan. Sac sobada meşe odunu yanardı, közünü mangala çekerlerdi, orada çinko çaydanlıkla çay demlenirdi. Onu içer, kuru kayısı, pestil, ceviz yerdik. O zaman kuru kayısı çok tatlıydı, üzümün, cevizin, incirin tadına doyamıyorduk. Sonra ineklerimiz vardı. Önce dön taneydiler. Sonra ikisinin çocukları oldu. Birini ertesi yıl kurbanda babam kesti. Çok üzülmüştüm. Anneannem onları sabahlan sagardı. Anneannemin ine|in memesini yukardan aşağıya sıkarak süt çıkarışını seyrederdim. Bakır sitilin içine sagardı. Bazen çer çöp düşerdi. Sinek düşerdi. Anneannem inekle konuşurdu. Ona, “Kınalı kızım, yavrum, gülüm benim’ derdi. Onu demirden bir tarakla kasırdı. Bazen yıkardı. Silerdi. Öperdi. Sütü sonra beyaz tülbentle süzerdi. Kazanda kaynatırdı. Ondan peynir yapardı. Dondurma yapardı. Bu yüzden sütlü dondurmayı çok severim. Buram buram kokardı. Dilimde ezer, eritir, damağımın bütün zerrelerine tattırırdım. Her şey çok tatlıydı. Dedim ya, cennet gibiydi. Cennetin nasıl bir yer olduğunu sorardım anneanneme. Bizim bahçe gibi anlatırdı. Sen efendim, cennet bahçesi cennet bahçesi deyip duruyordun Onu da senden öğrendim. Sonra hatırlama bahçesi. Unutma bahçesi. Kaybolma bahçesi. Bahçeleri çoğaltmaya başladım. En çok kaybolma bahçesini seviyordum. Bahçeye girip kaybolmayı. İki tane kızılcık ağacımız vardı. Kızılcığı çok severdim. Henüz tam olmamışken yediğimde boğuluyor gibi olurdum. İyice kızardıklarında annemle toplardık. Ellerimiz, yüzümüz kaşmirdi. Isırgan otu gibiydi yapraklan. Ama onun gibi ısırmazdı. O zaman ısıran otlar vardı. Yumuşak yapraklar. Damarlı, kocaman yapraklar vardı. Onlardan en çok ceviz yaprağını severdim. Defterimin arasına koyardım. Kururdu. Rengi çıkardı. Çok güzel kokardı Sonra sokaktan sürekli at arabaları geçerdi. Babam faytonla eve gelirdi. Annemler haftada bir hamama giderdi, onları da fayton gelip götürüldü. Kamam günü samutlu patates salatası, içli köfte, yeşil mercimekli sıkma köfte yapılırdı. Babaannemle dedem zikir yaparlardı. Bası aksamlar, dedemin evine giderdik Annem de zikre katılırdı Babaannem kendinden geçerdi Ahdulkadir Geylaniyi çok severdi Adı anılınca cezbelenirdi. Zor teskin ederlerdi. Esten şiirler söyler, ağlardı. ‘Gece gündüz döne döne istediğim Haktır benim/Allah deyip yana yana istediğim Haktır benim’i çok söylerdi. Babaannemin ninesinin Ermeni olduğu söyleniyordu Adıyaman’ın Besni ilçesinden bir köydenmis. Annesi Müslüman olmuş. Ama nasıl bir Müslüman. Az konuşur, az yer, lüzumsuz işlerle uğraşmaz, kimsenin özel halini merak etmez, ağzından bir kelime bir dedikodu düşmez, ayıpları kusurları örterdi Bir örtüye benzerdi babaannem. Kısa boylu, sini hafifçe kambur. Yazmasını sarardı, sadece gözleri görünürdü. Bağırdığına hiç tanık olmadım. Öfkelendiğinde abdest alırdı. Öfke ateştir, su ateşi söndürür derdi Mangalda soğanlı bulgur ası pişirirdi. Salçalı bulgur ası Simit diyorlardı, ince, köftelik bir bulgur, ondan Değirmene kalkardık. Kalın, orta, ince bulgur yapılırdı. Sonra gendime Buğday yani. Büyük kazanda kaynatılır, dama, hılıların üzerine serilir, kuruyunca çuvallara doldurulur, ağzı dikilir, değirmene gidene kadar hıznada dururdu. Soğanlı simit pilavı pişmeye yakın mis gibi kokardı. Ev toprak damlı ve zeminliydi. Fardaklanırdı Parlardı. Pardaklandığında da içerde mis gibi bir koku. Pencereleri acardı babaannem, kuruyuşunu seyrederdim. Simit pilavı pisince indirir, üzerini bezle örter, yer sofrasını kurar, tandır ekmeği ve soğan çıkarırdı. Ayran olurdu yanında. Dedemin saçları uzundu. Sarık sarardı. Sık sık karakola götürürlerdi Uzun boylu bir adamdı. Sakallıydı. Sedirde oturur, dışarı bakardı. Yüzü çok aydınlıktı. Alnı bembeyazdı. Bakışları o kadar şefkatliydi ki o bakınca yağmurda ıslanıyor gibi olur dum. Sakalı pamuk gibiydi. Bembeyaz, yumuşacık. Bazen beni bagrına bastığında sakalı yüzüme değerdi. Anlamadığım sözler söylerdi, gülümser, başımı okşar, gözümden öperdi. Babaannem, dedemi pencereden bakarken görünce, bazen, •dereler akar gider/taşları yıkar gider/bu dünya bir pencere/her gelen bakar gider’ derdi. Babaannem dedemi çok severdi, ona ‘Efendi’ derdi O da ona ‘Sultanım’ derdi. Sanki kimse kimseyi üzmüyordu efendim. Düğünler, sünnetler, mevlitler, bayramlar, sokaklar, sahurlar, iftarlar, davullar, zurnalar çoktu, çok güzeldi efendim O zaman ben çok küçüktüm. Ellerim küçüklü, boyum kısaydı. Yanaklarım al aldı. Annem dudaklarımın ve göllerimin çok güzel olduğunu söylerdi. O zamandan sadece bir fotoğrafım var. Şimdi ona bakıyorum da gerçekten çok
Bir gün çok acı bir şey oldu. Müzeyyen Teyze’nin lorunu Sevim, dereye düştü. Bir yerde derenin üzeri kapatılmış, betonla örtülmüştü Sürüklenerek oraya girdi. Biz çok korktuk. Bağırmaya başladık. Sevim kayboldu orada. Müzeyyen Teyze, annem, sonra Sevim’in babası geldi. Çok uğraştılar, bi türlü çıkaramadılar. Sonra belediyeden amcalar geldi, betonu kırdılar. Sevim’i çıkardılar ama ölmüştü. Çok üzüldük. Bunu unutamıyorum. Şimdi hatırlayınca da çok üzülüyorum. Sevim’in annesi yoktu. Kendisini doğururken ölmüş. Babannemin söylediği o maniyi hatırladım: ‘dere akar bulanık/ köpüğünden alalık/ha bu ışıklı dünya/oldu bize karanlık.’ Sonra büyümeye başladım efendim, dünyanın da muradın da yalan olduğunu tatmaya başladım. Seni tanıdım, ellerimi uzattım, belki tutarsın diye.
Bir gece kalbimden kavrayarak uyandırdın beni efendim. Elimde paslı tellerden yapılmış bir kılıç vardı, onu alıp fırlatun. bir elmas kılıç verdin. Yüzünü göremedim, yüzün nurdu. Nurdan bir haleyle kuşanmıştın, al bir atın üzerindeydin. Altın sarısı yeleli bir atlı. Alnımı öptün, omzumu okşadın, kalbime dokundun ve alını mahmuzladır!, ufukla yitip gittin. O gön bugündür «lime verdiğin elmas kılıçla, bu kırık dökük yaşamımı, anılanını ve acılarımı yazıyorum. Gözümü dünyaya sen açtın, şimdi senin önüme serdiğin dünyayı anlatacağım. Biliyorum gördüğüm, gerçeğin belki bir zerresidir. Baktığım pencereden sadece deniz görünüyor. Arada bir dalgalanıyor, bir aykırılık oluşuyor Renkleri ve biçimleri böyle algılayabiliyorum. Bir şey bilmiyor ve gözatıyorum, biliyorum. Neyse… Dayımın ölüm haberini aldığım günün akşamından itibaren, ellerimi yitirdim, ellerim yok ama senin ellerini bir tutabilsem, diyorum.
Her benlik ölümü tadacaktır… Ölümü tatmak nedir? Şimdiye değin kaç kişinin ölümünü anlatmışım. Ne beyhude bir çaba! Ölüm anlatılabilir mi? Başkasının ölümü değil midir anlatılan? Ölüm zevkli bir şey midir ki tadılsın? Hayvani ruh, ayrılma elemini hissedip acı mı çeker? İnsani ruh için acı söz konusu olur mu? Dayımın ölümüyle niçin acı çekiyorum?

Benzer İçerikler

Son Fasıl | Nedim Gürsel

yakutlu

Düzenbaz – James Patterson – Online Kitap Oku

yakutlu

Kelebekler Çizdim Kalbime

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy