Perdeli Pencereler

Öykülerde yurdum insanının sosyal yaşamı doğrudan ve dolaylı anlatıldığı gibi göndermeler ve bezemeler yapılarak anlatılmaktadır. Gerçekle ön-seziyi birbirine yakınlaştırmakta; insana insanca bir yaklaşımı gözler önüne sermektedir.Anlatılanların çoğu yaşadığınız, paylaştığınız, yaşayıp da aktarma fırsatı bulamadığınız anılarınızla sarmaş dolaş olacak öykülerdir.

***

ÖNSÖZ

Yazılan roman, öykü, makale ne olursa olsun az veya çok yaşamın gerçeklerini yansıtır.

Yazanı, çizeni etkileyen yaşam koşulları ve gözlemleridir. Anlatılanlar birey veya toplumcu bir gözle aktarıldığı gibi farklı biçimde de anlatılmaktadır.  Günümüzdeki sosyal yaşam anlayışı birey ve toplumculuğun ötesine çıkarak sivil toplum örgütçülüğü ve demokratik yaşam biçimiyle kendini göstermektedir. Aynı olayı yaşayan iki kişiden biri sessiz ve sakin anlatır, kimse rahatsızlık duymaz, bir başkası kendisiyle birlikte etraftakileri düşündürüp güldürür. Anlatılanlar yazanın kişiliği kadar dünya görüşüyle de ilintilidir.

İnsan kendi hatasını zor fark eder. Herkesin yapması gereken bireysel ve toplumsal sorumluluklara az da olsa değineceksin ki, yaşanan doğru ve yanlışlıkları görebilsin. Hatasını fark eden birey ikinci kez hata yapmıyorsa, gönüllere taht kurduğu gibi erdemli ve saygın yaşama da adım atmış sayılır.

Öykülerde yurdum insanının sosyal yaşamı doğrudan ve dolaylı anlatıldığı gibi göndermeler ve bezemeler yapılarak anlatılmaktadır. Gerçekle önseziyi birbirine yakınlaştırmakta; insana insanca bir yaklaşımı gözler önüne sermektedir.

Anlatılanların çoğu yaşadığınız, paylaştığınız, yaşayıp da aktarma fırsatı bulamadığınız anılarınızla sarmaş dolaş olacak öykülerdir.

*

ZORBA

Dalgaların yaladığı yerde kum, çakıl, kayalıktan başka bir şey görünmüyordu. Kıyı şeridinin bir yakası boy ve ton farkıyla zümrüt yeşilliğine boğulmuştu. Karşısında ise engin ve çoğu zaman da hırçın dalgaların kaynağı deniz o gün çarşaf gibiydi.

Vapur düdüğünü çalarak kıyıya yanaştığını görünce ayrılığın acısını hissetti.

Doğanın güzellikleri arasına saklanan çirkinlik pek fark edilmiyordu. Doğanın alımlı yanı kadar vahşi ortamı birçok canlıyı etkisi altına almıştı. Bu oldubittilerin getirdiği rahat ve huzurun yanında zorluklar hiç eksik olmuyordu.

Evler birbirinden uzak tepelerin yamacına kurmuştu. Evlerde yaşanan sevgi, acı, kaygı, korku gibi duygular da farklıydı. İnsanların birçoğu haberleşmenin özlemini duyumsuyordu.

Yaşanan çirkinlik doğanın yarattığı güçlük veya insanları yarattığı mal, para, toprakla sınırlı değildi. Sevdaya susamış, birbirini delicesine seven Elif’le Oğuz’un arasına girmek isteyen zorbayla ilgiliydi.

Ekip biçilen toprağın yetersizliği, geçim sıkıntısını beraberinde getirdiğinden yöre erkeklerin çoğu gurbetçiydi. Çocuk yetiştirmeyle birlikte bağ, bahçe, tarla … işlerinin çoğu kadınların omzuna yüklenmişti.

Söz kesilen gençler düğün dernek hazırlığı için gurbetin yolunu tuttuğunda ayrılık acısı ve kavuşma tutkusuyla söylenen şarkı, türküler uzayıp gidiyordu.

Vapurun bacasından çıkan duman, hafiften esen rüzgârın etkisiyle ormanlık alana doğru yayılıyor ve oradan da kaybolup gidiyordu. Yolcu etmeye babası gelmişti. Vapurun keskin uğultulu düdük sesiyle birlikte bekleşenlerle yolcuların karşılıklı sallanan elleri ve peşinden süzülen nemli ve gözü yaşlılar arasında olanlardan biri de babasıydı.

Köylünün çoğu Kasım Ağanın tütün tarlalarında çalışarak geçimini sağlıyordu.  Çalışanların çoğu kadın ve kızlardı.

Toplanan tütünleri gün batımından önce tarladan ambara traktörle taşımaya gelenlerden biri de; çarpık bacaklı, uzun boylu kamburu çıkık, konuştuğunda ağzından salyalar akan Kasım Ağanın oğlu Kambur Emo’ydu. Asıl adı Emir’di. İnsanlara emretmesi için babası adını Emir koymuştu. O ailenin tek erkek varisiydi. Kambur olduğundan herkes ona, Kambur Emo diyordu.

Kambur Emo, tütün taşımaktan çok tarlada çalışan genç kızlara yan gözle bakmaya geliyordu. Gözüne kestirdiği kızlara laf atma ve taciz etmeden duramıyordu. Evlenmekten çok gönül eğlendirmeye çalışıyordu. Bu tutumuyla kadın ve genç kızların nefretini üzerindeydi. Kızlar kendi aralarında:

“Tipsizin teki olduğu yetmezmiş gibi ağzı bozuk ve gevezenin teki. Bundan koca olmaz…” diyerek çekiştiren Kambur Emo:

“Elif kız su ver, sap ver, ot ver, onu ver, bunu ver …” diye emirler veriyordu.

Elif, birkaç ay sonra yapılacak düğün ve çeyiz hazırlığı için tütün tarlasında çalışıyordu. Kambur Emo’dan uzaklaşmaya çalışıyor fakat o peşini bırakmıyordu.

Elif’in omzundan beline kazar  uzunan saçları, kara gözleri, uzun boyuyla salına salına yürüyüşüne köyün gençleri hayranlıkla bakıyordu. Oğuz’un çok şanslı olduğunu düşünerek kıskanıyorlardı. Oğuz köyde olduğu süre içinde, kimse Elif’e yan gözle bakmaya cesaret edemezdi.

Oğuz’un ayrılmasını bir fırsat bilmişti Kambur Emo. Asıl amacı kıskandığı Oğuz’un elinden koparıp evlenmekti.

Elif, tütün tarlasında yaşadığı rahatsızlığı dayanamayıp annesine anlattı. Annesi de çaresizlik içinde olup bitenleri Oğuz’un annesine anlattı. O da kocasına anlattı.

Oğlunun gurbete çıkışıyla yıkılan baba, oğlunun nişanlısına yapılan tacizi duyunca hepten yıkıldı. Uykuları kaçtı. Namus meselesi olduğundan kimseye açamadı. İçi içini yiyordu. Aklına olmadık fikirler geliyordu. “Oğuz’a haber salayım geri dönsün. Düğün dernek yapalım. O zaman kurtuluruz… Daha gideli bir ay bile olmadı.  Döndüğünde Kambur Emo’yla çatışmaya girecek olursa, sonucu iyi olmaz. Gücümüz Kasım Ağaya yetmez. Öte yandan iş vermediği zaman nasıl ederiz? Çatışmaya girecek olursak işimizden ve aşımızdan oluruz. Namus parayla satılmaz ki… Oğuz deli doludur. Ya cinayet işlerse… Ona haber vermeden bu işi çözmeliyim. En iyisi, Kasım Ağaya gidip olup biteni anlatayım. Oğluna çeki düzen versin…”

Gökyüzü masmavi ve açıktı. Güneşin sıcaklığı hissedilmeye başlanmıştı. Evden çıktı, kendi kendine:

“Geç kalmadan gideyim, bakarsın Kasım Ağa ilçeye gider. O, evden çıkmadan yetişeyim….” hızlı adımlarla yürürdü.

Kasım Ağanın evine yaklaştığında çevrede kimse yoktu. Evin dört bir yanı kale duvarı gibi iki metreden yüksek taş duvarla çevriliydi. On beş, yirmi metre arayla duvardaki taşlar üzerine kabartma aslan başı yerleştirilmişti.  Güçlü olmanın sembolüydü.

Otomobil ve traktörün rahatça geçebileceği geniş demir kapıya bitişik, yayaların geçtiği küçük kapının önünde durdu. Görünürde kimse yoktu. Kapının tokmağına birkaç kez vurdu. Birinin gelmesini beklerken büyük kapıya baktı, “Bu kapıya çok para vermiştir. Köylü çalışır, Kasım Ağa yer içer keyfini sürer. Köylülerin çoğu parasız kaldığında Kasım Ağadan tütün parası almaya gelir. Tütünü bir önceki yıl açıklanan taban fiyatın yarısına alır.  Yeni taban fiyatının ne olacağını bilemeyen köylü, zorunlu olarak satıyor ve o da kazancına kazanç katıyor.…” diye iç geçirdi.

Bu sırada kapı açıldı. Üstü başı dağınık ve kirli, orta yaşlı, ince zayıf adamla yüz yüze geldi. Adam:

“Sen pek gelmezdin hayırdır?”

“İşim düştü geldim. Kasım Ağa evde mi?”

“Bugün şehre gitmedi. Kaymakam ve jandarma komutanı gelecek, onları bekliyor.”

“Kasım Ağayla bir meseleyi görüşmeye geldim.”

Adam:

“Diğer köylüler gibi o da tütün parası istemeğe gelmiştir,” diye düşündü.

Saray gibi iç içe açılan kapıları geçtikten sonra Kasım Ağanın huzuruna çıktılar. Duvardan duvara yüksekçe bir sedirin orta yerinde, kalınca bir minderin üstüne oturmuş, sırtını odanın dört bir yanını çevreleyen halıdan duvar yastığına yaslamış, elinde iri taşlı siyah bir tespih çekiyordu.

“Selamünaleyküm,” dedi.

Kasım Ağa başını tavana doğru kaldırarak, yan gözle yukarıdan aşağı süzerek:

“Aleykümselâm, hoş geldin. Buyur otur,” dedi.

Ezile büzüle yanına doğru sokularak oturdu. Anlatacağı şeyleri başkasının duymasını istemiyordu.

“Buyur, ne istiyorsun?”

“Bir şey istemeğe gelmedim. Bir sıkıntım var, onu söylemeye geldim.”dedi.

Yan doğru başını hafifçe çevirerek birlikte geldiği adama baktı. Ne kadar sessizce konuşsa bile duyacağını düşünerek konuşmak istemedi. Kasım Ağa:

“Ne söyleyeceksen söyle.”

Yutkundu ve sesini alçaltarak:

“Biraz özel,” dedi.

Kasım Ağa eliyle adama dışarı çıkmasını işaret etti. Adam dışarı çıkınca kapıyı çekti. Kasım Ağa, ciddi bir tavırla yüzüne baktı.

“Ağam, nasıl söylesem! Namus meselesi.”

“Namusuna ne olmuş?”

“Namusuma bir şey olmamış. Kötü bir şey olmaması için geldim.”

“Anlat, ne anlatacaksan?”

“Diyeceğim o dur ki, senin oğlan Emir.” Biraz duraksadı, söylemek istediğini uygun bir dille anlatmak istiyordu. “Benim oğlanın nişanlısını rahatsız ediyor. Ona gerekeni söyle, rahatsız etmesin. Bizi zora sokmasın.”

“Bizi zora sokmasın,” der demez Kasım Ağa sözünü keserek:

“Dur, hele dur. Birincisi, benim oğlan kimsenin namusuna göz dikmez. İkincisi, göz dikse bile bundan onur duymalısınız. Bizim gibi soylu ve asil insanlar, sizin gibi marabanın gelnine, kızına meylediyorsa bundan gücenmeye değil, hoşlanmaya bakmalısınız.”

“Sizin namus anlayışınız bu mu?”

“Ne biçim konuşuyorsun? Beni tehdit mi ediyorsun?”

“Tehdit etmiyorum. Kötülük olmaması için oğluna gereken öğüdü verin, diyorum.”

“Adam çek git. Bir daha böyle bir şikâyetle karşıma gelme. Gelinin olacak kızı bir daha gönderme, olsun bitsin.”

“Benim evimde olsa, acımdan ölsem bile senin gibi düşünen birinin kapısına göndermem.”

“Çek git adam. Benim kapımdaki küle muhtaçsınız. Elinizden tutmazsam acınızdan öleceksiniz…”

Kasım Ağanın söylediği sözler, yenilir yutulur gibi değildi. Kaldıkça daha da ağır laflar duyacağını düşünerek odadan hızlıca çıktı.

Kasım Ağa oğlunun bir an önce evlenmesini istiyordu. Evlenme konusunda oğlunun kendine güveni olmadığı gibi, kendisini sevecek kız da yoktu. Yeter ki oğlu evlenmek için bir kızı istesin. O kızın ailesine ağırlığınca para sayarak satın alırdı. Buna razı olmayan çıkarsa zorla alıkoyardı. Kimsenin gücü yetmezdi. Parayla güç birleşince, kimse karşı koyamazdı. Yeter ki oğlu kız beğensin.

Kasım Ağanın söylediği ağır sözler bir türlü aklından çıkmıyordu:

“Göz dikse bile bundan onur duymalısınız. Bizim gibi soylu ve asil insanlar, sizin gibi marabaların gelinine, kızına meylediyorsa bundan gücenmeye değil, hoşlanmaya bakmalısınız…” Bu sözler yenilir yutulur cinsinden değildi.

Kasım Ağanın kabalığını düşündükçe uykuları kaçtı. Konuştuklarını eşinden başka kimseyle paylaşmadı. İçine düştüğü çıkmazdan çıkış yolu olmadığını kendini inandırmaya çalıştı. Oğuz gelene kadar Kambur Emo bir kötülük yapmaya kalkarsa, Oğuz gelince kanlar akar, canlar yok olur. İnsan bir yerde namusu ve onuru için yaşar. Çözüm olur mu? Bir an kendi canına kıyarak, yaşananlardan kurtulmak aklına geldi. Ölüm sorunu çözecek miydi? Daha da kötü olacaktı. Aile düzeni daha da kötüleşecekti. O zaman ölmek veya öldürmek çözüm değil. Çözüm başka yerde aranmalı. Ama nasıl?

“Kaymakamla, jandarma komutanı köye geldi. Kasım Ağa onlara kuzu kesti. Kaymakama gidip derdimi anlatsam kim bilir nasıl karşılar. Kasım Ağa şikâyet ettiğimi öğrenirse, köyden çıkarır. O zaman daha kötü olur. Devlete bunca yakın biriyle nasıl başa çıkarım. Sıkıntılar içinde kıvranıp dururken, ilçede ağızdan ağıza bir haber yayıldı.

“Başbakan ilimize geliyor. Halkın derdini dinleyecek. Derdine derman olacak. Yarasına merhem sürecek…”

Bu sözleri duyunca umutlanır oldu. Kendi kendine:

“Bir umut olabilir mi? Kasım Ağanın zorbalığını başbakana anlatayım. Onun zulmünden ancak o kurtarır bizi. Bütün vatandaşın babası sayılır…”

Başbakanın geleceği günü iple çeker gibi saymaya başladı. Geldiği gün, erkenden kalkıp yola düştü. Başbakan gelmeden vardı.  Şehrin meydanı alabildiğine kalabalıktı. Tarihi bir gün yaşanıyordu. Belki de şehrin en kalabalık günüydü. Köylerden, kasabalardan, ilçelerden, hatta başka illerden otobüs, minibüs, otomobil…dolusu insanlar akın akın şehre akıyordu. gelmişti.

Gelenlerin çoğu açıklanacak tütün fiyatını öğrenmeye geliyordu.

Ana caddenin her iki yanını üç, dört sıra insanlar tutuluydu. Ana cadde açıktı. Açık alandaki polis ve jandarmalar telaş içindeydi. Kimi yolu açık tutmaya çalışırken kimide etrafı gözetliyordu. Başbakan valiyle birlikte üstü açık bir ciple meydanın orta yerine gelip durdu. Elindeki fötr şapkayla halkı selamlayarak kurulan kürsüye çıktı. Kürsüde halkı selamlarken alkış koptu. Başbakan konuşmasında:

“Halkının mutluluğu ve refahı için gece gündüz çalışarak, yasalar çıkardıklarını, insanları açlık ve sefaletten kurtarmak için kendilerini desteklemelerini istedi. Daha sonra muhalefet partilerinin söylediklerine karşılık vermeye başladı…”

Halk ise tütün taban fiyatının açıklanmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Arada bir alkışları duydukça duraksıyor, coşkuyu izledikten sonra devam ediyordu. Konuşması iki saat yakın sürdü. Geleceğe yönelik yeni projelerden bahsetti.

Kalabalıkta başbakana yaklaşıp, ona derdini anlatması olası değildi. Arabadan inip kürsüye çıkmak isterken, elini öpmek isteyen vatandaşları polis yaka paça ve copla uzaklaştırıyordu. O manzarayı gördükten sonra başbakana ulaşmanın güçlüğünü anladı.

“Yine derdimle baş başa kaldım. Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir…” diye iç geçirdi.

Başbakan konuşmasını bitirip, otomobile bindi. Valilik konağına gideceği anlaşılıyordu. Otomobile otuz kırk metre yaklaşarak kalabalığı zorlayarak ön sıraya geçti. Polis, ellerindeki copları sağa sola sallayarak açmaya çalışıyordu.

“Cop yesem bile ön tarafta tuttuğum yeri bırakmayacağım. Başbakan buradan geçecek. İki elimi havaya kaldırarak isyan etsem mi? Yoksa aracın önüne atlasam mı…?”

Başbakanın otomobili hareket etti. On metreden az bir mesafe kala birden kendini cipin önüne attı.  Cipin sürücüsü soğukkanlı davranıp frene bastı. İki, üç metre kala durdurdu. Polisler kolundan tutup kaldırdılar. Halk ne olup bittiğini anlayamadı. Uğultulu ses ortalığı kapladı. Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Polislerin adamı kaldırıp apar topar götürürken başbakan, yanındaki valiye dönerek:

“Bu adamı akşam bana getirin,” dedi.

Benzer İçerikler

Aynanın İçinden

yakutlu

Cankız’ın Kuzuları

yakutlu

Zaman Bisikleti

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy