Komplo

Geçmişin karanlık hatıralarından Ankara’nın tekinsiz sokaklarına kadar uzanan heyecan dolu bir serüven…
Ankara Savaşı’nın değerli kalıntılarına ulaşılmak için başlatılan bir kazı… Kazı alanında bütün sırlarıyla ölü bulunan bir gazeteci… İşlemediği suçun cezasını çekmeye mahkum bırakılmış bir arkeolog… Kardeşinin masum olduğunu kanıtlamak için hayatını ortaya koyan bir başkomiser… Ve yaşanan her şeyin tam ortasında, tüm yaşananlardan habersiz yalnız bir adam…

Başkomiser Ender ve ekibinin katili bulmak için çıktıkları yol; Kötülük, hırs, ihanet ve beklenmedik sonlarla doluydu. Çünkü; Bu kanlı komploda kimse masum değildi..

***
30 Mayıs 2018

Kapıyı kırarcasına açarak telaşla dağınık odaya girdi. Orta yerde duran kolilerin içerisindeki eşyaları gördüğünde aklı başından gidecek gibi olmuştu. Kıyafetler, sarı botlar ve küçük ilaç şişeleri ona katilin kim olduğunu fısıldıyordu aslında. Daha fazlasını kaldıramayacağını düşündü. Heyecanla korku arasında adını koyamadığı bir duyguya kapılmış, gözleri dolmuş, elleri titremeye başlamıştı.

Bir anlığına cesaretini toplayarak kolileri karıştırmaya başladı. Dudağına gelen ıslaklığın ter mi yoksa gözyaşı mı olduğunu dahi ayırt edecek durumda değildi. Kolinin dibindeki eski ajandayı eline aldı. Derin bir nefes alıp kapağını kaldırdığında tanıdık bir yazıyla karşılaştı. Mavi mürekkepli ince uçlu bir kalemle yatık el yazısıyla doldurulmuştu sayfalar. Bu bir anı defteriydi. Birkaç sayfa yazılmış geri kalan sayfaları kopartılmıştı. Sayfanın üzerinde 23 Mayıs 2018 tarihini gördü ve titrek sesiyle okumaya başladı.

23 Mayıs 2018

Üç gündür her adımının arkasından ilerliyorum. Sercan… Ölümü hak edip etmediğine bugün karar verdim!..
Aslında onun cezası sefil ömrünün geri kalanını ona yakışır şekilde dört duvar arasında tamamlamaktı. Cezasına razı gelip pişmanlıklarla dolu geçmişinin hesabını verecekti. Lâkin kadere karşı gelme cüretinde bulundu.

Buluşma yerimize kestirmeden gidip biraz uzak bir mesafede beklemeye başladım. Gecenin bu vakti açık bir yer kalmamıştı. Zamanı arabada tüketmeye karar verdim. Çok dikkatli olmalıydım. Kamera bulunmayan bu yolu bulmak için günlerce uğraşıp emek verdiğim planlarımı sırf arabanın içerisinde sıkılıyorum diye dışarı çıkıp tehlikeye atamazdım.

Radyoyu açıp beklemeye başladım. Kulağıma hoş bir Fransız müziği geliyordu. Gözlerimi kapatıp planlarımın üstünden bir kez daha geçtim. Artık sona geliyoruz!

Üstündeki kıyafetin kapüşonunu başına geçirmiş olan Sercan’ı karşıdan görebiliyordum. Telaşla bir saatine bir etrafa bakarken yaşamının son dakikalarını tükettiğinden habersizdi.

Dinlediğim Fransız müziğinin son ezgileri çalarken Sercan karşımda sıkıntıdan volta atmaya başladı. Heyecanla önce sağa sonra sola birkaç metre gidip geliyordu. Sabret Sercan! Senin için bu güzel şarkıyı yarıda kesemem! Ölmek için biraz daha beklemelisin!

Ve son nota… Güzel sesli bayanın son kelimesine denk getirilen la sesindeki son notayla şarkı bitti ve Azrail göreve davet edildi.

Kontağı büyük bir keyif içerisinde çevirdim. Acele etmiyordum. Bu anın bedenimin her hücresine nüfuz etmesine izin vermeliydim.
Arabayı vitese geçirdikten sonra uzun farlarımı açarak gecenin karanlığının küçük bir zerresini yırttım. Hızla gaza yüklenen ayağım arka tekerlerin önce dönerek aracın ileri doğru atılmasına sebep oldu. Sercan’la aramda kalan küçük mesafeyi kapatıyorum!
Otuz metre kadar kaldığında dikkatini çektim. Farlarından yayılan ışığın verdiği rahatsızlığı gidermek için sağ elini gözlerine siper yaparak içindekini seçmeye çalışıyordu.

Yirmi metre kaldığında bir terslik olduğunu anlamıştı. Ona yaklaştığımda yavaşlayacağımı zannediyordu. Bunun verdiği keyfi bir cümle kalıbına sığdırıp kâğıtlara dökecek kelimeler bulamıyorum.
On beş metre… Anladı. Ecelin tonlarca ağırlığını ve hızla üzerine doğru geldiğini anladı!
On metre… Kaçmaya çalışıyor ama boşuna bir uğraş! Her canlının son anlarını yaşarken yaptığı gibi o da ölümden kaçmaya çalışıyor. Bunu başarabilen bir canlı çıkmadı henüz! Lakin kimse de mücadeleden vazgeçmedi.
Beş metre… Kaçıyor. Sağ tarafa doğru yönelmeye başladı. Vazgeçmedi, vazgeçmeyecekti. Gözleri bir daha açılmamak üzere kapanana kadar ışığın büyülü güzelliğine duyduğu aşk bitmeyecekti.

İki metre… Bu kadar kolay olacağını ben de düşünmemiştim. Kaçmaya çalışırken ayakları ona ihanet etti. Aklının verdiği talimatlara uygun davranamadı. Adımlarını birbirine uyduramadı ve engebeli zemine takılıp yere kapaklandı. Bedeninin rüzgârlı havada yalnız bir ağacın yaprağı gibi titrediğini hissedebiliyordum. Bunun adı korkuydu!
Korku… İnsanoğluna bahşedilmiş en büyük nimet! En önemli buluşların arkasında yatan gerçek neden! Savaşlardan korkarak geliştirilen yeni teknolojiler! Ölümden korkarak bulunan ilaçlar! Dünyanın yok olmasından korkarak yeni yaşam alanları bulma çabası! Lakin bütün çabalar boşa. Savaşlar çıkmaya devam edecek, ilaçlar ölümlere çare olmayacak, bir gün dünya yok olacak ve biz dünyaya muhtaç yaşayanlar yeni dünyalara göçemeyeceğiz. Korkmak bizi kurtarmayacak. İşte böyle bir korkuyla titriyordu Sercan’ın iri cüssesi. Buna son vermekse benim görevimdi…

Ve çarpışma anı… Yerdeki bedeninin üzerinden hızla geçerken Fransız müziğiyle pasları yeni silinmiş kulağıma kemik kırılması sesleri geliyordu. Önce sağ ön tekerlek Sercan’ın vücudunu beton zeminde ezmeye başladı. Ardında sağ arka tekerlek üzerinden geçti. Dikiz aynasından baktığımda sağlam kalmış birkaç uzvunu can havliyle oynatmaya çalışıyordu. Arabayı geri vitese takarak bir kez daha üzerinden geçtim. Sonra bir kez daha!
Artık çekişecek dahi bir canı kalmamış, ruhunu teslim etmişti. Arabadan inip ölü bedeninin yanına geldim. Gri beton gece karanlığında dahi seçilecek şekilde koyu kırmızıya dönmüştü. Sercan’ın vücudundan akan kan yerde belli belirsiz şekiller çizerek ilerlerken, ben de iz bırakmamak için tüm dikkatimle zemini taramaya başladım. Birkaç metre ileride tepesindeki küçük ışığı yanar hâldeki cep telefonunu buldum. Kaçmaya çabalarken elindeki telefonu yere düşürmüş olmalıydı. Cihazı yerden alıp cebime koydum. Ardından arabaya binip radyoyu açtım. Müzik ziyafeti devam ediyordu.
Sercan da tıpkı Kadir gibi sefilce öldü. Nerede ve nasıl doğacağımız bizlerin elinde değil ama nerede ve nasıl öleceğimizi yaşadığımız hayat belirler. Onların yaşadığı hayat nerede ve nasıl öleceklerini belirlemiş oldu…

Gözlerinde biriken yaşları sildi. Bu yazıyla karşılaşmamış ve gerçekleri öğrenmemiş olmayı diledi. Okuduğu defteri kapatıp duvara fırlatmak için kafasını kaldırdığında kollarını göğsünde birleştirmiş kapının eşiğinde duran katilin kendisini izleyen gözleriyle karşı karşıya geldi.

5 GÜN ÖNCE…

25 Mayıs 2018

Kan ter içinde uyandı Fırat. Son zamanlarda hep böyle oluyordu zaten. Çoğu zaman yattığı yerden farklı yerde buluyordu kendini uyandığında. Doğru düzgün bir uyku çekmeyeli neredeyse yedi ay geçmişti. O günden sonra hep kâbuslarla uyanıyor, eskiden Kadir’in yattığı son yedi aydır boş olan odaya bakıyordu. Uykusu kaçmış hâlde balkona çıkıp Atakule’yi uzaktan seyrederek sigara içmek istedi. Ankara’nın gece manzarası ona iyi geliyordu. Gecenin ışıklarına bakarken zamanın nasıl geçtiğini anlamaz, bu şehirle ilgili bütün anıları gözünün önünden bir bir akıp geçerdi.
Zaten yıllardır düzgün olmayan psikolojisi son zamanlarda iyiden iyiye bozulmuş, Fırat’ın hayat kalitesini düşürür hâle gelmişti. Uyku sorunuysa bunun en belirgin göstergesiydi. Buna rağmen psikoloğa gözükmekten kaçıyor, sorunlarıyla baş edebileceğine inanıyordu.

Elinde yanan zehirden büyük bir duman demeti çekti içine Fırat. Uykusuzluktan önce ilgilenmesi gereken daha önemli sorunları olduğunu düşündü. İşten kovulduktan sonra aldığı tazminat ona bir süre daha yetecekti ama o para da suyunu çekince sorunlar listesine bir de maddiyatı eklemek zorunda kalacaktı. Bu Fırat’ın şu günlerde istediği son şeydi. Derhal bir iş aramaya karar verdi. İlk gençliğini geride bırakmıştı artık. Yirmi sekiz yaşına gelmiş olmasına rağmen adam akıllı bir mesleği yoktu. Herhangi bir konuda başarılı olduğu da söylenemezdi.

Sigarasını bitirip kül tablasında ezerek söndürürken sabah ezanı güneşin doğduğunu ve yeni bir günün daha başladığını müjdeledi. Dolabı açıp akşamdan kalma yiyeceklerden alelacele atıştırdı. Bu saatte yediği ağır yiyeceklerin midesiyle savaşırken çektiği zorluğa hiç aldırış etmedi. Salondaki rahatsız koltuğa uzanıp televizyonun karşısına yerleşti.
En sevdiği belgesel kanalını açıp ilginç ve şaşırtıcı belgesellerden birini seyretmeye başladı. O saatte daha önce yayınlanan programların tekrarı vardı. “Hubbel’ın Uzay Macerası” adlı programı kim bilir kaçıncı defa izliyordu. Biraz söylense de diğer kanallarda daha umutsuz vakalar olabileceğini düşündüğü için uzaktan kumandaya dokunmadı. Arka plandan gelen karizmatik bir ses uzay boşluğunun bilindiği kadarıyla genişliğini anlatmaya devam ederken göz kapakları ağırlaşıp kapanarak Fırat’ı korkunç rüyalarından birine daha sevk etti.

Uyumasının üzerinden henüz birkaç saat geçmişti ki reklamlara giren televizyonun artan sesine uyanarak kumandanın kapatma tuşuna bastı. Uyku mahmurluğunu üzerinden atmak için banyoya gitti. Aynada giderek solgunlaşan yüzüne ve çökmüş yanaklarına baktı bir süre. Kendi hâline acımaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Eskiden birçok kişinin dikkatini çeken görüntüsüyle övünmeye bayılırdı. Esmer yüzü, siyah sık saçları, simsiyah ve derin bakan gözlerini tamamlayan biçimli kaşları vardı. Kısa kestirdiği saçlarının bir yöne bakması için dakikalarca uğraşırdı. Kirli sakalı daha olgun bir görüntü katardı yüzüne. Üstünü başını muntazam hâle getirmeden sokağa adımını atmazdı. Oysa şimdi aynalara küsmüş, seyrelip yeni yeni dökülmeye başlayan dağınık saçlarına ve biçim verilmemiş kirli sakallarına hiç aldırış etmeden yaşamını sürdürüyordu.
Bir sigara yakarak dışarı çıktı Fırat. Bu günlerde sigarayı iyice arttırdığını düşünüyordu. Eli farkında olmadan pakete uzanıyor, bir tane yakalayıp yakıyordu. İçtiği

sigaranın tadı henüz ağzından silinmemişken onu yenisi takip ediyordu. Oysa eskiden sadece yemeklerden sonra bir tane keyif için yakar, dumanından şekiller çıkartmaya çalışırdı. Zamanın üzerinde bıraktığı olumsuz etkilere her geçen gün bir yenisi ekleniyordu.

Dışarı çıktığında onu ilk karşılayan kıştan kalma serin bir bahar havası oldu. Ankara bu mevsimde sakinlerini şaşırtmaya bayılırdı. Sabah serinliğinde üşüyenleri öğleden sonra sırılsıklam ter içinde bırakacak kadar ısıtabilirdi. Sabah serinliğini de üzerine alıp yürümeye başladı. Mahallenin işe geç kalmış ve aceleyle koşuşturan birkaç tanıdık simasına selam verdi. Büfeden birkaç gazete alıp parasını ödedi. Aslında gazete okumayı bırakalı uzun zaman olmuştu. Eskiden en küçük ayrıntılarına kadar okuyup kendince yorumladığı siyaset haberleri dahi ilgisini çekmiyordu artık. Arada bir gazeteye son sayfasından bakmaya başlar ve birkaç sayfa geriye gelip üstünkörü spor haberlerini okurdu. Ama bugün iş ilanlarını gözden geçirip kendine uygun olanları arayacaktı. Bir yerden başlaması gerekiyordu.

Gittiği gibi sessizce yürüyerek evine döndü. Bir kupa filtre kahve hazırlayıp balkona çıktı. Eli yine sigara paketine gitmiş, görevini yapmıştı. Kahverengi ahengi sigarasıyla daha leziz hâle getirmeyi umarak sandalyesine yerleşti.
Gazeteyi masaya koydu. İş ilanları sayfasını açacaktı ki gözleri baş sayfadan verilen “Firari Arkeolog Ölü Bulundu” yazısına takıldı. Haberi okudukça kaşları çatılıyor, kan beynine sıçrıyordu. Biraz daha aşağı kayan gözleri bir anda Sercan’ın donuk bakışlarıyla karşı karşıya gelince içini derin bir huzursuzluk kapladı. Sercan… Hapishaneden firar ettikten yaklaşık on gün sonra kendisini ezip geçen bir arabanın arka stop lambalarına bakarak can vermişti eski dostu. Cenazesi öğle namazını müteakiben kılınacaktı.

Fırat şimdi cenazeye gidip gitmeyeceğinin kararını vermeliydi. Çok sevdiği arkadaşı Sercan’dan yedi ay önce nefret etmeye başlamıştı. Ama gazete sayfasına basılmış vesikalık fotoğrafını görünce içi titredi. Gözleri aynı lisedeki hâlini andırıyordu. Henüz hayatın kiriyle tanışmamışlardı o zamanlar. Küçük anlık olayları yaşamlarının merkezi hâline getirdikleri, kötülük dedikleri şeylerin arkadaşlarını genç liseli kızların önünde bir parça utandıracak sulu şakalar olduğu yıllardaki gibi bakıyordu Sercan.

“Ölüyle küslük olmaz, cenaze son vazifedir!” derdi babası. “Büyüğün sözü sözün büyüğüdür,” diye düşündü Fırat da. Önce biraz dinlenmeli ve kahvaltı yapmalı, ardından vicdanını yenip son kez gitmeliydi Sercan’ın yanına.

* * *

Mezarlık Fırat’ın beklediğinden daha kalabalıktı. Arabasını zorlukla park edebildi. Burnuna gelen yoğun çam kokusu içindeki kasveti bir nebze olsun azaltıyordu. Her tarafı ağaçlarla çevrilmiş alana uzun uzun baktı. Köşe bucağı beton olmuş Ankara’nın nadir yaşam belirtisi olan yerlerinden birisi yemyeşil ağaçlarıyla içinde binlerce ölüyü misafir eden bu mezarlıktı. Yaşayanların soluması gereken temiz hava ölülerin bulunduğu yerdeydi.

Yavaş adımlarla kapıya doğru yaklaşırken gözleri büyük demir kapının üzerinde yazılı olan, “KÜLLİ NEFSİN ZAİKATÜL MEVT” (Her nefis ölümü tadacaktır) cümlesine takıldı. Gülümsedi. Kim bilir kendi nasıl ölecekti? Yakın arkadaşı Kadir gibi bir kazı yerinde boğazı kesilmiş hâlde mi bulacaklardı onu da? Yoksa onun katili Sercan gibi üzerinden
geçen demir yığınının baskısıyla paramparça olmuş hâlde mi? Ya da yitirdiği sağlığıyla bir başına yatağında yatarken mi yakalayacaktı onu Azrail?

Hiç birini istemezdi Fırat. Onun için ölüm kurtuluş olana kadar yaşamak ilk tercihiydi. Yaşamayı severdi. Hayatı zorluklarla dolu olsa da her canlı gibi yaşama dört elle sarılmıştı. Hapishanede geçirdiği yıllarda dahi bir kez olsun ölümü dilememişti dua ederken. Hep daha iyi hayaller kurdurmuştu ona zihni. Onun düşlerinde siyaha yer yoktu. Bunca renk varken ışığın yok oluşunu, sonsuz karanlığa gömülüşünü aklının ucundan dahi geçirmezdi.

Aklından bu düşünceler geçerken siyahlara bürünmüş kalabalığın arasında buldu kendini. Büyük avlunun girişindeki musalla taşının üzerinde ceviz ağacından özenle işlenerek yapılmış tabut duruyordu. Tabutun içinde Sercan’ın cansız bedeni yatıyordu. Cenaze namazına yetişememişti. Belki de bilerek ağırdan alıyordu. İçini durmaksızın kemiren suçluluk duygusundan en azından namazını kılmadım diyerek kurtulabilirdi bir süre.

Aslında severdi eskiden Sercan’ı. Lise zamanlarında aralarından su sızmazdı. İyi niyetli bir çocuktu. Ardından Fırat hapishaneye girince bağları kopmuştu. Cezasını tamamlayıp tekrar özgürlüğüne kavuştuğundaysa Kadir aracılığıyla görüşmüşlerdi birçok kez. Beş senelik hapishane hayatını tamamladıktan sonra sudan çıkmış balığa dönmüştü. Aradan çok uzun yıllar geçmemesine rağmen dışarısı çok değişmişti. Bu süreci atlatma aşamasında Kadir gibi Sercan’ın da Fırat’a yardımı dokunmuştu.

Ta ki yedi ay öncesine kadar… Sercan’la Kadir ortak bir işe girmişti. Kadir önemli bir gazeteci olma adına hırslarından hiç ödün vermeden önüne gelen tüm fırsatları değerlendirmek istiyordu. Sercan’sa umut vadeden bir arkeologtu. Kadir’in eline geçen bazı belgeler neticesinde Ankara Savaşı’nın değerli kalıntılarının hâlâ orada olduğu fikrine kapılmışlar ve Çubuk ilçesinde bir kazıya başlamışlardı. Ama işler istedikleri gibi gitmemişti. Yedi ay önce Kadir kazı alanında ölü bulunmuştu. Fırat bunun şaşkınlığını ve üzüntüsünü henüz atlatamamışken bir de Kadir’in katili olarak Sercan’ın tutuklandığını ve suçunun kanıtlandığını öğrenmişti. Sercan’ı affedemiyordu ama Sercan’ın Kadir’in katili olabileceğine de bir türlü inanamıyordu.

Sahi nasıl gelmişlerdi bu hâle? Lise döneminde yedikleri içtikleri ayrı gitmezken nasıl olmuştu da bu durumda bulmuşlardı kendilerini? Bundan on sene önce Sercan’ın ileride Kadir’i öldüreceği söylense katıla katıla gülerdi Fırat. Sercan karıncayı bile incitemezken kalkacak en yakın arkadaşlarından birinin boynunu kesecek ha! İhtimal dâhilinde bile değildi. Nasıl olmuştu da başarılı ve gelecek vadeden bu iyi niyetli çocuk amansız bir katile evirilmişti?

Lisenin bitmesinin hemen ardından Sercan ve grubun diğer üyesi Önder üniversiteyi burslu kazanıp Ankara’dan ayrılmışlardı. Kadir Ankara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nü kazanmıştı. Fırat’sa ilk girdiği üniversite sınavını kazanamamış, yaklaşık bir sene sonra hapishaneyi boylayacak elim bir olay yaşamıştı. Demek ki Sercan’ın ne yaptığını bilmediği yıllar onu katil dahi olabilecek kadar değiştirmişti. Hem de Kadir’in katili olabilecek kadar! Her insan beyaz bir tuval olarak doğardı. Yaşanan her olay bu beyaz tuvale bir boya parçası atardı. Kader kimilerine rengârenk bakmaya doyulamayacak resimler gösterirken, kimilerinin eline sadece siyah boyaları verir, tuvaline karanlık hatıralardan başka bir şey çizdirmezdi. Anlaşılan Sercan’ın resmi karanlıktı.

“Özür dilerim Kadir!” dedi sessizce Fırat…

Benzer İçerikler

Alnı Mavide | Ahmet Büke

yakutlu

Felsefe Yüzüğü Serisi – Morgan Rice – Online Kitap Oku

yakutlu

Amin Maalouf – Doğunun Limanları (Roman Özeti)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy