Artık hatırlanmaya değecek kadar bile kalmadın. Seni unutmak hakkım! Unutkan biri değilimdir ama sen bende hatırlanacak hiçbir şey bırakmadın. Benim unutulmuşum olmak bile güzeldir, bil. Aşk mı? Aramızda kaldı; içimizde değil… Yanlış aşkta doğru aranmaz. Ama yine de oku istiyorum. Cümlelerimde gizlenmiş duygudan ne anladığını benim nasıl yazdığım değil, senin nasıl okuduğun belirler.
“Kör müydü gözlerin, nasıl göremedin” diye sordular senden sonra. Kör değildim. Ve hayatımda en çok iki kere parlamıştı gözlerim. Birincisi seni ilk gördüğüm, ikincisi giderken ardından baktığım gün. İlkinde aşkın ışığından, ikincisinde gözyaşlarımdan… O iki anın arasındaysa hep kapalıydı gözlerim. Aşkına inandığımdan.
Kör değildim, sadece güvenmiştim!
Not: Bugün seni düşünmeden yaşayabilmeyi başardığım ilk gün. Hadi topla seni benden. Kalbim seni uğurluyor. Al bu yara sende kalsın. Artık beni acıtmıyor.
***
Bazı yaralar sardıkça kanar.
Kiminin çöle döner yüreği, kimi içinde bir yanardağ saklar.
Terk edip gitti sanmıştım. O da böyle biliyordu. Ayrıldık, o kadar. Onun için buydu yaşanan… Meğer içindeki çöllerin kum fırtınasında savrulup gitmiş. Ardında için için yanan bir yanardağ bıraktığını bilmeden… Söndüğünü sandığım an yeniden patlıyor. Bu patlayış ikincisiydi, ikinci kez kanadı yaram. İki yıl sonra yeniden. Tam şuramda. Hiç beklemediğim, tümüyle unuttuğum bir anda!
Yüreğinde çöl taşıyana seraplar düşer. Gördüğünün büyüsüne kapılır, bir su pınarı gördüğünü sanır, ancak kana kana içmek için avuçladığı sular elini yakınca kum olduğunu anlar. Bir yalana kanıp sahte dünyaların yaldızlarına kapılmıştı. Ben de onun aşkına kanmıştım. Yalan değildi, ikimiz de çok acemiydik sadece. Ben ona kendimi vermiştim, o da bana bir serap. Bana bakarken ışıldayan gözleri ruhumu kamaştırırdı, güneş kadar gerçekti ama onun bir çöl güneşi olduğunu nereden bilecektim! O kendi çöllerine savruldu, güneşi bende kaldı. İçimde gizli bir yanardağ vardı.
Onu kum fırtınaları kasıp kavurmuş, ben de hiç doğmayan güneşinden yanıp kavrulmuştum. Beni görünmez bir ateşle içten eritiyordu. Kendi elimle açtım yolunu. Yaraladım kendimi öldüresiye, ölmek istedim. Benim yıldızım kayarken o güneş doğacak, kimsenin görmediği mezar taşım olacaktı. Ama tekrar açtım gözlerimi, bileğimde derin bir yarayla. İki kez unuttum, iki kez bir tene dokundum, kıskanç bir âşık gibi yeniden patladı. Neye uğradığımı şaşırdım!
İçimde patlamaya hazır bir volkanla yaşıyorum. Biri beni saracak olsa, yine patlayacak ve onu da yakacak. Böylesi bir güneş tutulmasındayım. Yüreğim tutsak, elim kolum eskimeyen bir aşkla bağlı. Hani olur ya, yüreğine bir hançer saplanır da hiç kanamaz, ama hançeri çektiğinde öleceksindir. Öyle bir yarayla yaşıyorum. Hançer yerinden birazcık oynasa, kan dökülüyor. Hiç kimse anlayamaz benim çektiğimi. Öyle suskunum ki, yazmaktan başka çare yok.
***
Acılar olgunlaştırır, derler. Demek ki, insan aldığı yaralardan öğreniyor hayatı ve kendini. Aşk yarası taşımayan aşkı bilmez. İnsan yaralanınca, yarasını saracak birini arıyor. Aşkın ikinci acemilik evresi bu… Oysa aldığın yara seni hakiki aşka götürüyor, acı, yol gösteriyor. Yaran kapanmadan bunu bilemiyorsun.
Aynı kaderin farklı yaralarıydık onunla. Her şey bir cümleyle başladı. Bizi kelimeler buluşturdu. Bazen bir cümle hayatı baştan aşağı değiştirmeye yetiyor. Yaradan fışkıran bir cümle başka bir yaralıyı sana çekiyor. O da seni arıyor bilmeden. Ama yarasına bağlanıp öyle sırt çevirmiş ki aşka, bulduğunda bile inanmıyor.
Beni yaram bırakmıyor, yeni bir aşka yelken açtığımda yeniden kanıyordu. O, yarasına sadıktı. Aşk, insanı açtığı yarayla sınar. Karşına iki engel çıkarır, biri kendinde diğeri onda. Bu ikisini aşmadan, hakiki aşka varılmıyor. Aşk yarası, aşkın pusulasıdır. Yaraya değil, yarayı açana değil, yalnızca aşka bak. Bir yara kapanmadan yeni bir sayfa açılmıyor. Ne başkasıyla sarmayı dene ne de onu bile bile yeniden kanat. Her yara bir geçittir. İki kişinin geçemeyeceği kadar dar bir kapıdır. Tek başına geçmelisin kendi yarandan.
BİRİNCİ BÖLÜM
Eve dönüyordum ama hangi yoldan gittiğimi bilmiyordum. “Ayaklar kendiliğinden götürür” gibi sürüyordum arabayı. Gözüm yolda değildi, aklım başka yerdeydi. Tekrar tekrar geriye sarıyor ve aynı yerde duruyordu. Sol elim kan içindeydi. Direksiyona bulaşmış, döşemeye ve pantolonuma damlıyordu… Peçete ıslaktı kandan, bileğime yapışmıştı. Kırmızı ışıkta durdum. Peçeteyi değiştirdim. Yeşil ışığı beklerken, benim de bir kırmızı ışığım var, dedim kendi kendime. Hayatın sarı ışığında hüznümle bekliyor, yeşil yanınca tekrar yola çıkıyor, kırmızı ışığın geride kaldığını, hayatın bana bütün yolları açtığını sanıyordum ama tekrar bir kırmızı ışık çıkıyordu karşıma, işte yine böyle olmuştu. Hande’den kalan aşk yarası, yeni bir aşka yelken açarken tekrar kanamıştı.
Hani bir oyun vardı çocukluğumuzda: Tilki tilki saatin kaç? Ebe duvara yaslanırdı, biz de böyle sorardık ona: “Tilki tilki saatin kaç?’’ Bir derse bir adım, iki derse iki adım yaklaşırdık, bazen atlayarak, uçarak, ebeye dokunabilmek için… “Kazandibi” derse başa dönerdik. Ebe dokundurmak istemiyorsa, yaklaşana böyle söylerdi. Ben de dokunacak oldum Hande’den sonra iki başka kişiye. Dokunur dokunmaz kazandibi oldum, başa döndüm. Hande’nin beni terk ettiği güne…
Beni hayata bağlayanla, ölüme gönüllü gönderenin aynı kişi olması kaderin garip bir cilvesiydi. Aşk, bir hüzünden bin umul doğurmak olsa da, insan sevince koşar adım gidemiyormuş sevdanın dar sokaklarında- Sonra bildiğin yolda tökezliyor, düşüyorsun. Yaran yeniden kanıyor. “Bu benim yaram” diyor, öpüyorsun, geçmiyor. Kabuk bağladığını sanıyorsun, acısı dinmiyor.
“Acı ruhun fiyakasıdır” derler ya hani… Gerçekten öyleymiş. Fiyakalı bir acıya sahibim nicedir. Kalbim sıkışıyor aklıma geldikçe. Kapısı olmayan bir kafeste kuş beslemeye çalışmakmış onu sevmek. Ardında bir tüy bile bırakmadan uçup gidince anlıyor insan. O meğer geri dönüşü olmayan en güzel eksikliğimmiş… Beni mutlulukla cezalandıran pişmanlığımmış…
İnsan bazen bir şey için her şeyini verecek kadar cömert, her şey için hiçbir şey vermeyecek kadar cimri olabiliyormuş. Onun bana ne vermediğine bakmak için eğildim içimin boşluğuna. Gördüm ki kendisinden başka hiçbir şey bırakmamış orada. Bana hiçbir şeyini vermiş ve çekip gitmiş. Küçücük kalbimden çıkan bu kocaman “hiçbir şey” ne kadar da ağır gelmiş hayatıma. İçime bakınca kendimi incittim.
Biz onunla yan yanayken birbirinin imkânsızı olan insanlar gibiymişiz. Gidişine değil de hâlâ ayakta kalışıma şaşıyorum. Dünya talihsizler için yuvarlak bir cehennemmiş, şimdi daha iyi anlıyorum. Yol aldıkça başa dönmem bundan. Dünyanın yuvarlak olduğunu unutmamdan.
***
Yeşil yanmış, arkamdan komaya basıyorlar. Mecburen gaza basacak ve yola devam edeceğim. Hayat buna zorluyor.
Ecel almamıştı beni, belki hiç çıkmayacaktım kabuğumdan. Herkes yalnız, ancak bu yalnızlar kalabalığı illa ki çekiyor kendine. Arkamdan komaya basanlar gibi, açılan yollardan devam etmeye zorluyor. Bir daha asla diyorum sayıklar gibi, ama aynı anda tekrar gaza basıyorum. Ben şimdi eve dönüyorum, her gün döndüğüm evime… Ama başka biri gibiyim. Bileğimdeki yarayı açarken hissettiklerim hiçbir yere gitmemiş.
Edip Cansever, çocukluğu gökyüzüne benzetmiş, çünkü hiçbir yere kaybolmuyor. Bazı anlar, bazı duygular o gökyüzü gibi. Boynunu büküyor, başın eğik, gözlerin yerlerde geziyorsun. Sonra unutuyorsun boynunu neden büktüğünü, çukurlara baka baka yürürken gökyüzünü unutuyorsun ve başını tekrar kaldırır kaldırmaz onu görüyorsun. Yıldızın kayana dek orada duracak ve gören çocuklar ardından bir dilek tutacak. Sevenlerimiz gözyaşı döker, mezar taşımıza bakanlar Fatiha okur, sadece çocuklar ve çocukluğunu kaybetmeyenler dilek tutar. Hande çocukluk arkadaşım, gençlik aşkımdı, birlikte büyümüştük. Benim tek dileğimdi. Birden yıldız gibi kayıp gitti. Gökyüzü aynı ama bir yıldız eksik, hiçbir dileğim yok artık. Ecel beni almadı ama tekrar tekrar öldürüyor.
Lisedeyken Hande’ye anlattığım bir hikâye durup durup aklıma geliyor. Bir adamı taşlıyorlar ama hiç yara açılmıyor. Sonra bir kadına ilk bakışta âşık oluyor ve taşların çarptığı her yerde yaralar açılıyor, kanlar içinde kadının ayaklarına yığılıp ölüyor. Ne kadar sevmişti bu hikâyeyi. Dilden dile bu zamana kadar geldiğine göre, hakikatin bir parçası. Ona âşık olduğumu bu hikâye ile anlatabilmiştim. Ben de çok taş yemiştim ama hiçbirini hissetmemiştim. Hande’ye bakarken her yanım tatlı tatlı sızlardı. Şimdi ben bir hikâye gibiyim. Hande için açtığım yara, başkasıyla kanıyor. Bir rüya gibi geliyor bu bana, inanmakta zorlanıyorum. Bu yarayı açtığımda rüyaların kapısı açılmıştı bana, ama geçemedim.
***
Birden tuhaf bir ürperti hissettim ve gözlerim karardı. Hızlı gitmiyordum ama o kadar dalmışım ki, az kalsın bir çocuğu eziyordum! Yola kaçan topu gördüm ama ardından bir çocuğun koşarak gideceğini düşünüp yavaşlamadım. Çocuğu görür görmez, buz gibi ter dökerek frene bastım. Çocuk donup katmış, bana bakıyordu. Neyse ki çarpmadım. Yarım metre bile değildi aradaki mesafe araba durduğunda… Kendime gelememiştim hâlâ. Derin bir nefes verdim. Kapıyı açtım, indim. Kanayan elimi arkamda sakladım.
“İyi misin” diye sordum.
Çocuk, “Korkma, bir şey olmadı” dedi.
Üstünde bir deniz şortu vardı, ayaklan çıplaktı.
“Dikkatli ol. Az kalsın seni ezecektim” dedim.
“Ben zaten boğuldum” dedi!
Şaştım kaldım söylediğine. Dar sokakta yolun iki yanına arabalar sıkış tepiş park etmişti. Yola kaçan renkli topu bir arabanın altına dayanmıştı. Topu aldım, ona verdim. Fakat anlamadığım bir şey vardı. Çocuğun topu, her yerde görmeye alıştığımız, küçük çocukların mahalle atalarında oynadığı toplardan değildi. Birdeniz topuydu bu…
“Eline ne oldu” diye sordu.
“Kanadı” dedim.
“Bazı yaralar sardıkça kanar” dedi.
Elinde deniz topuyla iki arabanın arasından kaldırıma çıktı, karanlık sokakta gözden kayboldu. Belki oradaki apartmanların birinde oturuyordu. Arabaların arkasından görünmeyecek kadar kısaydı boyu. Olduğum yerde kalmışım. Sanki onu görecekmiş gibi bakıyordum ama dalıp gitmiştim aslında. Ne kadar kaldım orada, bilmiyorum. Belki birkaç saniye, belki birkaç dakika… Hayat yolumun orada değiştiğini bilemezdim ama bir şey olduğunu hissetmiştim.
Hayatın görünmez kapıları vardır. Dışarıyı içeriye, içeriyi dışarıya kapatsa da duvarların kendi inisiyatifinde olmayan delikleridir kapılar. Bilmeden gireriz bu kapılardan, girince hayatımız değişir, çünkü başka bir kader yoluna sapmışızdır ama fark etmeyiz. Kimisi hiç bilemez nasıl girdiğini, kimisi benim gibi sonradan anlar.
***
Sokak aydınlanmıştı. Bir araba geldi, koma çaldı. Benim arabamın farları açık değilmiş, o an fark ettim. Arabama bindim, farları yaktım ve yavaş yavaş çıktım sokaktan. Çocuğun sesi kulağımda çınlıyordu. Trafiğe takılmamak için girdiğim ara sokaklardan yola devam ettim. Park edecek bir yer aradım. Sokağın sonunda buldum bir yer.
Eve giderken dalgındım. Karşıdan gelenlerin yüzlerinde hep kaygı vardı, ruhumun aynasıydı bu yüzler. Ben de kaygılıydım demek ki. Kanlı peçeteyi hâlâ avucumda sımsıkı tutuyordum. Tekrar kanayacağını biliyordum ama beklemiyordum. Bilmekle beklemek farklıydı. Başına geleceği bilmek doğurgan bir tecrübe, gelmemesini beklemek kısır bir umuttu.
Eve yaklaşınca adımlarım hızlandı. Mis gibi çiçek kokuları yanaklarımı okşuyordu. Çiçek tezgâhının önünden geçerken, Necdet ağabey çiçekleri topluyordu. Başı öndeydi. Göz göze gelmemek, yanından hızlıca geçip gitmek istedim.
Selam vermeden geçmek olmazdı ama bu halde onunla konuşamazdım. Fakat unutmuşum! Necdet ağabey yere bakarken, özenle çiçek sararken bile gelip geçeni görebilirdi. Başka bir gözü vardı onun. Başını kaldırmadan sordu:
“Nereye böyle acele acele evlat?”
Yakalanmıştım. Utandım. Yavaşladım ve durdum. Tezgâha yaklaştım. Kanlı elimi gizleyerek öylesine bir cevap verdim:
“Hiç ağabey. Eve gidiyorum işte. İzin günümdü. Biraz dolaştım. Kamım çok aç. Bir an önce eve gidip kamımı doyurmak istiyorum.”
inanmayan gözlerle yüzüme baktı.
“Yüzündeki kaygı hiç öyle söylemiyor ama” dedi, bir açıklama bekler gibi.
Yıllardır tanıyorum Necdet ağabeyi. Mahallede benden eski. Ona hiç yalan söyleyemezdim zaten. Yalanı insanın gözünden okurdu o. Kimse onu kandıramazdı.
Yıllardır burada çiçek satar. Bütün gün tezgâhının başında, tentenin altında oturur. Gölgeyi sever. Bir gölge gibidir. O kadar sessizdir ki, sanki çiçeklerle konuşur. Bütün mahalleli onu tanır ve sever. Herkesin dert babası, delikanlıların aşk doktorudur. Mahallenin gençleri bir kıza çiçek hediye edecekse, ilk çiçeği parasız verir.
Kimi kimsesi yoktur. Sabah gelir, akşam gider. Geceleri ne yaptığını kimse bilmez, hiç kimse merak etmez. Oysa ben etmiştim, herhalde bir çiçek gibi kendine kapanıyordur, demiştim. Herkesin yardımına koşan biridir. Özellikle anne ve çocuklara karşı çok merhametlidir. Yeni gelenlere ve yolun sonuna varanlara yakındır. Bu yüzden ben onun sabahlan başka bir dünyadan gelip akşamları güneş batınca geri döndüğünü düşünürüm. Yaz kış sırtından çıkarmadığı uzun pardösüsüyle tanınır. Biçimsiz uzayan sakalları onu biraz derbeder gösterse de her daim temiz ve çiçek kokuludur Necdet ağabey. Mahallelinin çiçek alma alışkanlığı pek yoktur ama herkes onunla sohbet etmek için gider tezgâhına. Bazıları akıl danışır. Mahallemizin bilgesidir aynı zamanda. Çiçek almayanların çiçekçisidir o. “Zararsız” denince bizim mahallede akla ilk o gelir ama herkes gözünün içine bakamaz, çünkü gerçeği şıp diye görüverir.
“Karnından önce kaygını doyur” deyince, irkildim birden.
Babacan bir edayla gülümsüyordu. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı. Elimdeki kanlı peçeteyi fark etmesinden çekinerek ben de ona gülümsedim ama tedirgindim, ondan kaçmazdı bu.
Geçiştirmek için “Eeee işler nasıl Necdet ağabey” diye sordum.
Öylesine sorduğumu biliyordu. Beni daha fazla sıkıştırmamak adına hemen cevap verdi. Ama bu sıradan soruya verdiği cevap hiç de Öylesine değildi.
“İşler mi” dedi. “İnsanların yüzüne baksana Kaan… Kimse gülmüyor. Çiçek mi satılır!”
***
Eve girince kovuğuna giren bir sincap, kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi hissettim kendimi. Bir an önce eve dönmek, kabuğuma çekilmek istemişim. Telaşım geçti ama dalgınlığım sürüyordu. Yaramın tekrar kanaması kadar, o yarı çıplak çocuğun söylediği söz de aklımı allak bullak etmişti.
Bazı şeyler var ki, insan yaşayınca normal geliyor ama…