Uyanış

uyanis-gokhan-gokdemir-paradoks-kitapAsıl gücün, bilgiye dayandığı günümüzde, bizleri yalnızlaştıran sistemin melankolik ve güçsüz bireylere ihtiyacı vardır. Bireysel olarak bakıldığında, bu söylemim bir komplo teorisi olarak görülebilir. Bu sistem bütün dünyada aynıdır. Toplumlar, egemen güçler tarafından kendi içlerinde kasıtlı olarak azınlıklara bölünmektedirler…

***

I. BÖLÜM

Vakti Gelmedikçe Uyanamazsın

Karmaşık bir rüya ile irkilerek doğruldu yatağından. Boynunda bir ağrı hissediyordu. Tuhaf bir boşluğun içinde, aşağı doğru hız­la düşüyor gibiydi. Sanki biri ya da birileri tarafından, izlendiğini hissediyordu. Hala gördüğü rüyanın içinde mi olduğunun, yoksa gerçekten uyanıp da hissettiklerinin, gördüğü rüyaların etkisiyle mi oluştuğunun ayırımına varamadı. Bir süre bu duygunun etkisi al­tında, şaşkınlıkla etrafına bakındı. Neyse ki her şeyin yerli yerinde durduğunu ve kimse tarafından da izlenmediğini anlayınca, derin bir nefes aldı.

Terlemişti ve hayal meyal anımsıyordu rüyasını. Günlerce uyu­muş gibi hissediyorsa da, yalnızca birkaç saatlik uyku içerisinde gördüğü bu rüyanın, ona yıllarca sürmüş gibi gelmesine, bir mana veremiyordu. Parça, parça anımsadığı rüyasından en son hatırladık­ları, türlü yeşilliklerin olduğu, vadisinde yılan gibi kıvrılarak süzülen birbirine paralel nehirlerin aktığı, yüksekçe bir tepelikte olduğuydu. Doğanın oradaki eşsiz uyumu, tıpkı bir masal âlemi gibi, hayal bile edilemeyecek ölçüde güzelliklerle donatılmıştı.

Çevresi çiçek kümeleriyle bezenmiş, güneşin yansımasıyla, bir aynaya benzettiği göletlerin etrafında, insan toplulukları halka biçi­minde çimenlerin üzerine bağdaş kurarak oturmuş, sohbet ediyor­lardı.

O da böyle, bir suyun başında halka biçiminde yere oturmuş ve dikkatle onu dinleyen kalabalık bir topluluğa sesleniyor, huşu içinde tane, tane konuşarak, arşa yükselen esrarlı sözlerle bir şeyler anlatıyordu. Ne yazık ki hafızasını zorlaşa da neler söylediğini çı­karamadı. Gözlerini kapatıp, dikkatini toplamaya çalıştı. Hafızasına biraz daha yüklendikten sonra, konuşması sürdüğü müddetçe, bazen sustuğunu, sessizlik ve huzur içinde o kalabalığın arasında amaçsız­ca gezinmeye başladığını ve daha sonra tekrar aynı biçimde konuş­maya başladığını hatırladı. Son olarak, birisinin onu konuşmasından alıkoyup, kolundan tutarak kendisine doğru çekmeye başladığını hatırladı. Ne yazık ki, tam o kişinin yüzünü görüp, kendisine söyle­yeceklerini duyacağı sırada uyanıvermişti.

Avuçlarını yüzüne kapattı ve bir süre kendisine gelmeyi bekledi. Aklında her şey bulanıklaşmıştı. Ağzında pis bir tat vardı ve seh­panın üzerindeki bardağın, dibinde kalan suyu yarım bir yudumla içiverdi. Yatağından kalktı, kapıya doğru birkaç adım attı ve odanın ortasında öylece ayakta durdu. Az önceki hararetinden eser yoktu. Şaşkınlık içinde sendeledi bir an. Terinin soğuması, üşümesini ve titremesini tetiklemişti.

‘Ne garip’ diye, geçirdi içinden. Zira hiç yabancısı olmadığı bir durumdu bu. Biraz sonra, annesi içeri girmek üzere odanın kapı­sının önüne gelecek, bir süre içeriyi dinleyip, uyuduğundan emin olduğu oğlunun, odasının kapısını aralayıp önce kafasını kapı aralı­ğından içeri sokacak, uyumakta olan oğlunu bir süre sevgiyle seyre dalacaktı.

Yağız keyif aldığı bu durumu, defalarca uyuyor numarası yapa­rak ezberlemesinin yanı sıra, bu kez daha farklı bir biçimde, olacak­ları da her ayrıntısıyla ilginç bir şekilde öngörüyordu. Bu öngörünün bilinen ritüellerin tekrarlanarak, tıpkı bir ayin gibi, sırasıyla yaşa­nacakların günlük olarak hayata geçirilmesinden farklı olduğunu düşündü. Şu anda yaşadığı bu anormallikler, tüm bunların dışında, benzer durumları her gün yaşıyor olmaktan farklı olarak, uzun sü­recek bir dejavu etkisinin yarattığı metafiziksel bir olaydı sanki. Annesi, daha sonra yanına yaklaşacak ve saçlarını okşayıp, onu öperek uyandıracaktı. Fakat o uyumuyordu.

Odanın ortasında, şaşkınlık içinde öylece ayakta duruyordu. Huzursuz olmuştu. Uyku sersemliğini üzerinden atar atmaz, geri dönüp, alt üst olmuş yatağına oturdu. Aklının ulaşamadığı sahaları zorlamak istedi. Mamafih düşüncelerinin ulaştığı tüm noktalar da­ralarak zihnini belirgin bir boşluğa itmişti.

Gözleri, dört beş yıl önce, yine böyle yağmurlu bir günde, işe gi­derken bahçelerinin bitişiğindeki, izbe binanın, saçak altına sığınmış ve ne yana gideceğini şaşırdığı her halinden belli olan, şimdilerde yaşlı sayılabilecek, tombul, miskin ancak çok sevimli kedisini aradı.

Onu bulduğunda, siyah patileri dışında bembeyaz bir yavru idi. Sırılsıklam bir halde, annesinin sesini duyup, onu bulabilmesi için olacak ki, olağan gücüyle miyavlıyor ve ön ayakları üzerine yaslanarak, etraftan gelebilecek tehlikelere karşı başını sürekli sağa sola çeviriyordu.

Onu oracıkta bırakmaya gönlü razı olmamıştı Yağız’ın. Bu se­vimli ve bakıma muhtaç şeyi alıp, eve getirmiş, güzelce kurulayıp süt vermişti. Daha sonrada tekrar sokağa bırakmaya kıyamamış, bin bir dil döküp, annesini de sonunda kedinin evde kalması için ikna et­mişti. Dilber Hanım, yufka yürekli, oldukça merhametli bir kadındı. Bu mevzuda, onun için tek sorun, evde namaz kıldığından dolayı, hayvan beslemenin sakıncalı olabileceği idi.

Lâkin bu sevimli ve ürkek yavruya, o da kıyamamış, sokakta bulunduğundan olacak ki, ona Berduş ismini de, oracıkta koyuvermişti. Böylece başka söze gerek kalmadan, bu küçük kediciği, kabul­lendiğini ima etmişti. Berduş, o günden sonra evin maskotu, çoğu zaman, neşe kaynağı oluvermişti.

Günaydın Berduş. Acıktın mı oğlum? Dedi. O sırada bir yan­dan gerinerek, esniyor, diğer yandan da öksürüğe boğuluyordu.

Sahibinin sesini onaylarcasına, kısık bir sesle miyavladı Berduş… Sehpanın altından, sadece kafası görülebiliyordu.

Patilerindeki çamurları, gizlemeye çalışır bir hali vardı. Ön patilerini birbirinin üstüne koymuş, gövdesini geriye doğru atmıştı.

-Gel buraya. Yine sokağa kaçtın değil mi? Şu ayaklarının haline bak. Dedi. Gülümseyerek ellerini kediye doğru uzatmış, Berduştan bir tepki alamayınca kollarını yeniden birbirine kavuşturmuştu.

Yatmadan önce, pencereyi açıp, odayı havalandırmak istediğini hatırladı. Bellikli öylece uykuya dalmış, daha doğrusu alkolün etkisiyle sızıp kalmış, pencereyi de kapatmamıştı. Pencere hala açıktı ve içeriye giren rüzgâr, perdeyle oynaşıyor, perde ise keyifle adeta dans ediyordu. Demek ki bu yüzden sıtmaya yakalanmış gibi titriyordu.

Hayvancağız, yıkanacağını anlamış gibi, fırlayıverdi dışarı, oda­nın kapısı açılır açılamaz. Her zaman yaptığı gibi, doğruca salondaki sobanın arkasına sıvıştı. Belli ki oda, en az Yağız kadar üşümüştü.

Annesi, odaya girdiğinde, yatağın üzerinde, ellerini omuzları­na çapraz şekilde bağlamış oğluna, sevgi dolu bakışlarıyla yaklaştı. Odası loş olduğundan ve gözleri de, uzağı pek net seçemediğinden, fark edememişti oğlunun bileklerinde beliren kırmızılığı.

-Uyandın mı oğlum? Günün aydın olsun. Dedi. İçeriden, sıcacık mutfaktan gelip, buza kesmiş odaya girince, irkildi. Telaşlı bir ses tonuyla, kaygısını dile getirdi.

-Yağız’ım, delirdin mi sen? Zaten hastasın, iyice üşüteceksin oğlum. Dedi. Yine aynı telaşla, temiz olan elini kullanıp, camı kapatır­ken.

Bu kadar harekete rağmen, oğlundan hiçbir tep ki ya da ses duyamayan Dilber Hanım, bu sessizlikten, ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Nihayetinde, ne kadar cahil olsa da, bir anneydi o. İçgüdüleri, onu asla yanıltmazdı. Bu kez teskin edici ve daha şefkat dolu bir ses tonu takınarak;

-Uyandın madem, niye gelmedin içeriye güzel oğlum, donmuş­sun burada. Dedi. Çaresiz bir bekleyiş içinde, oğlunun haline ve ağ­zından çıkacak tek bir kelimeye kilitlenerek.

-Günaydın Sultanım. Dedi. Bir eliyle, kirli sakallarını kaşıyordu genç adam. İkiye bölünmüş düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Bir taraftan az evvelki garip rüyalarını anlamlandırmaya çalışıyor, diğer yandan karşısında kendisini gözlemleyen annesini tedirgin et­memek için ona karşı normal davranmaya çalışıyordu.

-Hadi oğlum, saat sekize geliyor, daha kahvaltını yapmadın. Dedi annesi. Elbise dolabının önünde duran, ters gelmiş terlikleri, bir ayağıyla oğluna doğru sürüklerken.

Elleri unluydu Dilber Hanımın. Yılların çilesini, iyi kötü yaşan­mışlıklarının gizlendiği anlındaki çizgilerde, boncuk, boncuk terler vardı. Belli ki Dilber Hanım, bu sabah yine döktürmüştü mutfakta. Oğlunun uyku sersemliğini üzerinden atamadığını fark edecek ki, tam odadan kapıyı çekip çıktığı sırada, yeniden kapıyı araladı. Ve İşe geç kalacaksın ay oğlum. Hadi kalk da, bir elini yüzünü yıka. Dedi. Sesini alçak tutmaya özen gösteriyordu.”

Odası, küçük ve temizdi. Üzeri tavana kadar yüklük olan, ceviz kaplama, menteşeleri gıcırdayan, elbise dolabı, pencereyle kapı ara­sındaki köşeyi dolduruyordu. Kapaklarında, bıçkın bakışlı, kısa saç­ları ağarmış bir adamın, büyüklü küçüklü, hafif sararmış, resimleri vardı. En büyük resmin, sağ üst köşesinde ‘Çirkin Kral’ yazıyordu.

Annesi, kızı ve oğlunun çeyizleri için elleriyle hazırladığı, yün döşekleri, yorganları dolabın üzerine istiflemiş, üzerini de, temiz bir örtüyle kapatmıştı Yatağının ayakucunda, cam kapakları, mıknatıslı bir aparatla ortada birleşerek açılıp kapanan, üzerindeki otuz yedi ekran televizyona göre oldukça kaba duran bir televizyon kabini var­dı. Kapağın cam oluşu, içinde ki iki rafla bölünmüş kabini, zengin gösteriyordu. Nitekim genç adamın, kıymet verdiği en değerli eşya­ları da bu camın arkasında korunuyordu. Üst rafında, bir zamanlar babasının bekâr bir memurken, eskiciden satın alıp, tamir ettirdik­ten sonra, çalışır duruma getirilen, altın nikelajlı bir gramofon du­ruyordu. Daha geniş olan alt rafında ise, dede yadigârı yatay duran, kocaman düğmeleriyle frekansları ayarlanabilen antika bir radyo duruyordu.

Demir ve yaylı bir somyanın üzerinde, annesinin el emeği, yün bir döşek, onun üzerinde, temiz beyaz bir çarşaf ve üst kısmı, işle­meli, bol renkli bir yorgandan ibaretti yatağı. Yine el yapımı olan, oyularak işlenmiş, altın varaklı çerçevesinin, verniği yer, yer çatla­mış boy aynası, dolapla kapının arasındaki duvar boşluğunda duru­yordu. Kapının arkasına düşen, duvarın diğer tarafında, duvara çivi ile tutturulmuş, eskitme boyalı, iki raflı üst rafı yarıya kadar karışık türde kitaplarla dolu bir kitaplık asılı duruyordu. Alt rafta ise, birkaç biblo, kapağında ağlayan çocuk resmi olan, bir fotoğraf albümü, bir­kaç tanede, hiç kullanmadığı, işlemeli tespihleri duruyordu. Hemen kitaplığın altına duvara kadar yerleştirilmiş tek sandalyeli küçük masa ise, çok iş görüyordu. Üzerindeki şirin, maket otomobiller du­var dibine büyükten küçüğe doğru sıralanmıştı. Küçük bir kasetçalar ve kasetlerse rast gele konulmuş, sıkıldığı zaman karakalem çalışmaları yaptığı çizgisiz harita metot defterlerin etrafında silgi artıkları ve kalemler duruyordu.

Duvarların boşta kalan kısımlarında, birkaç siyasi içerikli konser afişi, esmer, bıyıklı bir gencin, yakası kürklü bir parkayla çekilmiş fotoğrafı, poster haline getirilmişti.Posterin altında ise, Aşk Olsun Sana Çocuk’ yazılıydı. Zaman içinde okuyup beğendiği, parşömen kâğıtlara el yazısı ile yazılmış ve kenarları ince motiflerle süslenmiş,bir iki tapmak yazıtı ile en sevdiği şiirlerden biri olan ‘Bu Davet Bizim’ de sele bantla tutturulmuştu duvara. Sürekli gözüne çarpan, bu re­simler ve yazılar her baktığında, biraz daha kamçılıyordu ideallerini. Üzerinde bazı bölgeleri belirgin şekilde yıpranmış olan, eskiden beri biriktirilmiş sigara yanıkları göze batan, aslında çok değerli ve renkli motifleriyle zamana meydan okuyan el dokuması kilimde, zaten kü­çük olan odasının zeminini kaplamaya yetiyordu.

Uykusuz geçirdiği kasvet dolu gecelerine eşlik eden, çevresinde­kilerin ikazlarına rağmen vazgeçemediği sigarası da, izmarite dönü­şümlerini tamamlamış, kül tablasındaki yerlerini almışlardı. Hasta bronşlarında dolaşıp durmuş, duman olarak girdikleri yerde, katra­na karma görevlerini ifa etmenin miskinliğiyle buruşup kalmışlardı, camdan yataklarında.

Geç saatte eve geldiğini ve yatmadan önce, masanın üzerinde duran deftere bir şeyler karaladığını hatırladı. Bir sıçrayışta masaya doğru atılan genç adam, defteri eline aldı. ‘Bunları ben mi yazdım gerçekten diyerek hayretle irkildi. Masanın altına doğru sürülmüş sandalyeyi yavaşça çekip oturdu.

‘Sen, demiştin en son.

Az önce demiştin.

Ben kapıyı sırtıma çarpmadan, az önce.

Ve ben, susup kalmıştım kapalı kapının ardında.

Haklılığına yenik düşmenin teslimiyeti ile kalmaktan korkan ben, Sırtımı yok ettiğim geleceğe yaslayarak çıkmıştım senden. Yanıtlanmamış tüm sorulara,

Kapılarımı kapatıp kaçmıştım.

Dönmeyecektim belki.

Görmeyecektim- bir kez daha görmeyecektim işte.

Eşsiz güzelliğini, gözlerindeki sonsuz derinliğimi…

Ve sen, asla bilmeyecektin,

Seni neden terk edip,

Öylece çekip gittiğimi…

Şimdi acımasızca,

Kendi iç sorgumda yargılanıyorum sevgili.

‘Karar diyor içimden bir ses.

Tüm karalılığıyla yaslanıyor üzerime karanlıklar.

Kendi ellerimle asmak istiyor, içimde bir ben, bencil beni. Yüzlerce soru soruyorum bana.

Her yanıtta bir kez daha ölüyorum.

‘Sen demiştin en son bana.

Ben kapıyı sırtıma çarpmadan az önce demiştin.

Sivri ve keskin bir yürek taşıyorum sevgili,

Kınına sıkışmış, sefil umutlarla dolu, kokuşmuş bir yürek.

Şimdi amaçsızca,

Ben, diyorum.

Ve bir mahcubiyetin gölgesinde, öylece çıkıp gidiyorum hayatından.

Kayboluyor,

Bulunamıyorum sevgili.

2.BÖLÜM

Tünedi Bir Yalnızlık

Kendi el yazısı olsa da, bu satırları kendisinin yazdığına inanmak istemeyen genç adam, bu şiiri hangi duygular altında yazmış olabile­ceğini irdelemekten kaçınmıştı. Defterden kopardığı kâğıdı, kitaplı­ğın üst rafındaki kitaplardan birisinin arasına sıkıştırmıştı.’ Yalnızlık’ diye mırıldandı, ‘İhtiyacım olan tek şey, yalnızlık’. Bu düşünce onu heyecanlandırsa da, bir yanı korku büyütüyordu yalnızlığa karşı.

Oturduğu yerde, uzun saçlarını lastik bir toka yardımıyla topla­mış, kalkmadan önce sehpanın üzerindeki kırmızı kutuyu gözüne kestirerek gülümsemişti.

Yalnızlık da, kendi varoluşuna hapsolmuş, diğer tüm yalnızlık­lar kadardı aslında. Adeta el değmeden yaratılmış, ezelden evvelde var olmuştu. Tanrı bile katında yalnız olmayı uygun görmüş, eşi ve benzeri olmasına müsaade etmemişti. Ancak yalnızlık, kendi soyutluğunda kaybolmuş ve farkında lığı, diğer tüm varoluşlarla ortaya çıkmıştı. Yurtsuzdu, kimliksizdi. Ta ki, bütün yaratılmışa, dokun­madan önce, derin bir hiçlikte kaybolmuştu. Belki de utanmaktaydı kendisinden, vücut buldukça, canlı, cansız tüm varlığın, zerzevatın hepsinden utanmaktaydı. Ne var ki, af dilemek istese de, yaratılma gayesine hizmet etmeye, devam edecekti varlığı. Kimi zaman, hain iblisin tuzağı, kimi zaman, bir dervişin yoldaşı olacak, kiminde, bir aşığın, Leyla’sına gidiş yolunda, belirecekti varlığı.

Bazen bir adamın, yattığı ranzadan gözlerini diktiği tavanda belirecek, bazen de anne adayı bir kadının, karın boşluğunda yitir­diği umutlarının terk edilen yerine yerleşecekti yalnızlık. Bazen da­vul zurna eşliğinde gönderilenlerin ardında bıraktıklarında, bazen de yolu gözlenenlerin eksik gelişleriyle karşılanacaktı. Kendisinden kaçmak isteyenler, teselliyi başka arayışlara girerek bulmak isteye­ceklerdi sıklıkla. Görmenin ve yaşamanın, arsızlık çoğalanlarıyla ve kendilerine verilenlerle yetinmemenin, hırslı arayışlarıyla, o yaşam­larının uçurumuna varmanın, kanatsız atlayışlarında son bulacaktı yalnızlıkları. Sondan geriye atılabilseydi adımlar, gidilmiş ve görülmüş yerlere, boşuna aşındırılmış yollara gerek kalmadan bilinirdi üzerinden geçilerek gidilmemesi gereken yollar. Bir yalnızlıkta eskimezdi onca hayatlar. Keşkeler olmazdı yaşlı gözlerde, umutlar tüken­mezdi yaslı gönüllerde.

Kimi zaman, yaşanmış trajedilerin ve talihsiz olayların, sadece kötü bir rüya olması için yalvarırız Tanrıya. Ve biliriz ki bu yakarışlar geri getirmeyecektir kayıplarımızı. Yine de alıkoyamayız bu düşün­ceden kendimizi. Birçok yanlışa fütursuzca dalıp, daha sonra kib­rimize ve arzularımıza yenik düşerek yaşadığımız pişmanlıklardan Tanrıya sığınırız zayıflıkla.

Bir mekânsızlıktan, ince bir kabuk çatlamasına benzeyen, ses­sizliği çınlatan tınısıyla, tünedi yalnızlık, mütevazı bir çatıya. Tüne­di yalnızlık, en karanlık vakitte, bütün kasvetiyle. Kendini arayan, bir deli gönlün yamacına, usulca tünedi. Yeni bir kuluçka dönemi başlamaktaydı. Bir kez daha, zehrine talip, biçare bir serdengeçtiye musallat olmanın derinindeki hazzıyla tünedi.

Konaklayacağı bu yer, aşk ile yanan, ete kemiğe bürünmüş bir dervişin, her daim hu çeken gönlü mü olacaktı? Yoksa bir derbeder aşığın, ayağına pranga olup, yoluna mı serilecekti. Gidilecek yollar­dan hüsranla mı, yoksa aradığı huzurla mı dönecekti konakladığı yürekler?

Kuytularına gizlenerek, onları yani kurbanlarını sinsice kıyılarına çekmeye çalışacaktı var olduğu müddetçe yalnızlık. Genç adam da, onun karşı konulmaz cazibesinin etkisi altına girerek, yalnızlığa doğru yol almanın gizli telaşı içerisindeydi.

Nihayet saate bakmayı akıl edip, hakikaten geç kaldığını idrak edince, telaşla doğruldu yerinden. Fakat o da neydi? Bileklerinde kurumuş, pıhtılaşmış kan lekesi de neyin nesiydi. Neyse ki, çok de­rinden kesilmemiş, sırf acı çekmek için yüzeysel bir biçimde oluş­turulmuş, basit kesiklerdi bunlar. Nasıl olmuştu da, uyandığından beri hiçbir acı hissetmemiş, fark edememişti bu saçma eserini? Do­labın kapağını açıp, eline aldığı, uzun kollu, balıkçı yaka kazağını bir hamlede üzerine giyindi. Sehpanın üzerindeki sigara paketini yok­ladı. İçindeki son sigarayı da alıp, avucunda büzüştürdüğü paketi, silme dolu camdan yapılmış kül tablasının üzerine bıraktı. Yatağını ve yastığını yokladı panikle. Bir leke bulaşmadığından emiş olmak istedi. Kırmızı bir lekeye rastlamayınca, yatağa girmeden çok önce, sahilde içerken yaptığını hatırladı bu işi. O günün sabahında, yine işe geç kalınca, iş yerinde tıraş olmak için yol üstündeki bir market­ten aldığı tıraş bıçağını, işi bitince parkasının cebine sokuşturmuştu. Tesadüfen eline geçen bu bıçakla, hiç düşünmeden, hayatı boyunca gizlemek zorunda hissedeceği izleri, bileklerine nakşetmişti.

O günden sonra, sağ bileğindeki deri bileklik ve sol bileğindeki kalın kordonlu saat, hiç vazgeçemediği aksesuarları olarak, onunla bütünleşmişti. Sigarasını yaktı ve derin bir nefes çekip, öksüre, öksü­re boşalttı ciğerlerindeki dumanı.

-Ah benim aslan oğlum. Yazık değimli körpecik ciğerlerine? Ne var şu zıkkımda bu kadar içecek bilmiyorum ki. Bari azaltsan biraz, sabaha kadar öksürmekten helak oluyorsun. Diye söylendi. Oğlunun odasına, tekrar geri dönüp, uyandığından emin olmak istemişti.

-Anacım başlama yine sabahın köründe. Zaten çok geç kaldım işe. Dedi. Ağzından düşürmediği sigarasıyla eğilip, çoraplarını aya­ğına geçirdi.

-Dur oğlum, nereye? İki lokma atıştırsaydm bari. Çayını da koymuştum. Dedi Dilber Hanım. Günden güne zayıfladığını, halsizleştiğini gördüğü oğlunun, boğazından kahve ve sigaradan başka bir şey geçsin istiyordu.

-Hemen çıkmam lazım Sultanım. Selim ağabey çoktan küp­lere binmiştir. Daha fazla gecikirsem canıma okur. Dedi. O esnada,kapüşonlu ve yakası kürklü, haki renkteki montunu çoktan sırtına geçirip, fermuarını çekiyordu. Annesine özür dileyen bakış­larla yaklaşıp, yanaklarından öptü. Nedense bir an, annesinin bir şeyler sezip, kendisine soru sormasından endişelendi. Annesinin, onun bu garip halini fark etmemesi için, durumu kurtarmaya çalıştı.

-Anneciğim, söz veriyorum en kısa zamanda azaltacağım sigara­yı. Bu arada unutmadan söyleyeyim akşam biraz gecikebilirim belki, merak etme. Dedi. Sokağa açılan kapıdan çıktığı sırada, kapıda oğlu­nu geçirmek için bekleyen annesine dönüp;

-Berduş un sütünü vermeyi unutma. Dedi.

Adımlarını büyüterek, hızlanmaya başladı dere yatağına dönen sokakta. Ona keza, yağmurda şiddetini artırıyordu. Yollarda biriken suların, botlarından sızıp, çoraplarını ıslatmasına aldırış etmeden yürüyordu. Şemsiye taşımayı pek sevmediğinden, sırılsıklam olma pahasına, öylece çıkıvermişti evden. Neyse ki durak yakın sayılırdı. Evleri merkezi bir noktada sayılırdı. Kocaman apartmanların arasındaki birkaç müstakil evden birisiydi. Evlerine doğru çıkılan tatlı rampanın başladığı köşedeydi durak.

Benzer İçerikler

İpeğin Fısıltısı – Loretta Chase Online Kitap Oku

yakutlu

Bir Gün, Belki Bir Gün – Lauren Graham Online Kitap Oku

yakutlu

Şeytanın Labirenti – John Saul Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy