Zorunlu Yalnızlık

Zorunlu Yalnızlık, Doktor Ergun’un trajik yalnızlığının öyküsüdür.

Doktor Ergun Kuzguncuk’ta büyümüş, hümanist, mesleğinde çok başarılı, yardımsever bir ortopedisttir. Yaralı bir devrimci örgüt üyesinin yarasını sarması için kendisinden yardım talep edilir. Ettiği Hipokrat yeminine hep sadık kalan doktor ikirciklenmeden bu isteği yerine getirir. Ne ki, iki gün sonra yaralı devrimcinin kaldığı hücre evi basılmış ve içindekiler öldürülmüştür. Devrimcilere yardım ettiği için polis teşkilatı ve hücre evini kendisinin ihbar ettiğini düşünen örgüt üyeleri de, Doktor Ergun’u cezalandırmak için aramaktadırlar.

Doktor Almanya’ya iltica ederek beş sene mutlak bir yalnızlık içinde, insanlardan kaçarak yaşamak zorunda kalır. Beş sene sonra Kuzguncuğa kendi ülkesine döndüğünde yine yalnızdır. Hiçbir şey ve hiç kimse beş sene öncesi gibi değildir artık.

***

Zenginliğin, şımarık bir zenginliğin, şaşaa ve debdebenin göklere çıktığı, yoksulluğun, sefaletin, çaresizliğin dibe vurduğu; gökdelenlerin gölgesindeki barakalarda hâlâ insanların oturduğu, villaların dibinde, yüzlerce yıldır yıkık, kırık, damından sular akan, önleri çöplerle dolu kulübelerinde yaşayan çingeleneleriyle, sokaklarında yırtık, yamalı elbiseleriyle çocukların koşuşturduğu semtlerde aşevlerinin vitrininde ‘üç kap yemek beş lira’ yazan; Boğaz’a sıfır, her masanın etrafında yemek yiyen insanlardan daha çok sayıda garsonun fır döndüğü lokantalarda, garsonların kendilerine verilen on dolar bahşişi beğenmedikleri; kendilerinin imal ettiği, kendi boylarından büyük çuvallarla kağıt toplayan, eşeklerin çektiği küçük arabalarında zerzavat satmaya çalışan, ana caddelere çıkmaları yasak olan satıcılarıyla; lüks otellerin önünde beş yüz bin dolarlık Ferrarisinin anahtarını mareşal kılıklı kapıcıya vererek içeri giren zenginleriyle; etrafı eski savaşlardaki siperler gibi dikenli teller, kalın duvarlar, kapılarındaki bariyerlerin yanında silâhlı korumaların beklediği lüks sitelerin yakınındaki gecekondusuna, bezgin bir suratla elindeki sepetinde üç-beş ekmek, bir kilo hamsi taşıyan, hırpani kılıklı, saçı sakalı birbirine karışmış ihtiyarların, ihtiyar gibi görünen yaşı kırkı bulmamış insanların, anasının sütü kalmamış memesini emmeye çalışıp süt gelmeyince çığlık çığlığa ağlayan bebelerin, Fransız dadısının yaptığı mamayı beğenmeyip masaya döken şımarık çocukların yaşadığı…

Postal kokularının, tankların egzoz gazlarının, şehrin yoksul semtlerine sindiği bir kentti İstanbul.

Ayasofya’yı, Sultanahmet’i, Topkapı Sarayı’nı, Yerebatan Sarnıcı’nı, Aslanlı Köşk’ü gezen, yat gezileriyle Boğaz’ın çevresindeki yalıları temaşa eden yerli ve yabancı turistlere, ellerinde renkli küçük bayraklar, şemsiyeler taşıyan İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Almanca, Japonca, Çince, Rusça açıklamalar yapan rehberler hep geçmişin zenginliğini, padişahların yedikleri yemekleri, süslü giysilerini, altın varaklarla süslü saltanat arabalarını, on çift kürekle çekilen, padişahların ve sultanların gezinti yaptıkları kayıkları dünü, Osmanlı’yı anlata anlata bitiremiyorlardı. Bu şaşaa ve debdebeyi yaratan insanların, ustaların adı çok az geçiyordu; hele de bu güzellikleri yaratan, karın tokluğuna çalışan işçilerden, paryalardan, veba salgınından, açlıktan, sefaletten yaşı kırka gelmeden ölen Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Rum emekçilerden; tahta vinçlerin kopan iplerinin taşıdığı mermer blokların altında kalan, kolu bacağı kopan, mezara bile gömülmeyip denize atılan kölelerden hiç bahsedilmiyordu; bahsedilmiyordu çünkü rehber kursuna gidenlere bu konularda hiçbir bilgi verilmiyordu. Kapalıçarşı’da, Nuruosmaniye Caddesi’nde, yerli ve yabancı zenginler sadece dolarla, sterlinle, euroyla satılan mücevherleri, pahalı giysileri, antika eşyaları satın alıyor; iki yüz metre ilerdeki Eminönü’nde üçü bir liraya satılan simitçinin önünde yoksullar, kaç simit alabilirim diye cebindeki bozuk paraları sayıyor; balık-ekmek, kestane satanların uzağından geçmeyi tercih ediyorlardı; Galata Köprüsü’nde, Karaköy İskelesi’nin yanında, Boğaz’da ve bulabildikleri her boş sahil kıyısında yüzlerce insan soğuğa, rüzgâra aldırış etmeden, hane halkının akşama yiyeceği istavrit balığını yakalayabilmek umuduyla olta sallıyor; Kumkapı’da balıkçı tezgâhının önünde lüks Mercedes’inden inen şık bayan, sonunda bulabildiği ıstakozu –Türk parası kullanmadığı için– yüz dolar vererek satın alıyordu.

Topkapı Sarayı’nı gezdiren öğretmenleri, bir türlü sıraya girmeyen, cıvıl cıvıl durmadan konuşan, seyretmekten çok oynamayı tercih eden öğrencilerine sadece padişahların, altın, zümrüt, bin bir çeşit mücevherle süslü tahtlarını, ipekli giysilerini, kılıçlarını, yüzüklerini, altın kaplama yemek takımlarını, en yumuşak, en güzel kadifelerle kaplanmış, altı beyaz atın çektiği saltanat arabalarını; loş bir ışıkla aydınlatılmış, sürekli derûnî bir sesle Kur’an okunan Hazret-i Peygamberin sakalının, Hırka-i Şerifinin durduğu odalarını; haremdeki kadınların giysilerini gösteriyor; hiçbir erkek eli değmeden yaşlanan, Makedonya’dan, Macaristan’dan, Rusya’dan, Mısır’dan, Arabistan çöllerinden esir edilip getirilen çok güzel ama zavallı kadınların çilesinden; daha çocukken saraya getirilen çocuk kölelerin, toplamaların, küçücük taş hücrelerde eğitilmesinden, yedikleri falakalardan; Afrika’dan köle olarak getirilen, taşakları burulurken kimisi ölen haremağalarının ıstırabından; kementle boğulan, kapatıldıkları odasından senelerce çıkarılmayıp çıldıran şehzadelerden, ihtişam, süs ve debdebenin altında yatan gerçeklerden hiç bahsetmiyorlardı. Rehberler geceleri rengârenk ışıklandırılan, ihtişamlı görünüşü olan Selimiye Kışlası’nı turistlere hastane ve askerî kışla olarak kullanıldığını anlatıyor, fakat 12 Eylül askerî darbesinde cezaevi olarak kullanıldığından ve duvarlarında devrimcilerin, yurtseverlerin kanı olduğundan hiç bahsetmiyorlardı.

Boğaz’da, Çatalca’da, Silivri’de, Şile’de kentin tüm çevresinde son kalan ormanları, çalılıkları, ağaçları kesip yerine beton dikmeye kararlı rantçılar, gözü dönmüş müteahhitler deli gibi etrafta koşuşturuyor; dikecekleri yeni rezidansların, villaların, sitelerin hayalini kuruyordu. Yetinmiyorlar, Erenköy’de, Yeniköy’de, Marmara kıyısında son kalan bahçeli şirin konakları satın alıp yerine gökdelen inşa etmek için, yaşlı konak sahiplerine milyonlarca dolar öneriyor; yirmi-otuz sene önce Boğaz sırtlarında, Sarıyer’de, Bebek’te, Beylerbeyi’nde gecekondu yapmış olanlar, kendilerini potansiyel milyoner olarak gören gecekondu sahipleri, gecekondularını yıkıp yerine milyonluk siteler yapacak olan arazi mafyasından gelecek önerileri bekliyorlardı.

Son model arabalarıyla Boğaz’daki lüks eğlence mekânlarına gelen; üstlerinde Boss, Zenga gibi markalı elbiseler olan erkekler, Dior’dan, Escada’dan, Max-Mara’dan aldıkları allı pullu giysileriyle kadınlar, ellerinde kadehi otuz dolara alınan viskiler, rengârenk kokteyllerle delice çalınan müziğin ritmine uyup, eller havada, “creme dela creame” tabakanın İstanbullu üyeleri olarak fiyaka satıyor, eğleniyorlardı. Onlar böylesine bir şaşaa ve debdebe içinde yüzerken, yakılan, yıkılan köylerinden kopup gelmeye mecbur olmuş Kürt babalar, zengin evlerine temizliğe giden yoksul semtlerdeki analar, banyosuz, suyu akmayan odalarda çocuklarına yeterli ekmeği temin etme, ekmeğin yanında birkaç yüz gram peynir, zeytin, pişirecekleri çorbaya mercimek, pirinç bulabilme derdindeydiler.

Zenginler, öteki dünya umurunda olmayan zenginler; cenneti bu dünyada kurmuş olanlar camilere bağışta bulunuyor, ama kendileri camiye gitmek yerine eğlence mekânlarında günlerini gün ediyordu. Yoksullar, şehrin varoşlarında oturanlar, bu dünyada giremedikleri cennete öte dünyada girebilmek umuduyla camileri dolduruyor, cennette yer kapabilmek için hiç görmedikleri tanrılarına yakarıyordu.

Hâlâ yıkılmamış kimi görkemli, kimi mütevazı kiliselerde, sinagoglarda ise pazar günleri Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler son kalan on beş-yirmi kişilik cemaatle ibadet ediyor, hâlâ cemevleri olmayan Aleviler, Kızılbaşlar “kültürevi” diye adlandırdıkları mekânlarında ceme duruyorlardı.

Zenginler, tuzu kuru olanlar resim galerilerinde ellerinde Fransız şarabıyla dolu kadehlerini, serçe parmakları kalkık olarak yudumluyor, renklerin, fırça vuruşlarının tablolardaki yansıması üstüne derin sohbetlere giriyorlardı; tiyatroların, müzikhollerin çıkışındaki kahvelerde, sütlü kahvelerini içerek sanatın insan ruhunu nasıl yücelttiğine ilişkin görüşlerini birbirlerine açıklıyorlardı. Yoksullar ise İbrahim Tatlıses’in, Emrah’ın müziklerini dinleyerek, dertlerine dert katıyorlardı.

O rezil güne, o tüm yaşantısını değiştiren telefon konuşmasını yaptığı güne kadar bu şehirde, daha doğrusu; hep “bu şehrin bir vahasıdır” dediği Kuzguncuk semtinde yaşamaktan mutluydu Ergun.

Çok küçük yaşlarda, altı yedi yaşındayken İstanbul’a gelmişlerdi. Babasının ve annesinin öğretmenlik yaptığı kasabaya ilişkin anımsadığı çok fazla şey yoktu. Bir yakasında bulutlara değen, geçilmez bir duvar gibi uzanan dağlar; evlerinin önündeyse sonsuza kadar uzanan, ufukta güneşin yaz-kış kızıl, lâcivert, mor, sarı çılgın renklere bürünüp battığı dümdüz, hiçbir girintisi, çıkıntısı olmayan ova. Dağlara -çıplak, ağaçsız, güneş batarken kendisini korkutan gölge oyunları oynayan dağlara- bakmaya korkardı Ergun.

Babası ortaokul, annesi ise ilkokul öğretmeniydi. Tek katlı, temiz, çok temizdi evleri; küçük bahçelerinde kiraz, kayısı ağaçları, babasının okuldan gelir gelmez otlarını temizlediği, suladığı küçük bir de bostanları vardı. Ergun en çok küçükken kendisinin koparıp yediği, kıtır kıtır salatalıkları seviyordu.

Annesi ve babası okula gitmeden önce evlerine gelen, kocaman memeleri, allı-pullu bol şalvarı olan, yanakları bakır kırmızı, saçlarını rengârenk yazmalarla örten Hatice teyzeyi çok seviyordu Ergun. Ergun’a sık sık pişirdiği ve Ergun’un çok sevdiği yoğurtlu çorba gibi nane ve kekik kokardı Hatice teyzesi. Sürekli evi temizler, lezzetli yemekler yapar, Ergun’a masallar anlatır, yorulduğunda ise kocaman göğüslerinin üstüne, nane ve kekik kokan göğüslerinin üstüne yatırıp uyuturdu.

Çok seyrek at arabalarının geçtiği sokağa çıkmasını, evlerinin yanındaki arsada plastik bir topun peşinde koşturan çocukların arasına karışmasını, onlarla birlikte oyun oynamasını istemezdi annesi. Ama annesi okuldayken, Hatice teyzesine yalvarır, top oynayan yaşıtı çocukların yanına koşardı. Pencereden kendisini sürekli izleyen kadıncağız uzun süre oynamasına izin vermez:

“Yeter artık terleyeceksin, üşütüp hasta olacaksın,” diyerek eve getirir, tüm giysilerini çıkarıp sıcak suyla ıslattığı havluyla terini silip yeni giysiler giydirirdi.

Hep alışverişe gitmesini isterdi teyzesinin. Kasabanın küçücük çarşısına giderken Ergun’u da götürürdü çünkü. Küçük evde sıkılan Ergun için bu küçük geziler büyük bir değişiklik olurdu. Duvar diplerine çömelmiş, ellerinde tesbihleri, yüzlerinde birkaç günlük sakal olan, yüzlerini güneşe dönüp oturan ihtiyarları izlerdi. Hatice teyzesi bir dükkâna girdiğinde, o da ihtiyarlar gibi çömelir, yüzünü güneşe dönüp beklemeye başlardı. Onun böyle yanlarına çökmesi ihtiyarları da sevindirir, Ergun’un saçlarını okşar, nikotinden sararmış dişlerini göstererek gülerlerdi. İsminin Veysi olduğunu öğrendiği, yaz-kış sırtından paltosunu çıkarmayan ihtiyar amcanın yanına çökerdi genellikle. Veysi Dede’yi severdi; severdi çünkü yanına çömeldiğinde, elini paltosunun cebine sokar, o beyaz, yumuşacık ağzında dağıldığı zaman bergamot kokan şekerlerden verirdi kendisine.

Hatice teyzesi ‘kimseden bir şey alma’ diye yalandan kızardı kendisine. Ama o yine Veysi Dede’nin verdiği şekerleri yer, yemediğini cebine koyar, kazağının yeniyle ağzını temizleyip dükkânın önünde Hatice teyzesini beklemeye başlardı. Ama o yine de şeker yediğini anlar, elinden tutup eve götürürken hep söylenirdi.

Bu küçük kasabada, duvar diplerinde niye sadece ihtiyarların oturduğunu bilmezdi Ergun. Kadınların tarlada, evde sürekli çalıştığını, erkeklerin geçim derdi için İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da çalıştığını da.

Hafta sonları annesi sürekli evi temizler. Ergun’un sevdiği yemekleri yapar, kalan zamanında da Ergun’a sürekli masallar okurdu. Babası ise hep okurdu; bir sürü kitabı vardı. Memurlar lokaline birkaç saatliğine gitse de, ‘sıkılıyorum hep aynı gevezelikleri duymaktan,’ diyerek eve gelir, ya kitaplarına kapanır ya da bahçesiyle uğraşırdı.

Bakanlıktaki bir tanışının yardımıyla İstanbul Kuzguncuk’a tayinleri çıktığında çok sevinmişlerdi. Babası eşyalarını yükleyip yola çıktıklarında:

“Nihayet bu çölden, bu durağanlıktan kurtulup gerçek bir yaşamın içine dönüyoruz,” diyordu.

Kuzguncuk’u çok sevmişti Ergun. Geldikleri küçük kasabadan, oradaki yaşantıdan her şey çok farklıydı onun için. Dik, merdivenli sokakları geziyor, Boğaz’ın kenarında gelip giden vapurları, şilepleri, küçük sandallarında balık tutanları seyrediyor. O güne kadar ismini bile duymadığı kiliselerin, sinagogun içine girip çıkıyordu. Annesinin anlattığı masal kitaplarındaki ülkelerden birisine gelmiş gibi duyumsuyordu çevresinde gördüklerini. Salt binalar, sokaklar, deniz değil, insanlar bile ne kadar farklıydı. İlk günden sokakta oynamaya başladığı kimi arkadaşlarının isimlerini duyunca şaşırıp kalmıştı. Ester, Kirkor, Mişon o güne kadar hiç duymadığı isimlerdi. Yoksa biz başka bir ülkeye mi geldik, diye düşünmeye başlamıştı. Sokakta gördüklerini, evleri, arkadaşlarının isimlerini, denizi her şeyi akşam annesine ve babasına soruyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama onların Ergun gibi hiç acelesi yoktu hep:

“Biraz daha zaman geçsin, her şeyi yavaş yavaş anlayacaksın,” diyorlardı.

Artık yedikleri, içtikleri de çok farklıydı. Hatice teyzesinin yaptığı yemekleri, hele de çorbaları çok seviyordu Ergun. Ama burada, Kuzguncuk’ta yedikleri içtikleri şeyler de çok farklı ve çok daha güzel gelmeye başlamıştı Ergun’a. Eti hiç sevmediği halde, sık sık yedikleri balık hoşuna gitmişti Ergun’un. Hele de tatlıcılardan babasının aldığı küçük kurabiyeler, ekmekler bile farklıydı. Akşamları evlerinin önünden geçen ve ‘booozaaa’ diye bağıran satıcıdan aldıkları bozayı önce garipsemiş; sonra çok sevdiği için, bozacı sokaklarından her geçişte, ‘Ne olur yine alalım’ diye annesine yalvarmaya başlamıştı. Hele de bozanın üstüne leblebi konulunca çok güzel oluyordu Ergun için.

Birkaç ay sonra, daha şaşkınlığı geçmeden başladığı ilkokulu da çok sevmişti. Koca bina, yüksek tavanlı, penceresinden Boğaz’ın göründüğü sınıflar, garip bir Türkçeyle konuşan kimi arkadaşları, oynanan oyunlar… Birkaç ay içinde Ergun da okulun büyük bahçesinde arkadaşlarıyla meşin topun peşinde koşmaya başlamıştı.

Her şey ama her şey çok değişik, salt değişik değil çok güzeldi Ergun için. Bir seneyi böylesine huzur, coşku ve neşe içinde geçirmişti.

O sabah kalktığında, babasının ve annesinin fısıldayarak konuşmalarına hiçbir anlam verememişti. Anlamadığı, çözemediği, o güne kadar hiç görmediği bir telâş vardı evde. Radyo sürekli açıktı. Üstelik her ikisi de okula gitmemişlerdi, Ergun’a da:

“Bugün okul yok, sokağa da çıkma, evde oynayacaksın,” denilmişti.

Babasının çok önem verdiği, titizlikle raflara konusuna göre dizdiği kitaplarını salonun ortasına yığmasına, bazılarını seçip banyoya götürüp yakmasına çok şaşırmıştı.

“Babacığım, yazık değil mi kitaplara?” demesine babası önce yanıt vermemiş, Ergun aynı soruyu birkaç kez yenileyince de:

“Git odanda otur, oyuncaklarınla oyna, hiçbir şeye karışma, kitapları yaktığımı da kimseye söyleme,” demişti. Yüzü o güne kadar görmediği ölçüde asıktı babasının, sesi de sertti. Hiç böyle davrandığını görmemişti o güne kadar. Odasına girmiş, kapısını kapamıştı ama korkmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Niye böyle fısıl fısıl konuşuyorlardı acaba? Evde zaten kendilerinden başka kimse yoktu ki… Radyo niye hep açıktı? Okula niye gidilmiyor, sokağa niye çıkılmıyordu? Önemli bir şeylerin olduğu açıktı ama Ergun’un çözemediği, babasının kendisine bu durumun açıklamasını yapmamasıydı. Annesi kahvaltı için çağırdığında, o da ortama uymuş, sessizce, hiç konuşmadan, hatta hiç gülmeden, babasını taklit etmeye çalışarak asık bir yüz ifadesi takınıp sandalyesine oturmuştu. Hâlâ kimse konuşmuyordu. Annesi de çok üzgündü; yüzü iki sene önce dedesinin öldüğünü haber aldıkları gündeki gibi hep ağlamaklıydı. Ergun da konuşmaya, ne olduğunu sormaya cesaret edemiyordu. Sonunda babası sessizliğini bozmuş:

“Bu gece darbe oldu, askerler idareye el koydu,” demişti.

“Darbe kötü bir şey mi baba, çok kötü bir şey mi oldu?” diye sormadan duramadı.

“Kötü bir şey oğlum hem de çok kötü bir şey. Ama sen bizim ‘kötü bir şey’ dediğimizi bile kimseye söyleme, söz mü?” dedi annesi. Annesinin böyle fısıldayarak, üstelik ağlamaklı bir sesle annesinin konuştuğunu gören Ergun:

“Söz anneciğim, kimseye darbe kötü bir şey demem,” dedi.

Kahvaltıdan sonra odasına kapanan Ergun sık sık dışarıya bakıyor, her gün sokakta oynadığı arkadaşlarını arıyordu. Ama kimse yoktu sokaklarda. Kuşlar bile ötmüyordu. Evlerinin önündeki begonyanın çiçekleri bile soluktu.

Bir gün sonra okula gitmiş, sokakta oynamaya başlamıştı yine. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Çocuklar da büyükler gibi fazla konuşmuyordu. O güzelim çocuk cıvıltıları olmadan oynuyordu çocuklar artık. Korkuyorlardı, nedenini bilmeden korkuyorlardı. En çok da o isimleri bir garip olan, Türkçeyi farklı konuşan arkadaşları Ester, Kirkor ve Mişon çok korkmuşlardı. Çok çalışkan olan Ester artık eskiden olduğu gibi:

“Ben biliyorum öğretmenim, ben cevap vermek istiyorum öğretmenim,” diye parmak kaldırmıyor, teneffüslerde bile arkadaşlarıyla konuşmuyordu. Bir iki ay sonra da okula gelmedi. Ailesiyle birlikte başka bir ülkeye gittiklerini duyunca şaşırmıştı Ergun. Babası bile niye, hangi ülkeye gittiklerinin yanıtını vermemişti.

“Öyle gerekiyordu, onlar da hiç istemediği halde göç ettiler,” demekle yetinmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi Kuzguncuk’ta. İnsanlar daha sessiz, sokaklar daha tenha ve sessizdi.

Ergun Kuzguncuk’u çok seviyordu. Ama ‘darbe’ sözcüğünü duyduğu günden sonra çok şey değişmişti. İnsanlar artık eskisi gibi neşeli değildi. Sokakta, kahve önlerinde, annesiyle alışverişe gittiklerinde, dükkânlarda bile insanlar artık bağırıp çağırmıyor, âdeta fısıltıyla konuşuyorlardı. Büyüklerin konuşmalarında cezaevi, tutuklanma, işkence sözcükleri sık sık geçiyordu. Bu sözcüklerin ne anlama geldiğini çok iyi bilmese de, kötü, çok kötü bir şey olduğunu anlıyordu artık Ergun. Komşuları Hayriye Hanım sokakta annesine:

“Münevver Hanım duydun mu, Manav Hayri’nin oğlu Ahmet’i de tutuklamışlar, aslan gibi delikanlıydı, bir sene sonra mühendis olacaktı; üstelik annesinin, babasının görüşmesine de izin vermemişler,” demişti. Beline ip bağlayıp, Boğaz’ın sularında kendisine yüzme öğreten, çocuklarla sokak aralarında top oynayan Ahmet abi’yi Ergun da çok severdi. Tutuklanma sözcüğünü duyunca kötü bir şey olduğunu anlamış, evde babasına:

“Tutuklanmak ne demek baba, Ahmet abi’yi niye tutuklamışlar?” diye sormuş ama babasının yanıtından ne olduğunu tam anlayamamıştı.

‘Balyoz’, ‘balyoz harekâtı’ sözcüğünün sık sık kullanıldığı, herkesin eve kapandığı, sokaklarda kimsenin olmadığı o günde çok korkmuştu. Pencerenin kenarında oturmuş bomboş sokağa bakarken:

“Şimdi balyoz mu vurulacak? Kime vuracaklar? Niye vuracaklar? Ahmet abi’ye de balyozla mı vurmuşlar?” diye peş peşe soruları sıralayınca, annesi korkmamasını söylemiş, dizine oturtup çok sevdiği masallardan birisini okumuştu.

Annesinin, hatta babasının bile ağladığı o günü de hiç unutmamıştı.

“Gencecik çocukları, Deniz’leri astı faşist köpekler…” diye dövünerek ağlayan annesine sarılmış, Ergun da ağlamaya başlamıştı. Defalarca Deniz’in kim olduğunu, niye astıklarını, asılmanın ne demek olduğunu babasına sorsa da, o hep:

“Şimdi anlamazsın, biraz büyüyünce hepsini anlatırım,” demekle yetinmişti.

Sınıflarda, okul bahçesinde arkadaşları artık eskisi gibi bağırıp çağırmıyordu. Kimse koruluğa girip, incir, elma çalmıyordu. Nedenini bilmedikleri bir korku egemen olmuştu tüm çocukların üstünde.

Seneler geçtikçe korkunun puslu havası da giderek dağılmış, Kuzguncuk yavaş yavaş eski haline dönmeye başlamıştı. Çocuklar yine darbe öncesindeki gibi bağırıp çağırarak okul bahçesinde top oynuyor, korkmadan incir çalmaya koruluğa gidiyorlardı. Sokaklarda yine masalar kurulmaya, mahalle esnafı eskiden olduğu gibi İsmet Baba’nın meyhanesinde taptaze balıkları yiyerek rakılarını içmeyi sürdürmeye başlamıştı. Artık sokaklarda eskisi kadar asker ve polis de gezmez olmuştu.

Ergun’un çok sevdiği Ahmet abisi yine ortalıktaydı. Yine çocuklarla oynuyor, onlara yüzme öğretiyordu. Ama eskiden olmayan şeyler de olmaya başlamıştı. Akşamları vapur gelince, Ahmet abi ve bir grup arkadaşı ‘özgürlük’, ‘kahrolsun faşizm’, ‘sömürüye son’ diye artık Ergun’un da az çok anladığı sözcükleri bağırarak ellerindeki gazeteleri satmaya çalışıyorlardı. Çocuklar da etraflarına toplanıyor, onlar gibi bağırıyorlardı.

İlkokul bittiğinde babası Ergun’u Galatasaray Lisesi’ne kaydettirdi. Artık tüm hafta içinde okulda kalıyor, sadece hafta sonu

Benzer İçerikler

Ateşten Sırlar

yakutlu

Bella Andre – The Sullivans Serisi – Online Kitap Oku

yakutlu

öldüm… ve yazdım

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy