İncir Kuşları

Sinan Akyüz’den Yüreğinize Dokunacak Bir Kitap!

Boşnak Kızın Bir Solukta Okunan Gerçek Hikâyesi…

Çok satan romanlarıyla tanınan ve geniş okur kitlesine sahip yazar Sinan Akyüz yine ses getirecek son kitabıyla okurlarını selamlıyor. Alfa Yayınları’ndan çıkan İncir Kuşları’nda yazar, Bosnalı bir genç kız olan Suada’nın gerçek yaşamından yola çıkıyor. Okuru savaşın ve aşkın yakıcı gücüne tanıklığa davet ediyor.

Bosna tüm bilinmeyenleriyle ilk kez Sinan Akyüz kalemiyle yazıldı…

Sinan Akyüz dünyanın seyirci kaldığı bir soykırımı Suada’nın öyküsüyle yeniden gündeme getiriyor. Yakın tarihi edebiyatla buluşturan yazar, aşkın içinde “savaşı ve şiddeti”, savaşın içinde de “aşkı ve inancı” ustalıkla harmanlıyor. Bu romanla Bosna Savaşı’nın bilinmeyen bambaşka bir yüzü gün ışığına çıkarken; kitap okuyucusuna sürpriz bir sonla veda ediyor.

*

Aynı ırktan geliyorlardı. Aynı dili konuşuyorlardı. Bir tek dinleri farklıydı. Biri Müslüman Boşnak genci, diğeri ise Hıristiyan Sırp’tı. İkisi de konservatuardaki aynı Boşnak kızına âşık olmuşlardı. Ve bir gün bu iki genç, güzeller güzeli Suada’ya aşklarını ilan ettiler. Ancak gençlerden biri aşkına karşılık bulmuş, diğeri ise “Kalbimde iki kişiye yer yok” cevabını almıştı.

Takvim yaprakları 6 Nisan 1992’yi gösterirken bir bomba düştü beyaz zambakların açtığı yüreklere… Suada patlak veren savaşın estirdiği rüzgârda âdeta savrulan bir yaprak gibiydi. Savruldu, savruldu, savruldu.. Sonra da kader onu bir zamanlar ‘hayır’ dediği genç adamın eline esir düşürdü. Genç adam, o gün ela gözlü çöl ahusuna bakmış “Kader bizi ne inanılmaz bir şekilde birleştirdi, görüyor musun Suada?” demişti.

Modern zamanlarda Avrupa’da yaşanmış bir soykırımda, kadere inananların romanıdır İncir Kuşları…

Bu kitap tamamen gerçeklere dayanmaktadır…

***

KAÇIŞ

Hızla daldım nehrin sularına. Suyun berraklığında kayboldum âdeta. Utanç verici günlerin lekesini bedenimden silip atmak istercesine başımı bir süre sudan çıkarmadım.

Sonra, sudan dışarı çıktığımda, bir dünya dolusu kirden arınmış gibiydim. Dimiyemi¹ çabucak giyindim, arkama bakmadan koşmaya başladım. Koştukça bütün hayatı, yaşadığım kâbus dolu günleri sanki arkamda bırakıyordum.

Ormanın derinliklerinde hiç durmadan koştum, koştum, koştum… En sonunda durdum. Boynum, omuzlarım, göğsüm ter içinde kalmıştı. Bacaklarım yorgun bedenimi daha fazla taşıyamadı ve olduğum yere yığılıp kaldım. Uzun süre soluklanmaya çalıştım.

Daha sonra çaresizlik içinde etrafımda dönüp durdum. Ansızın bir el silah sesi duydum. Yüzümü ellerimle kapayarak kendimi hemen yere attım. “Beni öldürmeniz için size yalvarıyorum,” diye yakarmaya başladım.

Yakarışlarım cevapsız kaldı. Çevremde bir süre sessizlik hüküm sürdü. Elimi yüzümden çektim, korkarak etrafa bakındım. Ortalıkta, ağaçların dışında bir Allah’ın kulu gözükmüyordu. İçimi büyük bir sevinç kapladı. Ayağa kalktım, tekrar koşmaya başladım. Epey süre koştuktan sonra dizlerimin üzerine çöküp kaldım. Acıktığımı ve susadığımı hissettim; aynı zamanda üşüyordum da. Bir ağacın gövdesine sığındım ve başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzüne bir nefes ışık üflenmişti sanki. Çiçek ve ot kokuları çoktan havaya karışmış, mis gibi kokan bu hava açlığımı iyiden iyiye kamçılamıştı.

İçimde fırtınalar koptu. Ağlamaya başladım. Neden Allah’ım? Bu genç yaşta neden bu kadar şiddetli bir kederi içime üfledin? Oysa ben kendimi çok inançlı ve cesur sanırdım. Beni hiçbir şey korkutamaz derdim. Şimdi şu halime bak! Bilmediğim bir yerde, gözleri dönmüş, aç hayvanlar gibi kudurmuş insanların ellerinden kaçıp kurtulmaya çalışıyorum. Neden Allah’ım, neden bana bu genç yaşımda hayatı erken öğrettin?

Baştan aşağı titriyordum. Yaşlı gözlerimi ellerimin arasına gömüp bir an ölümü düşündüm. Kim bilir, şimdi ne kadar da güzeldir ölüm. Kahverengi toprakta huzur içinde uyumak, başının üzerinde hafifçe esen yelin kuru otlar arasında çıkardığı hışırtıyı dinleyip hoş bir seda bulmak… Ve her şeyden önemlisi, içinde bulunduğun anı unutmak, hayatı ve bu hayatta yaşayan günahkâr insanları bağışlamak…

O an kendimi son derece yorgun ve tükenmiş hissediyordum. İçimi sise benzeyen puslu bir keder kaplamıştı. Bir baykuş tepemde ötüp duruyordu. Ayın parlayan yüzüne baktım. Kendi hayallerime, düşüncelerime daldım…

KONSERVATUVAR

Saraybosna, 2 Eylül 1991

Konservatuvarın müdürü Profesör Duşanka Seratliç’in çalışma odasının önünde büyük bir heyecanla bekliyordum. Koridorda, kimi öğrenciler enstrümanlarını akort ediyor, kimileri de arya mırıldanıyordu.

Kapı açıldı. Elli-elli beş yaşlarında, yuvarlak yüzüne uygun kesilmiş kahverengi saçlara ve ince bir fiziğe sahip olan Profesör Duşanka kestane rengi gözleriyle dikkatlice beni inceledi. Sonra eliyle içeri gelmemi işaret etti.

Odaya girdiğimde içeriye göz attım. Sol tarafta, kapının hemen yanında gri bir dolap, tam karşısında koyu kahverengi bir çalışma masası ve iki sandalye vardı. Masanın üzeri kitaplar ve nota defterleriyle doluydu. Köşede küçük odayı aydınlatan ayaklı bir lamba duruyordu. Odanın büyüklüğüyle orantılı olan pencerenin altına ise bir saksı çiçeği konmuştu. Geçip sandalyelerden birine oturdum. Kahverengi çantamı yere koyar koymaz, “Çantanı yerden kaldır,” dedi Profesör Duşanka. “Bereketi kaçar.”

Yüzüme tatlı bir tebessüm yayıldı. “Öğrencinin parası olmaz derlermiş hocam,” dedim eğilip çantamı yerden alırken. Sonra da ekledim: “Çantamda paradan çok notalarım var.” Profesör Duşanka dudaklarını alaycı bir gülümsemeyle büzdü. Hızla ayağa kalkıp camı açtı. Sonra da masasının başına tekrar geçip oturdu. Soğuk ama ciddi bir ses tonuyla, “Acaba size yanlış bir söz mü söyledim?” dedim.

Profesör Duşanka’nm gözlerinde küçümseme belirdi. “Kaç yaşındasın sen?” diye sordu.

“On sekiz,” dedim kuru bir ses tonuyla.

“Buraya nereden geldin?”

“Foça’dan. Daha doğrusu ailem orada yaşıyor. Ben burada teyzemle birlikte kalıyorum.”

“Baban ne iş yapıyor?”

“İmam.”

“Yani din adamı.”

“Evet. Biz Müslüman Boşnak’ız.”

“Olabilir,” dedi Profesör Duşanka. “Ben de bir Sırp’ım, Hıristiyan’ım, aynı zamanda Ortodoks’um. Bu çatı altında bunların hiçbir önemi yok. Bu konservatuvarda dinler değil, evrensel olan müzik saygı görür. Chopin’in sırf Polonyalı bir Katolik olduğu ya da Beethoven’ın Alman Protestan’ı olduğu için bu konsetvatuvardan kovulduğunu düşünebiliyor musun? O zaman ne büyük bir insanlık suçu işlenirdi…

Profesör Duşanka’nın sözleri o sırada kapının çalışıyla kesildi. İçeri uzun boylu, mavi gözlü genç bir adam girdi. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim profesör,” dedi tebessüm ederek.

Profesör Duşanka elinde tuttuğu kalemi masaya fırlattı. “Derhal dışarı çık,” dedi. “Özel bir görüşmem var.”

Genç adamın buğday renkli teni sanki bir anda aydınlandı. “Özür dilerim,” dedi hınzırca bir bakış atarken bana. “Müsait bir zamanınızda tekrar uğrarım profesör.”

“Bana bugün hiç uğrama Tarık. Sinirlerim yeterince tepemde zaten. Şimdi dışarı çık, kapıyı kapat.”

“Öyleyse yarın gelirim,” dedi genç adam.

“Yarın sabah onda burada ol.”

Kapı kapandı. “Deli çocuk,” dedi Profesör Duşanka gülümseyerek. “Nerede kalmıştık? Ha! Bu konservatuarda dinler değil, evrensel olan müzik saygı görür…”

Artık profesörü dinlemiyordum. Aklım az önce odadan kovulan, çıkık elmacık kemiklere sahip, güzel sesli genç adama takılmıştı. Küçükken sık sık gördüğüm rüyaları hatırladım. O rüyalarda akşam güneşinin kızıllığı buğday başaklarının üzerine çökerdi. Ateş gibi yanan başakların arasından yelesini dalgalandırarak yemyeşil ağaçlarla kaplı dağlara tırmanan, şahane beyaz bir at görürdüm. Atın üzerinde de az önce gördüğüm adam vardı. Artık şunu biliyordum ki, ilk görüşte aşka inanmayanların aksine ben, rüyalarımda âşık olduğum genç adamı nihayet bulmuştum. “Sen beni dinliyor musun?” dedi profesör gür bir ses tonuyla.

Profesörün sesiyle dalıp gittiğim düşüncelerden uyandım. “Özür dilerim,” dedim. “Bir an için dalmışım.”

Profesör Duşanka hışımla ayağa kalktı. Parmağıyla kapıyı işaret etti. “Şimdi dışarı çık,” dedi büyük bir öfkeyle. “Anlaşılan sana müziğin yanında saygıyı da öğretmem gerekecek.”

Şaşkınlıkla ayağa kalktım. “Ben ailemden büyüklerime karşı nasıl saygılı olmam gerektiğini öğrendim,” dedim Boşnak gururuyla. “Siz bana sadece müziği öğretin yeter. Şimdi size iyi günler dilerim hocam.”

Kapıyı hafifçe çarparak odadan dışarı çıktım. “Yarın sabah dokuzda burada ol,” diye arkamdan bağırdı.

Kapının önünde âdeta donakalmıştım. Aslında ağlamanın bir zayıflık belirtisi olduğunu bilmeme rağmen gözyaşlarıma engel olamadım. Şaşkın ve çaresizdim. O an bir el omzuma dokundu. “Üzgün üzgün durmayın öyle,” dedi. “Az önce ne kadar da tatlıydınız.”

Kendimi geriye doğru çektim. Çabucak gözyaşlarımı sildim. Profesör Duşanka’nın odasına giren genç adamı karşımda görünce afalladım. Bakışlarında bana karşı bir acıma vardı sanki. “Buradan hemen gidelim,” dedi. “Profesöre görünmesek iyi olur.”

Yan yana yürümeye başladık. Neredeyse aynı boydaydık. Konservatuarın ana kapısından dışarı çıktığımızda rüzgâr esiyor, sokaktaki ağaçların yaprakları başımızın üstünde hışırtılar çıkarıyordu. Ilık bir damlacığın elimi ıslattığını hissettim. İkincisi de yüzüme düştü. Başımı kaldırdım, gökyüzüne baktım. “Yağmur başlıyor,” dedim.

“Evet,” dedi tatlı tatlı tebessüm ederken. “Bir kahve içmek için biraz zamanınız var mı?”

Yağmur damlaları gittikçe daha düzenli ve daha hızlı düşmeye başlamıştı. Genç adam elinde tuttuğu siyah şemsiyesini açtı, yanıma sokuldu. Vücudunun sıcaklığını tenimde hissedince, birden garip bir güven duygusu oluştu içimde. “Biraz zamanım var,” dedim.

Konservatuvarın hemen yanındaki kafenin kapısından içeri girdik. Sokağa bakan masalardan birine geçip oturmadan, kahverengi montumu çıkarıp sandalyenin arkalığına astım. Birden beyaz bir şimşek çaktı. Bunu hızlı bir gök gürültüsü kovaladı. Ve az önceki şimşek yerini sağanak yağan yağmura bıraktı. “Adım Tarık Begiç,” dedi elini uzatırken bana.

Sanki bedenimi ateş topu sarmış, heyecandan titriyordum. Bakışlarımı kısa bir süre için ondan kaçırdım. “Benim adım da Suada Hatiboviç,” dedim.

Büyük hayranlık içinde ela gözlerime bakıyordu. Belli ki o da benim gibi çok heyecanlıydı. “Ne içersiniz?” diye sordu titreyen sesiyle.

“Boşnak kahvesi lütfen.”

O sırada garson kız yanımıza geldi. Kıza dönüp, “İki Boşnak kahvesi istiyoruz,” dedi.

Garson kız hızla yanımızdan uzaklaşınca bana sevecen bir şekilde tekrar baktı. “Demek Boşnaksınız.”

“Evet.”

“Öyleyse hem iyi kalplisiniz, hem de inatçı, doğru mu?”

Güldüm. “Doğru,” dedim. “Aynı zamanda hayalperestim.”

Sağ yanağında gamzesi belirdi. “Gerçekten hayalperest misiniz?” diye sordu şaşkınlıkla.

“Biraz öyleyim,” dedim. “Bana göre hayallerin olmadığı bir dünya, çiçeksiz bir bahçe gibidir. Ayrıca biz müzisyeniz. Hayallerim olmadan piyano çalamam ki ben. Yoksa siz hayalperest değil misiniz?”

Güldü. “Ben hayalperest değil sayende aşkperest oldum. Alev renkli kızıl saçlarından ve su perisi güzelliğinden gözlerimi bir türlü alamıyorum.”

Yüreğim, bana bu güzel sözleri söyleyen genç adama karşı duyduğum derin bir sevgi ile dolup taştı. O anda yüreğime dolan bu sevgi öyle sıcak, öyle kuvvetliydi ki, genç adam bunu bilse herhalde hayretler içinde kalırdı.

Onu ilk günden daha fazla şımartmak istemedim. Masadan hemen ayağa kalktım. Montumla, çantamı aldım. “Nereye gidiyorsunuz?” dedi şaşkın şaşkın bana bakarken. “Daha kahvemizi bile içmedik.”

“Seni kendinle baş başa bırakıyorum,” dedim içimden gülerek. “Artık yalnız oturup kahveni içersin.”

Oturduğu yerde öylece kalakaldı. Kafeden çabucak dışarı çıktım, kendimi sokaklara attım. Sokaklarda bir başıma yürürken, sağanak halinde yağan yağmurda akış hızını arttıran bir nehir gibiydim. O anda yüreğim, bir zamanlar rüyalarımda gördüğüm genç adamın aşkıyla coşuyor, coştukça da sağanak yağmurun altında mutluluktan gözyaşlarımı akıtıyordum.

————

¹.  Genellikle köylerde yaşayan Boşnak kadınların giydiği bir tür şalvar.

Benzer İçerikler

Mahkumlar – Debra Jo Immergut – Online Kitap Oku

yakutlu

Beyin Bağırsak Bağlantısı – Emeran Mayer – Online Kitap Oku

yakutlu

Alnı Mavide | Ahmet Büke

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy