pembe kraliçemiz vefa enver’in bir romanının daha ikinci baskısıyla karşınızdayız.
neden mi?
çünkü ilk baskısını okuyanların bile bu kitabı yeniden okumak isteyeceğini biliyoruz…
çünkü leyla vazgeçilmesi zor bir roman kahramanı!
insanların karakterlerini araba modelleriyle özdeşleştirerek çözüyor bir kere!
ilginç değil mi? zaten kendisinin de gönülden bağlı olduğu bir mini’si var.
ve çok yakın iki arkadaşı… berna’yla sedef.
onlar öyle yakın arkadaşlar ki leyla hayatının önemli kararlarıyla ilgili ikilemlere düştüğünde hep onun yanındalar.
engin’le ömer de var tabii bu romanda, okuyanlar bilirler.
işte leyla tam bu iki adamın ortasında!
okuyunca leyla gibi sizin de aklınız karışabilir. siz olsanız, gözlerinizde aşkı arayan bir adamla mantıklı bir aşkı mı yoksa size baktığı anda içinizi eriten bir adamla tutkulu bir aşkı mı seçerdiniz?
***
birinci bölüm
“Ee anne merhaba.”
“Leyla? Saat sabahın körü… Bir şey mi var yavrum?”
“Yok merak etme ben gayet iyiyim. Sadece şey diyecektim. Pasaportum sende değil mi? ”
“Evet. Neden sordun?”
“Acelesi yok ama sabah uyandığın zaman bir ara Beyoğlu Polis Karakolu’na getirebilir misin diye soracaktım.”
“Ne?! Karakolda mısın?”
“Evet ama endişelenecek bir şey yok. Burada bana gayet iyi davranıyorlar. Minik bir yanlış anlama oldu sadece. Ama şimdiden hepimiz bunu unutup konuyu kapatmaya hazırız.
“Leyla Hanım konuşmayı daha uzatacak mısınız? Annenizle muhabbetinizi bölmek istemem ama telefonu uzun süre meşgul edemezsiniz,” diye araya giriyor polis memuru.
“Ah tabii elbette. Özür dilerim. Şans eseri üzerimde kimliğim yok. Ve zannedersem bu nazik polis beyler benim onsekiz yaşımdan küçük olduğumu sanıyorlar. Çünkü onlara yirmi sekiz yaşında olduğumu bir türlü anlatamıyorum. Acaba bir ara uğrayıp yanlış anlamayı düzeltir ve beni kızın olarak teşhis edebilir misin? Çünkü sanırım bir ailem olduğuna da inanmıyorlar.”
Polis “Süreniz doldu,” diyerek ahizeyi Leyla’nın elinden alıp telefonu kapatır.
Merhaba ben Leyla Özgün. Bu geceyi nezarette geçirmek zorundayım. Olayların bu noktaya nasıl geldiğini anlatmadan önce kısaca kendimi tanıtsam iyi olur.
İsimlerinin insanları yansıttığına inanırım. Aranızda hâlâ bu konuda şüpheleri olan varsa belli ki beni tanımıyor.
Öncelikle adımdan başlayayım. Yirmi sekiz yaşında genç bir kadın olarak şunu söyleyebilirim ki, arkadaşlarım arasında en sıkıcı isim benimki. Yani aileme bu konuda çok fena içerliyorum. Adımı en azından daha modern, bilindik bir isim seçebilirlermiş. Esra, Banu ya da Eda gibi. Ama lütfen bir baksanıza… Leyla! Ömrüm boyunca bu isim ayağıma dolandı.
Üniversiteden beri tanıdığım, en yakın arkadaşlarım olan Berna ve Sedef “Leyla gibiyim” sözünün kaynağının ben olduğuma inanır. Çünkü onlara göre sakarlık ve şaşkınlık yapmanın kısaca ifade ediliş şekli ‘Leyla gibi’dir ve burada bahsi geçen de bendeniz oluyorum. Hiç hoş değil. Bu nedenle ismimin kısaltılmış hali Lili’yi kullanıyorum. Siz de Leyla demezseniz sevinirim.
Gelelim soyadıma. Özgün. Sıradışı bir aileden geldiğim ve çok farklı bir terbiye aldığım düşünülürse gayet özgün bir kişiliğim. Yeterince açık olmadı mı? Peki o halde kısaca aileme değineyim:
Babam ülkenin en prestijli üniversitelerinden birinin tarih bölümünde profesör, annem ise bir kolejde psikolojik danışmanlık yapıyor. Her ikisi de çocukların kişiliklerinin oluşumunda müdahaleye karşı oldukları ve suyun yatağında akacağına inandıkları için bizleri son derece özgür bir anlayışla büyüttüler. Biz derken ben ve kız kardeşim Lamia’yı –evet başka bir demode isim daha- kastediyorum. Üstelik onunkinin kısaltması Lami, daha da beter. Bu işin lami cimi yok diye dalga geçiyorlar.
Oldu olacak tipimi de kısaca tasvir ettikten sonra, başıma gelenleri anlatmaya başlayayım.
Bir altmış beş boyunda, aslında bir altmış iki ama üç santimlik topuklarım ve ben bütünleşmiş sayılırız, minyon tipli, yuvarlak hatlı bir hatunum. Bir ara su topu takımında oynayan uzun boylu ve iriyarı bir sevgilim vardı. “Seni cebimde taşıyacağım,” diye dalga geçerdi. Saçlarım doğal sarı ve gözlerim giydiğim giysinin rengine göre değişebilen yeşilimtırak bir mavi. Seksi miyim? Sanmam. Ama insanları çeken bir sevimliliğim ve cazibem olduğu kesin.
“Tamam anladım o kadarını da; kavşaktan önce mi sonra mı döneceğim onu soruyorum Berna yaa…Aynı şeyi tekrarlayıp durma, bak kaybolursam iş görüşmeme geç kalırım. Bilmiyorsan açıkça söyle de şuradaki polise sorayım. Eyvah polis!!!! Yakalandım işte kenara çektiriyor…”
Pencereyi indirip, en masum ifademi takınarak gülümsüyorum polis memuruna. Ama o taviz vermez bir tavır takınıp turşu gibi ekşi suratıyla, araba kullanırken telefonla konuşmanın cezası olduğundan bahsediyor.
“Tamam anlıyorum haklısınız. Ben zaten araba kullanırken telefonla konuşmam ama bu çok acil bir durumdu inanın.” Aslında araba kullanırken hep yalnızlık çekerim ve yol bitene kadar arkadaşlarımla sohbet etmeyi çok severim. Ama bunu söyleyecek değilim tabii.
“Mutlaka mutlaka…Ama yine de ceza kesmem gerekecek,” diyor ekşi suratlı polis inanmayan bir şekilde.
“Ama anlamıyorsunuz, kızkardeşim hamile ve erken doğum başlamış. Telefonum ısrarla çalınca açmak zorunda kaldım. Bana hemen gelmemi söylemek için aramışlar. Kız kardeşimin kocası vatani görevini yaptığı ve ailem Ankara’da olduğu için tek yakını benim. Ne yapsaydım yani, doktora konuşamam mı deseydim?”
“Hayır arabanızı kenara çekip, öyle konuşsaydınız.” Polisin geri adım atmaya niyeti olmadığı anlaşıldı.
“Ehliyet ve ruhsat lütfen.”
Somurtarak oflayıp poflayarak uzatıyorum. Polis gözden kayboluyor sonra daha da sevimsiz bir ifadeyle geri dönüyor.
“Görünüşe göre Leyla Hanım, ilk kez acil durumla karşılaşmamışsınız!”
“Nasıl yani?”
“Yani kısa zamanda çok kereler araba kullanırken telefonla konuşmaktan ceza yemişsiniz demek oluyor,” diyor onaylamaz tavırla başını sallayarak.
“Eee peki lütfen cezamı kesin de devam edeyim. Kardeşim bekliyor da.”
Ehliyet ve ruhsatımı geri alıp, torpido gözüne yerleştirirken “Okmeydanı kavşağı hangisi acaba?” diyorum ve anında devirdiğim çamı fark ediyorum.
“Nişanlım o tarafta çalışıyor da… O da benimle hastaneye gelecek,” diye kıvırıp arabayı çalıştırıyor, sonra da gaza basıyorum.
Dikiz aynasından polisin göremeyeceği kadar ilerleyip ilerlemediğimi kontrol ettikten sonra, telefonumu elime alıp, tekrar Berna’yı arıyorum.
“Yine mi ceza yedin Leyla? Yani ne var kukalık kullansan da, yakalanmasan böyle.”
“Boş ver şimdi onu iş görüşmeme yarım saat var ve ben nerede olduğumu bilmiyorum hâlâ. Şimdi adam gibi anlat şu yolu baştan.”
Kırmızı ışığı fark edip yavaşlıyorum. Yandaki arabada, inanılmaz karizmatik bir işadamı var. Hafifçe gülümsüyorum ve aklıma makyajımın nasıl göründüğü sorusu geliyor. Aynada kendime bakarken, rujumu yediğimi fark ediyorum. Hemen rujumu çıkarıp tazelemem gerek. Telefonu boynumun arasına sıkıştırıp, rujumu sürmeye koyuluyorum, ama arkadan çalan kornalarla kendime gelmem bir oluyor. Yeşil yanmış.Amma sabırsız milletiz hani…
Hay aksi dudaklarımın sadece yarısını boyayabilmişim ya…
“Berna rujumu sürüp seni arayacağım, hadi bay…” derken öndeki araba ani fren yapıyor. Ona arkadan toslamamak için, direksiyonu sağa kırıyorum. Böylece hem öndekine bindiriyorum, hem de aldığım pozisyon nedeniyle sağ ve sol şeridin ikisini de tıkamış bulunuyorum.
Şirket minivanlarından bu ve zaten orası burası ezik çizik içerisinde. Yani çok da kızmış olamaz di mi? Sadece hafifçe dokundum zaten.
Kafamı pencereden çıkarıp, ortamı ve havayı koklamaya karar veriyorum. Öndeki minivanın şoförü hışımla inip söylenmeye başlıyor.
Az önce gülümsediğim, etkileyici işadamı ile bir an göz göze geliyoruz. Kızardığımı hissediyorum, neyse ki en sağ şeritte ve basıp gidiyor.
“Tamam affedersiniz kafam dağınıktı. Ama çok bir hasar yok gibi,” derken eğilip burnumu sokuyorum tampona. Resmen göçmüş…
“Hasar yok dediğin bu kadarsa… Polisin gelmesini bekleyeceğiz mecburen,” diyor adam ters ters.
“Aaaa hayatta olmaz. Bakın kendi aramızda halledemez miyiz?” İş görüşmemi kaçıramam. Hayalimdeki iş bu… Yani öyle olduğunu tahmin ediyorum. Bir kere halkla ilişkiler yapacağım, ikincisi hep yurtdışı gezilerim olacak. Hatta en çok da İtalya’ya gideceğim. Moda şovları, defileler… Allah’ım ölüp cennete gitmek bu olsa gerek. İtalyan erkeklerine hiç değinmiyorum bile!
“Valla beni bağlamaz. Tutanak tutulmadan şuradan şuraya adım atmam, attırmam da,” diyor huysuz şirket şoförü.
“Öyle mi? Eee ben gidersem beni tutacak mısın? Napacaksın yani?” der demez adam koluma yapışıyor. İnanmıyorum ya hakikaten tutacak beni demek. Aslında olay çıkarmayı seven bir tip değilim. Ama şu durumda bir erkeğin fiziksel tacizine, biraz abartıyor olabilirim gerçi ama, sessiz kalacak değilim.
Avazım çıktığı kadar bağırarak, görülmeye değer bir şov sunuyorum. Adam ise iyice çileden çıkıyor beni tehdit etmeye başlıyor. Tam ikimiz de kendimizi oynadığımız oyuna kaptırmışken, araya bir adam giriyor.
“Lütfen genç hanımı bırakır mısınız?” diye kendinden emin bir ifade ile uyarıyor ses. Ben şoktayım. Allah’ım ne yakışıklı adam! Ve üstelik beni kurtarıyor. Hayallerimin prensi…
“Sana ne kardeşim?” diye dikleniyor yine bizim şirket şoförü.
“Ben şu arabanın şoförüyüm ve yoluma devam etmem gerekiyor. Çünkü patronumu havaalanına yetiştireceğim. Ama siz tüm trafiği kilitlediniz. Ayrıca bu genç hanıma tavrınız da hoş değil.”
Başımı çevirip, arabamın arkasındaki son model Escalade cipe bakıyorum. Vazgeçtim hayalimin prensi bu adam değil. O arabada arka koltukta oturan adam. Gerçi şoför kadar genç değil ama inanılmaz bir karizması var. Bu mesafeden bakınca çok belli olmasa da kırklı yaşlarda olmalı.
“İyi de benim zararım ne olacak?”
“Ne kadar tahmini?”
“Üç yüz lira olmalı. En son o kadar ödemiştik?”
Kınayan bakışlarla, başımı sallıyorum. “Demek ilk değil. Yani belki de ani fren yapmayı bırakman gerek.”
Şirket şoförünün cevap vermesine fırsat bırakmadan, Escalade şoförü araya giriyor.
“Tamam paranı alacaksın. İşte patronumun kartı.”
“Nerden bileyim beni atlatmayacağını?”
“Karttaki isme bakınca anlarsın.”
Ben de merakla başımı eğip karttaki isme bakıyorum… Vay canınaaaa… Bu o… Efsanevi adam! Çok heyecanlanıyorum.
“Eee ben de bir teşekkür etmek isterim patronunuza,” diyerek arabaya doğru emin adımlarla ilerliyorum.
Yaklaştığımı görünce penceresini indiriyor ve işte karşımda. İnanılmaz bir şey ‘Acaba bana şirketlerinden birinde iş verir mi?’ diye düşünmeden edemiyorum.
“Merhaba yardımcı olduğunuz için teşekkürler,” diyorum bana bakın ne kadar hayat dolu ve cazibeliyim gülümsememle birlikte.
“Önemli değil. Uçağımı kaçırmamam gerek,” diye cevap veriyor. Belki de tek derdi bu diye tereddüt ediyorum ama bunun için canımı sıkamam şimdi.
“Tamam o halde parayı hangi hesaba çıkartacağımı öğrenmek isterim. Ya da siz meşgulsünüzdür beni sekreterinize yönlendirin ondan alayım bilgileri.” Belki arada bir CV de düşer mail adresine… Yanlışlıkla falan…
“Hiç gerek yok. Sorunu çözmek için küçük bir yardım benimkisi,” diyor konunun kapanmasını istediğini açıktan açığa belli ederek.
“Lütfen, ısrar ediyorum. Tanımadığım birinden yardım kabul edemem,” diyorum ama ben ondan da inatçıyım tabii…
O zaman, hayatımda gördüğüm en pahalı ve en çekici gülümsemeyle gülümsüyor ve “Beni tanımadığınızı iddia edemezsiniz,” diyor.
Hafif mahcup bir edayla başımı hafifçe yana eğerek cevap veriyorum. “Şey tabii ama ne demek istediğimi anladınız siz.”
O sırada şoförü geliyor ve arabaya biniyor. Efsanevi insan Ömer Şanlı tekrar gülümseyerek, iyi günler diliyor ve penceresi kapanıyor.
ikinci bölüm
“Hepsi bu mu yani?” diye Sedef haykırdığı an ben hala o sabah olanların şaşkınlığı içerisindeyim.
“Evet Arthur’un şövalyelerinin, Kutsal Kase’yi görebilmesi kadar nadir ve inanılmazdı.” Kendimden geçmiş bir halde, huşu içerisindeyim…
Berna dalga geçiyor “İyi de adamdan kartvizit bile koparamadın mı? Bak minivanına çarptığın şoför bile daha becerikliymiş.”
“Ne yapsaydım Berna? Adamın yakasına mı yapışsaydım?”
Berna omzunu silkiyor “O anki duruma göre herhangi bir şey yapıp kıvırabilirdin. Aman neyse geçmiş ola…Ee peki iş görüşmen nasıl gitti?”
“Of ya o tam bir fiyasko. Ben deli gibi yetişmeye çalışıp, bir de ceza yiyeyim, onlar bir telefon açıp patronlarının ani iş gezisi nedeniyle görüşmenin iptal olduğunu söylemesin. Sinirlerim çok bozuldu valla.”
“Dur dur dur!!!!” Sedef’in her zamanki ani tepkilerinden biri ….
“Ne var ne oldu?” diye soruyorum. Sedef yürümekten nefret eder… Meğer dur dur diye gideceğimiz mekana yakın bir yerlerde boş park yerine sesleniyormuş.
“Hayatta buraya park etmem. Kızım deli misin? Taksim’in bu arka sokaklarında keşler, yankesiciler, tecavüzcüler ne ararsan var. Ben otoparka bırakacağım.”
“Of Leyla ya amma da geniş hayal gücün var senin! Park et gitsin ya kim ne yapsın senin Mini’ni Çalsalar bir kilometre gidemeden yakalanırlar.”
“Öyle deme bak bozuluyor Mini. Bir dahaki sefere arkadan gelirsin taksiyle ona göre. Kızıma laf yok.” Hayır, Mini Cooper’dan bahsetmiyoruz. Mini Mickey Mouse’ın kız arkadaşı Minnie’nin kısaltılmışı. Evet farkındayım okunuşları aynı.
Siz hepsine aynı gözle bakabilirsiniz, ama eminim benim toz pembesi, üstü açılan arabamı görseydiniz- ki zaten kendisi Disney serisinden- ona aşık olurdunuz. Tamponları bile beyaz inanabiliyor musunuz?
Bana bu arabayı sevgilim hediye etti demek isterdim. Ama yarısını annem ve babam üstlenirken, kalanını kendi maaşımla ödedim. Şu aralar işsiz olduğum için taksit ödemelerinde biraz zorlanıyorum, ama beni bu durumdan kurtaracak harika bir planım var.
Evet evet iş bulacağım. Ama daha da önemlisi yeni bir sevgili bulacağım. Bugün Ömer Şanlı’ya rastlamam evrenin çağrılarıma cevap vermeye başladığının göstergesi.
Park ederken göz dağı veriyorum “Arabama bir şey olursa…”
“Ki oldu bile…Sabah tamponu göçerttin” diye tamamlıyor cümlemi Sedef.
“Sadece küçük bir çizik” diye itiraz ediyorum. Arabadan inen kızlarla, ön tarafa yürüyüp, tampona doğru eğilip bakıyoruz.
“Resmen yamulmuş” diye ilan ediyor Sedef.
“Öyle deme. Bir günlük işi var dedi usta. İşe girer girmez halledeceğim.”
Sedef en yakın arkadaşlarımdan. Bana kişilik olarak daha yakın olanı… Hayat dolu, kıpır kıpır bir hatun olan sevgili arkadaşım Sedef’le paylaşımımız çok derinlere gider. Mesela Mango’nun indirim günlerinde, kabarık giysi