Neredesin Şelale? – Şelale’nin Bez Bebeği 2

27 Mayıs 1960. Şelâle kendini bilmez bir halde, kucağında bez bebeğiyle köşkünden dışarı çıkar ve bir daha geri dönmez.

Onun için bilinmeze doğru bir yolculuk başlarken, köşkte onun dönmesini bekleyen kızları ve diğer yakınları için de merak ve acı dolu bir dönemin temelleri atılmıştır.

Yaşadığı acılar ve zor günler yüzünden kendini dış dünyaya kapatan, aklını yitiren Şelâle, evine yeniden kavuşabileceği günün hasretiyle oradan oraya savrulmaktadır.

Naşide Gökbudak’ın sevilen eseri Şelâle’nin Bez Bebeği’nin devamı olan bu kitap, sizleri 1960 yılının siyasi iklimine götürüyor ve yaşanan büyük bir aşkı, zorlu bir hayatı gözler önüne seriyor

***

1

İstanbul’un mevsimlik yağmurları nihayet dinmişti. Arkasından yükselen parlak güneş, iki üç gün içinde şehrin her tarafını yeşilin tonları ile kaplamıştı. Boğaza bakan sırtlarda ve büyük köşklerin bahçelerinde açan rengarenk güller, hanımeliler, erguvanlar ve ağaçtaki manolyalar ise insanlara aşkı ve güzelliği hatırlatıyor gibiydi. Zaten ilkbahar hayatın en güzel dönemini gençliği ve aşkı yeniden yaşatan ve hatırlatan bir mevsim değil miydi? Ancak özellikle son iki yıldan beri, Türk toplumu ne baharın ne yazın ne de aşkın farkında olacak bir yaşam sürmekteydi. Demokrat parti iktidarı son iki yıldır iyice gücünü kaybetmiş, her yerde, her konuda memnuniyetsizlik almış yürümüştü. Fakültede çocukları olan anne ve babalar, büyük bir endişe içinde çocuklarının akşam evlerine sağ salim dönmeleri için dua eder olmuşlardı. Halk, Vatan Cephesi diye bir cephe kurularak ikiye bölünmüştü. Sanki başka bir partiden olmak veya başka bir siyasi görüşü desteklemek demokrasinin icaplarından değil de, vatanı ve milleti sevmemek demekti. Demokrat partiden olmamak, düşman olmak gibi algılanmaya ve yorumlanmaya başlanmıştı. Gerçi karşı görüşte olanlar da, o kadar belirgin olmasa da demokrat partililer için aynı şeyi düşünüyorlardı. Bu yüzden bir araya gelemeyen aileler ve komşular oluşmuştu. Yaşayan yaşamayan her türlü canlı Vatan Cephesi’ne kaydediliyor, radyolarda saatlerce uzayan listeler yayınlanıyordu. Türk parasının değeri her gün biraz daha düşüyordu. Cumhuriyet Halk Partisi başkanı olan, Atatürk’ün silah arkadaşı, büyük komutan İsmet Paşa meydanlarda taşlanıyor, seçim gezilerine çıkması önlenmeye çalışılıyordu. Gazetelere sansürler uygulanıyordu. Anlatılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı uydurmaydı ayırt etmek mümkün değildi. Halk ve ordu hoşnutsuzdu. Türkiye ve tabii İstanbul 1960 baharını böyle yaşıyordu.

Tüm bu karmaşanın içinde nerede olduğunu, ne yaptığını, kim olduğunu bilmeyen, hatırlayamayan insanlar da vardı. Soyluoğulları köşkünün emektarı olan Şehriban “Allah bu karmaşanın içinde bizi, daha doğrusu Şelâle’yi unuttu!” diye dertleniyor, kadere sitem ediyor, sonra da günaha girerim korkusu ile ellerini açıp dua ederek Allah’tan af diliyordu. Şelâle’yi izlemek, onun o çocuksu hallerine, kim olduğunu, geçmişini bilmeyişine, çocuklarına bile yabancı gibi davranışına şahit olmak, derdine çare olamamak Şehriban’a büyük acı veriyordu. Çünkü Şelâle, onun tek oğlunun, Levent’inin büyük aşkıydı. Âşık olunmayacak gibi bir kız da değildi. Güzeller güzeli Şelâle’nin eski halini düşündükçe ve bugünkü halini gördükçe gerçekten kahroluyordu.

Günlerden cumartesiydi ve hava çok güzeldi. Bir zamanlar önünden geçenlerin dakikalarca durup seyrettiği bu görkemli, tarihi köşk ve bahçesi bakımsız bir haldeydi. Her şey, Şelâle’nin hayatına paralel olarak darmadağınık, sahipsiz kalmıştı. Şelâle yine de güneşi görür görmez bahçeye çıkıyor; küçüklüğünden beri yaptığı gibi, yeşil çimlerin arasında kır çiçekleri aramaya başlıyordu. Bugün de aynı şeyi yapmıştı. Elinde birkaç papatya ile bahçe kapısına doğru yürüdü. Kapısına gelince adımlarını sıklaştırdı. Korkarak çevresine bakındı. Sonra sola dönerek Bağdat Caddesi’ne doğru yürümeye başladı. Şehriban kalfa verandadan Şelâle’yi gözetliyordu. Bahçeden çıktığını görünce telaşlandı. Verandanın ucuna kadar hızla gitti. Sağ taraftaki açık mutfak camına doğru eğilerek seslendi:

“Ferzani! Ferzani! Koş! Şelâle yine kaçıyor!” Bir cevap alamamıştı ama bir dakika sonra Ferzani bahçe kapısına doğru koşmaya başladı.

Şehriban ve köşktekiler bu tip olayları çok sık yaşıyorlardı ama hâlâ alışamamışlardı. Özellikle Şehriban kalfa her seferinde heyecanlanıyor, Şelâle’nin başına bir şey gelecek diye korkuyordu. Gözleri bahçe kapısında epeyce bekledi. Biraz gecikmişlerdi. İyice endişelenmiş, kalbinin atışı hızlanmıştı ki Ferzani ile Şelâle’yi köşkün bahçe duvarının önünde gördü. Ferzani kızgın kızgın Şelâle’ye bir şeyler söylüyordu. Şelâle sesini çıkarmadan köşke girip, verandaya kadar yürüdü. Şehriban’ı görünce;

“Sara anne Ferzani bana kızıyor,” dedi. Şehriban kalfa, Ferzani’ye ters ters baktı.

“Kızım sana kaç defa söyledim. Şelâle’ye kızamazsın. Ona hepimiz çok şey borçluyuz. Evet, belki biraz yoruluyoruz, üzülüyoruz ama bize bu hayatı kim sağlayabilir? Ayrıca Şelâle benim için özel biri. Hiçbir faydam olmasa da ona bakacağım, koruyacağım. Burada oluş sebebimiz onun varlığı ve korunmaya muhtaç oluşu. Bunu anlayamıyor musun?”

“Ama Şehriban teyze, kaybolacak diye korkuyoruz. Başına bir iş gelecek. Her seferinde söylüyorum. Gene yapıyor, gene yapıyor.” Şehriban kahya daha kızgın bir ses tonu ile konuştu.

“Sen Şelâle’nin nasıl bir hanımefendi olduğunu biliyorsun. Bilerek, isteyerek mi yapıyor? Bir daha böyle bir tavrın ile karşılaşırsam, başka türlü davranacağım. Bunu bil artık.” Ferzani alçak ses ile karşılık verdi:

“Bir dahaki sefere dikkat ederim.” Önüne bakıyor, öylece duruyordu. Şehriban içinden “Bu kaçıncı söz, kaçıncı olay?” diye düşündü.

“İyi, peki, bize çay ve kek getir. Biraz sonra çocuklarda gelir. Sütü kaynat da soğusun bari,” dedi Şehriban kahya. Sonra Şelâle’ye döndü. O yeşil hareli gözlerini dikmiş, kendisine bakıyordu. Şehriban’a büyük bir içtenlikle bağlıydı. Hiçbir şeyi hatırlamasa da, mantık yürütemese de, güçlü hisleri ile onun sevgisine ve yaşadığı müddetçe kendisini koruyacağına inanıyordu. Kapının önünde Kerim Bey’in ölmeden birkaç ay evvel aldığı siyah Buick araba durdu. Kızlar okuldan gelmişlerdi. Analarının gittiği ilk mektebe, yani Moda İlk Mektebi’ne gidiyorlardı. Beşinci sınıftaydılar. Dersleri gayet iyiydi. Şelâle bahçe kapısına doğru başını çevirip de kızların geldiğini görünce, hızlı adımlarla içeriye girdi. Naz arkasından “Anne! Anne!” diye sesleniyordu ama Şelâle oralı olmadı. Şehriban, verandanın ahşap korkuluklarına dayanmış çocukların gelişini seyrediyordu.

“Tatlı kızlarım hoş geldiniz. Hadi bakalım ellerinizi yıkayıp, formalarınızı çıkarın ve kek yemeye gelin.”

Naz annesine kızmıştı. Dudağını sarkıtmış, boynunu bükmüştü. Kolay bir şey değildi. Her an yanlarında dolaşan bir anne varken annesiz yaşamak çok büyük bir acı, büyük bir problemdi. Bir çocuğun her yaşta anneye ihtiyacı vardı. Hava gibi, su gibi büyük bir ihtiyaçtı. Şehriban, çocuklar köşke girdikten sonra yine ellerini açtı. “Allah’ım diyelim ki benim veya Şelâle’nin bir kusuru vardı. Ya bu zavallı çocukların günahı ne? Onlara en büyük cezayı verdin Rabbim. Ne olur duy artık sesimi,” dedi. Çocuklar arkalı önlü koşuşarak verandaya gelmişlerdi. Arkalarından Şelâle, kucağında bez bebeği ile sessizce verandanın kapısında göründü. Bebeği göğsüne sıkı sıkı bastırmış, döküle döküle iki üç tel kalan yünden saçlarını okşuyor, kirden rengi kaybolmuş bezden yapılma yüzünü öpüyordu. Naz ters ters annesine baktı.

“Sen bizi, gerçek çocuklarını sevme! O kirli bez bebeği sev. Ben de seni sevmeyeceğim işte, ne şimdi ne de sonra,” dedi.  Şelâle’nin gözleri dolmuştu. Dudakları titriyordu.

“Sara anne, bak bana neler söylüyorlar.” Şehriban her zamanki gibi kekelemeye başladı. Bir tarafta henüz  on iki yaşlarında anne ilgisi ve sevgisi isteyen iki çocuk, diğer tarafta da saçları çektiği çilelerden kırlaşmış, hâlâ çocukluğunda yaşayan dünya güzeli, dünya iyisi bir genç kadın. Şehriban kalfa, gözleri dolu dolu kızların başını okşadı.

“Yavrum size hep anlatmaya çalıştım. O size duyduğu hasret, sevgi ve endişe yüzünden bu hallere geldi. Biliyorum çok küçüksünüz ama ne olur söylediğime inanın. Onu kırmayın.” Şelâle de çok üzülmüştü.

“Ben sizi de seviyorum. Ama bu çok küçük, henüz bebek, bakıma ihtiyacı var.” Bir eli ile bebeği kucağına bastırmış, diğer eli ile de kızlarına bez bebeği işaret ediyordu. Naz ve Eda çaresizlik içinde annelerinin bu haline bakıyorlardı. Eda’nın gözlerinde daha ziyade acı, Naz’ın gözlerinde ise kızgınlık vardı.

Ferzani sıcak, mis gibi kokan keki ve iki süt dolu bardağı getirmişti. Kızların önüne koydu. Şelâle keke uzanıp mercimek büyüklüğünde bir parça aldı, bez bebeğinin ağzına götürdü. Sonra ürkerek kızına baktı.

“Eda bebeğime biraz süt verir misiniz?” İki kız birden hırsla “Hayır,” dediler.

Şelâle başını önüne eğdi. Bebeğine ninni söylemeye başladı. Şehriban kahyanın aldığı kek parçası boğazında düğümlenmiş gibiydi, yutamıyordu. Bütün dertlerin üzerine kızlar ve Şelâle arasındaki gerginlik her geçen gün gözle görülür bir şekilde artıyordu. Büyüyünce annelerine daha çok anlayış gösterecekler diye beklerken, iyice annelerinin karşısında olmaya başlamışlardı. Şehriban’ı bu durum her şeyden fazla üzüyordu; ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyordu.

Şehriban kalfa birden heyecanla ayağa kalktı. Köşkün bahçe kapısında Çağlar görünmüştü. Şehriban yüksek sesle “Kurban olurum boyuna posuna yavrum,” diye söylendi. Çağlar bu tezahürat üzerine adımlarını daha çok hızlandırarak verandanın önüne geldi. Şehriban konuşmaya devam etti:

“Gel aslanım, gel yiğidim, gel de kek ye çay iç,” dedi. Şelâle’nin de gözleri parlamıştı. Kendisine çok yakın bulduğu kişilerden biri de Levent sandığı Çağlar idi.

“Gel Levent, çabuk gel!” dedi. Sonra başını çevirdi. Yanakları pembe pembe olmuştu. Levent ile ilgili her şey onun pembeleşmesine ve ne yapacağını şaşırmasına sebep oluyordu. Çağlar’ın elinde küçük bir paket vardı. Naz pakete bakarak;

“Elindeki ne Çağlar abi?” diye sordu.

“Söylemem, sürpriz.” Naz bozulmuştu.

“Söylemezsen söyleme ne yapayım?” diye omuzlarını kaldırdı Naz. Şehriban’a bakarak;

“Ben sütümü de kekimi de bitirdim. Ödev yapacağım,” diyerek verandadan uzaklaştı.

Çağlar Şelâle’nin yanına yaklaştı. Saçlarını okşadı.

“Şelâle teyze nasılsın? Güllü nasıl?” diye sordu. Şelale çok mutlu olmuştu.

“Biliyor musun Levent, beni ve bebeğimi soran ve seven tek insan sensin. Naz ile Eda hiç sevmiyorlar.”

“Onlar da seviyor Şelâle teyze. Onlar küçük olduğu için kıskanıyorlar. Sevdiklerinden eminim.”

“Sara Anne, ben Güllü’yü uyutacağım, gidebilir miyim?”

“Tabii canım, nasıl istersen.”

Çağlar Şelâle’nin uzaklaşmasını bekledi. Sonra babaannesine döndü.

“Babaanne Şelâle Teyze böyle ne olacak? Doktoru ne diyor?”

“Hiç yavrum, üç seneye yaklaştı hep aynı şeyleri söylüyor. Bir şok geçirmesi lazım ama her ay kontrole çağırıp, dünyanın parasını alıyor. Şok nasıl bir şey olmalı acaba, biz yapabilir miyiz? Bu doktordan bir şey çıkacağını zannetmiyorum. Perşembe günü randevumuz var. Bir daha gitmeyeceğimizi söyleyeceğim. Şelâle oraya giderken üstüne üstlük geriliyor. Hiç hoşlanmıyor. Kahroluyorum Çağlar, ama elimden başka bir şey gelmiyor.

* * *

1960 yılında, mayıs ayının bir gününde köşkte yaşayanlar, Naz ve Eda’nın birkaç arkadaşı ve Çağlar yine köşkün verandasında toplanmışlardı. Naz ve Eda özenle giyinmiş ve süslenmişlerdi. Herkes normal zamanlardakinden biraz daha şık ve özenli görünüyordu. Naz açık pembe keten bir elbise, Eda’da aynı kumaştan aynı model leylak rengi bir elbise giyinmişti. Masanın üzerine çeşit çeşit yiyecekler, kocaman bir pasta konmuştu.

Şehriban, Şelâle’nin odasında gardrobu açmış, Şelâle’ye giydirmek için elbise seçmeye çalışıyordu. Nihayet siyah üzerine küçücük pembe çiçekleri olan bir elbiseyi askısından çıkarıp, Şelâle’ye doğru uzattı.

“Hadi Şelâle bunu giy. Saçlarını arkadan toplayayım. Biraz da şu parfümden sık. Aa dudaklarına da azıcık ruj sürelim mi?”

“Sara Anne, Levent ile benim nişanımız oluyor, değil mi?” diye sordu Şelâle. Şehriban hızla başını çevirdi. Gergindi. Ama birkaç saniye öylece baktı. Yüz hatları yavaş yavaş gevşemişti.

“Hayır tatlım, sizin nişanınız bir hafta sonra olacak. Bugün Naz ve Eda’nın yaş günü. Bak bu iki kutuyu onlara vereceksin. Kızlarına yaş günü hediyesi vermen gerek, değil mi?”

“Ya Güllü’ye, ona bir şey vermeyecek miyim?”

“Onun yaş gününe daha iki ay var. Bugün kızların yaş günü. Hadi çıkalım. Kızları öp ve bunları ver olur mu?”

“Peki, Sara Anne.”

Naz, Eda ve arkadaşları Lale, Gülfem ve Sema konuşup, gülüşüyorlardı. Naz ve Eda, Şehriban ile annelerinin geldiğini görünce biraz bozuldular. Şelâle bugüne kadar kızların arkadaşlarının yanına çıkmamıştı. Böyle olmasının daha doğru olacağını düşünen Şehriban, kimseye hiçbir şey hissettirmeden gerektiği zaman bu ayarlamaları yapmıştı. Ama bugün kızların yaş günüydü. “Akıllı da olsa, deli de olsa bir annenin çocuklarının yaş günü kutlamasında bulunması gerekir,” diye düşünmüştü. Ayrıca kızlar annelerini bu hali ile de kabul edip, saygıda kusur etmemeliydiler. Son zamanlarda özellikle Naz, annesini yok saymayı daha kolay bir yol olarak seçmeye ve hatta onunla didişip, tenkit etmeye başlamıştı. Kendisi hep bu evde yaşayamazdı. Yaşasa da bu düzeni yürütmeye gücünün yetmeyeceği günler de gelecekti. Bu çocukların bu gerçeği kabullenmeleri ve annelerine hayatlarında bir yer açmaları şarttı. Asla annelerinden utanmamaları ve onu aşağılamamaları, bu durumun da herhangi bir hastalıktan farklı olmadığını, herkesin her an yaşamında çeşit çeşit şanssızlıkların olabileceğini, bunların insanlar üzerinde tamiri mümkün olmayan hasarlar yaratacağını bilmeleri, çevrelerine de bunu çekinmeden bildirmeleri en mâkul yoldu.

Şelâle o gün çok sakindi. Kızlarına hediyelerini verdi. Kızların arkadaşlarına “Hoş geldiniz güzel kızlar,” diyerek, kendince sade bir iltifatta bulundu. Bir sandalyeye oturdu. Kızlar hediye paketlerini açtılar. İçlerinden iki tane kadife kutu çıkmıştı. Kutuların içinden de birer tane altından kalp şeklinde kolye çıkmıştı. Kalplerden birinin üzerinde yakut, diğerinde de zümrüt vardı. Zümrüt olanı Naz hemen “Bu benim gözlerimin rengine uyar,” diyerek aldı. Kırmızı renge hayran olan Eda’ya ise yakut taşlı kolye kalmıştı. Eda bu duruma memnun olmuştu. Annelerini kibarca öpüp, teşekkür ettiler.

Çağlar elindeki paketlerden birini Naz’a, birini de Eda’ya uzattı. Üzerinde fiyonk olan parlak hediye paketlerini yırtan kızlar birer fotoğraf makinesi ile karşılaştılar. Çok memnun olmuşlardı. İkisi de hoplayarak Çağlar’ın boynuna sarılıp, yanaklarından öptüler. Şelâle’nin gözleri parlamıştı. Çağlar’ın kolunu tuttu.

“Levent biliyor musun, bana getirdiğin bebeği hâlâ saklıyorum,” dedi. Masadaki herkes şaşırmıştı. Geçmişe ait bir şey hatırlamıştı. Çağlar’a yine Levent demişti ama fark etmezdi. İlk defa bir şey hatırlıyordu. Misafir kızlar ise masada ki bu tuhaf sessizliğe ve Şelâle’nin Çağlar’a Levent diye hitap etmesine şaşmışlardı.

Lale Çağlar’a yaklaşarak “Senin iki adın mı var?” diye sordu.

“Evet, Şelâle Teyze Levent adını daha çok sever. Ona bir kaç sene evvel espri olsun diye bebek almıştım da.” Çağlar daha fazla soru ile karşılaşmak istemiyordu. Naz’ın yanına gitti.

“Fotoğraf makinelerinizi verin de, pastayı üflerken resminizi çekeyim.” Çağlar bir Naz’ın bir Eda’nın fotoğraf makinesini alarak bir sürü poz kaydetti. Kızların ve annelerinin yan yana resimlerini çekti.

Şelâle yorulmuştu. Sessizce Şehriban’a yaklaştı. “Sara, bebeğim beni arıyordur,” dedi.

“Tamam misafirlere hoşçakalın, de ve git,” dedi Şehriban. Şelâle ürkek bir sesle konuştu:

“Çocuklar benim gitmem gerek. Güllü ağlar.” Sema sordu.

“Naz, Güllü kim?” Şehriban atıldı.

“Birkaç gündür kuzeninin iki yaşındaki çocuğu burada. Şelâle’ye çok alışkın, uyanınca onu görmez ise ağlıyor.” Naz ile Eda rahat bir nefes almışlardı.

Şelâle sessizce odasına çıktı. Bez bebeğini kucağına aldı. Bebeği sallarken kendi de sallanıyordu. Açık pencereden verandada yaş günü kutlayan çocukların konuşmaları, ara ara kahkaha sesleri geliyordu. Şelâle yaş gününü de çocukları da unutmuştu. Yüzünde mahzun, bedbin ve masum bir ifade vardı. Acaba şu anda ömrünün hangi yılını, hangi anını yaşıyordu? Sonra birden Güllü’yü karyolasına yatırdı. Üzerini güzelce örttü. Üst kattaki çalışma odası gibi kullanılan geniş, ferah odaya çıktı. Piyanoyu açtı. İnce parmakları piyanonun tuşlarında bir müddet öylesine dolaştı. Sonra büyük bir istekle en sevdiği ama bugün adını hatırlayamadığı, hatta bir adının olduğunu dahi bilmediği, Chopin’den bir parça çalmaya başladı. İlk anda tereddütle dokunduğu tuşlar üzerindeki parmakları bir müddet sonra kendiliğinden kaymaya, şahane melodiler çıkarmaya, güzel yeşil gözlerinden de yaşlar akmaya başlamıştı. Tam olarak nedenini  bilemediği acı dolu yaşlar ellerine, bileklerine damlamaya başlamıştı.

Verandada gülüşen kızların bir ara nasılsa susması üzerine Şehriban birden ayağa kalktı.

“Piyano çalıyor, piyano çalıyor,” diye heyecanla söylendi. Misafir kızlar hep bir ağızdan sordular:

“Piyanoyu çalan kim?” Şehriban birden kendine geldi.

“Şelâle, Şelâle çalıyor. Uzun zamandır çalmıyordu da. Ben bir bakayım,” dedi. Çağlar ondan önce koşmuştu. Naz ve Eda hiç konuşmadan duruyorlardı.

Lale “Annen piyano çalmayı biliyor mu?” diye sordu. Naz cevapladı:

“Evet, güzel çalar. Bize kızmıştı. Uzun zamandır çalmıyordu. Şehriban teyze onun için şaşırdı.” Gülfem annesini düşündü. İçinden “ Benimki ancak süslenip gezsin. Radyoyu bile açamaz. Ama iyi poker oynar,” diye düşündü. Sonra gülerek;

“Niye bu kadar şaşırdınız canım, benim annem de keman çalıyor. Hadi biz eğlencemize bakalım,” dedi.

Şehriban odaya sessizce girdi. Bir müddet ayakta durup, Şelâle’yi dinledi. Şelâle bedenen oradaydı ama ruhen neredeydi belli değildi. Çaldı, çaldı, çaldı. Sonra birdenbire birisinin orada olduğunu hissetmiş gibi aniden başını çevirdi ve Şehriban’ı gördü. Hemen piyanonun önünden kalktı.

“Güllü uyanmıştır, bir bakayım,” dedi. Gözleri ve yanakları ıslaktı.

* * *

14 Mayıs’tı. Şelâle’nin doktor randevusu vardı. Öğlen yemeğinden sonra Şehriban kalfa, önce Şelâle’yi giydirdi. Sonra da kendisi giyindi. Şelâle’nin son verilen reçetesini eline aldı. Bir taraftan da söyleniyordu. “Reçetenin önü sonu yok ki, aynı ilacı yazıp yazıp bizi gönderiyor,” dedi. Antreye çıktı. Şelâle ayakta kendisini bekliyordu. Tedirgindi. Kucağında da yine bez bebeği vardı. Şehriban yanına yaklaştı.

“Bak canım bu bebeği burada bırakalım.”

“Sonra ağlar, beni göremeyince ağlar.” Şehriban Şelâle’nin saçlarını okşadı.

“Bak Nar Çiçeğim, Güllü doktordan korkuyor. İğne yapacağını zannediyor. Geçen sefer ne kadar ağlamıştı, hatırlamıyor musun?” Şelâle yüzünü buruşturdu. Biraz düşündü.

“Öyle miydi? Peki, ama Ferzani’ye bırakmam. O döver.”

“Tamam, odasına yatıralım. Biraz sonra Çağlar gelecek. O bakar.”

“Tamam.”

Şelâle hızla merdivenleri çıktı. Güllü’yü itina ile yatırdı. Ve acele ile geri döndü. Bir taraftan da her zaman ki gibi söyleniyordu.

“Ben bu doktoru hiç sevmiyorum. Hem ben hasta değilim ki. Ne ateşim var, ne öksürüyorum. Niye doktora gidiyoruz Sara anne?”

Doktor Kadıköy Altıyol’dan  Bostancı’ya giden yolun üzerinde sağ taraftaydı. Hüseyin arabayı durdurdu.

“Ben burada sizi bekliyorum Şehriban Hanım,” dedi

Doktorun bekleme salonunda otuz beş, kırk yaş arasında temiz giyimli bir hanım, yanında da on altı, on yedi yaşlarında hafif kilolu bir erkek çocuk oturuyordu. Çocuğun ağzında emzik, gülerek sağına soluna bakıyor, durmadan ayaklarını sallıyordu. Annesi üç, dört dakika da bir “Yavrum, Mehmet’im o emziği şimdi bana ver, eve gidince sana veririm. Doktor amcan kızmasın,” diye tekrarlıyor; çocuk da “bana ne, bana ne! Vermem. Doktor amca emziğimi alırsa ona bir yumruk atarım,” diye karşılık veriyordu. O arada elini yumruk yapıp havada sallıyordu. Şelâle gözlerini dikmiş çocuğa bakıyordu. Şehriban, Şelâle’nin kulağına doğru eğildi. Fısıltı halinde konuştu:

“Şelâle neden hep o çocuğa bakıyorsun?” Şelâle de aynı ses tonu ile cevap verdi.

“Sara anne bebeğe ne kadar güzel bakmışlar değil mi? Çok çabuk büyümüş. Ben Güllü’yü böyle büyütemedim. Hâlâ çok ufak. Şehriban az da olsa mantıklı bir cevap almayı ümit etmişti. Başından aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldu. Yaş gününde piyano çalması, Chopin’in bestesinin notalarını hatırlaması Şehriban’ı ümitlendirmişti. Ama o günden sonra ne piyanonun başına oturmuş ne de mantıklı bir davranışta bulunmuştu. O sırada genç delikanlı ve annesi doktorun yanına girmişlerdi. İçeride çok az kaldılar. Hemşire hanım Şehriban’a bakarak;

“Sizin hastanızı alalım,” dedi. Şehriban ayağa kalktı.

“Ben doktorla birazcık konuşmak istiyordum. Siz Şelâle’ye arkadaşlık edebilirsiniz, değil mi?” Arkadaşlık diye anlatmak istediği şeyin, kaçmasını önlemek olduğunu hemşire biliyordu.

“Tamam endişelenmeyin, siz buyurun,” dedi.

Doktor orta yaşlı, suratsız bir beydi. Daha doğrusu ilk zamanlarda pek de suratsız olmayan biri iken, zaman geçip de başarı elde edemeyince, nedense daha suratsız, daha ilgisiz olmaya başlamıştı. Başını kaldırmadan “Buyurun,” dedi.

“Doktor bey, Şelâle geçen gün bizi çok şaşırtan bir davranışta bulundu,” diye başlayarak Şelale’nin piyano çalışını anlattı Şehriban. Daha sonrasında buna benzer başka bir davranışta veya iyileşme gösteren harekette bulunmadığını da ekledi. Doktor Macit bey biraz düşündü.

“Bu da iyi bir haber sayılır. Ben şimdi muayene sırasında anlarım. Muayeneden sonra konuşalım olur mu?”

Şehriban odadan çıkarken, hemşire de yanında Şelâle ile içeriye girdi. Şelâle çekine çekine doktorun masasının önündeki koltuğa yaklaştı. Ürkek bir şekilde oturmaya yanaşmıyor, öylece ayakta duruyordu. Doktora ise, başını kaldırıp hastanın yüzüne bakmak bile zor geliyordu. Heves ile yaptığı tek şey yüklü vizite parasını almaktı. Nihayet başını kaldırdı.

“Şelâle Hanım oturun lütfen.” Şelâle korkarak oturdu.

“Nasılsınız?”

“Teşekkür ederim.”

“Piyano çalmışsınız öyle mi?” Şelâle şaşkın şaşkın başını iki tarafa salladı.

“Hayır. Ben ömrümde piyanoya el sürmedim. Hem o Naz’ın piyanosu, izin vermez ki.”

“Peki, Naz annesine neden izin vermiyor acaba?”

“Belki annesine verir. Bana vermiyor.”

“Naz ile Eda’nın annesini tanıyor musunuz?” Şelâle birkaç dakika düşündü.

“Bilemiyorum. Belki Janet’in kızlarıdır. Gerçi bana bazen “anne” diyorlar.”

“Sizin eşinizin adı neydi?”

“Levent.”

“Aa evet, Levent Bey. Sizin çocuğunuz var mıydı?”

“Tabii bir kızım var. Adı Güllü. Doktor, Güllü hiç büyümüyor. Ne yapsam acaba?”

“Şelâle Hanım, o canlı bir bebek değil ki, tabii büyüyemez. Sizinle kaç defa bu konuyu konuştuk. O bezden yapılmış oyuncak bir bebek.” Şelâle ağlamaya başladı.

“Yalan söylüyorsunuz, hepiniz yalan söylüyorsunuz. Kocam yanımda olsa onun canlı olduğunu size söylerdi.”

“Kocanızın adı neydi?”

“Levent. Onun adı Levent. Çok iyi, çok yakışıklı, çok cesur bir adamdı. Onu Demir öldürdü. Kocamı Demir öldürdü. Demir öldürdü. Demir öldürdü.”

“Demir kim?”

“Nihal Hanım diye kötü bir kadın vardı. Onun oğlu. Bahçeyi kazıyor, çiçekleri suluyordu.”

“Şimdi nerede?”

“Ne bileyim ben, cehennemde olsun inşallah.”

“Demir başka neler yaptı?”

“Hiçbir şey, hiçbir şey yapmadı. Hayır yaptı. Her şeyi o yaptı. Levent’i hiç sevmiyordu. Beni kocamdan almaya çalışıyordu. Levent beni çok seviyordu. Ona verir mi? Vermedi. Levent hâlâ benimle yaşıyor. Levent onu dövdü ve kovdu.” Sesini biraz alçalttı. “Kimse duymasın ama sadece dövmedi, onu öldürdü.” Beş kelimeden biri Levent, biri de Güllü olan bu konuşmalar uzun süre böylece devam etti. Şelâle sinirlendiği zaman kafası hepten karışıyor; cümleleri, kelimeleri  tekrar tekrar söylüyordu.

Doktor yine suratını asmıştı. İki yıldır bu hastada hiçbir ilerleme kaydedememişti. İçinden, “Dürüst bir insan olarak, bu hastanın yakınlarına artık gelmemelerini söylemem gerek. Ama hem benim için iyi bir gelir, hem de hasta yakınlarının iyice ümitsizliğe düşmeleri iyi olmaz,” diye düşündü.

“Peki Şelâle Hanım, bugünlük bu kadar yeter. Gelecek sefere yine sohbet ederiz.” Kapı açılır açılmaz arkasında bekleyen Şehriban kalfa yine doktorun yanına girdi.

“Bir değişiklik hissettiniz mi?”

“Hayır, siz piyano çaldığından emin misiniz?”

“Gözlerimle gördüm. Kulaklarımla da dinledim.”

“Evet de bilinçli bir şekilde parçayı notalarına göre mi çalıyordu yoksa tuşlara rastgele dokunuyor muydu?”

Şehriban kızmıştı. “Bu adam hem yeteneksiz hem de ukala. Rastgele tuşlara vurulan piyano sesini en cahil insan bile anlar,” diye düşünen Şehriban biraz da hoşnutsuz bir sesle konuştu:

“Doktor bey, Şelâle’nin çocukluğunda ve genç kızlığında çaldığı, en sevdiği parçalardan biriydi. Kızları da piyano çalıyor. Onlar da çok güzel çaldığını söylediler ve şaşırdılar.”

“Peki, bekleyelim bakalım devamı gelecek mi? On beş gün sonra görüşürüz.”

“Doktor bey, biz artık gelmeyi düşünmüyoruz. Başka yollar arayalım. Veya dua edip bekleyelim, bir mucize olsun diyerek. Çünkü Şelâle iki yıldır bir arpa boyu bile ilerleyemedi. Hoşça kalın.”

Doktor buz gibi soğuk bir sesle “Siz bilirsiniz, güle güle,” dedi.

O dönem Türkiye için, yine karmaşanın yaşandığı, hiçler uğruna halkın huzursuz edildiği, hürriyetlerin kısıtlandığı, ekonominin devamlı kötüye gittiği, karaborsanın piyasayı esir aldığı bir dönemdi. Olgun  yaştaki insanlar partiler yüzünden, gençler ise ideolojiler uğruna bölünmüşlerdi. Bazıları kendilerini milliyetçi diye adlandırıyorlar, sağ görüşü temsil ediyorlardı. Bu grup açıktan açığa olmasa da hükümet tarafından destek görüyordu. Hatta onların böyle bir kavramı ürettikleri ve besledikleri söyleniyordu. Sosyalist parti sempatizanları ve biraz daha işi ileriye götüren komünizm hayranları arasındaki çatışmaların önü arkası kesilmiyordu. Aslında gençlerin büyük bir kısmı her şeye karşıydı. O yaştaki gençler hiçbir konuda makul sınırlar içinde hareket etmeyi ve hatta düşünmeyi bilemiyor, beceremiyorlardı. Her konuda uçlarda dolaşıyorlardı. Bu, kaba güce, ateşli silahlara dayalı eylemlerin önce kendilerini mahvettiğini düşünemeyecek kadar heyecanlı ve genç idiler. Ne yazık ki bu gençler bazıları tarafından da kışkırtılınca, kendilerini önü alınmaz bir çatışmanın içinde bulmuşlardı. Zamanın iktidar partisi DP hiçbir konuda düzeni sağlayamıyor, bunun sonucu olarak da kısıtlama üzerine kısıtlama getiriyordu. Gazeteciler ve aydın kesimden bazıları hapse atılıyordu. Her gün biraz daha katılaşan ve özgürlük alanı küçültülen gazeteciler başta olmak üzere, halkın çoğu aşırı bir rahatsızlık içindeydi. Aydınların uyarısı, silahlı kuvvetlerin ikazı hiçbir yetkili tarafından dikkate alınmıyor; bu uyarıların kendilerine değil, karşı tarafa yapıldığı söylevleri ile durumu idare ediyorlardı.

Soyluoğulları köşkü bunlarla pek meşgul değildi. Onlar köşkte yaşayan, birbirleri ile kan bağı olmayan ama azami dikkati göstererek uyum içinde yaşamaya çalışan küçük bir topluluk olarak, ancak kendi dertleri ve problemleri ile boğuşuyorlar, çözüm üretmeye çalışıyorlardı.

Şehriban Kalfa ve Şelâle doktordan dönmüşlerdi. Ferzani ikisine de dikkatlice baktı. “Yine aynı. Piyano çalması bizi boşu boşuna ümitlendirdi. Bir şey ifade etmiyormuş, yüzlerinden belli oluyor,” diye düşündü. Şehriban kalfanın yüzünün asıklığı, doktordan aldığı olumsuz yorumlardan, bir ümit ışığı olamayışındandı. Şelâle ise doktoru nedense hiç sevmiyordu. Oraya hem giderken hem de dönüşte üzgün, mutsuz ve sinirli oluyordu. Bir deva aradığının, böyle bir şeye ihtiyacı olduğunun farkında bile değildi. Şehriban kalfa;

“Ferzani bize bir çay yapar mısın? Şimdi kızlar da gelir,” dedi.

Şehriban masaya kollarını dayamış, üzgün ve çaresiz bir halde, kucağında bez bebeğini sallayan Şelâle’ye bakıyordu. Şelâle birden yerinden kalktı.

“Aa, doktor amca geliyor.” Şehriban bahçe kapısına doğru döndü. Evet, gelen Doktor Süreyya Bey’di. O da artık iyice yaşlanmıştı. Çok beyefendi ve hatırşinas bir insandı. Kerim Bey ile olan dostluğunu hiç unutmamış, Şelâle’den ilgisini eksik etmemiş birkaç kişiden biri, belki de en önde geleniydi. Eşi hastaydı. Bir tek oğlu vardı. O da Çapa Tıp’ı bitirmiş, sonra Amerika’nın ünlü üniversitelerinin birinde ihtisas yapmaya gitmişti. Orada başarılı olmuş doktorlardan biriydi. Her zaman ki gibi Amerika politikasının vazgeçilmezlerinden olan beyin gücü ithal etme politikalarını Faruk üzerinde de oynamışlar ve Amerika’da kalmasını sağlamışlardı. Yaşlı karı koca tek oğullarına hasrettiler. Aslında Süreyya Bey’in kızdığı bir başka konu daha vardı ki, yerden göğe kadar haklıydı. Ona göre şartlar ne olursa olsun, her vatandaş önce memleketine hizmet etmeliydi; özellikle de bu sıra dışı başarılı insanlar. Süreyya Bey o gün daha bir canlı ve neşeli görünüyordu. Şehriban ayağa kalkarak köşkün kapısına kadar inip, Süreyya Bey’i karşıladı.

“Buyurun Doktor Bey, buyurun. Biliyor musunuz, Şelâle sizi gördü ve ‘Doktor amca geliyor,’ dedi.”

“Gerçekten mi? Çok güzel bir şey, gerçekten çok güzel, inşallah devamı gelir,” dedi ve devam etti. “Sizinle bir bardak çay içmeye geldim.”

Verandaya geldiklerinde, Şelâle yine kendi dünyasına dönmüş, bebeğini ninni söyleyerek sallamaya başlamıştı. Şöyle bir başını kaldırıp baktı. Yine ninnisine devam etti.

“Şelâle nasılsın?” diyen doktora sadece omuzlarını silkerek cevap verdi.

Ferzani çayları ve puf böreğini getirmişti. Servisi yaptıktan sonra uzaklaştı. Süreyya Bey çayından bir yudum aldı.

“Bu hanım güzel çay yapıyor. Aslında yemek konusunda da oldukça başarılı, baksanıza şu puf böreklerinin görünüşüne, yiyin beni diye çağırıyorlar. Biliyor musunuz benim size çok güzel bir haberim var. Faruk Amerika’dan dönüyor. Biz karı koca çok sevindik. Bizim için son yılların en muhteşem olayı sayılır. Hele hele annesi mutluluktan uçuyor. Bu güzel haberi size de vereyim dedim. İnşallah Şelâle için de hayırlı olur.”

Şehriban “Doktor ve eşi için hayırlı ve güzel bir olay olacağı kesin de, Şelâle’yi ilgilendiren tarafı ne?” diye düşünmeye başlamıştı ki, Süreyya Bey tekrar konuşmaya başladı.

“Biliyorsunuz, oğlum çok başarılı bir ruh doktoru. Bu dalda çalışan doktorlara psikiyatrist diyorlar. Sık sık Şelâle’nin durumunu anlatıyorum. Bana birçok şey anlatıyor ama benim uzmanlık alanım değil. Ve tabii tıp çok ilerledi. Her gün yeni bir şeyler buluyorlar. Bir gelsin bakalım, eğer bir çaresi var ise Faruk muhakkak Şelâle’yi iyileştirecektir.”

Şehriban şimdi Şelâle’yi ilgilendiren tarafını anlamıştı ve o kadar heyecanlanmıştı ki, bir ara doktora doğru yürüdü. Boynuna sarılacakmış gibi yaptı. Sonra Şelâle’ye baktı onun saçlarını okşarken;

“Allah’ım ne olur Faruk Bey bir şeyler yapabilsin!” diye ellerini göğe doğru açarak yalvarmaya başladı. Süreyya Bey, Şehriban’a dikkatle bakıyordu. “Bu kadın Şelâle ile oğlunu özdeşleştirmiş, ikisinin sevgisini de Şelâle’ye vermiş,” diye düşündü.

Naz ile Eda da gelmişlerdi. Doktor Bey’e kibarca selam verip, elini öptükten sonra mutfağa indiler. O gün köşkün misafir günü gibiydi adeta; bahçe kapısında, karşı köşkte oturan müteahhitin eşi Emine Hanım ve kız kardeşi gözükmüşlerdi. Onlar da verandaya buyur edilmiş, çayları getirilmişti. Şelâle kalabalıktan hoşlanmıyordu. Sessizce bez bebeğini alarak odasına doğru yürüdü. Emine Hanım ile kız kardeşi Selma üzgün ve sıkıntılı görünüyorlardı. Hele Selma ağlamaklı gibiydi. Eli yüzü düzgün bir kızdı. Halleri vakitleri de yerindeydi ama evlenmekte gecikmişti. Karadenizlilerin erken evlendiği de düşünülürse, oldukça geç kalmıştı. Bu kısmet hiç beklemedikleri bir anda çıkmıştı. Galiba onun verdiği şaşkınlıkla delice, kılı kırk yararcasına bir hazırlık içindeydiler. Şehriban kalfa dayanamadı sordu.

“Hayrola Selma, çok sıkıntılı görünüyorsun, neyin var?” Selma bu soruyu bekliyormuş gibi başladı.

“Öff, canımdan bezdim. Eniştem ne derse desin ben artık Demirkırata (Demokrat Parti’ye) oy vermeyeceğim. Çarşıda hiçbir şey bulunmuyor. Bir çatal kaşık takımı bulamadık. Porselen tabak bulamıyoruz. Hele bugün, ablamla beraber gezmekten öldük. Gelinliğime bir beyaz fermuar bulamadık.”  Şehriban kalfa da, Süreyya Bey de şaşkın şaşkın dinliyorlardı. Gerçekten Selma sinir içindeydi ve gözleri ıslanmıştı. Süreyya Bey dayanamadı.

“Hoşgörünüze sığınarak size padişahlık zamanında yaşandığı söylenen bir hikâye anlatabilir miyim?”

Selma’nın derdi kendince o kadar büyüktü ki, çare aramak yerine hikâye dinlemek saçmalıktı. Ama herkesin saygısını kazanmış bu beyefendi insana da saygısızca bir tepki veremezdi. Şehriban kalfa;

“Tabii buyurun, memnuniyetle dinleriz,” dedi.

“Padişahlık zamanında şimdiki Elâzığ, yani o devirde Harput olarak bilinen ve sancak beyliği olan yere üç dört il bağlıymış. Harput’ta çok adil ve bir o kadarda sert bir vali varmış. O zamanlarda padişahı temsil eden idareciler bayağı büyük salahiyete sahiplermiş. Vali yardımcısı, Valinin kapısını vurarak içeriye girmiş demiş ki;

“Sayın Valim filan nahiyeden, nahiye müdürü ve iki adam sizi görmek isterler, ne buyurursunuz?”

Vali cevaplamış: “Devleti Aliye ile ilgili görüş ve şikâyetler bittiyse, onları alabilirsin.”

Adamlar içeriye girmişler. Vali şöyle bir bakmış. Üstü başı pejmürde, ayakkabıları yırtık yaşlı ve yorgun adama dönmüş.

“Önce sen derdini anlat bakalım,” demiş. Adam ellerini ovuşturmuş, sıkılarak konuşmuş:

“Efendim, kıymetli valim. Ben otuz yıldır bu nahiyenin posta işlerine bakarım. Yaz kış kilometrelerce yolu yürür, mektupları telgrafları götürürüm. Nahiye gittikçe büyüdü. Ben gittikçe yaşlandım. Artık yürüyemiyorum. İşimi de bırakamam. Bakmak zorunda olduğum, henüz yuvadan uçuramadığım güvercinlerim var. İki büyük oğlum askerde. Diğerleri de hâlâ benden ekmek bekler. Bana bir eşek verseniz, işimi daha uzun seneler yapabilirim Valim.”

Vali yardımcısına dönmüş;

“Bu yaşlı postacıya güçlü cins bir eşek verin. Eşeğin yemi içinde senelik bir miktar akçe ödeyin. Her yıl bir çift yeni postal da vermeyi unutmayın. Yardımcı hemen not al.”

“Peki efendim,” demiş yardımcı. Vali ikinci adama dönmüş:

“Senin derdin ne?” demiş.

“Efendim deminki postacının anlattığı gibi, nahiye büyüdü, ben yaşlandım. Oranın vergi memuruyum. Eşeğimde benimle beraber yaşlandı. Artık eşeğim yerinden kalkamaz oldu. Uzak köylere yürüyüp vergi tahsil etmekte zorlanıyorum. Gecikince hasatı kaldırıp saklıyorlar, yani eşeğim yavaşlayınca vergiler de azalmaya başladı. Bu durum devlet-ü Aliye’nin çok zararına oluyor valim. Buna bir hal çaresi düşünürseniz çok minnettar olacağım,” diye anlatmış adam. Vali yine vali muavinine dönmüş:

“Bu tahsildar için de bir katır verin. Genç ve dinç olsun. Yem tahsisatını da ödemeyi unutmayın.”

Vali üçüncü adama dönmüş. Köstekli altın saati, kadife fesi ve atlas kıyafeti ile bayağı heybetli bir görünüşü varmış bu adamın. Vali sormuş:

“Sen söyle bakalım, derdin ne?”

Benzer İçerikler

Benim Küçük Şaheserim | Mert Ofluoğlu

yakutlu

Cem; Tahtına Kavuşamayan İmparator

yakutlu

Bu Son Dokunuş Ruhuna

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy