1-Duygular Neye Yarar?
Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir.
Antoine De Saint-Exupéry, Küçük Prens
Beyin felci yüzünden tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş on bir yaşındaki kızları Andrea’ya hayatlarını adayan Gary ve Mary Jane Chauncey çiftinin son dakikalarına bir göz atalım. Chauncey ailesi Louisiana’nın nehir bölgesinde bir çarpma sonucu hasar gören demiryolu köprüsünden nehre yuvarlanan Amtrak treninin yolcularındandı. Karı-koca öncelikle kızlarını düşünerek, Andrea’yı su alarak gittikçe batan trenden kurtarmak için ellerinden geleni yapıp bir şekilde onu camdan iterek kurtarma ekibine ulaştırdılar. Kendileri ise sulara gömülen vagonun içinde can verdiler.1
Andrea’nın hikâyesi, son dakikalarında çocuklarının hayatta kalmasını sağlamak için kahramanca çabalayan bir anneyle babanın neredeyse efsanevi cesaretini anlatıyor. Kuşkusuz insanlık tarihiyle tarih öncesi ve en az bir o kadar da türümüzün evrim süreci, çocukları uğruna kendini feda eden ailelerle ilgili bu tür sayısız örnekle dolu.2Evrim biyologlarına göre bir anneyle babanın kendilerini feda etmesi, genlerin bir sonraki kuşağa geçmesine yani “üreme başarısına” hizmet eder. Bir kriz anında bu korkunç kararı veren aile açısından ise, bu sevgiden başka bir şey değildir.
Duyguların amaç ve gücünü anlatan bu kahramanlık örneği, insana kendini feda ettiren sevginin ve aslında hissedilen her duygunun insan hayatındaki merkezi yerine tanıklık ediyor.3Bu durum en derin hislerimizin, tutkularımızın, özlemlerimizin temel rehberlerimiz olduğunu gösteriyor. Türümüz var oluşunu büyük ölçüde duyguların insan ilişkilerindeki gücüne borçludur. Bu güç olağanüstüdür: Sadece kuvvetli bir sevgi, –bağrına bastığı çocuğunu acilen kurtarma gereği– bir anneyle babanın kendi yaşamlarını devam ettirme dürtüsünü bastırabilir. Zihin gözüyle bakıldığında, kendini bu şekilde feda etmek akıl dışı olarak değerlendirilebilir, ancak kalbin gözüyle bundan başka seçenek yoktur.
Sosyobiyologlar evrimin insan ruhunda duyguya neden böyle merkezi bir yer verdiğini tartışırken, kritik anlarda kalbin akla üstünlüğüne işaret etmektedirler. Onlara göre duygularımız tehlike, acı bir kayıp, zorluklara karşın bir hedefe doğru ilerleme, eşine bağlanma ve bir aile kurma gibi yalnızca akla bırakılamayacak durum ve görevlerde yol göstericidir. Her duygu bizi bir şekilde hareket etmeye hazırlar; her biri insan hayatında tekrarlanan güçlüklerle baş edebilecek şekilde bizi yönlendirir.4Bu durumlar evrimsel tarihimiz boyunca defalarca tekrarlandıkça, duygusal repertuarımızın yaşamın sürdürülebilmesi açısından değeri, kalbimizin doğuştan, otomatik eğilimleri olarak sinir sistemimize işlenmesiyle kanıtlanmıştır.
İnsan doğasını duyguların gücünden soyutlayarak anlamaya çalışmak, üzücü bir dar görüşlülüktür. Homo Sapiens, yani Düşünen Tür adı bile, duyguların hayatımızdaki yeri hakkında bilimin bize sunduğu yeni görüş ve vizyona göre yanıltıcıdır. Hepimizin kendi deneyimlerinden bildiği üzere, kararlarımızı ve hareketlerimizi şekillendirirken hislerimiz çoğu zaman düşüncelerimize baskın çıkar. Salt zekâya, yani IQ’nun ölçtüğü şeye verdiğimiz değer ve önemde çok aşırıya gitmişiz. Duygular bize hâkim olduğu sürece, zekâ –iyi ya da kötü– hiçbir yere varamaz.
TUTKULAR MANTIĞI BASTIRDIĞINDA
Yanılgılar büyük bir trajediye yol açmıştı. On dört yaşındaki Matilda Crabtree, babasına sadece şaka yapmak istemişti. Annesiyle babası bir arkadaş ziyaretinden sabaha karşı saat birde döndüklerinde, saklandığı dolaptan fırlayıp “böö” diye bağırdı.
Ancak Bobby Crabtree ve karısı, Matilda’nın o gece arkadaşlarıyla kaldığını sanıyorlardı. Eve girdiğinde sesler duyan Crabtree .357 kalibrelik silahına sarıldı ve etrafı kolaçan etmek için Matilda’nın odasına girdi. Kızı dolaptan fırladığında Crabtree onu boynundan vurdu. Matilda Crabtree on iki saat sonra öldü.5
çıkar. Salt zekâya, yani IQ’nun ölçtüğü şeye verdiğimiz değer ve önemde çok aşırıya gitmişiz. Duygular bize hâkim olduğu sürece, zekâ –iyi ya da kötü– hiçbir yere varamaz.
TUTKULAR MANTIĞI BASTIRDIĞINDA
Yanılgılar büyük bir trajediye yol açmıştı. On dört yaşındaki Matilda Crabtree, babasına sadece şaka yapmak istemişti. Annesiyle babası bir arkadaş ziyaretinden sabaha karşı saat birde döndüklerinde, saklandığı dolaptan fırlayıp “böö” diye bağırdı.
Ancak Bobby Crabtree ve karısı, Matilda’nın o gece arkadaşlarıyla kaldığını sanıyorlardı. Eve girdiğinde sesler duyan Crabtree .357 kalibrelik silahına sarıldı ve etrafı kolaçan etmek için Matilda’nın odasına girdi. Kızı dolaptan fırladığında Crabtree onu boynundan vurdu. Matilda Crabtree on iki saat sonra öldü.5
Evrimin bize bıraktığı duygusal miraslardan biri, ailemizi tehlikeden korumaya yönelten korkudur; Bobby Crabtree’yi silahına davranıp evinde sinsice dolandığını düşündüğü kişiyi aramaya yönelten dürtü buydu. Korku, Crabtree’nin daha neye ateş ettiğini anlayamadan, kızının sesini bile tanıyamadan silahını ateşlemesini sağlamıştı. Böylesi otomatik tepkiler sinir sistemimize yerleşmiştir. Evrim biyologlarının tahminlerine göre bunun nedeni insanın tarihöncesindeki uzun ve önemli bir zaman diliminde bu tepkilerin yaşam ve ölüm durumlarının belirleyicisi olması, ayrıca bundan da önemlisi, evrimin esas amacı olan genetik verileri taşıyarak soyun devamını sağlamasındaki payıdır; tabii bu, Crabtree’lerin evindeki trajediyi düşündüğümüzde, üzücü bir ironi olarak görülebilir.
Evrim sürecinde duygular yol gösterici olduysa da, uygarlığın getirdiği yeni gerçeklikler öyle hızlı gelişti ki evrimin yavaş ilerleyişi bunu yakalayamadı. İlk etik yasaları ve bildirileri –Hammurabi Kanunu, Yahudilerin On Emri, İmparator Aşoka’nın Fermanları– duygusal yaşamı yumuşatma, ehlileştirme, evcilleştirme çabaları olarak görülebilir. Freud’un Uygarlık ve Hoşnutsuzları adlı yapıtında belirttiği gibi, toplum, içinde serbestçe kabaran aşırı duygusallık dalgalarını yatıştırmak için dışarıdan bazı kuralları uygulamak zorunda kalmıştır.
Sosyal kısıtlamalara karşın, tutkular mantığı çoğu kez bastırır. İnsan doğasının bu yönü zihinsel yaşamın temel mimarisinden kaynaklanır. Duygunun temel sinir devrelerinin biyolojik tasarımı açısından, dünyaya birlikte geldiğimiz tasarım, son 5 ya da 500 değil, son 50.000 insan kuşağı boyunca en çok işe yarayan şeydir. Evrimin, duygularımızı şekillendirmiş olan yavaş ve kararlı güçleri, bir milyon yıl boyunca görevlerini yerine getirmiştir; son 10.000 yıl –uygarlığın hızla gelişmesine ve insan nüfusunun 5 milyondan 5 milyara sıçramasına karşın– duygusal yaşamlarımızın biyolojik kalıpları üzerinde küçük bir iz bırakmıştır.
İyi ve kötü yanlarıyla her yaşananı ve ona karşı tepkilerimizi salt rasyonel yargılarımız ve kişisel geçmişimizle değil, aynı zamanda atalarımızdan gelen uzak geçmişimizle de değerlendiriyoruz. Bu da bizi Crabtree’lerin evinde yaşanan üzücü olaylara tanık olmak gibi korkunç durumlarla yüz yüze getiriyor. Kısacası, Pleistosen döneminin acil durumlarına göre ayarlanmış bir duygusal repertuar, sık sık modern ikilemlerle karşılaşmamıza neden oluyor. Konumuzun özü de bu zor durumla ilgili.
Harekete Yönelten Dürtüler
Bir ilkbahar gününün erken saatlerinde Colorado’da bir dağ geçidi üzerindeki otoyolda ilerken başlayan kar yağışı, biraz önümdeki arabayı ansızın gözden yitirmeme neden oldu. Tipi kör bir beyazlığa dönüştüğünden göz gözü görmüyordu. Frene bastığımda, bedenime yayılan kaygıyı hissedebiliyor ve gümbürdeyen kalp atışlarımı duyabiliyordum.
Kaygının yerini korkuya bırakmasıyla birlikte arabayı kenara çekip yağışın dinmesini beklemeye başladım. Yarım saat içinde kar durdu, görüş mesafesi normale döndü ve yoluma devam ettim. Ancak, birkaç yüz metre sonra bu kez, önde daha yavaş giden bir arabaya arkadan çarpan araçtaki yolcuyu kurtarmaya çalışan ambulans ekibi yüzünden durmak zorunda kaldım; çarpışma nedeniyle otoyol kapanmıştı. Göz gözü görmeyen yağış esnasında yola devam etseydim, büyük olasılıkla ben de onlara çarpacaktım.
O gün hayatımı kurtaran, beni dikkatli olmaya zorlayan o korku oldu. Yanından bir tilki geçerken dehşetten donup kalan bir tavşana –ya da etrafta dolanan bir yağmacı dinozordan saklanan ilk memeli türlerinden birine– olduğu gibi, içsel bir duyum beni durmaya, dikkatli olmaya ve yaklaşan tehlikeyi önemsemeye zorlamıştı.
Aslında tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan dürtülerdir; evrim, yaşamla baş edebilmemiz için bizi acil plan yapabilecek şekilde programlamıştır. Duygu (emotion) sözcüğünün kökü moteredir. Latince hareket etmek anlamına gelen fiile “e-” ön eki getirildiğinde anlam uzaklaşmak olur ki bu, her duygunun bir harekete yönelttiği fikrini vermektedir. Duyguların harekete dönüştüğünü en açık şekliyle hayvan ve çocukları izlerken gözlemleyebiliriz. Hareket güdüsünün kökeni olan duyguların belirgin tepkiden arınmış olması gibi son derece garip bir duruma, hayvanlar aleminde yalnızca “uygar” yetişkinlerde sık sık rastlıyoruz.6
Kendine has biyolojik izlerinden de belli olduğu üzere, duygusal repertuarımızdaki her duygunun özgün bir rolü vardır (“temel” duygularla ilgili ayrıntıları Ek A’da bulabilirsiniz). Beden ve beynin yeni yöntemlerle incelenmesiyle birlikte araştırmacılar, her duygunun bedeni birbirinden farklı tepkilere nasıl hazırladığına ilişkin, sayısı gitgide artan fizyolojik ayrıntılar keşfetmekteler:7
• Öfke hissedildiğinde, kan akışı bir silahı tutmayı ya da düşmana vurmayı kolaylaştırıcı şekilde ellere yönelir; kalp atışı hızlanır, adrenalin gibi hormonların hızla salgılanmasıyla birlikte çevikçe hareket etmeye yetecek güçte enerji meydana gelir.
• Korku hissedildiğinde ise, kan kaçmayı kolaylaştırmak için bacaklardaki gibi büyük iskelet kaslarına yönelir ve sanki yüzdeki kan çekilir, bu da kanın “donduğu” hissini verir. Bu arada saklanmanın daha iyi bir alternatif olup olmadığının anlaşılması için beden bir anlık donar. Beynin duygusal merkezlerindeki devreler onu alarma geçirip harekete hazırlamak üzere hormon salgılamasını başlatır. Dikkat, nasıl tepki verilmesi gerektiğini değerlendirmek için yaklaşan tehlikeye odaklanır.
• Mutluluğun oluşturduğu başlıca biyolojik değişiklikler arasında, beyin merkezinde olumsuz duyguları engelleyip bir enerji artışına yol açarak kaygı verici düşünceleri durduran bir etkinlik yer alır. Ancak bedeni rahatsız edici duyguların yarattığı biyolojik uyarılmadan kurtaran sükûnet hali dışında, belirli bir fizyolojik değişim görülmez. Bu konfigürasyon bedene genel bir dinlenme sağlar, ayrıca kişiyi elindeki işi yapmaya, çeşitli hedeflere doğru ilerlemeye hazır ve istekli hale getirir.
• Sevgi, sevecen duygular ve cinsel tatmin, parasempatik uyarılmayı sağlar, bu ise korku ve öfkede görülen “savaş ya da kaç” durumunun fizyolojik karşıtıdır. “Gevşeme tepkisi” denen parasempatik model, işbirliğini kolaylaştıran, genel bir huzur ve tatmin hali yaratan bedenin her yerine yayılmış tepkileri kapsar.
• Şaşkınlıkla kalkan kaşlar, görüş alanının büyüyüp retinaya daha fazla ışık girmesini sağlar. Bu, beklenmedik durum hakkında daha fazla bilgi edinip çevrede neler olup bittiği anlayarak en uygun hareketin yapılmasına olanak verir.
• Tiksinme tüm dünyada aynı şekilde ifade edilmektedir ve aynı mesajı gönderir: bir şeyin kendisi ya da fikri tat veya koku olarak iğrenç gelmektedir. Tiksintinin yüz ifadesi olarak üst dudağı yana doğru kıvırıp burnu hafifçe kırıştırmak, Darwin’in de gözlemlediği üzere kötü kokuya karşı burun deliklerini kapama veya zehirli yiyeceği tükürmeye yönelik ilk çabadır.
• Üzüntünün esas işlevi, yakın birinin ölümü veya büyük bir hayal kırıklığı gibi önemli kayıplara uyum sağlamaya yardımcı olmaktır. Üzüntü enerjiyi azaltır, derinleşip depresyona yaklaştıkça da metabolizmayı yavaşlatıp hayatta zevk alınan şeylerden uzaklaşmaya yol açar. Bu içe dönüklük, kaybın veya kırgınlığın yasını tutup sonuçlarını değerlendirmeyi, sonra da artan enerjiyle birlikte yeni başlangıçlar planlamayı sağlar. Bu enerji kaybı, üzüntüye kapılan ve hassaslaşan ilk
insanları, daha güvende oldukları yuvalarına yakın tutmuş olabilir.8
Bizi eyleme geçiren bu biyolojik eğilimler, deneyimler ve kültür tarafından şekillendirilir. Örneğin sevilen birinin kaybı evrensel olarak üzüntüye ve yas tutmaya neden olur. Ancak bu yası yaşama tarzımız, yani duyguların nasıl gösterildiği veya özel anlara saklandığı, tıpkı kimlerin yas tutulacak kadar “sevilen kişiler” olduğu gibi, kültür tarafından belirlenir.
Duygusal tepkilerin deneyimlerle bu halini aldığı uzun evrim süreci, çoğu insanın yazılı tarihin başlangıcından sonra yaşadıklarından daha zor bir gerçeklikti kuşkusuz. O zamanlarda pek az bebek çocukluk yıllarına, pek az yetişkin otuzlu yaşlarına kadar yaşayabiliyordu. Av hayvanları her an saldırabiliyor, kuraklık ve seller hayatta kalmakla açlıktan ölmek arası farkı belirleyebiliyordu. Tarımla birlikte en ilkel insan toplulukları için bile yaşam şartları çok değişti. Son on bin yılda dünyadaki gelişmelere paralel olarak, insan nüfusunu azaltan bu tehditkâr baskılar azaldı.
Aynı baskılar, hayatta kalabilmek için duygusal tepkilerimizi son derece gerekli kılmıştı. Ancak bu baskılar azaldıkça duygusal repertuarımızın bir kısmının durumlara uygunluğu da azaldı. Eski çağlarda anında parlayan bir öfke hayatta kalmak açısından çok kritik bir avantaj sağlarken, bugün otomatik silahların on üç yaşındakilerin elinde olması, bunu çoğu kez felakete yol açan bir tepkiye dönüştürmüştür.
İki Zihnimiz
Bir arkadaşım acı bir ayrılık olan boşanmasından söz ediyordu. Kocası iş yerinden daha genç bir kadına âşık olmuş ve ansızın karısına artık o kadınla yaşamak istediğini söylemişti. Ev, para, çocukların velayeti konusundaki tartışmalar aylarca sürmüştü. Şimdi, olaydan birkaç ay sonra, arkadaşım bağımsız olmanın çekiciliğinden ve kendi başına yaşamaktan duyduğu hoşnutluktan söz ediyordu. “Onu artık düşünmüyorum. Umurumda bile değil,” diyebiliyordu. Ancak bunu söylerken bir an için de olsa gözleri doluyordu.
Birisinin yaşaran gözlerinden, söylediği sözlere karşın üzüntülü olduğunu anlamak, tıpkı basılı bir sayfadaki sözcüklerden anlam süzmek gibi, bir kavrama edimidir. Birisi duygusal zihinden, diğeri ise akılcı zihinden kaynaklanır. Aslında biz iki zihne sahibiz; birisi düşünüyor, diğeri ise hissediyor.
Birbirinden tamamen farklı bu iki kavrama tarzı, zihinsel yaşantımızı oluşturmak için etkileşim halindedir. Akılcı zihin, çoğunlukla farkında olduğumuz bir kavrama tarzıdır; bilincimize daha yakındır, düşüncelidir ve tartıp yansıtabilir. Bunun yanı sıra fevri ve güçlü, bazen de mantıksız olan bir kavrama sistemi daha vardır; bu da duygusal zihindir (duygusal zihnin daha ayrıntılı tarifini B Ekinde bulabilirsiniz).
Bu duygusal/akılcı ikililiğin halk arasındaki izdüşümü “kalp” ile “kafa”dır. Bir şeyin doğru olduğunu “kalpten” bilmek, akılcı zihinle düşünmekten farklı bir inanç şeklidir; bir biçimde daha derinden emin olmaktır. Zihnin akılcı-duygusal dengesinin belirli bir orantısı vardır; hisler yoğunlaştıkça duygusal zihin devreye girer ve akılcı zihin etkisini yitirir. Yaşamımızın tehlikede olduğu –ve durup ne yapabileceğini düşünmenin hayatımıza mal olacağı– durumlarda duygu ve sezgilerimizin anlık tepkilerimize rehberlik etmesi, çağlar boyu süren bir üstünlük sayılır.
Biri duygusal, biri akılcı olan bu iki zihin, çoğunlukla bir uyum içinde ve farklı bilinç biçimlerini birbiriyle kaynaştırarak hayatta yol almamıza yardımcı olurlar. Genelde duygusal ve akılcı zihinler bir denge halindedir. Duygu, akılcı zihnin işleyişine katkıda bulunur, akılcı zihin ise duygusal verileri şekillendirir ve bazen reddeder. Ancak yine de duygusal ve akılcı zihinler yarı bağımsız melekelerdir, her ikisi de, göreceğimiz gibi, beyindeki farklı ama birbiriyle bağlantılı devrelerin işleyişini yansıtır.
Çoğu zaman bu iki zihin olağanüstü bir işbirliği içerisindedir; duygu düşünceler için, düşünceler ise duygular için vazgeçilmezdir. Ancak tutkular bu dengeyi sarstığında duygusal zihin üstünlük sağlar ve akılcı zihni etkisiz bırakır. On altıncı yüzyıl hümanisti Rotterdamlı Erasmus, akıl ve duygu arasındaki bu çok eskilere
dayanan gerginliği şöyle hicvetmiştir:9
Jüpiter akıldan çok tutku bahşetmiştir. Bunun oranı hesaplandığında 24’e 1 olduğu görülür. Aklın mutlak gücüne karşı koyması için de iki hiddetli asi yaratmıştır; bunlar öfke ve şehvettir. İnsan hayatındaki yeri kolayca fark edilebilen bu iki gücün birlikteliğine Akıl ne kadar karşı koyabilir ki! Diğer ikisi gittikçe seslerini yükseltir, karşı koyar, Aklı yok etmeye çabalar, Aklın tek yapabildiği ise bağıra çağıra erdemli olmanın yollarını tekrarlamaktır, ta ki tükenene, vazgeçene ve boyun eğene kadar.
BEYİN NASIL GELİŞTİ
Akılcı zihin üzerinde duyguların nasıl bu kadar güçlü olduğunu ve duygu ile aklın neden sık sık çatıştığını daha iyi anlayabilmek için beynin gelişimine bakmamız gerekir. İnsan beyni, yaklaşık iki kiloluk hücre ve sinir özüyle, evrimsel anlamda kendine en yakın memelininkinin üç katı büyüklüğündedir. Milyonlarca yıllık evrim süresince beyin aşağıdan yukarıya doğru gelişmiş, yani en donanımlı merkezleri daha aşağı düzeydeki kadim bölümlerinin gelişmesiyle oluşmuştur. (Beynin insan ceninindeki gelişmesi, bu evrimsel süreci tekrarlar.)
Basit bir sinir sisteminden fazlasına sahip her türde, beynin en ilkel kısmı omuriliğin tepesini çevreleyen beyin sapıdır. Bu kök beyin, nefes almak, vücudun diğer organlarının metabolik işleyişlerini ayarlamak, kalıplaşmış tepki ve hareketleri kontrol etmek gibi temel hayati işlevleri düzenler. Bu ilkel beynin düşündüğü ya da öğrendiği söylenemez; vücudun gereğince işlemesini ve yaşamak için gerekli olan tepkileri idare eden önceden programlanmış bir düzenleyicidir. Bu beyin Sürüngenler Çağı için idealdi: Bir saldırı tehdidinin işareti olarak tıslayan yılanı düşünün.
Beyin sapı denilen bu ilkel kökten, duygu merkezleri gelişmiştir. Evrim süresince, milyonlarca yıl sonra, bu duygu alanlarından, üst katmanları meydana getiren karmaşık kıvrımlı dokuların soğan şeklindeki oluşumuyla düşünen beyin, yani “neokorteks” (yeni kabuk) evrilmiştir. Düşünen beynin duygu merkezlerinden gelişmiş olması, ikisi arasındaki ilişkiyi aydınlatmaktadır: Duygusal beyin akılcı beyinden çok daha önce var olmuştur.
Duygusal hayatımızın en eski kökü, koklama duyusudur ya da diğer bir deyişle kokuyu alan ve inceleyen koku lobudur. Yaşayan her varlığın –besleyici, zehirli, cinsel eş, av, avcı, ya da yırtıcı– rüzgârla taşınan moleküler bir imzası vardır. İlkel çağlarda koku hayati önem taşıyan bir duyuydu.
Koku lobundan, duyguya yol açan eski merkezler gelişmeye başlayıp, beyin sapının baş kısmını çevreleyecek kadar genişledi. Gelişmemiş koku merkezi, o haliyle kokuyu incelemek için bir araya gelmiş ince bir nöron (sinir hücresi) tabakasından oluşmuştu. Birinci hücre tabakası koklamaya ve alınan kokuyu yenilebilir, zehirli, cinsel açıdan elde edilebilir, düşman ya da yiyecek olarak ayırmaya yarıyordu. İkinci bir hücre tabakası ise sinir sistemi yoluyla vücuda ısır, tükür, yaklaş, kaç, kovala gibi mesajlar veriyordu.10
İlk memelilerin gelişiyle birlikte duygusal beynin temel katmanları oluştu. Beyin sapını saran bu katmanlar, alt tarafında sapın içlerine yuvalandığı yerden ısırılmış bir çöreğe benziyordu. Beynin bu kısmına, beyin sapını çevreleyip sınırlarını belirlediği için, “yüzük” anlamına gelen Latince “limbus”tan türetilerek “limbik” sistem denildi. Bu yeni sinir bölgesi beynin repertuarına duyguları ekledi.11Midemiz kazındığında, öfkelendiğimizde, sırılsıklam âşık olduğumuzda, ya da kederlendiğimizde limbik sistemin eline düşeriz.
Limbik sistem zaman içinde iki önemli beceri geliştirmiştir: öğrenme ve hatırlama. Bu devrim niteliğindeki gelişmeler bir hayvana yaşamak için daha akıllıca seçimler yapma ve değişmez otomatik tepkiler yerine çevrenin taleplerine uyan ince ayarlı tepkiler verme olanağını tanıdı. Bir yiyecek hastalanmaya yol açıyorsa bir dahaki sefere ondan kaçınılabilirdi. Neyin yenilip neyin yenilemeyeceği yine büyük ölçüde koku yoluyla belirleniyordu.