SEFİLLER -VICTOR HUGO

BİRİNCİ BÖLÜM

FANTİNE

BİRİNCİ KİTAP

HAKTANIR BİR ADAM

 

I
PİSKOPOS MYRİEL

Mösyö Charles François Bienvenu Myriel, 1815 yılında, Digne şehrinin piskoposuydu. Yetmiş beşine merdiven dayamış bu adam, 1806 yılından beri burada görevliydi.
Anlatacaklarımızın dışında olsa bile, bu Piskoposa dair, burada göreve başladığından bu yana yayılan dedikodulara değinmek istiyoruz; doğru ya da yanlış, kişinin hayatı ve alınyazsına ilişkin kulaktan kulağa yayılanların, genellikle, yaptığı işlerden daha önemli işlevler üstlendiğini söylemeliyiz.
Mösyö François Bienvenu Myriel, Aix Parlamentosuna mensup bir üyenin oğluydu. Anlatılanlara bakılacak olursa, babası da kendisinin yerine geçmesini ve aynı görevi sürdürmesini istediği için, onun hayli genç bir yaşında dünya evine girmesini sağlamıştı. Böyle vakitsizce evlendirmeler bu tür aileler arasında epey rağbet görüyordu. Daha yirmili çağlarında evlenen Myriel, bütün bunlara karşın kendisinden uzun uzun söz ettirmişti. Alımlı bir delikanlıydı, fazla uzun boylu sayılmamasına rağmen, kibar ve göz alıcıydı. Epey de nükteli konuştuğu için kadınlar katında hayli beğeni kazanmıştı. Evlenmesi onun dingin bir hayata kavuşmasını sağlamadı. Delikanlılık yıllarını çeşitli zevkler ardında koşarak harcadı. Fakat bunların yanı sıra, Fransız ihtilaliyle gelen karışık ve çetin yıllar, ailelerin mahvolup dağılışı, Myriel’in hayatında da bazı değişikliklere meydan verecekti. Charles Myriel, ihtilalin ilk haftalarında ailesiyle İtalya’ya göçmek zorunda kalmıştı. Yıllardır ince hastalığa yakalanmış olan eşi, orada hayata gözlerini kapattı. Çocuksuzlardı. Bu vefat Charles Myriel’i altüst etti ve hayatının değişmesine zemin hazırladı. Adeta alınyazısını değiştirdi. Moral bakımından yıkılmıştı. Eski Fransız sosyetesinin parçalanıp çözülmesi, kendi ailesinin yıkımı, onu hayli yıpratmıştı. Zevkperest delikanlı, önceleri tek başına olmayı istedi, her şeyden vazgeçip inzivaya çekilmek istedi. Nasıl olduğunu kimsecikler bilemedi, fakat İtalya’dan döndüğünde Myriel, dine adamıştı kendini.
Takvimler 1804’i gösterdiğinde Myriel, Brignolles’de rahipti.
Yaşı alabildiğine geçkin olduğu için, zorlu bir yalnızlık içinde geçiriyordu günlerini.
Napoleon’un taç giyme töreni için hazırlıklar hızlandırılırken, kimi işleri yüzünden ara ara Paris’e giden Rahip Myriel, Kardinal Fesh’i görmeye gidiyordu. Konakta dayısını ziyarete gelen Napoleon’la karşılaştı. Kocamış bir din adamının kendisine üsteleyerek bakmasına işkillenen Napoleon, aniden bir yaverine, yüksek sesle:
«Gözlerini benden ayırmayan şu adam kim acaba?» diye sordu.
Myriel hazırcevap biriydi; kayıtsızca karşılık verdi:
«Majesteleri! Siz herhangi bir adama bakıyorsunuz, ama ben karşımda çok önemli bir adam görüyorum. Bu fırsatı ikimiz de değerlendirebiliriz.»
O günün akşamı, İmparator, dayısına bu hazırcevap din adamının adını sordu. Hemen sonra, Myriel, Digne şehrinde boş duran Piskoposluk makamına tayin edildiğini hayretler içinde kalarak haber aldı.
Charles Myriel’in, delikanlılık yıllarına ilişkin dedikoduların gerçeğe uygunluk derecesi nedir bilmiyoruz.
İhtilalden önce onun ailesini tanıyan hayli az kişi vardı.
Sonraki yıllarda, Charles Myriel, gevezeleğin bol, zekânın sınırlı olduğu bu şehre yerleşince, oradakilerin öfkesini üzerine çekti. Ayrıca, piskopos olması da, bunda hayli rol oynamıştı. Ama yine de, hakkındaki dedikodular salt boş sözler olabilirdi. Gereksiz gürültü, anlamsız konuşmalar, maval da olabilir diyebiliriz.
İşin esası ise, tam dokuz yıl Digne’de görevine devam ettikten sonra, hakkında söylenmiş ne varsa unutulmuştu. Bunların sözünü bile etmeye kimse kalkışamazdı.
Charles Myriel, Digne’ye yerleşirken, yanına, o güne kadar evlenmemiş kız kardeşi Matmazel Baptistine’i de almıştı. Evlerindeki tek hizmetçi Madam Magloire da Matmazel Baptistine ile akran bir kadındı. Önce Papaz’ın hizmetçilik görevinde bulunan Madam Magloire şu sırada, hem Matmazel Baptistine’in hizmetini, hem de evdeki işleri görüyordu.
Ağabeyinden on yaş küçük olan Matmazel Baptistine, narin yapılı, uzunca boylu, solgun benizli bir kadındı. Hayatı boyunca güzel olmayan evde kalmış kız, geçen yıllar sonucu iyi yürekli olmanın güzelliği olarak adlandırılan bir güzelliğe ermişti. Gençliğinde sıskalık sayılan zayıflığı, kocamışlığında saydamlığa evrilmişti. Bir haleyle kuşatılmış gibiydi. Cinsiyetini geç anlaşılsa da gösteren bedeni ışıkla dolu bir kütleye benziyordu. Parıltılı gözlerinin sürekli öne eğikliği, bir ruhun dünyada kalabilmesinin gerekçesi oluyordu.
Madam Magloire ise gürbüz, pamuk tenli, yuvarlak yüzlü bir kadındı. Hep koşturduğu için, soluğunu sıklaştıran astım krizi yüzünden, sürekli nefes darlığı çekerdi.
Charles Myriel, şehre adım attığında konumuna ve onuruna yaraşan Piskoposluk Konağına yerleştirildi. Vali ile Belediye Başkanı, onun ilk ziyaretçileri oldular. Piskopos da garnizon komutanı generali ve emniyet müdürünü ziyarete gitti.
Yerleşme yeni tamamlanıyordu ki, şehir, yeni Piskoposun ne yapacağını sabırsızca beklemeye koyuldu.

II
CHARLES MYRIEL’İN «MONSENYÖR BIENVENU»(*) UNVANINI ALMASI
(*) Monsenyör: Piskoposların bir unvanı. Bienvenu: ‘Hoş geldiniz’ demektir.

Piskoposun konağı şehir hastanesinin yanındaydı. Doğrusu, bu bir konak da değil, krallara yaraşır bir saray gibiydi. Geçen asrın bitimine yakın, Monsenyör Henri Puget tarafından inşa edilmişti. Muhteşem bir binaydı. Piskopos daireleri, salonlar, odalar en kusursuz biçimde döşenmişti. Eski Floransa tarzına uygun kemerlerle bezeli şeref avlusu, güzelim ağaçlar ve çiçeklerle dolu epey ferah bir bahçesi vardı. 29 Temmuz 1714’te Monsenyör Henri Puget, burada, tanınmış yedi din adamına bir şölen vermişti. Bu yedi adamın portreleri hâlâ yemek salonlarını süslemenin yanı sıra, o benzersiz 29 Temmuz 1714’ü de bir masanın mermerine altın harflerle kazıyarak ölümsüzleştirmişti.
Bitişiğindeki hastane ise, ufak bir bahçesi olan tek katlı bir binaydı.
Şehre gelişinin üçüncü gününde piskopos, hastaneyi ziyaret etti. Bu ziyaretini bitirdiğinde başhekimden, konağa gelmesini rica etti. Şöylece bir konuşma geçti aralarında:
«Doktor, şu sırada kaç hastanız var?»
«Yirmi altı hastamız var, efendim.»
«Evet, benim de saydıklarım bu kadardı.»
«Yataklar iç içe geçmiş gibi, efendim…»
«Evet. Benim de böyle bir gözlemim oldu.»
«Koğuşlar fazla dar, aslında oda gibi, odaları havalandırmak öyle zor oluyor ki.»
«Bunu ben de fark ettim.»
«Biraz iyileşen hastalara güneşli günlerde hava aldırmak istiyoruz, fakat bahçe çok dar.»
«Evet, anladım, doktor.»
«Salgın bir hastalık başladığında, hasta sayısı genellikle yüzü bile geçer, ne yapacağımızı şaşırırız.»
«Sizinle aynı fikirdeyim, doktor.»
Piskopos, oturdukları salonu inceledi. Bir yandan da bazı hesaplar yapıyordu. Sonra kendi kendisiyle konuşur gibi:
«Beni dinleyin, doktor, bir hesap hatası var. Siz tam yirmi altı kişi, beş küçük odada balık istifi yaşıyorsunuz. Halbuki biz, sadece üç kişi, altmış odalı bir konağa kurulduk. Bu doğru değil, bundan eminim. Siz benim şu konağa yerleşin, ben de hastaneye yerleşeyim.»
Ertesi sabah yirmi altı çaresiz hasta, Piskopos’un konağına, Piskopos da hastaneye yerleşmişti.
Eskiden sahibi olduğu servetten Charles Myriel’e hatırı sayılır bir şey kalmamıştı. Ailesi ihtilal günlerinde borca batmıştı. Kız kardeşinin de yılda beş yüz franklık bir geliri vardı ama, bu da sadece onun kişisel harcamalarına ayrılırdı. Piskoposun ise, on beş bin franklık bir maaşı vardı. Hastane binasına yerleştikten sonra, bu maaşla kendince bir bütçe düzenledi:

Ev giderlerine ayrılan para Küçük Papaz Okuluna   : 1500 frank
Papaz Örgütüne : 100 frank
Dini törenlere : 100 frank
Montdidier Misyonerlerine : 100 frank
Paris’teki yabancı misyonlara : 200 frank
Kutsal ruh toplantılarına : 150 frank
Anaokulu örgütlerine : 300 frank
Arles’deki yetimleryurduna : 50 frank
Cezaevlerini iyileştirme Derneğine  : 400 frank
Tutuklulara Yardım Derneğine : 500 frank
Tutuklu aile babalarına kefalet için : 1000 frank
Zor durumdaki fakir öğretmenlere   : 2000 frank
Alp dağları tahıl depolarına: 100 frank
Digne, Manosque ve Sisteron’daki fakir kızların eğitimine: 1500 frank
Yoksul ve düşkünlere : 6000 frank
Kişisel harcamalarıma : 1000 frank
Toplam : 15000.000 frank.

Digne’deki Piskoposluk yıllarında Charles Myriel, bu çizelgeyi hiç aksatmadan uygulayacaktı.
Matmazel Baptistine bu bütçe planı hoşgörüyle karşıladı. Bu kutsal ve kocamış kız için, Charles Myriel hem bir ağabey, hem de bir Piskopos’tu. Aile bağları bakımından yakın akrabası, dostu ve din bakımından kendisinin üstü olarak görüyordu onu. Ona, saygılı bir sevgi duyardı.
Kâhyaları Madam Magloire sesini biraz yükseltecek oldu. Piskoposun özel harcamalarına sadece bin frank ayırmasından hiç de hoşlanmamıştı. Bu bin franka Matmazel Baptistine’in o beş yüz frankı da eklenince bin beş yüz frank ediyordu ki, Piskopos ve iki kocamış kadın bu parayla güç bela geçiniyorlardı.
Bu arada civar kiliselerin rahipleri de kendisini ziyarete geldiklerinde, Piskopos onları ağırlamayı hiç savsaklamazdı. Şehre yerleşmesinin üç ay sonrasında, bir gün öfkelencek gibi oldu Piskopos:
«Bu kadar tutumlu davranmamıza rağmen, yine de güç bela geçiniyoruz.»
Madam Magloire bu çıkıştan hoşnuttu, hemen atıldı:
«Öyle ya, Piskopos hazretleri araba giderlerine ayrılan ödeneği istemediler ki. Oysa eskiden, piskoposların yol ve araba giderleri de karşılanırdı.»
Piskopos ihtiyar kadından yana çıktı:
«Hakkınız var, Madam Magloire.»
Biraz zaman geçince, istediği ödenek kabul edildi. Yılda üç bin frank tutan bu ödenek Piskopos’un araba, haberleşme ve ulaşım giderleri içindi.
Üzülerek belirtelim ki, şehrin ekabir takımı, buna öfkeyle karşı koydu. Üstelik bir senatör, Beş Yüzler Meclisinin eskiden üyesi olan biri, ilahiyat Fakültesi Dekanına hışım dolu bir mektup yolladı:
«Araba giderleri için ödenek mi? Bu ne anlama geliyor? Dört bin nüfuslu ufacık bir yer için buna ne gerek var ki? Bu azmış gibi bir de haberleşme ve yol giderleri? Bu gezilerin faydası ne olabilir? Bu dağlık diyarlarda yol da yok. Herkes her yere atla gider. Durance nehrindeki köprü bile sadece öküz arabalarını taşıyacak kadar sağlamdır. Ah şu din adamları… hepsi de birbirine benziyor, hepsi de doymak bilmez ve pinti… Bu yeni gelen önce ermiş gibi görünmeyi denedi. Fakat, onun da foyası ortaya çıktı. Piskopos Hazretleri binmek için, at arabası isterlermiş. Eski piskopos gibi, bu da rahatı seviyor… Ah efendim İmparator bizi şu tutuculardan kurtaramadı ki. Onları başınızdan atmadığınız sürece, işler düzelmez. Papaya da yuh, aslında ben hiçbirine kulak asmam ya…»
Fakat Piskopos’un bu isteğine Madam Magloire epey sevinmişti. Hemen Matmazel Baptistine’ye koşup güzel haberi verdi: «Ah Matmazel, artık efendimizin de kapalı bir arabası olacak. O da kendisini düşünme vaktinin geldiğini nihayet anladı. Şu üç bin frank epey iyi oldu, belimizi biraz düzeltebiliriz.»
Üzülerek söyleyelim ki, M

adam Magloire’ın heyecanı boşunaydı, çünkü daha gün bitmeden, Piskopos hazırladığı bir mektubu kız kardeşine uzattı:

ARABA VE YOL GİDERLERİ İÇİN ÜÇ BİN FRANK
Hastalara et suyu dağıtmak : 1500 frank
Draguignan düşkünleryurduna : 250 frank
Aix Anaokuluna yardım : 250 frank
Yetimlere : 500 frank
Kimsesiz çocuklara : 500 frank
Toplam : 3000 frank.

Charles Myriel’in bütçe düzeni böyleydi.
Kilise ve dini işler için, ihtiyaç duyulan paraları, Piskopos varsıllardan alıp, yoksullara verirdi. Bir süre sonra bağışlar oluk gibi akmaya başladı.
Parası olan da, olmayan da Charles Myriel’in kapısına koşardı. Bazıları kendileri için ayrılan yardımı almaya gelir, bazıları da bağışta bulunmaya gelirdi. Aradan bir yıl geçince Piskopos iyilik ve yıkımların para kasası olmuştu. Elinden epey yüklü paralar gelip giderdi. Gelgelelim kendisi, hayat tarzını hiç değiştirmemişti. Dünyada, acılar ve yıkımlar o kadar fazlaydı ki, din adamının dağıttığı paralar, güneş gören kar gibi eriyip gidiyordu. Piskopos ne kadar bağış alırsa alsın, yine de para yetiştiremiyordu. işte o zaman, kendi giderlerinden kısıp, sadakaları vermeye çalışıyor ve bu yüzden de epey dar bir bütçeyle yaşıyordu.
O günlerde Piskoposların yazılarına, mektuplarına, dilekçelerine bütün adlarını yazmaları âdettendi. Oraların yoksulları Charles François Bienvenu adları içinde ona en yaraşanı seçtiler: Bienvenu. Artık onu sürekli «Monsenyör Bienvenu» diye çağıracaklardı.
Myriel kendisini üçüncü adıyla çağırmalarından hoşnuttu:
«Bu addan memnunum,» derdi. «En azından Monsenyör unvanının resmiyetini kaldırıyor.»
Betimlediğimiz portenin makul olmadığının farkındayız. Fakat aslına sadık kaldığını belirtebiliriz.

III
İYİ KALPLİ PİSKOPOS’UN ÇETİN GÖREVİ

Araba ödeneğini ihtiyacı olanlara veren piskopos, gezilerini buna rağmen boşlamıyordu. Yerbilimsel anlamda sarp bir bölge olan Digne’de piskoposluk epey zahmetli bir iş sayılırdı. Hiçbir düzlük yer yokmuş gibi olan bu dağlık arazinin yolları da hayli zorluydu. Ama ziyarete gitmesi gereken sayısız dinsel kuruluş bulunuyordu. Fakat Piskopos Myriel bu zorluğu da yenmeyi başardı. Uzak olmayan yerlere yürür, ovada iki tekerlekli arabayla gider ve dağlara katırla çıkardı. Zaman zaman, kız kardeşiyle, Madam Magloire’ı da yalnız bırakırdı. Kağnıyla çıkabildiği dağ köyleri de vardı.
Bir gün, eski bir dinsel merkez olan Senez’e eşekle gitti. O sırada hiç parası olmadığından, başka binit bulamamıştı.
Şehir valisi kendisini karşılamak için koştuğunda, onun eşekten inmesine parmak ısıran ya da ayıplayan bakışlarla baktı. Valinin yanında duran birkaç kentsoylu da kahkahalar attılar. Piskopos, onlara şunları söyledi:
«Vali Hazretleri ve kentsoylu beyler, bana şaşkınca baktığınızı fark ettim. Kim bilir, belki de benim gibi önemsiz ve parasız bir rahibi efendimiz İsa’yı taşıyan bir hayvanın üzerinde gördüğünüz için beni fiyaka yapıyor diye kınayabilirsiniz! Fakat emin olun, beyler, bunu fiyaka niyetiyle değil, yalnızca zorunluluktan yapıyorum.»
Böylesi gezilerinde epey uysal, cana yakın ve ilgi çekici konuşur, vaaz vermez, söyleşir gibi konuşurdu. Örneklerini hep o çevrelerden seçerdi. Oralardaki bir köyün sakinlerinin nasıl birbirlerine yardımcı olduklarını gittiği bir başka köyde anlatır, hayırsever kasaba ya da köyün kutsanmış bir yer olduğunu söylerdi. ihtiyacı olanlara yardım etmeyen bir bölgede şöyle derdi: «Briançonlu’lara bakın. Fakirlere, dul ve yetimlere ekin biçme hakkını diğerlerinden üç gün önce verdiler. Evleri oturulamaz hale geldiğinde onları, para istemeden tamir ediyorlar. Böylece, Tanrı’nın sevgisine eriştiler. Bir asırdır orada bir cinayet bile işlenmedi.»
Kârları konu olduğunda tutkulu olan köylerde ise: «Embrunlüler’e bakın. Ekin biçme vakti, bir aile reisi hasta, oğulları askerde, kızları şehirde hizmetteyse, köy rahibi vaazlarında ona yardımcı olunmasını ister; pazar günü, sabah duasından sonra, bütün köy ahalisi, kadın-erkek, yaşlı-genç, zavallı adamın tarlasına gidip ekinini dererler, samanını, tahılını ambarına taşırlar,» derdi. Para ve miras için tartışan ailelere şunu: «De- volny dağlılarına bakın, öyle vahşi bir yer ki, elli yılda tek kuş şakıması bile duyulmaz. İşte orada, bir ailede baba bu dünyadan göçünce, damat bulup evlenebilsinler diye, oğlanlar her şeyi kızlara terk edip gurbet ellere para kazanmaya giderler.» Davalara düşkün, köylülerin her şeyini mühürlü kâğıtlar yoluna heder ettiği bölgelerde: «Şu Queyras vadisinin iyi insanlarını görmüyor musunuz?» derdi. «Üç bin nüfuslu bir yer. Hey Yüce Tanrım! Tıpkı küçük cumhuriyet gibi. Ne yargıç, ne savcı tanırlar. Muhtar her işi görür. Herkesi adil biçimde vergiye bağlar, geçimsizlikleri parasız giderir, mirasları vekâlet parası istemeden bölüştürür, ilamları para harcamadan yapar. Safların sözüne kulak verir.» Aynı zamanda, cehaletle savaşmayı hiç boşlamazdı. Öğretmensiz köylerde şunları söylerdi:
«Bakın Queyras’dakiler neler yaptılar? Sayıları fazla olmadığı için okul açamadılar, fakat bütün vadiden devşirdikleri o seyyar öğretmenler dağ tepe demeyip, her hafta bir başka köyü okutuyorlar. Bu seyyar öğretmenlerle karşılaştım. Şapkalarına iliştirdikleri kalemlerden tanıdım onları. Okuma belletenlerin sadece bir kalemi, okuma ve matematik belletenlerin iki kalemleri oluyor. Okuma, matematik ve Latince belletenler ise şapkalarına üç kalem iliştirir. Cahil olmak çok korkunç. Sizler de Queyras köylülerinin davrandıkları gibi davranabilirsiniz.»
Uğradığı her yerde, kendisini sevdirir, acıları gidermeye gayret eden sevecen ve sorumluluk sahibi bir baba gibi dolaşarak, dağlarda tepelerde taban teperdi.

IV
TEORİ VE PRATİĞİN BİRLİĞİ

Konuşmaları keyifli ve sevimliydi. Herkesin düzeyine uygun davranmasını bilirdi. Evinde beraber yaşadığı kocamış kadınlarla sürekli şakalaşır, bir çocuk gibi içten kahkahalar atardı.
Akrabası olan Lo Kontesi, mirasa konacak oğullarından her zaman söz ederdi. Oğullarının en küçüğü bir teyzeden yıllık yüz bin franklık bir gelire kavuşacaktı. Ortanca oğlu, amcasının ölümünden sonra onun Dük unvanına konacaktı. En büyük oğlu ise, dedesinin unvanına, şato ve bütün mallarına konacaktı. Çoğu zaman, Piskopos bu lafazan kuzeninin sözlerini anlayışla dinlerdi. Fakat bir seferinde, Kontes, konuşurken onun kendisini dinlemediğini fark etti, kınar gibi, bağırdı:
«Ama Kuzenim neler oluyor size böyle? Nerelere daldınız? Sözlerimi dinlemiyorsunuz.»Piskopos ona şöyle dedi:
«Aziz Saint Augustin’in özlü bir sözünü hatırladım da… Şöyleydi: ‘Dünya malına bel bağlamayın’.»
Başka bir seferinde, şehir asillerinden birinin ölüm haberini bildiren mektup geldiğinde epey şaşırmıştı. Mektupta, ölenin tüm unvanlarını yazmışlardı. Aynı zamanda, taşınmazları da eklenmişti. Piskopos: «Yüce Tanrım!» diye söylendi. «Tanrı katına bu unvanlarla mı çıkacak?»
Çoğu zaman, özel bir ifade içeren, cana yakın bir alayla konuşurdu. Paskalyadan önceki o kutsal «Büyük Perhiz» haftasında, Digne’e uğrayan genç bir rahip, yoksullara yardım etme konusunda alabildiğine etkili konuşmuş ve parlak bir vaaz vermişti. Şehirde emekli olan, epey varsıl bir alsatçı olan Mösyö Geborand, kilise kapısında, bekleşen yaşlı dilenci kadınlara biraz sadaka dağıtmıştı. Bu öyle önemsiz bir miktardı ki, ayrıca, altı dilenci kadın bunu aralarında bölüşecekti bir de, hiçbirine yeterli para kalmayacaktı. Piskopos Bienvenu kiliseden çıkarken kız kardeşine:
«Dinle kardeşim, Mösyö Geborand, cennete birkaç kuruşluk bir bilet alıyor,» dedi.
Halbuki kendisi yardım toplarken, asla yorulmak bilmez, inatla varsılların kapılarına giderdi. Şehrin epey ilginç adamlarından olan Ohamptercier Markisi kocamış ve epey elisıkı biriydi. İki yönlü kılıç gibi bir yandan Kralcı, bir yandan da Voltaire( Voltaire: Fransız aydını (1697-1778) ve filozof, ihtilal yanlısı diğer filozoflarla ilk Ansiklopedi ‘yi yayınlamıştı.) hayranı olmayı yan yana getirebilmişti. Piskopos onu evinde ziyaret edip kendisine:
«Marki hazretleri, bana yoksullarıma dağıtmak için bir şeyler verebilir misiniz?» diye sorduğunda, adam hışım dolu bir sesle şu karşılığı verecekti:
«Monsenyör, benim kendi yoksullarım var.»
«O halde onları bana verin!»
Kilisede şöyle bir vaaz verdi bir gün: «Aziz kardeşlerim, iyi dostlarım! Fransa’da bir milyon üç yüz yirmi bin köylü evinde üç delik var; bir milyon sekiz yüz binde de iki delik; bir kapı, bir de pencere. En sonunda üç yüz kırk altı bin kulübenin de bir deliği var: sadece kapı. Bu da, kapı ve pencere vergisi adlı bir şey yüzünden. Bu evlere biçare aileleri, kocamış kadınları, küçük çocukları yerleştirin, sonra da salgınlara, hastalıklara bakın! Ne üzücü! Tanrı havayı insanlara bağışlar, kanun ise bunu onlara satar. Kanunu suçlamıyorum, Tanrı’ya şükrediyorum, İsére’de, Var’da her iki Alpler’de, Yukarı ve Aşağı Alpler’de, köylüler el arabalarına bile sahip olmadığından, gübreyi sırtlarında taşıyorlar; mumları olmadığından çıralar, çam sakızında bekletilmiş ipler yakıyorlar. İşte Yukarı Daupine bölgesinde durum bu. Altı aylık ekmeği aynı anda hazırlayıp, tezekte pişirirler. Kışın, bu ekmeği baltayla parçalayıp, yenir hale gelmesi için de bir gün boyunca suda bırakırlar. Kardeşlerim, merhametli, iyi yürekli olun! Bakın, etrafınızda ne çok zavallı var!»
Bienvenu Myriel, güney Fransa’nın Brovans eyaletinde doğduğu için, oranın bütün lehçelerini rahat rahat konuşurdu. Bu da yöredekilerin hayli hoşuna giderdi. Her şiveyi bilen bir din adamı, hiç zorlanmadan ruhlara da işleyebilirdi.
Aslında varsıllara da yoksullara davrandığı gibi davranırdı.
Asla önyargılı davranmazdı. Doğru bir karar alabilmek için suçu uzun uzun incelerdi, «Hataya neden olan yolu inceleyelim» derdi.
O şirin gülümseyişiyle itiraf ettiği gibi, gençliğinde kendisi de günah işlemişti. Bundan dolayı hiç de yobaz olmayan, kendince bir fikri vardı. Sürekli aynı şeyi söylerdi.
«Ademoğlu kendisine bir yük ve hem de bir ayartıcı olan bedenini, sürükler. Zaman zaman, onu alteder, zaman zaman onun arzularına yenilir. Kişi özvarlığına egemen olmalıdır. Fakat üstesinden gelemeyeceği kimi durumlarda boyun eğip düşebilir. Fakat bu düşüş dizler üzerine olup, duayla bitmeli. Bir aziz olmak, olası değildir, doğru ve haktanır olmak, yeter. Günah işleyebilirsiniz; ama kesinlikle doğru yoldan çıkmayın. Haktanır olun, ademoğlunun yasası, alabildiğine az günah işlemektir; hiç günah işlememek meleklerin işidir. Dünyadaki her canlı, günaha boyun eğebilir, bu bir tür yerçekimidir.»
Toplum kurbanı kadınlar ve yoksullara biraz daha anlayışlı davranırdı. Sürekli şunu derdi: «Kadınların, çocukları, hizmetçilerin, zayıfların, yoksulların ve cahillerin günahları; eşlerinin, babalarınım, efendilerinin, güçlülerin, varsılların ve bilgililerin suçlarından gelir.»
Olayları herkesten farklı biçimde algılayıp, değerlendirirdi, kendi sözleriyle o «yüreğinin sesine uyardı.»
Bir gün, bir salonda bir cinayetten konuşulduğunu duydu. Sevdiği kadının ve ondan doğma çocuğu uğruna bir yoksul, kalpazanlık yapmıştı. O günlerde bu suçun cezası idamdı. Dostunun bastığı sahte paraları piyasaya sürerken kadını yakalamışlardı. Adam hakkında kesin kanıt bulunmuyordu. Fakat kadın onu ele verebilirdi. Halbuki genç kadın, bütün suçlamaları inkâr ediyordu. Derken, Krallık Savcısının aklına şeytanca bir fikir geldi. Kadın konuşsun diye onu kıskandırmayı denedi, ona âşığının başka bir kadınla ilişkisi olduğunu söyledi. Bunu düzmece mektuplarla ispat etme yoluna gitti. İşte o zaman kıskançlıktan gözü kararan kadın her şeyi itiraf etti. Adam, Aix şehrinde yargılanacaktı. Bu konu her yerde konuşuluyor ve herkes savcının zekâsına hayran kalıyordu. Kadının kıskançlığını alevlendirip onu itiraf etmeye zorlaması epey hoş karşılanmıştı. Piskopos bu öyküyü hiç yorum katmadan ilgiyle dinledi, ve sordu:
«Adamla kadının yargılanma yeri neresi?»
«Aix Ceza Mahkemesi!»
«Peki, fakat Krallık Savcısını kim yargılayacak?»
İşte Piskopos Bienvenu böyle biriydi.
Aynı Digne şehrinde, acıklı bir olay yaşanmıştı. Bir cambaz, cinayet suçlamasıyla yargılandı. Cambaz bilgili olmasa da, o kadar kara cahil de sayılmazdı. Dava, şehirde fazlasıyla şamataya meydan vermişti, infaz gününden bir akşam önce cezaevi rahibi rahatsızlandı. Rahibe haber verdiler, ama o gitmeyi istemedi: «Bu cambazın yanı bana uygun değil,» diye karşı koydu, «hem ben de rahatsızım.» Bunu duyan Piskopos, hemen kararını verdi:
«Rahibin hakkı var, bu bedbaht adama gitmek benim işim.»
Hızla cezaevine gitti. Cambazın hücresine girdi, onu adıyla çağırdı ve onunla epey dostça konuştu. Ona kardeşlik, babalık ve rahiplik etti. Avutmaya çalışarak, gerçekleri gösterdi. Bu adam ölecekti. Ölüm onun için dipsiz bir kuyuydu. Cambaz büsbütün umursamaz davranamayacak ölçüde okumuştu. Piskopos ona rehberlik yaptı, bu kuyunun dibinde kendisini bekleyen ışıktan söz etti. Ertesi sabah tutukluyu infaza götürmeye geldiklerinde, Piskopos, onunla gitti. Darağacına onun yanı sıra çıktı, bir gün önceki o mahvolmuş, o perişan adamın yüzü aydınlanmış gibiydi. Artık ruhunun selamete erdiğinden emindi ve giyotinin altına başını yerleştirdiğinde, Piskopos Myriel, ona şu sözleri söyledi: «Ademoğlunun öldürdüğünü Tanrı yaşatır. Kardeşlerince kovulan, babasına kavuşur. Dua et, inan ve ebedi hayatı kazan. Tanrı orada seni bekliyor.»
Üzülerek belirtelim ki toplum genellikle davranışları gerçekçi ölçülerle değerlendirmekten uzaktır. Piskopos’un bu eşsiz davranışı şehirde birçok değerlendirmeye neden oldu. Yüksek sosyete mensupları, onu fiyakacılıkla suçladılar. Ama bunu şehrin sosyete salonlarında yaptılar. Şehirdekiler bu kutsal din adamının, bu asil davranışına yürekten katıldı. Piskopos’a gelince, ölümdeki şiddeti ve giyotini bu kadar yakından görmek, onda bir altüste neden oldu. Birkaç hafta, toparlanamadı. Aradan bir süre geçince eski haline döndü; ama bir daha o infaz yerinden geçmemeye dikkat etti.
Darağacı, insan ayakta, dimdik durduğunda bile karadüş gibi görünür. İnsan kendi gözleriyle giyotini görmediği sürece, ölüm cezasına karşı biraz olsun umarsız kalır, eksiksiz bir fikir edinemez, «evet» ya da «hayır» der; fakat onu gördükten sonraki altüst oluş epey şiddetli oluyor, artık kara

vermeli, taraftarı veya karşıtı olmalı. Bazıları, Maistre gibi, buna bayılır; bazıları da, Beccaria gibi, bundan iğrenip korkar. Giyotin yasanın hesaplaşmasıdır; adı «intikam alma»dır, kendisi tarafsız olmadığı için, sizin de öyle olmanıza rıza göstermez. Onu gören, esrarengiz bir titreyişe kapılır. Bütün toplumsal sorunlar giyotin bıçağının etrafına soru işaretleri bırakır. Darağacı tahta bir iskele, bir makine değildir; darağacı tahtadan, demirden, ipten mamul cansız bir gereç değildir. Tanımı güç, karanlık özel girişimlere, dizgelere sahip bir tür yaratığa benzer; diyebiliriz ki, bu iskele görüyor, bu makine duyuyor, bu gereç algılıyor, bu tahta, bu demir, bu ipler bir şeyler bekliyorlar. Onun varlığının, ruhu içine gömdüğü karabasanda darağacı celladın suçortağıdır; kemirir, insan eti yiyip, kan içer. Yargıçla marangozun işbirliğiyle oluşmuş bir yaratıktır darağacı. Kendi verdiği ölümlerden yapılma bir tür korkunç hayat sahibi bir hortlağa benzer.
Müthiş etkili ve derindir. İdamın ertesi günü, dahası çok sonraları, piskopos epey bitkin görünüyordu. O lanetli andaki insanüstü huzuru kaybolmuştu; toplumsal adaletin hortlağı sürekli ardındaydı. Genellikle bütün işlerinden aydınlık bir sevinçle dönen bu adam, şimdi kendini suçlar gibiydi. Zaman zaman kendi kendine söyleniyordu, kısık sesli bir monolog sergiler gibi kekeliyordu. işte, bu konuşmalardan kız kardeşinin bir akşam duyup da bir yere yazdığı, «Bu kadar vahşice olduğunu sanmıyordum. İnsanların kanununu görmeyecek kadar, Tanrı kanununa saplanmak, hatadır. Öldürmek sadece Tanrı’ya hastır. Ne hakla insanlar bu meçhul şeye ilişebiliyorlar?»
Günün rastgele bir vaktinde, onu hastalar ve ölüler için çağırabilirlerdi. Bunu, en acil işi bilir ve asla boşlamazdı. Dul ve yetimler onu çağırma gereğini duymazlardı. Bienvenu, habersizce gelir, çocuğunu kaybeden ananın, eşini kaybeden adamın yanında, sessizce uzun uzun otururdu. O susma vaktini bildiği gibi, konuşma vaktini de bilirdi. O «acınızı kalbinize gömün» demezdi, aksine acıyı giderek koyultup, acıya bir ağırbaşlılık, bir kutsallık eklerdi. Sevdiklerini kaybedenlere, sürekli şunları söylerdi:
«Ölümü dipsiz bir uçurum, bir çürüyüş gibi görmeyin. İlgiyle bakınız, sevdiğinizin canlı ışığına, göklerde rastlayabilirsiniz.»
O, inancın insan için vazgeçilmez olduğunu bilirdi. Acılanan insanlara, gökte parlayan yıldızları gösterip ona Tanrı yolunu gösterirdi.

V
MONSENYÖR BIENVENU’NUN AYNI CÜPPEYİ YILLAR BOYUNCA KULLANMASI

Piskopos’un dış dünyası da iç dünyasından fazla farklı değildi. Onu yakından tanıyanlar için, kendisini yargıladığı bu yoksul hayat, aslında hayli yüz ağartıcı ve özlenir bir yoksulluktu.
Bilgelerin ve ihtiyarlamış insanların çoğu gibi, Bienvenu Myriel’in de, uykuya ayırdığı zaman epey sınırlıydı. Fakat bu kısacık uykusu çok derindi. Sabah uyandığında yaklaşık bir saat boş durur, düşünür, düşüncelerine bir düzen verirdi. Daha sonra, katedralde ya da evinin dua odasında bir tören yapardı. Bunun ardından, inek sütüne batırılmış bir dilim çavdar ekmeğiyle kahvaltı eder ve işe girişirdi.
Bir piskopos vakti epey sınırlı bir insandır. Piskoposluk daire yazmanıyla her gün konuşması gerekir; hemen her gün de rahipleriyle bir araya gelip görüşür. Dinsel kurumların denetlenmesi, ayrıcalıkların dağıtılması, incelenecek kocaman bir dinsel kitaplık vardır, dilekçeler yazılacak, izinler, verilecek vaazlar, rahiplerle belediye başkanlarının anlaştırılması, haberleşmeler, yönetsel yazışmalar… bir yanda Devlet, bir yanda Papalık; sayısız iş.
Bu kabarık işlerden, ayinlerden, dua okumalardan kalan vaktini önce yoksullara, hastalara ve ihtiyaç sahiplerine ayırırdı. Onlardan kurtardığı zamanı ise işe verirdi. Kimi zaman bahçesiyle uğraşır, kimi zaman okur, yazardı. Bu iki işi de tek kelimeyle ifade ederdi: Bahçede çalışmak. «İnsan zihni de bir bahçedir» derdi.
Öğlen olduğunda tekrar yemek masasına otururdu. Kahvaltısı kadar basit bir yemek yerdi.
Öğleden sonra saat iki olduğunda hava elverişliyse gezintiye giderdi. Şehirde ve kırlardaki, en fukara evlere uğrardı. Bastonuna abanıp, dalgınca yürürdü. Üzerinde kalın mor paltosu, ayağında kaba çivili ayakkabılar ve mor çorapları olurdu. Başındaki, piskoposluk şapkasıyla oralardaki herkesin saygı duyup sevdiği bir din adamıydı.
Geçtiği yerler, bir bayram şenliği yaşar gibi olurdu. Isıtır ve aydınlatır gibi görünürdü. Yaşlılar ve çocuklar, onun yoluna koşarlardı. Piskopos karşılaştığı bu çocukları kutsar ve onların hayır dualarını alırdı.
Kimi zaman durup, çocuklarla şakalaşır, genç anneleri bir gülümseyişle selamlardı. Yanında para var ise yoksulları ziyarete gider, cüzdanı boş kaldığında ise zenginleri görmeye giderdi.
Cüppelerini yıllar boyu kullandığı için, eskilikleri görünmesin diye şehirde, sürekli mor paltosunu giyerdi. Yaz sıcağında, bu durum onu epey huzursuz ederdi.
Akşam yemeği saati sekiz buçuktu. Madam Magloire ona ve kız kardeşine hizmet ederdi. Öğle yemeğindeki gibi gösterişsiz yemekler yerdi.
Fakat yemekte çevre köylerin rahiplerinden bir konuk olduğunda, Madam Magloire, fırsatı değerlendirip, Piskopos’a leziz bir balık ya da bir av eti hazırlardı. Kendi başlarına olduklarında, zeytinyağlı sebzeler ve az yağlı bir çorbayla karınlarını doyururlardı.
Yemeğin ardından, yarım saat kadar Matmazel Baptistine ve Madam Magloire ile söyleştikten sonra, odasına kapanır, tekrar yazmaya girişirdi, kâğıtları, bazen de kitapların kenarlarını yazılarla doldururdu. Bilgili bir adamdı, epey eğitimliydi de. Beş-altı tane el yazması, hayli ilginç yapıtlar bırakmıştır: Bir tanesi, Tevrat’ın «Tekvin» (Yaratılış) bölümündeki ayet hakkındaydı: «Başlangıçta, Tanrı’nın ruhu sularda yüzüyordu.» Bu ayetin, üç ayrı çevirisini birbiriyle ölçüyordu: Arapçasında:
«Tanrı’nın rüzgârları esiyordu» der. Flavius Joséphe: «Gökteki bir rüzgâr yere doğru atılıyordu» der. En sonunda Onkelos’un Gildani dilindeki bölümü de: «Tanrı’dan gelen bir rüzgâr suların yüzeyinde esiyordu» der. Piskopos Myriel, bir diğer yazısında da, bu yapıtın yazarının büyükamcası olan, Ptolémais Piskoposu Hugo’nun dinsel eserlerini incelemiş, Barleycourt takma adıyla, geçen asırda basılan çeşitli broşürlerin bu piskoposa ait olduğu kanıtlanmıştır.
Kimi zaman, okurken, okuduğu ne olursa olsun, koyu düşüncelere dalardı. Bunun sonunda da, hemen elindeki kitabın sayfalarına bastırılamaz bir hevesle birkaç satır karalardı. Yazdığı bu satırların çoğunlukla, içinde bulundukları kitapla ilgisi olmazdı. Elimizde, bir kitabın sayfalarına düşülmüş bir not var. Bu kitabın adı, Lord Germain’in General Clinton Cornwallis ve Amerika’daki Amirallerle Yazışmalarıydı. Versailes’da Poinçot Kitabevi, Paris’te Des Augustins rıhtımında Pissot Kitabevi. Düştüğü not ise şu: «Ey, sen ki varsın! Din adamı sana Tanrı diyor; Tevrat yorumcusu Yedi Macchabées Kardeş, Yaradan diyor; Efeslilere gönderilen yazı, Özgürlük diyor; Barch, ebediyet diyor; Mezamir, Bilgi ve Gerçek; Jean, Aydınlık diye adlandırıyor; Krallar, Yüce Varlık diyor; kullar, Rab diyor; fakat Hz. Süleyman, Gafur (Bağışlayıcı) adını vermiş; işte adlarınızın en güzeli.»
Saat dokuz civarında, her iki kadın da, onu alt katta tek başına bırakıp, üstteki odalarına çekilirlerdi.

VI
PİSKOPOS’UN EVİNİN KORUYUCULARI

Değindiğimiz gibi, Bienvenu Myriel’in evi, zemin katla, birinci kat arasındaydı. Altta üç ve birinci katta üçer oda ve bir de çatı katı vardı.
Yarım dönümlük bir bahçe evinin arkasını çevrelerdi. Piskopos alttaki odaları kullanırdı. Sokağa açılan kapısı olan ilk odayı yemek salonu niyetine kullanırdı, ikinci odada uyurdu, üçüncü oda ise dua ve çalışma odasıydı. Bu evde koridor olmadığından, dua odasından çıkmak için yatak odasından, oraya girmek için yemek odasından geçmesi gerekirdi. Dua odasının bir köşesinde perde çekili bir girinti vardı; buradaki yatakta habersizce gelen bir konuk yatırılırdı.
Bahçedeki hastanenin ilaç konulan odasını, mutfak yerine kullanırlardı. Bahçedeki ahırda Piskopos’un beslediği iki inek vardı. Her sabah sağılan sütler hastanedeki hastalarla bölüşülürdü.
Büyük olan Piskopos’un odasını kışın ısıtmak epey zor olurdu, Digne’de odun ateş pahasıydı. O, ahırın bir köşesini bir paravanla ayırmıştı ve bu bölmede fazla soğuk olan kış günlerini geçirirdi. Buraya «Kışlık salon» diyordu.
Bu kış salonunda sayılı mobilya bulunurdu; bir masa, dört de hasır iskemle. Yemek odasında da aynı beyaz tahta masa ve hasır iskemleler vardı, pembe boyalı bir dolap dışında aralarında fark yoktu. Böylesi bir başka dolap da dua odasında «sunak» niyetine kullanılırdı. Varlıklı ve dindar kadınlar beyaz işlemeleri bir örtüyle saklı bu sunak yerine, şehrin gerçek bir sunak satın alması için para toplamışlardı. Fakat Piskopos her seferinde bu parayı yoksullara vermişti.
Sürekli aynı sözleri ederdi:
«Sunakların en güzeli, ilahi avuntuya kavuşan ve bu nedenle Tanrı’ya şükreden bir zavallının ruhudur.»
Kilisede, hasırdan iki dua iskemlesi, yatak odasında da yine kolları hasırdan bir koltuk duruyordu. Tesadüfen yedi-sekiz konuğu olursa -vali, general, karargâhtaki kurmay heyeti, rahip okulunun birkaç öğrencisi gibi- ahırdaki kışlık salonun sandalyelerini, kilisedeki dua iskemlelerini, yatak odasındaki koltuğu getiriyorlardı, böylece, konuklara yaklaşık on bir kişinin oturacağı kadar yer bulunmuş oluyordu. Her yeni gelen misafire bir oda boşaltılıyordu.
Kimi zaman on iki kişi oluyorlardı; o zaman piskopos, bunun zorluğunu göstermemek için, kışsa ocağın önünde ayakta bekliyor, yazsa bahçede gezinmeyi öneriyordu.
Kapalı yataklıkta da bir sandalye vardı fakat hem hasırları parçalanmış, hem de üç ayağı kalmış olduğundan yalnızca duvara dayanırsa iş görebiliyordu. Baptistine’in odasında, bir zamanlar yaldızlı olan çiçekli Çin canfesi kaplı irice bir koltuk vardı ama, merdiven epey kullanışsız olduğundan, onu yukarı pencereden çekerek çıkarmışlardı; bu yüzden, yedek mobilya sayılamazdı.
Matmazel Baptistine’in en çok istediği şey, sarı kadife çiçeklerle süslü maun bir salon takımıydı. Üzülerek belirtelim ki, böyle bir şey nereden baksan beş yüz franktan aşağı olamazdı. Zavallı kadın, bu düşünü hiç gerçekleştiremeyecekti. Fakat ne önemi vardı, dünyada isteğine kavuşan kim vardı ki?
Piskopos’un yatak odası, epey sade döşeliydi. Bahçeye açılan camlı bir kapının tam karşısında, yeşil şayak perdelerle örtülü demir bir somyası vardı. Tuvalet masasının üstünde, gümüş kaplı tarak ve fildişi fırçalar eski aristokrat sosyete adamının, ince beğenisini gösteriyordu. Şöminenin yanındaki kapılardan biri dua odasına, diğeri yemek odasına açılırdı. Kitaplarla yüklü, camlı bir dolap, kitaplık niyetine kullanılırdı. Mermer taklidi şöminede, çiçekli vazolar şeklinde süslü bir çift ocak ızgarası ve ayna asılması gereken duvarda bir haç duruyordu. Şöminede genellikle ateş olmazdı.
Bahçeye çıkmak için kullanılan cam kapının önünde, üstünde hokka takımı duran büyük bir masa vardı, üstü kâğıtlar ve ciltli kalın kitaplarla doluydu. Masanın hemen önünde bir hasır koltuk, yatağın yanında ise dua iskemlesi dururdu. Duvarda iki portre vardı. Bunlar ünlü din adamlarının portreleriydi. Herhalde bir zamanlar epey yüklü miktarda bağışta bulunmuş olmalıydılar ki, resimleri hâlâ odadaydı. Piskopos da onları yerinden indirmemişti.
Pencerenin tek kalın perdesi, o kadar eskimişti ki, yenisini almamak için Madam Magloire, tam ortasına yama vurmuştu. Bu yama haç şeklindeydi. Rahip bu perdenin tam da, bir din adamının evine uygun perde olduğunu söylerdi.
Evdeki odalar kirece boyanmıştı. Bu haliyle kışla veya hastane odalarını andırıyordu. Ancak son yıllarda boyalı kâğıtların altından çok hoş resimler çıkarılmıştı. Bunları temizlik yaparken Madam Magloire bulmuştu. Galiba hastane olarak kullanılmadan önce burası bir kentsoylunun evi olmalıydı. Bunun dışında bir neden olamazdı.
Odaların zemini kırmızı tuğladan yapılmıştı. Madam Magloire onları her hafta bol suyla yıkardı. Yatakların önlerine örme hasırlar konmuştu, iki kadının hayatını sürdürdüğü bu ev tertemizdi. Piskopos’un esasen tek lüksü de temizlikti. O, temizlik için:
«Temizliğin yoksullara zararı dokunmaz, onlardan bir şey götürmez» derdi.
Unutmadan söyleyelim ki Bienvenu Myriel’in, eski servetinden, altı kişilik gümüş, çatal, kaşık ve bıçak kalmıştı. Bir de büyücek gümüş bir kepçe. Madam Magloire bu takımları özenle korur, parlatır, dikkatle kullanırdı. Onların temiz beyaz örtülerinde parladıklarını görmekle gururlanır gibiydi.
Piskopos Myriel’in, gerçek portresini çizdiğimize göre, onun önemsiz ve zararsız bir düşkünlüğüne de değinmek isteriz. O, sürekli şöyle derdi:
«Çoğu şeyden vazgeçtim, ama gümüş takımlarla yemekten vazgeçemedim.»
Bu gümüş takımlar dışında, Piskopos’un teyzelerinin birinden kalma iki kocaman şamdan da vardı. Saf ve ağır gümüşten imal edilen bu şamdanlar konuk olduğu günlerde yanardı.
Piskopos’un yattığı odada, yatağının tam baş ucundaki dolaba akşamları, Madam Magloire bunları yerleştirirdi. Şunu da ekleyelim ki anahtar her zaman dolap kilidinin üstünde olurdu.
Bahçe haç gibi çizilmiş dört çizgiden ibaretti. Çizgilerin üçüne Madam Magloire sebze ekerdi; dördüncüsü Piskopos’un özel bahçesi gibiydi, orada çiçek yetiştirirdi. Birkaç kez Madam Magloire, buna karşı koyacak olmuş, çiçeklerin gereksiz olduklarını söylemiş, ama Piskopos şöyle demişti:
«Yanılıyorsunuz Madam Magloire. Güzellik en vazgeçilmez ihtiyaçtır.» Biraz düşünmüş ve şunları eklemişti:
«Bazen en vazçeçilmez ihtiyaçtır.»
Üç-dört çiçek tarhıyla dolmuş bu küçük bahçe, Piskopos’u fazlasıyla oyalardı. Gerçi bitkibilim alanında sınırlı bilgiye sahipti ama böceklere düşman değildi. O minik canlılara fazla kıyamazdı. O, bitkileri incelemez sadece çiçekleri severdi. Tohumları rastgele eker ve sürgünleri her akşam yeşil bir demir kovayla sulardı.
Evin kilitli tek kapısı bile yoktu. Değindiğimiz gibi yemek odası kilise meydanına açılırdı. Piskopos, buraya taşındığında, kapılarda cezaevi kapıları gibi sürgüler ve kilitler bulmuş, hepsini çıkarıp atmıştı. Sokak kapısı her zaman açıktı. Tokmağı döndüren hemen içeri girebilirdi. İhtiyar hanımlar önceleri bu durumdan rahatsız oldular, fakat daha sonra, onlar da Piskopos’un güvenine ortak olup kilitsiz hayata alışmışlardı.
Piskopos Myriel, şöyle derdi:
«Doktorun kapısı asla kapalı olmamalı, fakat papazın kapısı sürekli açık olmalı. İşte aradaki küçük fark!»
Sonra şunu da eklerdi:
«Ben de doktor gibi değil miyim? O, bedenleri sağaltır, bense yürekleri ve ruhları. Benim de onlarınki gibi hastalarım var. Ben de onlara bedbahtlar derim.»
Bir kâğıda şunları yazmıştı: «Kapınızı vuranın adını sormayın; hele de adından utanan birinin,

size sığınmaya ihtiyacı olduğunu kesinlikle unutmayın.»
Madam Magloire’ın üstelemeleriyle, civar köylerde papazlık eden bir adam, bir gün Piskopos’a kapısını kilitsiz bırakmakla dikkatsiz davrandığını söyleyecek olduğunda, ondan şu yanıtı duydu:
«Gerektiği zaman, bir din adamı da bir asker kadar cesur davranmalı. Fakat aradaki fark şu; bizim cesaretimiz uysal ve sessiz olmalı.»

VII
CRAVATTE

Piskopos Myriel’in karakterini eksiksizce tanımlamak için, bir olayı anlatmadan geçemeyeceğiz.
Ollioules boğazlarını talan eden Gaspard Bes’in çetesi dağıldıktan sonra, haydutlardan biri, önceleri Nice’de saklanmış, sonra Piemont’a gitmişti. «Cravette» adlı bu haydut, çeteden kalan birkaç talancıyı yanına alarak, tekrar Fransa’nın güneyinde ortaya çıktı. Yine yol kesip, gelip geçeni soyuyordu. Üstelik Embrun ilçesine kadar uzanmaya bile kalkışıp, bir gece kilisedeki en değerli ayin eşyalarını aşırmıştı. Cravatte oradakilere yaka silktiriyordu. Askerleri ardına takmışlardı, fakat nafile. O, bir yılan gibi ellerinden kayıyordu. Bütün bu karışıklıkta, Piskopos onun bulunduğu yerlerde göründü. Yine bir gezideydi. Chastelar’da Vali, Piskopos’u karşılayarak, kendisinden geri dönmesini rica etti. Cravatte, Arche ilçesine dek dağı tutmuştu. Yolu sürdürmek, birkaç zavallı askerin canını tehlikeye atmak sayılırdı. Piskopos:
«Ben de bu yüzden tek başına gitmeye karar verdim ya,» dedi.
«Bunu aklınızdan geçiremezsiniz, efendim!» diye bağırdı Vali. «Şaka mı bu?»
«Hayır, öyle ciddiyim ki asker istemiyor ve bir saat sonra yola çıkıyorum.»
«Tek başınıza gideceksiniz yani?»
«Evet, tek başına gidiyorum.»
«Efendim bunu yapamazsınız!»
Piskopos o uysal sesiyle:
«Dağda, küçük bir köy var. Üç yıldır oraya uğramadım. Oradakiler, benim iyi dostlarım. Onlar uysal, namuslu çobanlardır. Güttükleri otuz keçiden birini kendilerine alıkoyarlar. Farklı renklerde yünden, ipler, kordonlar örerler. Delikli kavallarıyla çok hoş parçalar çalarlar. Zaman zaman onlara da Tanrı’dan söz etmek gerekir. Tabansız bir Piskopos hakkında ne düşünürler? Gitmezsem beni kınayabilirler.»
«Peki ama efendim, ya haydutlarla karşılarsanız ne olur?»
«Bunu iyi söylediniz. Aklıma gelmemişti bu, iyi ki hatırlattınız. Onlarla karşılaşabilirim, onların da Tanrı’ya dair bilgileri olmalı, onlara da Tanrı’dan söz ederim.»
«Fakat onlar kan emici bir çete, çakallar gibi saldırırlar!»
«Belki onlara faydalı olabilirim. Kim bilir, belki Tanrı, onlarla karşılaşabilmem için bana bu gezi fikrini esinlendirdi!»
«Ama sizi soyacaklar?»
«Güldürmeyin beni, çalınacak neyim var ki?»
«Canınıza kast edebilirler!»
«Dualar okuyarak giden ihtiyar bir din adamını öldürmekle ne kazanırlar ki!»
«Ah Tanrım, ya onlarla karşılaşacak olursanız?..»
«Onlardan yoksullar için sadaka isterim.»
«Efendim, ne olur gitmeyin; canınızı tehlikeye atıyorsunuz.»
«Azizim, şunu unutmayın ki, ben dünyaya hayatımı korumaya değil, ruhları korumaya geldim.»
Gitmesine rıza göstermekten başka yapılacak iş yoktu. Kendisine rehber olmayı öneren genç bir çocukla yola çıktı. Ondaki bu inat, her yerde uzun uzun konuşuldu ve herkes onun adına korktu.
Kız kardeşini ve Madam Magloire’ı da yanına almayı istememişti. Katır sırtında, dağı aştı, yolda kimseyle karşılaşmadı ve kazasız belasız, dostları olan «cesur çobanlar»ın köylerine vardı. Orada on beş gün geçirdi. Vaaz verdi, dua etti, onlarla dostça konuştu. Gitmeden bir gün önce, törensel şekilde bir «Şükran Töreni» yapmak istedi. Bu fikrinden köy papazına söz etti, fakat bu ayinde kullanılan süsler o fukara topraklarda bulunmazdı.
«Sorun değil,» diye kesip attı Piskopos, «biz bu ayini yapacağımızı haber verelim, üst yanını Tanrı sağlar…»
Civar köylerin kiliselerinde bu süsler arandı, bulunamadı.
Böyle sıkıntılar yaşadıkları sabahın erken vaktinde, İki atlı kilise kapısına tahta bir sandık bırakıp gittiler. Sandığın üstünde, bunun «Monsenyör Myriel’in olduğu» yazılıydı. Sandık açıldı, altın ipliklerle işlemeli kusursuz bir tören cüppesi, elmaslarla bezeli bir tören başlığı, altın bir haç çıktı. Bunlar bir ay önce Embrun kilisesinden çalınan değerli eşyalardı. Bir pusulada şunlar yazılıydı: Cravette’in Monsenyör Bienevenu’ye hediyesi.
Monsenyör Bienvenu muzipçe göz kırptı ve köy papazına: «Ben size her şey düzelir dememiş miydim? Tanrı gönderdi,» dedi.
Papaz da gülümseyerek baş salladı:
«Ah efendim,» dedi, «Tanrı mı? Acaba Şeytan mı?»
Piskopos ona dik bakışlarla baktı ve çok duru bir sesle:
«Tanrı!» dedi.
Chastelar’a gelinceye dek yol boyu, herkes ona ilgili gözlerle baktı. Papaz, evine vardığında, kaygılanıp yollara düşen kız kardeşini üzüntüyle bekler buldu. Madam Magloire da hanımını tek başına bırakmak istememişti. Piskopos, kardeşine şöyle dedi:
«Eh, hakkım varmış değil mi? Fakir papaz, fakir çobanlara eli boş gitti, dolu dolu döndü. Giderken sadece Tanrı’ya duyduğum güveni götürmüştüm, gelirken, bir kilise gömüsü getirdim.»
Aynı gece yatmadan önce, kadınlara şöyle dedi:
«Siz, hırsızlardan ve katillerden korkmayın. Bunlar dışsal, önemsiz tehlikeler. Bizler kendi kendimizden korkalım, önyargılardan. İşte hırsızlık ve fenalıklar, işte katiller. En büyük tehlikeler bizim ruhumuzdaki fırtınalardır. Canımızı ve hayatımızı tehdit eden tehlikeye boş verelim. Ruhumuzu tehdit edenlerden uzak duralım.»
Piskopos’un hayatında heyecan verici olaylar aslında sık sık olmazdı. Biz de sadece birkaç olayı anlatmakla kaldık. Genel olarak onun bütün günleri birbirinin aynısıydı. Neredeyse her gün aynı saatlerde dinsel görevlerini yapardı. Bir yılının ayı, hayatının bir gününe benzerdi.
Embrun kilisesi gömüsünün sonucunu merak edenler için şunu söyleyebiliriz. Ölümünden sonra Piskopos’un evrakları içinde şöyle bir pusula bulunmuştu:
Bu gömüyü Embrun kilisesine mi teslim etmeli, hastane için mi kullanmalı? Bilemiyorum.

VIII
ŞARAPTAN SONRA FELSEFE

Daha önceki bölümlerde değindiğimiz Senatör, aslında namuslu biriydi. Yalansız yaşamış, görevlerini asla boşlamamıştı. Fakat her zaman kendi çıkarlarını da dikkate aldığını söylemeden edemeyiz. Bu eski savcının, ihtiyarlık günlerinde, huyu da yumuşamış, oğullarına, damatlarına ve arkadaşlarına arada iyilikler etmekten de çekinmemişti. Bu arada, hiçbir fırsatı asla kaçırmazdı. Nüktedan biriydi, kendisini Epiküros’un öğrencisi sanacak ölçüde bilgiliydi. Dinsel zırvalara yürekten, tatlı tatlı güler, bunu Myriel’in karşısında da yapardı.
Resmi bir törenin ardından Kont (Senatör, Kont idi) ve Monsenyör Myriel, Emniyet Müdürünün evindeki bir akşam şöleninde karşılaştılar. Şaraplar yeni içilmişti ki, biraz sarhoş olan Senatör, vakar ve ciddiyetle:
«Biraz söyleşelim, Monsenyör,» dedi. «Aslında bir senatörle bir piskopos iyi anlaşamaz. Fakat bir deneyelim, ne de olsa, ikimiz de bilici sayılırız. Size bir itirafım olacak. Benim kendimce bir felsefem var.»
Piskopos:
«Neden olmasın? Deneylerinizden faydalandığınız anlaşılıyor.»
Cesaretlenen Senatör sürdürdü:
«Açık olalım.»
«Siz bilirsiniz.»
Senatör:
«Diderot’dan nefret ederim. O bir ideolog ve bir ihtilalci. Aslında o, Tanrı’ya inanır ve Voltaire’den bile daha tutucu. Voltaire yok yere Needham’la eğlendi. Needham Tanrı’nın bir işe yaramadığını kanıtlamıştı. Tanrı’nın ne faydası var ki?‘Monsenyör, Yehova hipotezi beni yoruyor. Bu, nafile fikirli insanlar yaratıyor sadece. Beni huzursuz eden şu koca bütün kahrolsun, yaşasın sıfır. Doğrusunu isterseniz ben aklıselim sahibi bir adamım. Sürekli özveri ve vazgeçme vaazları çeken sizin İsa’nızdan da, tek kelime anlamam. Dilencilere pinti önerisi! Ne özverisi? Niye sanki bir kurt başka bir kurt için harcansın? Doğanın kurallarından ayrılmayalım. Ben kendimi üstlerde buluyorum, fakat burnumun ucunu bile göremeyecek olduktan sonra bunun ne faydası var ki? Keyifle yaşayalım. Yaşam, hepsi bu. Kişinin öbür dünyada, bir yerlerde bir hayatı olacağına inanmıyorum. Neden, sanki her davranışımda dikkat olsun. Neden iyilik ya da kötülük, hak veya haksızlık diye düşünüp durayım? Ölümümden sonra diye mi? Güleyim buna, ölümden sonra bir şey yok ki. Ne iyilik var, ne de fenalık. Evet Monsenyör, ademoğlunun ölümsüzlüğü çocukları kandıran bir masal sadece… Ademoğlunun ölümden sonra mavi kanatlar takarak, melek olması, çok komik değil mi? Dünya zevklerini, düşsel bir cennet uğruna bırakmak, elindekini yok yere harcamaktan öteye gitmez. Ebediyetin esiri olmak. Ne ebediyeti, ben buna yokluk adını veriyorum. Buna öyle yürekten inanıyorum ki, kendime bir lakap bile buldum. ‘Kont Yokluk’. Doğmadan önce neydim ki? Sadece hiç. Öldükten sonra ne olacağım, yine hiç! Bu dünyada ne arıyorum? Tercih hakkı bende. Ya acı, ya haz. Her ikisi de yokluğa götürür. Din, çocukları korkutan umacılar kadar, nafile bir söylence… Cennetten daha saçma! Ne varsa şu dünyada var, dolu dolu yaşayalım. Ne de olsa, hepimiz toprak olmayacak mıyız? Evet Monsenyör, işte benim felsefem. Din, yalınayak pılı pırtı içindeki fukaralar için bir teselli olabilir. Bunu inkâr edemem. Hiçbir şeyi olmayanın Tanrısı vardır, o da yetersizdir… Onların inançlarına da bir şey demeyeceğim fakat benim için, Tanrı yok. Tanrı halk için var olabilir. Fukara ve bedbahtlar için!»
Piskopos bu sözleri ağırbaşlıca dinledikten sonra ellerini çırptı:
«Ah, çok iyi konuştunuz, Kont. Sizin şu maddeciliğinize söz yok. Ah sizin gibiler, ne şanslı! Ne olağanüstü, ne kusursuz şey. Fakat her isteyen ona öyle rahatça erişemez. Ama bu kavramı kazanan da yaşadı. Kimse onu kandıramaz. Hiçbiri Caton gibi ahmakça sürgüne yollanmaz, Aziz Etienne gibi linç edilmez ya da Jeanne d’arc gibi inançları yoluna diri diri yakılmazdı. Maddeciler, asla vicdan azabı çekmeden sağladıklarının yasal olup olmadığını dert etmeden keyiflerine bakabilirler. Bunu sizin için söylemiyorum, Kont. Fakat sizi kutlamadan duramayacağım. Evet siz asillerin ve varsılların kendinizce bir felsefesi var. Yaşam tutkularının tatlandırdığı bu salçayı doya doya kullanın bakalım. Fakat anlayışlı biri olduğunuzdan, Tanrı kavramını halka bırakıyorsunuz. Evet, Kont, Tanrı inancı da halkın felsefesidir. Tıpkı, varsıllar gibi mantarlı hindi yiyemeyen ve sadece kestaneli kazla kalan yoksula da bu teselliyi bırakın.»

IX
KIZ KARDEŞİN AĞABEYE BAKIŞI

Monsenyör Bienvenu ile yaşayan iki kutsal kadının hayatlarına dair bir fikir edinebilmek için, Matmazel Baptistine’in bir arkadaşına yazdığı şu mektubu aşağıya alıyoruz:
Aziz dostum,
Neredeyse her gün sizden söz ediyorum, bu bizler için bir gelenek gibi diyebilirim. Madam Magloire duvarları temizleyip yıkarken, bir şey keşfetti. Kâğıt kaplı ve beyaz badanalı odalarımızın duvarlarına sizinki gibi bir şatoya uygun ölçüde kusursuz resimler buldu. Kâğıdı çekince bu hoş resimler çıktı ortaya. Burayı hastane olarak kullandıkları için, böyle bez ve kâğıtla kaplamış olmalılar. Düşünün dostum, ninelerimizin dönemlerinden kalan nefis lambriler. Mobilyasız ve çamaşır kurutmak için kullandığımız salonun, tam on beş ayak yüksekliğinde, tavana; eski çağların modası yaldızlar işlenmiş, resimler de kesinlikle güzel. Tanrıça Minerve’in Telemaque’ı(Minerva, Telemaque: Yunan mitoloji kahramanları.) şövalye tayin etmesini betimleyen resimler… bir diğer odada Romalı güzel kadınları gösteren resimler. Bazı tamir işlemlerinden sonra, odam bir müze haline gelecek. Madam Magloire, çatı katında eskiçağ tarzında bir de küçük dolap bulmuş. Onları yaldızlamak için epey yüklü bir para istediler. Ben aslında o kadar beğenmemiştim, çirkin buldum, yoksullara veririz.
Ben alabildiğine mutlu sayılırım. Ağabeyim öyle iyi biri ki. Her şeyini yoksullara ve hastalara bağışlıyor. Aslında hatırı sayılır ölçüde geçim darlığı çekiyorum. Burada kışları çok soğuk ve zorlu geçiyor. Bu nedenle sıkıntıda olanlara yardım etmeli. Biz yine de biraz olsun ısınıyoruz, bu da eşsiz bir rahatlık.
Ağabeyimin kimseciklere benzemeyen huyları var. O bir Piskopos’un öyle olması gerektiğini öne sürüyor. Düşünebilir misiniz, kapımız asla kilitli durmaz, tokmağı çeviren evin içinde bulur kendini. Onu hiçbir şey korkutmuyor, gecenin karanlığından ürkmüyor.
Kendisini sürekli tehlikelere atmasına rağmen, kaygılanmamı istemiyor. Dahası Madam Magloire’ın bile kaygılanmasına içerliyor. Onun tehlikelerin üstüne gittiğini fark etmemizi istiyor. Onu anlamak zor iş. Sağanak yağmura çıkıp, sulara gömüle gömüle yürür. Kışları yolculuk yapar. Ne gece korkutur onu, ne haydutlar!..
Geçen yıl haydutların yurt tuttuğu dağlık bir yere gitti. Bizi yanında götürmeyi istemedi. On beş gün sonra geri döndü. Hiçbir şeyi yoktu. Oysa bizler onun için meraktan deliriyorduk. ‘Bakın nasıl soyuldum,’ diyerek mücevherler ve en değerli kutsal süslerle dolu bir sandığı açtı. Embrun Kilisesinden çaldıkları kutsal eşyaları haydutlar ona vermişler.

İlk günlerde kendisini boşuna tehlikeye atmaması için ricada bulunurdum, fakat artık bunun yararsız olduğunu fark ettiğim için, tek kelime etmediğim gibi, çoğu zaman Madam Magloire’a da susması için işaret ederim. Madam Magloire’la beraber yukarı çıkıp odalarımıza çekiliriz, ben diz çökerek ağabeyim için dua ederim. Elimden bundan fazlası gelmez. Fakat içim rahat, çünkü ona bir şey olursa, ben de fazla yaşamayacağımı biliyorum. Ben de ağabeyim ve piskoposumla beraber Tanrı’ya kavuşurum. Madam Magloire, ağabeyimin böylesi dikkatsizliklerine daha zor alıştı. Beraber dua ediyor, korkuyoruz. İçimizde çok güçlü biri var. Şeytan evimize girse bile yapacağı bir şey yok, çünkü burası Tanrı’nın evi.
Bu da bana yeter. Şimdi ağabeyimin bana tek kelime etmesine gerek yok. Çünkü sözlere ihtiyaç duymadan onu anlıyorum. Kendimizi alınyazısının ellerine bırakıyoruz. Aklından yüce şeyler geçen bir adam karşısında böyle hareket etmeli.
Faux ailesi hakkındaki sorularınızı ağabeyime ilettim. Onun epey bilgi sahibi olduğunu ve belleğinin çok güçlü olduğunu bilirsiniz. Anıları da epey canlıdır. Her zamanki gibi sadık bir Kralcı’dır. Sahiden de bu aile Caen’da köklenmiş çok eski bir Normandiyalı aileymiş. Yarım asır kadar önceleri Raoul de Faux, Thomas de Faux asil aristokratlarmış. Hem bunlardan biri de Rochefort feodalleri arasında ünlenmiş. Sonuncusu Guy Etienne Alexandre ise Brötanya Süvari Birliklerinde hatırı sayılır bir ad bırakmış. Kızı Marie Louise ise, Senato üyesi Fransız Muhafızlar bölümünde Albay Louis de Gramont’un oğlu olan Adrien Charles de Gramont’la evliymiş.
Aziz dostum, kutsal akrabanız Kardinal hazretlerine, saygılarımı bildirmenizi rica edeceğim. Sevgili Sylvanie’ye gelince, yanınızda geçirdiği o bulunmaz saatleri, bana mektup yazmakla harcamadığına iyi etmiş. Onun iyi ve sağlıklı olması ve beni hatırlaması yeter de artar bile. Benim de sağlığım fena değil ama giderek zayıflıyorum. Hoşça kal, kâğıdım doldu, sizden ayrılmak zorundayım. En içten dileklerimle.
Baptistine
Ek: Görümceniz Hanımefendi ve ailesi buradalar. Küçük yeğeniniz epey sevimli bir çocuk. Tanrı esirgesin, dün dizlikler takmış bir atın geçtiğini görünce bize şunu sordu: Niye atın dizlerini bağladılar, yoksa ağrıyor mu?
Mektuptan anlaşılacağı üzere, İki ihtiyar kadın da Piskopos’un arzularına kadınların o ince hisleriyle boyun eğmişlerdi. Kadının ince sezgisi erkeğin en özel duygularını sezer. Kadın, sevdiği erkeği ister kardeş, ister sevgili olsun, erkekten daha doğru anlar. Piskopos uysal davranışlarına rağmen, genellikle, sahiden canını tehlikeye atardı. Bu biçare kadınlar, onun adına korkarlar, fakat kendisine engel olmaya kalkışmazlardı. Evde birer gölge gibi ona hizmet eder ve boyun eğmemek geride kalmak olduğundan, susarlardı. Onu Tanrı’ya emanet ediyorlardı.
Zaten mektupta da anlaşıldığı gibi Baptistine ağabeyinin ölümünün kendi ölümü olacağını belirtiyordu. Bayan Magloire da öyle olacağını sezmişti.

X
MEÇHUL BİR IŞIK KARŞISINDA

Bu mektubun yazılmasının birkaç gün ardından, Piskopos epey tehlikeli bir adım attı.
Digne civarındaki kırlarda yaşayan bir ihtiyar vardı. Hemen onu tanıtalım. Eski bir Konvansiyonel (Konvansiyonel: Fransız İhtilali’nde Kral karşıtı olup, onun ölümünü isteyenler. Konvansiyon Meclisi üyesi.) olan bu adama G. diyeceğiz.
Digne’de Konvansiyonel G.’den korku ve iğrentiyle söz edilirdi. Bir Konvansiyonel, Yüce Tanrım, herkesin birbirine «yurttaş» diye seslenip «sen» diye konuştuğu o ihtilal günlerinin artığı, eski bir kurt! Bu adama bir canavar gözüyle bakılırdı. Aslında o kralın ölümüne oy vermemişti, fakat neredeyse bir kral katiliydi. Karakteri korkunçtu. Restorasyon çağında Prensler
haklı unvanlarına tekrar sahip çıktıklarında savaş divanına verilmemiş olması nasıl olurdu? Hem bu adam bir ateistti. Kralın ölümüne oy vermediği için sürgünden kurtulmuştu. İşte kazların bir atmacaya dair dedikoduları. Fakat o sahiden bir atmaca mıydı? Sürdüğü münzevi hayata bakılırsa evet. Yabani olduğu da söylenirdi.
G.’nin şehre bir saatlik yoldaki bu yamaçta oturduğu söylenirdi. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde. Komşusunun olmaması bir yana, oralardan gelip giden bile olmazdı. Onun kulübesine giden keçiyolunu otlar bürümüştü. Burası «celladın evi» olarak bilinirdi.
Fakat Piskopos kimi zaman bu münzeviyi de düşünürdü. Kulübesini saklayan o ağaçlığın olduğu yere öteden baktığında sürekli aynı şeyi geçirirdi içinden: «Orada acı çeken biri yaşıyor.» Sonra şunu eklerdi: «Onu ziyarete gitmeliyim.»
Ama şunu belirtelim ki, Piskopos bile, bu düşünceye fazla yakın olmak istemiyordu. O da Konvansiyonel’e duyulan o düşmanca yorumu paylaşıyordu. Kinle dolu bir tür uzaklık duygusu vardı ona karşı.
İyi kalpli Piskopos ne edeceğini bilemiyordu. Çoğu zaman, onun kulübesinin olduğu tarafa doğru ilerler, hemen geri dönerdi.
Ama günün birinde, şehre bir dedikodu yayıldı. Münzevinin hizmetinde bulunmuş genç çoban şehre bir doktor aramaya gelmişti. Konvansiyonel ağır hastaydı. Felç geçiriyordu, Sadece birkaç saat daha yaşayacağı söyleniyordu.
Piskopos asasına davrandı, cüppesinin yıpranmışlığını göstermemek için, mor paltosuna sarındı ve yola düştü.
Hastanın kulübesine geldiğinde, güneş epeyce alçalmıştı. Bir çalılığının sakladığı mağarayı fark etti. Bu aslında tek katlı, küçük ama epey derlitoplu bir kulübeydi. Dışarıda, tekerlekli sandalyesinde, güneşe gülümseyen ağarmış başlı bir ihtiyarcık oturmuştu.
İhtiyarın yanında duran o genç çoban, adama süt dolu bir kupa uzattı.
Piskopos kendisine ilgiyle bakarken, ihtiyar sesini yükseltti:
«Teşekkür ederim, bir şey istemem,» dedi ve gözlerini güneşten alıp, çocuğa çevirdi ve ona sevgiyle baktı.
Piskopos yürüdü, ayak sesini duyarak başını çeviren ihtiyarın yüzünde, yıllarca yaşayanlarda rastlanan o derin hayret ifadesi belirdi.
«Buraya geldiğimden beri, biri ilk defa evime geliyor, kimsiniz, Mösyö?»
Piskopos:
«Adım Bienvenu Myriel.»
«Bienvenu Myriel? Bu adı duydum. Fakirlerin Monsenyör Bienvenu, dedikleri kişi misiniz?»
«Evet, benim.»
İhtiyar acılı bir gülümseyişle:
«Bu durumda, benim de Piskopos’um oluyorsunuz yani.»
«Biraz.»
«Buyrunuz, Mösyö.»
Konvansiyonel, Piskopos’a elini uzattı fakat Myriel onun elini görmemezlikten geldi, şunu söyledi:
«Beni kandırdıklarına sevindim, sizi ağır hasta bulmadım.»
ihtiyar adam: «Mösyö, iyileşeceğim,» dedi. Biraz susup ekledi: «Üç saat geçince ölmüş olacağım. Biraz tıp eğitimi almıştım. Son saatin nasıl geldiğini, bilirim. Dün sadece ayaklarım soğumuştu, bugün dizlerime kadar üşüyorum. Bu üşümenin belime doğru usulcacık çıktığını hissediyorum. Kalbe gelince ölmüş olacağım. Güneş ne güzel parlıyor değil mi? Küçük çobandan sandalyemi dışarı itmesini istedim, güneşi son defa göreyim diye. Ama konuşabiliriz; bu beni yormaz. Geldiğinize çok memnun oldum. Tek başına ölmek istemezdim. Aslında şafak sökünceye kadar yaşamak isterdim, fakat yalnızca üç saatlik ömrümün kaldığını biliyorum. Gece öleceğim. Uzatmayayım. O kadar da önemli değil. Ömrü tamamlamak sıradan bir şey. Bunun için sabaha gerek yok, yıldızlar altında öleceğim.»
ihtiyar, çocuğa döndü:
«Haydi sen git yat. Dün sabaha kadar başımda bekledin, uykusuzsundur.»
ihtiyar, küçük çobanın ardı sıra baktı, sonra sanki kendi kendine konuşurcasına:
«O uykudayken ben de ölürüm. Bu iki uyku birbirini bütünler.»
Piskopos fazla duygulanmamıştı. Ölümün eşiğinde olan bu adamın, Tanrı’ya yaklaşmadığını seziyordu. Ama şunu da belirtmeliyiz ki, o kadar kibirsiz olmasına karşın, Myriel adamın kendisine «Monsenyör» diye hitap etmesine incinmişti. Ona «Yurttaş» diye karşılık vermemek için kendisini denetledi. Bir zamanlar ne de güçlüydü bu adam.
Konvansiyonel, Myriel’e sevinçle bakıyordu. Eceli bu kadar yaklaşmış birisine uygun bir kibirsizlikle de diyebiliriz.
Oysa herkese karşı merhametli olan Myriel, bu Konvansiyonel’e o kadar da hoşgörülü yaklaşmıyordu. Neredeyse onu yasadışı biri gibi görüyordu, merhamet yasasının bile uzağında.
Dimdik oturan G. parlak gözleriyle aslında epey zinde görünüyordu. Uzmanlarda şaşkınlığa neden olan o seksenlik kocamışlardandı. G., sanki kendi arzusuyla ölüyordu, onun can çekişmesinde bile bir özgürlük, bir vakar vardı. Gövdesinin yarısı gölgelerle doluydu. Dizleri tutmuyordu, fakat başı canlıydı, üstelik pırıltılı. Şu anda Binbirgece Masalları’nın birinin kahramanı olan, belden aşağısı taş kesilen sultana benziyordu.
Piskopos adamın hemen karşısındaki bir taşa oturdu. Damdan düşer gibi konuya girdi:
«Sizi kutlamalıyım,» diye başladı, «yine de kralın ölümüne oy vermediniz.»
«Beni o kadar kutlamayın, Mösyö, ben tiranın yok olması için oy verdim.»
Piskopos’un sert çıkışını Konvansiyonel ciddi bir yanıtla karşılamıştı. Piskopos sordu:
«Ne demek bu?»
«Basit. Her insanın bir tiranı bulunur: Cehalet. Bu cehalet zorbası, bir yönetim biçimi olan monarşiye neden oldu. Oysa bilimin kökleri gerçektedir ve insanlığı sadece bilim yönetmelidir.»
«Bir de vicdan,» diye ekledi Piskopos.
«Yaklaşık olarak aynı şey değil mi? Vicdan içimize biriken bilgiden doğar.»
Monsenyör Bienvenu, kendisi için yeni sayılan bu sözleri ilgiyle dinledi.
Konvansiyonel sürdürdü:
«XVI. Louis’ye gelince, ben onun ölümüne karşı çıktım. Canlı birini öldürme hakkım yok. Ama demin değindiğim gibi, ben tiranlığın son bulması için oy verdim. Bu da kadının etini satmaktan kurtulması, erkeğin esaretten, çocuğun geceden kurtulması demektir. Cumhuriyet’e oy verirken, bunlara oy verdim. Kardeşlik adına oy verdim. Birlik için, ışık için. Önyargıların ve aldanışların yok edilmesine yardımcı oldum. Bunların yıkılması bir ışığa neden olacaktı. Evet bizler, eski dünyayı yıktık, ama yoksulluk yatağı olan bu köhne dünya, insanlığın üzerine yıkıldıktan sonra, bir mutluluk kaynağı haline geldi.
Piskopos: «Karmaşık bir sevinç,» dedi.
«Bulanık da diyebilirsiniz ve günümüzde 1814 yılında kaybolan bir sevinç. Evet Mösyö, üzülerek söyleyeyim ki, eserimiz bitmedi. Eski yönetimin temellerini yıktık, ama düşüncelerdeki izlerine dokunamadık. Yolsuzlukları ortadan kaldırmak neye yarar, töreleri yenilemen. Değirmen yıkıldı ve rüzgâr hâlâ dinmedi.»
«Evet yıktınız. Zaman zaman yıkmak faydalı olabilir, ama öfkeyle ve kinle uyuşan bir yıkım beni ilgilendirmiyor.»
«Hakkın hışmı olabilir, Mösyö Piskopos. Ve hakkın hışmı bir ilerleme sayılır. Herkes istediğini diyebilir, İsa’nın doğumundan beri, Fransız ihtilali, insanlığın attığı en büyük adımdır. Evet belki yarım kaldı, fakat yine de yüce sayılır. Toplumdaki gizleri aydınlığa kavuşturdu, düşünceleri esnetti, yatıştırıp aydınlattı. Dünyada uygarlığın dalgalanmasına yol açtı. Yerinde oldu. Bence Fransız ihtilali insanlığın kutsanması ve hükümranlığın başlamasıdır.»
Piskopos istemese de şu sözleri söylemeden duramadı:
«Evet. Ya 1793?»
Konvansiyonel vakur bir tavırla yerinde biraz daha dikildi:
«Sizin bu tarihi anmanızı bekliyordum. Bin beş yüz seneden bu yana oluşan kesif bir bulutun patlaması. Siz gökgürültüsünü suçluyorsunuz.»
Piskopos yüreğinde bir yerlerin ezildiğini hissetti, fakat bunu sezdirmek istemedi, şöyle dedi:
«Yargıç adalet adına konuşur; rahip daha yüce bir adalet olan merhamet adına. Gökgürültüsü aldanmamalıydı…»
Konvansiyonel’in gözlerinin içine bakıp:
«XVII. Louis?»
Konvansiyonel eline yardımcı olup, Bienvenu’nün kolunu tuttu:
«XVII. Louis? Kime ağlıyorsunuz, o masum çocuk için mi? Haklı olabilirsiniz, ben de sizinle ağlıyorum bu yüzden. Fakat bir şey daha var; unutmayalım, ben Cartouche’un(Cartouche: XVIII. asrın azılı haydutlarından biri.)küçük kardeşi için ağlıyorum. O sadece Cartouche’un kardeşi olmakla suçlanarak asılmıştı. Cartouche’un günahsız kardeşi olmak, XV. Louis’in torunu olma ölçüsünde acı değil mi?»
Piskopos:
«Mösyö, bu adların yan yana anılmasından hoşlanmıyorum.»
«Cartouche mu? XV. Louis mi? Kimi daha fazla suçlu buluyorsunuz?»
Biraz sustular. Piskopos geldiğine hayli pişman gibiydi. Ama yine de düşüncelerinde bazı değişiklikler olduğunu sezdi.
Konvansiyonel tekrar konuştu:
«Mösyö, siz gerçeklerle yüzleşmek istemiyorsunuz. Oysa İsa bir realistti. O, bir mabedin tozunu silmek için, eline süpürge aldığında, süpürgesinde şimşekler çakardı. O, suç açısından bir kral torunuyla bir haydut kardeşi arasında ayrım gözetmezdi. Günahsızlığın kendince bir tacı vardır. Günahsızın, kral çocuğu olmaya ihtiyacı yok, pılı pırtı içinde de görünebilir o.»
Piskopos alçak sesle onayladı: «Bu, doğru.»
Konvansiyonel sürdürdü:«Üsteliyorum ama, siz bana XVII. Louis’den söz ettiniz. Bütün günahsızlar, bütün kurbanlar ve bütün çocuklar için gözyaşı döker miyiz? Eğer öyleyse daha eski zamanlara gitmeli ve 1793 yılından epey önceleri için ağlamalıyız. Siz yoksulların çocukları için ağlarsanız, ben de sizinle beraber kral çocukları için ağlayabilirim.»
Piskopos:
«Ah, ben bütün çocuklar için ağlarım,» dedi.
G. heyecanlı bir sesle:
«O zaman terazi halkın yanında daha ağır çeksin. Çünkü fukara halk, asırlardan beri acı çekiyor!»
Yine bir sessizlik oldu. Konvansiyonel bu sessizliği de kesip coşkuyla bağırdı:
«Evet, efendim, halk asırlardır acı çekiyor. Hepsi bu da değil, siz ne hakla beni sorgulayıp kral çocuklarından söz etmeye çalışıyorsunuz? Benim sizi ilk görüşüm, Mösyö, ama bahsinizi duydum. Adınızı saygı ve sevgiyle hatırladıkları da aklımda. Fakat bu da bir şeyi göstermez. Zavallı fukara halkı aldatmak o kadar kolay ki, ha, aklıma gelmişken sorayım, arabanızın tekerlek seslerini duymadım, sanırım onu daha ötede bekletiyorsunuz. Demin bana, Piskopos olduğunuzu söylemiştiniz, fakat bu içten karakteriniz hakkında beni aydınlatmadı. Kimsiniz? Siz bir Piskopos’sunuz, yani kilise prenslerinden, büyüklerindensiniz. Evet Digne’nin Piskoposu on beş bin franklık gelir, on bin franklık çeşitli giderler ödeneği, toplam yirmi beş bin franklık biri, saray gibi bir evde oturuyor, en iyi aşçıların pişirdiği yemeği yiyor, en kaliteli şarapları içiyor, arabalarınızdan inmiyorsunuz. Oysa İsa her yere yürüyerek giderdi. Cumaları güya perhiz yapmak bahanesiyle en lezzetli balıkları yersiniz, değil mi? Bütün yüksek konumdaki din adamları gibi, hayatın olanca zevklerini alıyorsunuz. Bu sizin hakkınız, sözüm yok, fakat bütün bunlar, ahlaksal anlayışınıza dair bir fikir esinlemiyor. Kiminle konuşuyorum? Siz kimsiniz?»
Piskopos boynunu eğip Latince mırıldandı: «Vermis sum. »Vermis sum:( Ben bir solucanım. (Piskopos, kibirsizliğini gösteriyor.))
Hasta acılı bir alayla:
«Kadife örtülü arabalarda gezen bir solucan, ha, ha…» Gurur sırası Konvansiyonel’deydi. Piskopos epey uysal bir sesle:
«Peki, Mösyö, ama sizden rica ederim, ağaçların arkasında beni bekleyen arabamın, on beş bin franklık gelirimin, cumaları yediğimi iddia ettiğiniz o leziz balıkların, uşaklarımın ve içinde yaşadığım sarayın merhamet duygusuyla ne alakası var ki? Merhametin insanlık için kaçınılmaz olduğunu yineliyorum ve 1793’ün de epey zalim olduğunu, bir kez daha söyleyeceğim.» Konvansiyonel elini alnına götürdü:
«Size yanıt vermeden önce, özür dilemem gerekir Mösyö. Hatalıyım, şimdi evime gelmiş bir konuksunuz, insan, konuklarına her zaman kibar davranmalı. Siz benim fikirlerimi tartıştınız, benim de size daha uysal bir dille karşılık vermem gerekirdi. Varlıklı oluşunuz bu tartışmada benim üstün olmamı sağlar. Bundan sonra onlardan faydalanmayacağım. Beni affedin.» «Size teşekkür ederim, Mösyö.»
G. konuşmayı kaldığı yerden sürdürdü:
«Konumuza dönelim, siz bana 1793’ün zalim olduğunu söylemiştiniz, değil mi?»
«Evet, öyle oldu, giyotini alkışlayan Marat’ya(Marat: Halkın dostu lakabını alan bir ihtilalci.) ne buyrulur?»
«Protestanların öldürülmelerini şükran ilahileriyle kutlayan Bossuet’ye(XVII. asırdaki en tanınmış Katollik din adamlarından biri.) ne buyrulur?»
Bu acı karşılık hedefi onikiden vurmuştu, Piskopos titredi, ve buna diyecek söz bulamadı. Yine de içinden, Bossuet gibi kutsal bir Kardinalin suçlanmasına içerlemişti. Aslında en kusursuz insanların bile, zaafları olur.
Konvansiyonel’in soluğu sıklaşmaya başlamıştı, can çekişme belirtileri gösteriyordu, ama henüz bilinci yerinde olduğundan, sürdürdü:
«Birkaç şey daha var aslında, bütün ihtilaller ve bütün harplerin kanlı yönleri olduğunu inkâr etmeyeceğim. Evet, bütünlükle ele alırsak ihtilal, insanlığın bir uyanışıdır, onun dışında 1793 üzülerek belirteyim ki, bir misillemedir. Siz onu zalimce buluyorsunuz ama, Montrevel’e ne buyrulur? Fouquier -Tinville bir serseriydi, ya lamoignon- Bâville konusunda ne düşünüyorsunuz? Maillard korkunçtur, ya Saux-Tavannes nedir, rica ederim? Rahip Duch ne kadar yabanıldır, peki, rahip Letellier’yi nasıl değerlendireceğiz? Jourdan-Coupe-T de bir canavardı ama, yine de Louvois Markisi gibi değildir.
«Evet, ihtilalde kan oluk gibi aktı, bu arada masumlar da yandı. Aslında prenses doğan ve Fransız Kraliçesi olan Marie-Antoinette’ye bütün yüreğimle üzülürüm, fakat XVII. asırda, 1685’te, Büyük Louis devrinde Protestanların öldürüldükleri yıllarda, bebeğini emziren bir Protestan ana, dini ile çocuğunun hayatı arasında bir tercih yapmaya mecbur bırakılmıştı. Ben o kadına da yanarım, Mösyö. Kadının memeleri sütle, kalbi kaygı ve kederle doluyordu. Solgun yüzlü aç yavrusu bu memeyi görüyor, can çekişiyor, inleyip ağlıyordu. Cellat da, bir anadan, üstelik çocuğu emzikli bu kadına, ‘dininden dön!’ diyerek ya vicdanını, ya da çocuğunu öldürmesini istiyordu. Bir anaya yapılan bu Tantalus işkencesine ne dersiniz? Mösyö, şunu unutmayın ki, Fransız İhtilali’nin haklı olduğu şeyler fazladır. Öfkesi ileride bağışlanabilir. Sonucu: Yaşanılası bir dünya. En şiddetli darbelerden, insanlık adına okşamalar çıkıyor. Uzatmayacağım. Duracağım, oyunu kazandım.»
Soluklandı: «Daha uzun konuşamayacağım, Mösyö, can vermek üzereyim.»
Konvansiyonel, son söyledikleriyle Piskopos’un arkasına
saklandığı bütün barikatları devirdiğinin ayrımında değildi. Piskopos, sadece şunları söyleyebildi:
«İlerleme Tanrı’ya inançtır. İyiliğin Allahsız bir hizmetçisi olamaz, Allahsız biri insanlığı idare edemez.»
Halkın ihtiyar temsilcisi, bunu yanıtlamadı. Gözlerini gökyüzüne çevirdi, gözlerinde biriken bir damla yaş yanaklarından usulca süzülürken, kekeler gibi:
«Ey sen, sen ideal, sadece sen varsın!» dedi.
Piskopos alabildiğine heyecanlanmıştı. Kısa bir sessizliğin ardından, ihtiyar hasta, parmağını gökyüzüne uzattı ve şunları söyledi:
«Sonsuzluk orada. Sonsuzluğun ben’i vardır. Aksi halde sonsuzluk sınırlı olurdu. Ama sonsuz var. O var, onun benliği var. Onun benliği Tanrı’dır.»
Can vermek üzere olan adam, son sözlerini coşkuyla mırıldanmıştı. Gözlerinde sanki beklediği kişiyi gören birinin ışıltısı vardı. Ama göz kapakları indi, artık tükenmişti. Şu birkaç dakika içinde, birkaç saat yaşamış ve hayatının nihayetine gelmişti.
Piskopos bunu sezdi, ansızın bütün duyguları değişmişti, derin bir coşkuyla bu olağanüstü adama baktı ve eliyle onun o buz kesilmiş eline dokunup:
«Tanrı’ya gitme saati yaklaşıyor,» dedi. «Karşılaşmamızın boşuna olmadığından eminim.»
Konvansiyonel gözlerini açtı, yüzünde bir gurur ifadesi vardı. Derinden gelen bir sesle:
«Mösyö,» diye başladı. «Ömrümü, düşünce, kitaplar ve yalnızlıkla geçirdim. Ülkem beni göreve istediğinde, tam altmışındaydım. Görevimi cesurca tamamladım. Abartılarla savaştım, zorbaları yendim. Haklar ve ilkeler vardı. Onların tanıtılmaları için gayret ettim. Vatan, düşman çizmesinin tehdidindeydi, onu savundum. Varsıl değildim, yoksul oldum. Ülkenin en önde gelenlerindendim. Define mahzenleri altın ve gümüş doluydu. Ama ben birkaç kuruşla karnımı doyurdum. Ezilenlere el verdim, acı çekenleri avuttum. Belki kilise mihrabının örgülerini yırttım, ama bunu halkın yarasını

sarmak için yaptım. Hep insanlığın ışığa yürümesini destekledim. 1793’te bütün gücümle görevimi yapmaya çalıştım. Buna karşın, kovuldum, sürüldüm. Benimle eğlendiler, beni karaladılar, taşladılar. Çoğu kişi beni bir vahşi gibi görüyor. Zavallı, cahil halkın gözünde lanetliyim. Ama ben kimseden nefret etmiyorum. Şu anda, tam seksen altısındayım ve birazdan öleceğim. Benden istediğiniz nedir, Mösyö?»
Piskopos saygılı bir sesle fısıldadı:
«Beni kutsamanızı, Mösyö.»
Ve Piskopos Myriel, eceli gelmiş olan Konvansiyonel’in önünde diz çöktü.
Başını kaldırdığında, adamın yüzünde ilahi bir nur gördü. Konvansiyonel son soluğunu vermişti.
Piskopos allak bullaktı. Evine düşünceli ve dalgın döndü. Dua ederek bütün gecesini geçirdi. Birkaç hevesli konuşturmak için ona G.’yi sordular. Piskopos eliyle gökleri işaret etmekle yetindi. O günden sonra daha sevecen, daha insancıl olmaya dikkat etti. Çocuklara ve hastalara daha da iyi davrandı.
Onun bu ziyareti, şehirde epey şamata yaratmıştı, insanların pek çoğu onu kınadı.
«Öyle bir canavarın evine gitmek bir Piskopos’a yakışır mı? Bütün bu ihtilalciler birbirinden daha gaddardır. Onun gibi biri için Monsenyör’ün kendisini yorması olur iş değil. Orada, ne arıyordu? Herhalde merakını gidermiş olmak için.»
Şehrin yıllanmış aristokratlarından olan çok küstah bir ihtiyar kadın kendisine şunu sordu:
«Monsenyör, başınızda o kızıl şapkayı(Kızıl şapka: Kardinallerin işareti. Kendisine ne zaman kardinal olacağı soruluyor.) ne zaman göreceğiz?»
Piskopos gülerek:
«O kırmızıdan hiç hoşlanmam. Fazla havalı bulurum. Ama kırmızı başlıklıları küçümseyenler, kızıl şapkalılara saygı besler.»

XI
BİR AÇIKLAMA

Buraya kadar yazdıklarımızdan sonra Piskopos Myriel’in, bir filozof ya da bir vatansever papaz olduğu çıkarsamasına ulaşılması gerçeği gölgeler. Fakat Konvansiyonel’i ziyaretinin ardından, daha uysal biri olmuştu.
Aslında o, politikayla ilgilenmekten hoşlanmazdı.
Bunu pekiştirmek için, birkaç yıl geriye dönüp bir olayı anlatmamız gerekir.
Charles Myriel’in Piskopos olarak atanmasından hemen sonra, İmparator, ona Baron unvanını vermişti. O bu asalet unvanını, birkaç piskoposa daha vermişti. Bilindiği gibi 5-6 Temmuz 1809’un gecesinde Papa tutuklanmıştı. Bu yüzden Monsenyör Bienvenu Myriel de Paris’te İmparator’un toparladığı kongreye çağrıldı. Fransa ve İtalya Piskoposlarının katılımıyla ilk toplantı, Paris’te yapılmıştı. Kongre, 15 Haziran 1811’de, Nötre Dame Kaderalinde, Kardinal Fesch’in başkanlğında bir oturumla başladı. Oraya çağrılan doksan beş piskopos arasında Piskopos Myriel de vardı. Fakat o sadece bir oturuma katıldı. Kırlık yerlerde yoksulca yaşayan bu din adamı, bu toplantıya asla uymayan düşüncelerle gelmişti. Toplantının havasını bozmuş gibiydi. Digne’e döndüğünde, kendisine niye bu kadar kısa sürede döndüğünü soranlara, sürekli aynı karşılığı veriyordu: «Ben onları huzursuz ettim. Dışarının havasını onlara getirdim. Açık bir kapı izlenimi bıraktım onlarda.»
Başka bir seferdeki yorumu şuydu: «Ne yapalım, diğer piskoposlar kilise prensleri, ama ben sadece fakir bir köy papazıyım.»
Esasen, Piskopos Myriel, diğer din adamlarını öfkelendirmişti. Bir akşam bir Piskopos’u görmeye gittiğinde, ağzından şu sözler çıkmıştı:
«Ah ne hoş duvar saatleri, ne kusursuz halılar, hele uşakların üniformaları çok güzel. Ama, ne kadar nafile bütün bunlar. Ben bunlara sahip olsam kulaklarımda sürekli şu yankı olurdu: Açlar var! Üşüyenler var! Sefiller var! Fakirler var.»
Şunu da belirtelim ki, lüksten nefret etmek aslında sanattan anlamamak gibidir. Fakat din adamlarının lüks içinde yaşaması yakışıksızdır. Çok zengin bir rahibin anlamı yoktur. Rahip demek fakirlere yakın biri demektir, herkesin rahatça erişeceği, bütün düşkünlere omuz verecek biri. Bal tutan parmağını yalar denir, herhalde Monsenyör Bienvenu de bu fikirdeydi.
Bu arada o, çağın fikirlerine de katılmazdı. O, dinle ilgili tartışmalara girmez, kiliseyle hükümet arasında tercih yapmazdı. Her şeyi anlatacağımıza söz verdiğimize göre, onun, şansı kötüye giden Napoleon’a karşı çok soğuk davrandığını da ekleyebiliriz. 1813 yılından sonra, Napoleon karşıtı gösterileri alkışlamış, Elbe adasından döndüğünde onu karşılamaya gitmemiş ve kendi Piskoposluğunda Yüz Gün dualarının yapılma emrini vermekten geri durmamıştı.
Piskopos’un kız kardeşi Matmazel Baptistine dışında iki ağabeyi vardı. Biri general, diğeri emniyet müdürüydü. Çoğu zaman onlarla mektuplaşırdı. Napoleon yandaşı olan generalle bir zamanlar arası iyi değildi. Fakat emekli emniyet müdürü olan diğer kardeşini epey severdi. Bu namuslu adam emekli olduktan sonra Paris’in sıradan bir mahallesine taşınmıştı.
Bu halde, Bienvenu’nün de, herkes gibi, particilik dönemi, öfke dönemi, fırtınalı dönemleri olmuştu, ilahi işlerle ilgilenen bu huzurlu, yüce ruhu da o devrin tutku dalgaları yoklamıştı. Böyle birinin politik yönelimleri bulunması, elbette beğenilesi bir olguydu. Düşüncemiz doğru anlaşılsın, «politik yönelim» denen şeyleri, ilerlemeye giden büyük isteklerle, devrimizin bütün işlek zekâların temeli olması gereken yüce vatansever, halkçı ve insancıl inançla biz asla aynı tutmuyoruz. Bu kitabın yazdıklarını uzaktan ilgilendiren meseleleri derinleştirmeden, sadece şunu anlatıyoruz: isterdik ki sayın Bienvenu kral yanlısı olmasın, insancıl şeylerin uğultulu çırpınmalarının üstünde, epey belirgin halde parladığı görülen şu üç temiz ışığın; gerçeğin, adaletin, merhametin, huzurlu izlencesinden bakışlarını bir an bile ayırmasın.
Tanrı’nın Bienvenu’yü politik bir görev için yaratmadığını onaylamanın yanı sıra, hak ve özgürlük adına karşı koyuşunu, güçlü Napoleon’a onurlu karşı çıkışlarını, riskli, haklı direnişini epey doğru anlar, alkışlardık. Gelgelelim, yükselen kişilerde beğendiklerimizi, düşenlerde daha az beğeniyoruz. Riskli olduğu sürece mücadeleden hoşlanıyoruz. Her seferinde de ilk günlerin savaşçıları, son savaşçıların yok edicisi oluyor. Huzurlu zamanlarda coşkulu bir suçlayıcı olmayanın, yıkılış önünde susması gerek. Başarının işareti, çöküntünün tek adaletli yargıcıdır. Bizlere gelince, alınyazısı işe karışıp da darbeler vurduğunda, oralı olmuyoruz. 1812, bizi adam etmeye başladı. 1813’te acılarla yüreklenen suskun yasama meclisinin haince sessizliğinden sıyrılması, insanı yalnızca öfkelendirir, tiksindirirdi, bunu alkışlamak hataydı. 1814’te ihanet eden mareşaller karşısında, bir bataklıktan diğerine geçen o senatonun karşısında, önce göklere çıkartıp, sonra da hakaret eden, kaçan, Tanrı’nın yüzüne tüküren putperestliğin önünde başını diğer tarafa çevirmek bir borçtu. 1815, korkunç felaketler arefesindeyken, Fransa onların korku verici yaklaşımlarıyla titrerken, Napoleon’un önünde açılan Waterloo’yu belli belirsiz seçebilirken, alınyazısının hüküm giydirdiği adamı ordunun, halkın yürek yakan biçimde alkışlaması, hiç de komik bir şey değildi. Tiran üzerindeki önlemliliğin kalması şartıyla, Digne Piskoposu gibi bir adamın, uçurumun kıyısındaki büyük bir milletin, yüce birinin saman alevi gibi tutuşmasındaki yüceliği, etkiyi değerlendirmesi gerekirdi.
Bunun dışında, her açıdan, adaletli, namuslu, merhametli, zeki, kibirsiz, onurluydu, öyle de kaldı. Hayırseverdi, sürekli iyilik düşünürdü ki, bu da bir tür hayırseverlikti. Bir rahip, bir bilge, bir insandı.

Ayrıca şunu da eklemeli ki, kendisine çıkıştığımız, adeta bu yüzden neredeyse suçlayacağımız bu politik yönelimde bile, şurada konuşan bizden de anlayışlı, daha uysaldı.
Belediye sarayının kapıcısını, bu göreve imparator atamıştı. Eski muhafız alayının ihtiyar bir astsubayıydı. Austerlitz savaşında Légion d’Honneur nişanı verilmişti, şahin Bonapartistlerdendi. Bu biçarenin ağzından, damdan düşer gibi, zaman zaman o günlerdeki yasanın «nifak sokucu sözler» olarak nitelediği kelimeler kaçıyordu. Nişanından imparatorun kabartması silindiğinden bu yana, madalyasını takmaya mecbur kalmamak için, kendi sözleriyle, hiçbir zaman üniformasını giymiyordu. Napoleon’un verdiği madalyadan, imparatorun yüzünü tapınır gibi, dokunarak kendi eliyle kazımıştı. Burası bir çukur oluşturmuştu, oraya da başka bir şey koymak istemedi. «Göğsümde üç kurbağa taşımak yerine, ölmeyi tercih ederim!» derdi. Olanak buldukça, XVIII. Louis’yle dalga geçerdi. «İngiliz tozluklu bunak! Keçi sakalıyla defolup Prusya’ya gitsin!» derdi. Ölesiye nefret ettiği iki şeyi, Prusya’yla İngiltere’yi aynı ilenmede birleştirmekten derin bir sevinç duyardı. Bunu öyle sık söylerdi ki, günün birinde işinden atıldı. Çoluk çocuğuyla beş parasız halde sokakta kaldı. Piskopos onu çağırdı, biraz çıkıştı, kilisenin kapıcısı yaptı.
Şehirde yaşadığı o dokuz yıl boyunca, Monsenyör Bienvenu, insancıl tavırları, isabetli davranışlarıyla herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Digne’i sevgi ve saygıyla doldurmuştu. Napoleon’a karşı tavrını bile halk bağışlamıştı. Halk, koyun gibi bir sürüydü, imparatoruna tapardı, ama Piskoposunu da severdi.

XII
PİSKOPOS’UN YALNIZLIĞI

Bir generalin etrafındaki genç subay topluluğuna benzeyen küçük bir rahipler topluluğu, neredeyse sürekli, bir piskoposun etrafını kuşatır. Bir yerde, o cana yakın Saint-François De Sales bunlara «acemi rahipler» adını verir. Her mesleğin düşkünleri vardır, bunlar işbaşına gelenlerin etrafında bir halka oluşturur. Çevresi olmayan bir iktidar olamaz; saraylıları olmayan servet bulunamaz, bakışlarını geleceğe çevirenler, göz alan şimdiki zamanın çevresinde fırdönerler. Her metropolün kendi kurmayı olur. Bir parça etkili olan bir piskoposun papaz okulu gençlerinden oluşma devriyesi bulunur. Bunlar ortalığı kolaçan eder, piskopos sarayının huzurunu sağlar, Piskopos Hazretlerinin gülümseyişi etrafında nöbet beklerler. Bir piskoposa yaranmak diyakos yamaklığına doğru bir adım çıkmak demektir. İlerlemeli, uçarı tavırlar papazlık gelirini küçümsemez.
Diğer yerlerde koca külahların olması gibi, kilisede de koca kavuklular bulunur. Bunlar, sarayda saygınlığı olan, varsıl, paralı, işlek zekâlı, herkesçe benimsenmiş, kuşkusuz dua etmeyi bilen ama, ricada bulunmayı daha iyi bilen, bütün topluluğunu kapısında bekletmekten rahatsız olmayan, dinle politika arasında birleştirme çizgisi olan, rahipten fazla papaz olan, piskopostan çok başpapazlığa yakışan piskoposlardır. Şan olsun onlara yaklaşanlara! Saygınlık sahibi kişiler olduklarından, yanlarında yörelerinde işbilir, gözde kimselere, hoşa gitmesini bilen şu gençliğe yağlı-ruhani parçalar, piskoposluk rütbesinden önce gelir kaynakları, başdiyakosluklar, yardımcı rahiplikler, kiliselerde memuriyetler verirler. Kendileri yükseldikçe, yalakalarını da yükseltirler; sanki devinim halinde bir güneş sistemidir bu. Onların ışıltısı artlarındakini renklendirir. Onların yükselmesini yanına yöresine küçük terfiler halinde dağıtır. Ustaya daha önemli bir yönetim dairesi, çırağa da daha geniş bir mesleki alan. Sonra, ne olacak ki, Roma şurası. Başpiskopos olmayı bilen bir piskopos, kardinal olmasını bilen bir başpiskopos sizi maiyet memuru gibi götürür, rahipler kuruluna girersiniz; sonra, cüppe giyersiniz, toplantılara dinleyici olarak katılırsınız, yardımcı olursunuz, önce «Efendi» olursunuz, ardından «Efendi Hazretlerine terfi edersiniz; «Yüceliğe» bir adımlık mesafededir burası, burayla Papalık arasında ise bir oylamanın ip gibi dumanı vardır salt. Her kardinal, başlığı üç katlı bir papalık tacını düşler. Bugün rahip doğru yollardan yürüyüp hükümdar olabilen tek insandır, ne hükümdar ama! Yüce bir kral. Bu halde, papaz okulu isteklerin fidanlığıdır. Yüzü pençe pençe kızaran nice koro şarkıcısı çocuk, nice delikanlı rahip başlarında Perrette’in süt çanağını taşırlar! Belki tutku kendine hemen yetenek adını veriyor, kim bilir! içtenlikle, kendi kendini aldatıp, şan olsun ona!
Kibirsiz, fakir, kendi başına buyruk bir adam olan Piskopos Bienvenu, koca başlıklılar arasında sayılmıyordu. Etrafında genç rahiplerin birinin bile bulunmamasından anlaşılıyordu bu. Görüldü ki Paris’te «dikiş tutturamamıştı.» Tek başına bir adam olan bu ihtiyara yamanmayı hiçbir aklıevvel düşünemezdi bile. Yeni sürgün veren hiçbir tutku onun gölgesinde yeşerme çılgınlığını yapmazdı. Piskopos kurulundaki papazlar, piskopos vekilleri saf, kocamış insanlardı, onun gibi biraz halktan kimselerdi, onun gibi kardinalliğe yol çıkmayan bu göreve kaplanmışlardı; piskoposlarına benziyorlardı, ama tek farkla ki onlar bitmişler, diğeri tamamlanmıştı. Sayın Bienvenu’nün yanında yükselmenin olanaksızlığını öyle iyi anlamışlardı ki, onun yetiştirdiği gençler, papaz okulundan çıkar çıkmaz, kendilerini Aix, ya da Auch başpiskoposlarına önertip hemen uzaklaşıyorlardı. Çünkü, bir daha söylüyoruz, herkes yükselmek ister. Taşkın bir özveriyle yaşayan bir azizin yakınlığı risklidir; giderilemez bir sefalet, yükseltecek eklemlerin işlevsizleşmesini size de bulaştırabilir; özetle, istediğinizi aşan bir özveridir bu, herkes de bu kaşıntı veren erdemden uzak durur. Sayın Bienvenu’nün yalnızlığının kaynağı buydu. Karanlık bir çağdayız. Başarmak… yüksekteki anarşiden, arabozuculuktan damla damla akan öğretim budur işte.
Yeri gelmişken söyleyelim: Başarı ne kadar tiksinç bir şey! Erdemle olan riyakârca benzerliği insanı yanılgıya düşürür. Halk kalabalığı için başarının yüzü yaklaşık üstünlüğün yüzüyle birdir. Yeteneğin ikizi olan başarının bir kurbanı vardır: Tarih. Salt Juvenalis’le Tacitus buna seslerini yükseltirdi. Günümüzde, neredeyse resmi bir felsefe başarının kapısına hizmetçi olarak girmiştir, özel üniformasını kuşanmış, bekleme salonunda hizmet görür. Başarınız: Kuramsal bir olgu bu. Varsıl kimse, o yetenekli ve başarılı sayılıyor. Piyangoda kazandınız mı, zeki birisinizdir. Üstünler saygı görür. Külahlı dünyaya gelin; bütün iş burada. Talihiniz olsun, sizi büyük adam sanırlar. Bir çağın parlaklığını oluşturan beş-altı muhteşem ayrıcalıklının dışında, çağdaş hayranlık bir görme kusurudur. Yaldız, altının yerini tutar. Herhangi biri olmak işleri karıştırmaz, yeter ki sonradangörme olsun. Bayağı kendine tapan, bunu alkışlayan ihtiyar bir kendini beğenmiştir.
İnsanlarda, Musa, Eshülos, Dante, Michelangelo, Napoléon olma becerisi bulunur; bir şeyde hedefine varan birine halk oybirliğiyle bunu konduruverir. Bir noter senatör olsun, bir yalancı Corneille Tiridate’ı yazsın, bir haremağasının bir haremi olsun, bir asker Prudhomme bir çağın son savaşını şans eseri kazanmayagörsün, bir eczacı Sambre-et-Meux ordusuna karton ayakkabı tabanı icat etsin, sekiz milyon doğurtsun, geveleyen bir vaiz piskopos olsun, varlıklı bir evin kâhyası işinden ayrıldığında öyle zengin olsun ki maliye bakanı atansın… insanlar buna Deha derler, tıpkı Mausqueton’un suratına Güzellik, da Claude tavırlıya Haşmetmeap demeleri gibi. Ördeklerin ayaklarıyla yumuşak çamurda oluşturdukları yıldızlarla gökteki yıldızları aynı şey sanırlar.

XIII
PİSKOPOS’UN İNANÇLARI

Alışılmış uygulamaları doğrulama açısından, Digne Piskoposunu eleştirmek gereksizdi. Namuslu adamın, sözü kanun gibidir, ona güvenilir. Ona sadece saygı duyulur. Adaletli bir adamın vicdanına inanmak için sözü yeterlidir. Aslında, kimi kişilikler dikkate alınırsa, bizim inancımızdan farklı bir inançla insanlık erdeminin olanca güzelliklerinin yükselme ihtimalini kabul ediyoruz.
Piskopos bu dogma veya şu mezhep sırrı hakkında bir şey düşünür müydü? Bu iç sırlar sadece ruhların çıplak girdikleri mezarda bilinir. Tartışmasız inandığımız bir şey varsa o da şu: İnançtak

zorluklar, onun fikrince sahtekârlıkla çözülmez. Elmasın çürümesi akıldan geçirilemez. Bienvenu inanırdı. «Credo in Patrem» (Tanrı’ya inancım var) diye sık sık bağırırdı. Vicdanı kendisine usulca, «Tanrı’yla berabersin» derdi.
inançlarının gücü az gelir gibi, Piskopos’ta taşkın bir sevecenlik dikkat çekerdi, işte bu bakımdan, «quia multum amavit», «ağırbaşlı kişiler», «kafalı adamlar» -egoizmin, bilmişliğin parolasını kabullendiği içler acısı dünyamızın seçkin deyimleri- tarafından incinebilir, hassas, zayıf olarak nitelenmişti Piskopos. Bu taşkın sevgi neyle gösterilirdi? Bu, çevresindeki herkesi içine alan bir iyimserliktir. Üstelik sevgisini cansız şeylere kadar indirmişti diyebiliriz. O hiçbir şeyi küçümsemezdi. Tanrı’nın bütün varlıklarını sevgi ve saygıyla içine alırdı. Hem çok hoşgörülüydü de.
Din adamlarının birçoğunun aksine, Piskopos Myriel, hayvanlara da saygı beslerdi. «Hayvanların ruhları niye olmasın?» dediği epey sık duyulmuştu. Sevgisini en çirkin varlıklara kadar indirmişti. Kız kardeşi bir gün onun bahçede yere eğilip, kıllı ve korkunç bir örümceğe bakıp, uysal bir sesle: «Biçare yaratık, bu kendi kabahati değil ki!» diye söylendiğini duymuştu. Bir gün de bir karıncayı ezmemek için, birden sıçramış ve ayağını burkmuştu.
Evet, bu namuslu ve haktanır adam, işte böyle yaşardı. Zaman zaman bahçesinde şekerleme yapardı. Bu görülesi bir manzaraydı.
Söylentilere göre, Monsenyör Bienvenu, delikanlılığını epey debdebeli bir hayatı süren kösnül bir adam gibi geçirmişti. Ama geçen yıllarla onu törpülenmişti. Evrensel hoşgörürlüğü doğuştan değil, yıllarla kazandığı bir erdemdi.
Takvimler 1815’i gösterdiğinde tam yetmiş beş yaşındaydı. Uzun boylu sayılmazdı. Son yıllarda epey kilo almıştı, zayıflamak için uzun yürüyüşlere çıkardı. Çevik adımlarla yürüyordu,
beli henüz kamburlaşmamıştı. Monsenyör Bienvenu’nün hoş bir yüzü vardı ve epey sevimliydi.
En büyük silahlarından olan o çocuksu sevinciyle, söze başladığında o kadar sevimli biri olurdu ki, onun yanında bulunanlar kendilerini çok mutlu ve rahat hissederdi. Yüzü renkli, iyi baktığı dişleri inci gibiydi. Onu gören, «ne babacan adam» derdi. Napoleon’a da aynı izlenimi vermişti. Kendisini ilk görenler için o «herhangi bir adamcağız» dışında bir şey değildi. Fakat onun yanında birkaç saat bulunanlar, düşünceyle parlayan o ak pak saçlarla kuşatılmış alından, ışıl ışıl gözlerinden etkilenirdi. Ona bakanlar, bir meleğin kanat çırpışını görmüş gibi saygıya kapılırlardı.
Önceden de değindiğimiz gibi dualar, törenler, sadakalar, bahçesinde çalışmak, kardeşlik, sıradan yemeklerle yetinmek, misafirperverlik, dünya nimetlerinde gözü olmamak, kardeşlik, güven ve iş onun gösterişsiz hayatını doldururdu. Evet, bu kelime çok yerinde, çünkü Piskopos’un bütün günleri gecenin geç vakitlerine dek dolu doluydu. Gecenin geç saatlerinde birkaç dakika yıldızlara bakarak, derin düşüncelere daldıktan sonra yatağa girmesi de bir tür tören gibiydi. Çoğu zaman evdeki ihtiyar kadınlar, gecenin epey geç bir saatinde onun bahçesinde yürüdüğünü duyarlardı. Tanrı’nın yüz sahibi ettiği o muhteşem varlıkları seyretmeye doyamazdı. Gece çiçeklerinin kokularını yaydıkları o tenha vakitlerde, o, yıldızlar altında dua okuyup gezinmekten derin mutluluk duyardı.
Tanrı’nın görkemini, varlığını, tuhaf bir sır olan öbür dünyayı, ondan da tuhaf olan geçmiş önceki hayatı, gözlerinin önünde her tarafa uzanan sonsuzluğu düşünürdü; anlaşılmazı anlaşılır kılmaya uğraşmadan ona bakardı. Tanrı’yı incelemiyordu. O’na hayrandı. Maddeyi şekillendiren, onları belirterek güçlerini ortaya çıkaran, birlik içinde kişilikler, alanda oranlar, sonsuzda sayısızı yaratan, ışıkla güzelliği oluşturan atomların kusursuz denk gelişlerini saygıyla izlerdi. Bunlar habire bağlanıp çözülür; böylece hayatı, ölümü oluştururlardı.
Kocamış bir asma kütüğüne dayanan tahta bir sırada otururdu, meyve ağaçlarının yamru yumru, cılız gölgelerinin arasından yıldızlara bakardı. Sıskaca bitkilerle, sayısız kulübe, avluyla dolu bu çeyrek dönümlük toprak onun için hayli değerliydi, ona yetiyordu.
Vakti bunca kıt olan yaşayışındaki serbest zamanını gündüz bahçe işleriyle, gece de düşünerek geçiren bu ihtiyar adam başka ne isterdi ki? Tavanı gökler olan bu ensiz avlu, yerine göre en hoş eserlerinden, en yüce işlerinden ötürü Tanrı’ya tapınmak için yetmez miydi? Sahiden de hepsi burada değil miydi? Başka ne istenebilirdi? Dolaşmak için küçük bir bahçe, düş kurmak için bitimsiz genişlik. Ayaklarının ucunda yetiştirilebilen, toplanabilen her şey; başının üstünde incelenebilen, düşünülebilen her şey; yerde birkaç çiçek, gökte sayısız yıldızlar.

XIV
DÜŞÜNCELERİ

Piskopos Charles François Myriel’in portresini genel hatlarıyla tamamlamak için son sözler…
O, kendince, kişisel bir felsefe sahibiydi… Onu aydınlatan kalbiydi. Bilgeliği, kalbinden yükselen ışıktandı.
Belli bir dizgesi yoktu, o sadece işini yapardı. Başka şeylere akıl yoracak vakti bol kişilerden değildi.
Sistemlerin hiçbirine yakın değildi, o sadece eylemlerle yetinirdi. Karmaşık düşüncelerle aklını yormazdı. Bir Havari gözüpek olabilir, fakat bir Piskopos çekimser olmalı. Bazı soruların uçurumlarına dalmak risklidir. Bu karanlıklar kapısında bir ses size oraya girmenin yasak olduğunu fısıldar.
Dâhiler, kendilerini genellikle dogmalardan daha yücelerde bulup, düşüncelerini Tanrı’ya önerirler. Böylelerinin duaları tartışmalara neden olur, ibadetleri bir soru işareti gibidir.
Halbuki insanoğlunun düşünce ufku sınırsızdır. O kendi sarhoşluğunu kendisi var eder. Hem daha ileri gider, bütün doğayı aydınlatır diyebiliriz. Bizi kuşatan bu sır dolu dünya aldığını verir. Özetle, şu dünyada dünlerin ufuklarında, mutlak’ın zirvelerini görebilirler ve böylece ebediyetin doruğunu seçebilirler. Monsenyör Bienvenu bu saydıklarımızdan değildi, o bir dâhi değildi. O «Swendenborg» ve «Pascal» gibi kusursuz dehaların deliliğe yöneldikleri bu doruklardan korkardı. Aslında bu güçlü hayal etmelerin de, bir açıdan epey faydası olur: ideale ulaşmak. Yine de Piskopos Myriel bütün bunlara karşı vaktini duayla geçirmeyi tercih ederdi.
Peygamberlik ve bilicilikle ilgisi yoktu onun. Bu sade ruh, sadece sevmekle yetinirdi, olancası bu.
insanüstü bir güçle dua eder gibiydi. Fakat sevginin fazlası olamayacağı gibi, dua etmenin de olmazdı. Eğer dualarda yazılanları aşmak bir suçsa, Sainte-Therese ve Saint-Serome de bu suçu işlemişlerdi.
O inleyen ve yakınanların üstüne eğilir, onlara yardım ederdi. Dünya ona göre sağaltılmaz bir hastalıktı. Her yerde, bunu seziyordu. O, acıları arar, acıların kaynağını aramazdı. O sadece avuntu ve rahatlatmanın çarelerini arardı. Bu iyi kalpli ve sevecen din adamı için, bütün canlılar ilgiye değerdi. En büyük gayesi rahatlatmak, mutlu etmekti.
Çoğu kişi toprağı altın bulmak için kazar, o merhameti ortaya çıkarmak için ruhları yoklardı. Evrensel sefalet onun için bir maden gibiydi. Şahsi madeni. Acı, sevmeye bir bahaneydi. «Birbirinizi sevin». O sadece bu vaazı verirdi. Felsefesi tek kelimeyle ifade edilirdi: «Sevgi». Bir gün, kendini filozof sanan şu adam, daha önce değindiğimiz şu senatör, Piskoposumuza şunları söyledi: «Azizim, dünyanın haline bakın: Herkes birbiriyle savaşıyor, en güçlü olan en haklı oluyor. Sizin ‘birbirinizi sevin’ sözleri palavra!»
Monsenyör Bienvenu onunla tartışmaya hiç girmeden: «Peki, o zaman» dedi, «bu bir palavraysa, istiridyedeki inci gibi, ruh da bunun içine saklanmıştır.» Demek ki oraya saklanmıştı, orada yaşıyordu. Bundan da tartışmasız, memnundu; insanı hem cezbeden, hem de korkutan olağanüstü yöneltilmiş bütün bu derinlikleri kapsayan konuları Tanrı’nın havarisine, yokluğun Tanrıtanımazına bırakıyordu: Alınyazısı, iyi ile kötü, varlığın varlığa savaşı, kişinin vicdanı, hayvanın düşünen uyurgezerliği, ölümle değişme, mezarın kapattığı hayatlar özeti, sürekli olan benliğe kesintisiz sevgilerin bilinmez aşısı, töz, madde, Nil ve Ens, ruh, tabiat, özgürlük, zorunluluk; acıtan sorunlar, insan düşüncesinin muhteşem yüce melekleri üzerine eğildiği lanetli kalınlıkları açtırır gibi duran bir gözle izledikleri dipsiz uçurumlar.
Monsenyör Bienvenu bunları fazla derinleştirmeden, tartışmadan, bunlarla düşüncesini bulandırmadan bu esrarengiz sorunları dışardan gören, yalnızca ruhunda bilinmezliğe karşı ağırbaşlıca saygısı olan biriydi.
Monsenyör Bienvenu, dünyevi işlerden uzak duran, kendisini etrafındaki yoksullara ve bedbahtlara adamış, sevgi ve insancıllıktan oluşmuş ilahi bir varlıktı.

Benzer İçerikler

Gazap Üzümleri – John Steinbeck – Online Kitap Oku

yakutlu

TEMBELLİK HAKKI PAUL LAFARGUE

yakutlu

Hoca, Baba, Amca, Ben | Murat Uyurkulak

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy