ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK -SOREN KIERKEGAARD

UMUTSUZLUK ÖLÜMCÜL BiR HASTALIKTIR.
I. Tinin Ve Ben’in Hastalığı Olarak Ele Alman Umutsuzluk Böylece Üç Farklı Görünüm Sunabilir: Bir Ben’i Olduğunun Farkında” Olmayan Umutsuz Kişi (Bu, Gerçek Bir Umutsuzluk Değildir); Kendisi Olmak İstemeyen Umutsuz Kişi Ve Kendisi Olmak İsteyen Umutsuz Kişi .
İnsan tindir. Ama tin nedir? Tin ben’dir. Ama ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir ilişkidir! daha doğrusu ben, ilişki içinde bu ilişkinin içsel yönelimidir! ben, ilişki olmayıp ilişkinin kendine dönüşüdür.
İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir. Sentez iki terimin ilişkisidir. Bu görüş açısından ben, hâlâ varolmamıştır.
İki terim arasındaki bir ilişkide, her terim, bu ilişki ile sürdürdüğü bağıntı aracılığıyla varolduğundan, olumsuz bir birim olan üçüncü bir terim ile olan ilişki ve iki terim, ilişkiye bağlıdır! böylece ruh söz konusu olduğunda, ruh ve bedenin ilişkisi yalnızca yalın bir ilişkidir. Bunun aksine, ilişki yalnızca kendine bağlıysa, bu son ilişki olumlu bir üçüncüdür ve böylece ben’e sahip oluruz.
Kendine gönderme yapan bir ilişki, bir ben, ancak kendisi ya da bir başkası tarafından ortaya konmuş olabilir.
Kendine bağlanan ilişki başkası tarafından ortaya konursa, kuşkusuz bu ilişki bir üçüncüdür; ama bu üçüncü, hâlâ bir ilişkidir yani tüm ilişkiyi ortaya koyan şeye bağlıdır.
Bu şekilde türemiş veya ortaya konmuş böyle bir ilişki insanın ben’idir: Bu, kendine bağlanan ve bu şekilde başkasına bağlanan bir ilişkidir. Buradan gerçek umutsuzluğun iki biçiminin varolduğu olgusu ortaya çıkar. Eğer ben’imiz kendi kendini ortaya koysaydı yalnızca bir umutsuzluk biçimi var olurdu: Kendi olmayı istememek, kendi ben’inden kurtulmayı istemek, ve bu da şu anlama gelmektedir; kendi olmanın umutsuz istenci. Aslında bu formülün belirttiği şey, ben olan ilişki bütününe bağımlılık, daha doğrusu ben’in kendi gücüyle dengeye ve erince ulaşmadaki yetersizliğidir: Ben bunu ancak kendiyle olan ilişkisi içinde, ilişkinin tümünü ortaya koyan şeye bağlanarak yapabilir. Dahası, umutsuzluğun bu ikinci (kendi olma istenci) umutsuz olmanın özel bir şeklini çok az olarak gösterirken buna karşılık her umutsuzluk nihai olarak umutsuzluk şeklinin içinde çözülür ve ona bağlanır. Umutsuz olan insan, zannettiği gibi umutsuzluğunun bilincindeyse, bu umutsuzluktan dışarıdan gelen bir olay gibi saçma bir şey olarak söz etmezse (biraz baş dönmesinden rahatsız olup sinirlerinin oyununa kanan birinin kafasında bir ağırlığın varlığından söz etmesi gibi, ağırlığın veya basıncın yalnızca içsel bir duyu olmasına rağmen bir cismin kafasına düştüğünden söz etmesi gibi), bu umutsuz kişi tüm gücüyle kendi başına ve yalnızca kendi başına umutsuzluğu yok etmek isterse, bu umutsuzluktan çıkamadığını ve tüm bu boş çabasının onu yalnızca daha derin bir umutsuzluğa soktuğunu söyleyecektir. Umutsuzluğun uyumsuzluğu basit bir uyumsuzluk olmayıp kendisine bağlı kalmakla birlikte başka bir ilişki tarafından ortaya konan bir ilişkinin uyumsuzluğudur; böylece bu ilişkinin uyumsuzluğu kendi kendine var olurken diğer taraftan yaratıcısı ile ilişkisi içinde sonsuza kadar yansır.
Umutsuzluk tamamen yok olduğunda, ben’in durumunu betimleyen formül şudur: Ben, kendine yönelerek, kendi olmak isteyerek, kendi saydamlığı içinde onu ortaya koyan gücün içine dalar.

II. GÜCÜL (POTANSiYEL) UMUTSUZLUK VE GERÇEK UMUTSUZLUK
Umutsuzluk bir avantaj mıdır yoksa bir kusur mudur? Saf diyalektik içinde kalırsak her ikisidir. Belirgin bir durum düşünülmeden, umutsuzluk yalnızca soyut bir fikir olarak ele alınırsa, onu büyük bir avantaj olarak düşünmeliyiz. Bu acıyı çekmek zorunda olmak bizi hayvanın üstüne yerleştirir ki bu, tinselliğimizin yüceliğinin veya sonsuz dikeyliğimizin işareti olan dikey yürüyüşten çok farklı bir biçimde bizi ayırt eden bir gelişmedir. O hâlde insanı hayvandan üstün kılan, onun acı çekmesinin gerekliliğidir. Hıristiyanı, doğada yaşayandan üstün kılan, onun bu acının bilincinde olmasıdır; tıpkı, bir Hıristiyanın mutluluğunun umutsuzluktan arınarak iyileşme olması gibi.
Böylece, umutsuz olabilmek sonsuz bir avantajdır ve bununla birlikte umutsuzluk zavallılıklarımızın yalnızca en korkuncu değildir, aynı zamanda mahvolmamızı da sağlar. Genellikle, olabilirin gerçekle ilişkisi kendini başka biçimde gösterir çünkü, örneğin istediğine erişmek bir avantajsa istenen şey olmak daha da büyük bir avantajdır yani olabilirden gerçeğe geçmek bir gelişmedir, bir yükseliştir. Buna karşılık umutsuzluk yoluyla gücülden gerçeğin içine düşülür ve burada gücülün gerçek üzerindeki sonsuz payı düşüşün derinliğini belirler. O hâlde, umutsuz olmamak yükselmek demektir. Ama tanımımız hâlâ açık değildir. Buradaki olumsuzluk topal olmamak, kör olmamak vs. gibi bir olumsuzluk değildir. Çünkü umutsuz olmamak, umutsuzluğun mutlak eksikliği anlamına geliyorsa, bu durumda gelişme, umutsuzluktur. Umutsuz olmamak, umutsuz olmaya yatkınlığın yok edilmesi anlamına gelmelidir: Bir insanın gerçekten umutsuz olmaması için, her an içinde bu olasılığı yok etmesi gerekir. Genelde gücülün gerçekle ilişkisi başkadır. Filozoflar gerçeğin, yok edilen gücül olduğunu söylemektedirler, bu tam doğru değildir; çünkü gerçek doymuş bir gücüldür, eyleme geçen bir gücüldür. Burada, aksine, gerçek (umutsuz olmamak), dolayısıyla bir olumsuzluk, güçsüz ve yok edilmiş potansiyel bir güçtür, genelde gerçek olabiliri doğrular, burada ise reddeder.
Umutsuzluk, ilişkisi kendine ait olan bir sentezin içsel uyumsuzluğudur. Ama sentez uyumsuzluk değildir, sentez uyumsuzluğun yalnızca bir olasılığıdır veya onu içerir. Yoksa umutsuzluğun hiçbir izi olmazdı ve umutsuz olmak yalnızca doğamıza özgü olan bir insan özelliği olurdu; yani umutsuzluk var olmazdı, insan için hastalık gibi, ölüm gibi yalnızca bir acı olurdu. O hâlde umutsuzluk içimizdedir, ama sadece bir sentez olsaydık umutsuzluğa düşemez-dik ve bu sentez doğarken Tanrı’dan kaynağını almamış olsaydı umutsuzluğu yaşayamazdık.
O hâlde umutsuzluk nereden kaynaklanıyor? İçinde, sentezin kendine bağlandığı ilişkiden; çünkü Tanrı insanı bu ilişkiye dönüştürürken onun ellerinden kaçıp kurtul” masına izin vermiştir, yani bundan böyle yolunu bulma işi ilişkiye aittir. Bu ilişki düşüncedir, benidir ve burada her umutsuzluğun, var olduğu sürece, her zaman dayandığı sorumluluk bulunmaktadır; umutsuzların, umutsuzluğu bir felaket gibi ele alarak kendini ve diğerlerini aldatmadaki ustalıklarına ve söylevlerine rağmen umutsuzluğun dayanağı olan sorumluluk bulunmaktadır; baş dönmesi durumunda, birçok bakımdan doğadan farklı olmasına rağmen umutsuzluğun anımsattığı gibi, umutsuzluğun zihinle olan ilişkisi, baş dönmesinin ruhla olan ilişkisiyle birçok benzerlik taşımaktadır.
Daha sonra uyumsuzluk, umutsuzluk var olduğunda, bundan uyumsuzluğun varlığını sürdürdüğü sonucu çıkar mı? Kesinlikle hayır; uyumsuzluğun süresi uyumsuzluktan değil, kendine bağlanan ilişkiden kaynaklanır. Diğer bir anlatımla, bir uyumsuzluğun ortaya çıktığı ve var olduğu sürece ilişkiye dönmemiz gerekir. Örneğin birinin ihtiyatsızlık nedeniyle bir hastalık kaptığı söylenir. Daha sonra hastalık ortaya çıkar ve bundan itibaren bu, kökeni gitgide daha fazla geçmişe ait olan bir gerçeğe dönüşür. Hastayı hastalık gerçeğini olasılığı içinde her an eritme amacındaymışız gibi kınamakla bir zalim ve bir canavar oluruz. Evet! Doğru! Hastalığa hatası sonucu yakalanmıştır, ama bu hata bir kez oluşmuştur. Hastalığın sürmesi, hastalığa bir kez yakalanmasının yalın bir sonucudur ki hastalığın gelişimini her zaman bu tek kez olan şeye bağlayamayız; hastalığa yakalanmıştır ama, hâlâ yakalanıyor olduğunu söyleyemeyiz. Umutsuzlukta olaylar farklıdır; umutsuzluğun gerçek anlarının her biri olasılığına indirgenmelidir; umutsuzluğa düşülen her an, umutsuzluğa yakalanılır, şimdi, gerçek geçmiş hâline gelerek durmadan yok olur, umutsuzluğun her gerçek anında umutsuz kişi olası tüm geçmişi bir şimdi gibi taşır. Bu olgu umutsuzluğun, zihnin bir kategorisi olmasından ileri gelir ve insanın sonsuzluğuna denk düşer. Ama bu sonsuzluktan, sonsuza değin kurtulamayız; özellikle onu bir hamlede atamayız; onsuz olduğumuz her an, ya onu fırlatmışızdır ya da fırlatıyoruzdur, ama sonsuzluk geri gelir, daha doğrusu umutsuzluğa düştüğümüz her an, umutsuzluğu yakalarız. Çünkü umutsuzluk, uyumsuzluğun değil, kendine yönelen bir ilişkinin sonucudur. Ve insan, bu ilişkiden ancak kendi benliğinden sıyrılırsa kurtulabilir ki sonuçta ben ve ilişki aynı şeydir; çünkü ben, ilişkinin kendi üzerine geri dönmesidir.

III. UMUTSUZLUK, “ÖLÜMCÜL HASTALIKTIR.
“Ölümcül hastalık” düşüncesi özel bir anlamda ele alınmalıdır. Sözcüğün tam anlamıyla çıkış yolu, sonu ölüm olan bir hastalık demektir ve böylece ölüme yol açan bir hastalığın eşanlamlısıdır. Ama umutsuzluğu bu anlamda ele almak hiçbir şekilde söz konusu olamaz; çünkü Hıristiyan için ölüm bile yaşama bir geçiş yoludur. Böyle düşünüldüğünde hiçbir bedensel hastalık onun için “ölümcül hastalık” değildir. Ölüm, hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama “ölümcül hastalık”, dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.
Ama diğer bir anlamda, daha katı olarak umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır. Çünkü daha açık bir anlatımla bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, tersine, can çekişmede olduğu gibi ölümle savaşmasına rağmen kişinin gene de ölememesinden kaynaklanır. Bundan dolayı ölesiye hasta olmak, ölememektir ama burada yaşam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu sürece, yaşamdan birşeyler beklenir, ama diğer tehlikenin sonsuzluğu keşfedildiği zaman, ölüm için umut beslenir. Ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü zaman, umutsuzluk ölememenin neden olduğu umutsuzluktur.
Bu kesin tanım içinde umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır, çelişkili işkencedir, ben’in hastalığıdır: Sonsuza değin ölmek, ölmemekle birlikte ölmek, ölümü ölmek demektir bu. Çünkü ölmek, her şeyin bitmesi anlamına gelir; ama ölümü ölmek, ölümünü yaşamak demektir; ve bunu tek bir an yaşamak, onu sonsuza kadar yaşamak demektir. Bir hastalıktan ölme gibi umutsuzluktan ölünmesi için, bu hastalığın vücutta yaptığının, içimizde oluşması, ben’deki ebedîliğin ölmesi gerekir. Bu sadece bir kuruntudur. Umutsuzluktaki ölüm sürekli yaşama döner. Umutsuz olan ölemez; “düşünceleri öldürmek için bir hançerin hiçbir değerinin olmaması” gibi, ölümsüz solucan, söndürülemez ateş olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi dayanağı olan ben’in sonsuzluğunu yok edemez. Ama kendinin yok edilişi olan umutsuzluk güçsüzdür ve amaçlarına ulaşamaz. Öz istenci, kendini yok etmektir, ama bu tam da yapamadığı bir şeydir ve hatta bu güçsüzlük, içinde umutsuzluğun ben’in yok edilmesine yönelik amacını ikinci kez gerçekleştirememesidir; aksine bu, varlığın yığılması, hatta bu yığılmanın yasasıdır. İşte bu, umutsuzluğun asidi, kangrendir, ucu içeriye dönen bu işkence bizi her zaman daha derin olan güçsüz bir kendini yok etmenin içine batırır. Umutsuzu avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine kinini şiddetlendiren bir işkencedir; çünkü geçmiş,’) umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtu-labildiği ve ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur ve ben’in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır.
Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşerken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben’inden kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece “Sezar veya hiç olurum” diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar hâline gelemediği için kendi olmaya katlanamaz. O hâlde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben Sezar olamamaktan dolayı umutsuzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olmamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben’inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz ben’inden kurtulamaz. Özünde umutsuzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçektir, ama kendi ben’inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben’inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düşmektedir. O hâlde, umutsuz bir kişinin kendi ben’ini yok etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yüzeysel bir düşünce olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umutsuzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben’i ateşe vermektedir.
O hâlde bir şeyden umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır, doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya yatmaktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendinden umutsuzluğa düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Başkasına ait hâle gelseydi en hoş şekilde kaybetmiş ve kurtulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben’e sahip olmak zorundadır. Kendisinin bir hazine olabilecek -diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşır- bu ben, diğeri öldüğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk edilişini anımsattığı için bir tiksinti nedeni olacaktır. O hâlde ona “kızım kendi kendini tüketiyorsun” demeye çalışın; onun şu yanıtı verdiğini göreceksiniz: “Ah! Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan dolayı”.
Kendinden umutsuzluğa düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun formülü ve ikincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı istemek, daha önce belirttiğimiz gibi (birinci bölüme bkz.) kendi olmanın’ reddedildiği umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir. Umutsuzluğa düşen, umutsuzluğu içinde kendisi olmayı istemektedir. O hâlde kendi kendisinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır, ama daha yakından bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanılır. Bu umutsuz kişinin olmak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı ben’dir (çünkü gerçekten olduğu ben’i sahiplenmek, umutsuzluğun tam karşıtıdır); aslında istediği, ben’i yaratıcısından ayırmaktır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen başarısızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en güçlü olarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir benliği hâline gelmek için kendi ben’inden, sahip olduğu ben’inden kurtulmayı ister. Olmak istediği ‘ben’e kavuşmak, tüm zevkleri tatmasını sağlardı -bu durumun da başka bir anlamda aynı derecede umutsuz olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu “ben”i olmak zorunda kalan bu kendi, onun işkence-sidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi.
Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben’i yok etme güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişkisiyle kanıtlanabilir, içimizde sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.
Ben’in hastalığı olan umutsuzluk, “Ölümcül hastalık” budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en saygın özüne saldırır; ama insan bu yüzden ölemez. Burada ölüm, hastalığın sonu değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve… ölüm, ölememektir.
Umutsuzluğun durumu budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna benini kaybetmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybetmeye çalışır: Bununla birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben’ine çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu olarak gerçekleşir ve insan böylece kendi ben’inden kurtulmanın bir ham hayal olduğunu anlar. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Değil mi ki bu ben hem sahip olduğumuz hem kendisi olduğumuz varlıktır, Tanrının insana bahşettiği bir ödün, üstelik insana olan bağlılığından ileri gelen ödündür. Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk’un insana tanıdığı sonsuz, yüce bir ayrıcalıktır ve aynı zamanda insan üzerindeki inancıdır.İkinci Kitap – UMUTSUZLUGUN EVRENSELLiĞi
Hekimlerin dedikleri gibi nasıl tam olarak sağlıklı bir insan yoksa, yakından bakıldığında, içinde bir tedirginliğin, bir bozukluğun, bir uyumsuzluğun, nereden kaynaklandığı bilinmeyen veya hatta bilmeye cesaret edilemeyen bir korkunun, dış bir olaydan kaynaklanan bir korkunun veya kendiliğinden olan bir korkunun bulunmadığı ve umutsuzluktan bağışık tek bir insanın da olmadığı söylenebilir; böylece hekimlerin bir hastalıktan söz ettikleri zaman kuluçka dönemini anmaları gibi, insan, ruhunda ender olarak, açıklanamayan bir korkunun içsel varlığını ortaya koyduğu bir hastalıktan geçer. Ve ne olursa olsun, hiç kimse umutsuzluğa düşmeden ne Hıristiyanlığın dışında -eğer gerçek bir Hıristiyan değilse- ne de bizzat Hıristiyanlığın içinde yaşamamıştır ve yaşamıyorduk çünkü tam olarak Hıristiyan olunmadıkça insanın içinde her zaman bir umutsuzluk tohumu kalır.
Birçok kişi için bu görüş kuşkusuz bir çelişki, bir abartı, aynı şekilde kara ve umut kırıcı bir düşünce etkisi yaratacaktır. Bununla birlikte bu etki hiçbir şeydir. Bu görüş, karartmak bir yana, genelde bir alacakaranlık içinde bırakılan şeyi aydınlatmaya çalışır; yıkmak yerine yüceltir; çünkü insanı her zaman kaderinin ona verdiği en üst gerekliliğe göre ele alır: Bir ruh olmak; nihayet havada kalan bir kapris olmayıp tamamen mantıksal bir görüştür ve bu görüş abartı içermez.
Buna karşın, genel umutsuzluk kavramı görünürde kalmaktadır. Umutsuzluk bir kavram olmayıp yalnızca yüzeysel bir görüş olmaktadır. Bu görüş, içimizden her birinin umutsuz olup olmadığını ilk bilen kişi olduğunu ileri sürmekte ve umutsuz olduğunu söyleyen öyle olduğunu zannetmektedir, ama umutsuz görünmemek için umutsuz olunduğuna inanılmaması yeterlidir. Bu şekilde, gerçekte evrensel olan umutsuzluk,  seyrekleştirilmektedir. Seyrek olan, umutsuz olmak değildir aksine seyrek olan, en çok seyrek olan, gerçekten umutsuz olmamaktır.
Ama umutsuzluk konusunda sıradan insanın yargısı fazla bir şey içermemektedir. Böylece (yeterince anlaşıldığında binlerce, milyonlarca insanı ümitsizlik safına yerleştiren bir örnek vermek gerekirse) çoğunluğun göremediği şey, tam da umutsuz olmamaktan çok, umutsuzluğun bilincinde olmamaktan doğan bir umutsuzluk biçiminin varlığıdır. Aslında sıradan insan umutsuzluğu tanımladığı zaman, sizin hasta veya iyi olduğunuza karar verdiğinde yaptığı hatayı yinelemektedir… ama burada daha önemli bir yanlış söz konusudur; çünkü sağlık ve hastalık durumundan çok, tinin ne durumda olduğu konusunda neyi göz önüne alacağını (içindeki düşüncenin ne durumda olduğu bilinmeden umutsuzluk hakkında hiçbir şey anlaşılmaz) çok daha az bilmektedir. Genelde kendini hasta görmeyen birinin sağlıklı olduğu zannedilir: Hele, iyi olduğunu kendisi söylüyorsa. Buna karşın hekimler hastalıkları başka gözle değerlendirirler. Neden? Çünkü sağlık konusunda gelişmiş, kesin fikirleri vardır ve durumumuzu değerlendirmek için bu fikre dayanırlar. Hayali hastalıklar gibi hayalı sağlıkların var olduğunu bilirler; bu sebepten hastalığı ortaya çıkarmak için ilaçlar verirler.
Çünkü hekimlikte her zaman durumumuz için anlattıklarımızın ancak yarısına inanan bir uygulayıcı bulunur. Ne durumda olduğumuz, neremizden acı çektiğimiz vs. ile ilgili tüm kişisel duygularımıza inanılsaydı hekimin rolü yalnızca bir yanılgı olurdu. Aslında hekimin rolü yalnızca ilaç vermek değildir, hekim öncelikle hastalığı tanımak ve böylece hasta olduğunu zannedenin veya kendinin iyi olduğunu zannedenin gerçekte hasta olup olmadığını bilmek zorundadır. Umutsuzluk karşısında psikologun durumu da aynıdır. Umutsuzluğun ne olduğunu bilir ve umutsuz olduğunu veya olmadığını zanneden kişinin söyledikleriyle yetinmez. Aslında, bir anlamda umutsuz olduklarını söyleyenlerin her zaman öyle olmadıklarını da unutmayalım. Umutsuzluğu taklit etmek kolaydır, hataya düşülebilir ve tinsel bir olgu olan umutsuzluk için sonuçsuz tüm ruhsal çöküntülerin ve gelip geçici çatışmaların tüm biçimleri olumsuzluk olarak görülebilir. Bununla birlikte psikolog burada da umutsuzluğun biçimlerini bulmaktan geri durmaz; kuşkusuz bunun yapmacık olduğunu çok iyi görür, ama bu taklit bile hâlâ umutsuzluktur; tüm bu dayanaksız çöküntüler nedeniyle yanılgıya düşmez, ama bunların anlamsızlığı bile hâlâ umutsuzluktur!
Aynı şekilde, sıradan insan tinsel hastalık olarak umutsuzluğun, genelde bir hastalık olarak şeyden farklı bir diyalektik olduğunu görmez. Ama bu diyalektiği yeterince anladığımızda, hâlâ binlerce insanı umutsuzluk kategorisinin içine aldığını görürüz. Bir dönem sağlıklı olduğunu kanıtlamış biri daha sonra hastalanırsa, hekimin, onun daha önce sağlıklı olduğunu ve şimdi hastalandığını söylemek hakkıdır. Bu, umutsuzluk söz konusu olduğunda farklıdır. Ortaya çıkışı daha önce var olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı umutsuzluğa düştüğü için kurtulamamış biri konusunda hiçbir zaman bir karara varılamaz. Çünkü onu umutsuzluğa düşüren olay bile tüm geçmiş yaşamı umutsuzluk olduğunda ortaya çıkar. Buna karşın ateşi olan biri için geçmişinde her zaman ateşli olduğunun söylenemeyeceği açıktır. Ama umutsuzluk tinin sonsuzluğa bağlanan bir kategorisidir ve bu nedenle diyalektiğinin içine biraz da sonsuzluk girer.
Umutsuzluğun sadece bir hastalıktan farklı bir diyalektiği yoktur! aynı zamanda tüm belirtileri de diyalektiktir ve bu nedenle sıradan bir insanın, umutsuz olmadığınızı belirleyemediği zaman hataya düşme olasılığı yüksektir. Aslında umutsuz olmamak açıkça şu anlama gelebilir: Umutsuzsunuzdur ya da umutsuzluğa kapılmış ve bundan kendinizi kurtarmışsınızdır. Sakin ve kaygılardan kurtulmuş olmak, umutsuz olunduğu anlamına gelebilir, hatta bu sakinlik, bu güven umutsuzluk olabilir; ve aynı şekilde umutsuzluk aşıldığı zaman elde edilen huzuru gösterebilir. Umutsuzluğun yokluğu, bir hastalığın yokluğu anlamını taşımaz; çünkü hasta olmamak, kesinlikle hasta olunduğu anlamına gelmez; buna karşın umutsuz olmamak, umutsuz olunduğunun işareti bile olabilir. O hâlde rahatsızlığın kendisinin hastalık olduğu bir hastalıkta durum aynı değildir. Hiçbir benzerlik yoktur. Burada rahatsızlığın kendisi diyalektiktir. Rahatsızlığı hiç hissetmemek umutsuzluğun ta kendisidir.
İnsanı tin olarak ele aldığımızda (ve umutsuzluktan söz edebilmek için insanı her zaman bu kategori içinde ele almalıyız), bunun nedeni, insanın kritik bir durum içinde olmaktan kurtulamamasıdır. Neden sağlık için değil de yalnızca hastalıklar için krizden söz ediyoruz? Çünkü bedensel sağlık durumunda, doğrudanlık içinde kalınır; yalnızca hastalıkla diyalektik var olur ve böylece krizden söz edilebilir. Ama tinselci için veya insana bu kategori içinde bakıldığı zaman, hastalık ve sağlık, ikisi de kritik durumlardır ve tinin doğrudan bir sağlığı yoktur.
Buna karşın, insanda yalnızca ruhun ve bedenin yalın bir sentezini görmek için tinsel yazgıya sırtımızı döndüğümüz andan itibaren (ve bu yazgı olmadan, umutsuzluktan söz edemeyiz), sağlık yeniden doğrudan bir kategori hâline gelir ve bu, ruhun veya bedenin diyalektik bir kategori durumuna gelen hastalığıdır. Ama umutsuzluk tam da insanların tinsel yazgılarının bilincinde onamalarıdır. Hatta onlar için en güzel ve en hayranlık verici olan şeyler, en parlak dönemindeki kadınlık, her barış, uyum ve coşku yine de umutsuzluktur. Bu, aslında mutluluktur; ama mutluluk tinin bir kategorisi midir? Kesinlikle hayır. Ve umutsuzluk en değerli yerini sadece mutluluğun derinliklerinde bulurken, korku, umutsuzluk olan ve yalnızca gizlenmek isteyen mutluluğun en gizli derinliklerine yerleşir. Yanıltıcı güvenliğine ve barışma karşın, her / masumiyet korkudur ve hiçbir zaman masumiyet, korkunun nesnesi olmadığı zamandaki gibi korkmaz bir korkunçluğun en kötü betimlemesi bile, neredeyse dalgınlıkla söylenmiş ama yine de belirsiz bir tehlikeye göre hesaplanıp ustaca seçilmiş bir sözcükle düşüncenin yaptığı denli masumiyeti ürkütemez; evet, masumiyet üzerine salınacak en büyük dehşet, açıkça değinmeden, durumunun ne olduğunu çok iyi bildiğini ona ima etmektir. Aslında, onun bunu bilmediği doğrudur, ama Hiçbir zaman düşüncenin yokluktan oluşturduğu tuzaklar kadar etkili ve sağlam tuzakları olamaz ve hiçbir zaman hiçbir şey olmadığı zamanki gibi kendi olamaz. Sadece keskin bir düşünce, daha doğrusu büyük bir inanç, yokluğu araştırmaya; daha doğrusu sonsuzluğu yansıtmaya katlanabilir. Böylece en güzel ve en hayranlık uyandırıp en parlak dönemindeki kadınlık, her şeye rağmen umutsuzluktur, mutluluktur. Ayrıca bu masumiyet yaşamı kat etmek için pek yeterli değildir. Yaşamın sonuna kadar elimizde yalnızca bir mutluluk varsa pek ileri gidemeyiz, çünkü umutsuzluk bu noktadadır. Aslında tam da, sadece diyalektik olduğu için umutsuzluk, hastalıktır, sefaletlerin en kötüsünün bu umutsuzluğa sahip olmamak olduğunu söyleyebiliriz… ve ondan kurtulmak istenmediği zaman her şeyden daha zararlı olmasına rağmen umutsuzluğa yakalanmak kutsal bir şanstır. Demek ki, bu durumun dışında iyileşmek bir mutluluktur ve hastalık sefalettir.
O hâlde sıradan insanın, umutsuzluğu istisna olarak görmesi büyük bir hatadır; aksine umutsuzluk kuraldır. Ve sıradan insanın varsaydığı gibi umutsuz olduklarını zannetmeyenlerin veya hissetmeyenlerin umutsuz olmadıklarını ve yalnızca umutsuz olduklarını söyleyenlerin umutsuz olmaları gerektiği şöyle dursun aksine, soytarılığa kaçmadan umutsuzluğunu açıklayan insan iyileşmeden uzak değildir ve hatta umutsuz olmadıkları zannedilenlerden ve kendilerini öyle zannedenlerden daha fazla -diyalektik bakımdan bir derece daha fazla— iyileşmeye yakındırlar. Burada kuşkusuz psikolog beni doğrulayacaktır. Kural, insanların çoğunun, tinsel yazgılarının fazla bilincinde olmadan yaşadıkları şeklindedir… umutsuzluğun ta kendisi olan tüm bu sahte tasasızlık, tüm bu sahte yaşamdan tatmin, vs. buradan kaynaklanmaktadır. Ama genel olarak, umutsuz olduklarını söyleyenlerden kimileri, tinsel yazgılarının bilincinde olabilecek derinliğe sahip oldukları için umutsuzdurlar, kimileri ise acı olayların veya çetin kararların farkına varmalarına neden olduğu ‘için umutsuzdurlar, bunun dışında kalanlar çok azdır; çünkü gerçekten umutsuz olmayan kişilerin sayısı çok azdır.
Ha! İnsanlığın sıkıntıları ile ilgili söylenenleri çok iyi biliyorum… ve buna tüm dikkatimi veriyorum, ben de çok olaya tanık oldum; o kadar çok bozulan varlık var ki! Ama sadece yaşamın sevinçlerinin veya acılarının aldattığı varlık boşa gidiyor, bu varlık sonsuzluk için kesin bir kazanım olarak hiçbir zaman bir tin, bir ben olma bilinci-ne ulaşamıyor, başka bir anlatımla ne bir Tanrı’nın varlığım ne de kendi beni’nin bu Tanrı için var olduğunu hissetmeye veya saptamaya ulaşabiliyor; ama bu bilinç, sonsuzluğun bu kazanımını ancak umutsuzluğun ötesinde elde edebilir. Ve diğer sefalet! Mutlulukların mutluluğu olan bir düşüncenin hayal kırıklığına uğramış varlıkları! Ne yazık ki değerli olanın dışında kalan her şeyle eğleniliyor ve yığınlar eğlendiriliyor! Bu mutluluk onlara hiçbir zaman anımsatılmadan yaşamın basamaklarında güçlerini tüketmeye yöneltiliyorlar! Yığınlar hâlinde itiliyorlar… ve her bireyin tek başına en yüksek amaca ulaşması için yığınları dağıtmak ve her bireyi ayırt etmek yerine, yığınlar aldatılıyor; bu en yüksek amaç, yaşanmaya değecek ve tüm bir sonsuz yaşamı besleyecek tek amaçtır. Tüm bu sefalet karşısında sonsuza kadar ağlayabilirim! Ama tüm hastalıkların en kötüsü olan hastalığın benim için en korkunç işareti, onun gizemidir. Yalnızca bu hastalığı ondan acı çekenden saklamak için gösterilen arzular ve iyi niyetli gayretler değil, yalnızca bu hastalığın hiç kimse farkına varmadan insanın içine yerleşmesi değil, aynı zamanda bu hastalığın insanın içine onun varlığını hiç bilmeden çok iyi bir biçimde saklanabilme sidir. Ve kum saati, dünyanın kum saati boşaldı ve yüzyılın tüm gürültüleri sustu; çılgın ve kısır çabamız bitti, yakınlarına gelince, sonsuzlukta olduğu gibi- erkeğin veya kadının, zenginin veya yoksulun, kölenin veya efendinin, mutlunun veya mutsuzun olduğu gibi- her şey sessizlik içindedir! başın ister tacın parıltısını taşısın ister basit insanların arasında kaybol-sun, ister yalnızca günlerin sıkıntılarına ve alın terlerine sahip ol, ister dünya durduğu sürece ünün yüceltilsin, ister isimsiz ve unutulmuş olarak sayısız kalabalıkların içinde kaybol, ister seni kaplayan bu görkem tüm insansal betimlemeleri aşsın, ister insanlar, ne olursan ol seni yargıların en acısı, en alçaltıcısı ile vursunlar, sonsuzluk mil- / yonlarca benzerinden her biri için olduğu gibi senin için de tek bir konuda bilgiyle donanacaktır: Yaşamının umutsuz olup olmadığı ve umutsuzsa bunu bilip bilmediğin veya bu umutsuzluğu bir korku gizi gibi, suçlu bir aşkın meyvesi gibi içine sokup sokmadığından veya umutsuz olarak ve diğerlerine nefret duyarak öfkeye kapılıp kapılmadığın konusunda. Ve eğer yaşamın yalnızca umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir önemi yoktur! İster zaferler isterse yenilgiler söz konusu olsun, senin için her şey kaybedilmiştir, sonsuzluk seni artık hiç içine almaz, seni hiç tanımamıştır veya daha da kötüsü seni tanırken seni kendi ben’ine, umutsuzluğun ben’ine çiviler!Üçüncü Kitap – UMUTSUZLUĞUN KiŞiLEŞTiRiLMELERi
Ben olan sentezin etmenlerini dikkatle inceleyerek umutsuzluğun çeşitli kişileştirilmelerini soyut olarak ortaya çıkarabiliriz. Ben, sonsuzun ve sonlunun bileşiminden oluşur. Ama sentezi, bir ilişkidir ve bu ilişki türev olsa da kendine, yani özgürlük olan şeye bağlıdır. Ben, özgürlüktür. Ama özgürlük, olabilirin ve zorunluluğun iki kategorisinin diyalektiğidir.
Umutsuzluğu özellikle bilinç kategorisi altında ele almayı ihmal etmemek gerekir: Umutsuzluk ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun, doğadan farklıdır. Kavramsal olarak bakıldığında umutsuzluk kuşkusuz bilinçlidir; ama buradan umutsuzluğun yerleştiği ve böylece ilke olarak umutsuz diye adlandırılan bireyin umutsuz olduğunun bilincinde olduğu sonucu çıkmaz. Böylece bilinç, içsel bilinç belirleyici etkendir. Ben söz konusu olduğunda her zaman belirleyicidir. Bilinç, benin ölçüsünü verir. Ne kadar bilinç varsa o kadar ben vardır; çünkü bilinç ne kadar gelişirse, istenç o kadar gelişir ve ne kadar istenç varsa, o kadar ben vardır. İstençsiz bir insanda ben yoktur; ama ne kadar ben’i varsa aynı şekilde o kadar kendinin bilincindedir.I- BiLiNÇ AÇISINDAN DEĞiL DE YALNIZCA BENiN SENTEZiNiN ETKENLERi AÇISINDAN ELE ALINAN UMUTSUZLUK ÜZERiNE A. Sonlunun ve sonsuzun ikili kategorisi içinde ele alınan umutsuzluk
Ben, kendi kendine bağlanan ve kendi olmak amacını taşıyan -ki bu, ancak Tanrı’ya bağlanmakla gerçekleşebilir -sonsuzun ve sonlunun bilinçli sentezidir. Ama kendi olmak, somut hâle gelmektir ki bu, sonlu veya sonsuzda oluşamaz; çünkü oluşum hâlindeki somut, bir sentezdir. O hâlde evrim, kendi ben’inin “sonsuzlaştırılması” içinde durmadan uzaklaşmak ve “sonlulaştırma” içinde durmadan kendine dönmektir. Buna karşın kendi hâline gelmeyen ben, haberi olsun veya olmasın umutsuzluğunu sürdürür. Bununla birlikte varoluşun her anında “ben” oluşum hâlindedir, çünkü ben (güç olarak) gerçekten var değildir ve yalnızca olması gerekendir. O hâlde kendi hâline gelmeyi başaramadığı sürece ben kendi değildir; ama kendi olmamak umutsuzluktur.
a)Sonsuzluğun umutsuzluğu veya sonlunun eksikliği
Bu, içinde etkenlerden birinin kendi zıddı olduğu ben’in sentezinin diyalektiğine dayanmaktadır. Umutsuzluğun hiçbir biçiminin doğrudan (diyalektik olmayan) tanımı verilemez; her zaman, bir biçiminin kendi zıddını yansıtması gerekir. Şairlerin umutsuzluğun kendini anlatmasını sağlarken yaptıkları gibi umutsuz kişinin umutsuzluk içindeki durumunu diyalektiksiz betimleyebiliriz. Ama umutsuzluk ancak zıddı ile tanımlanır; ve anlatımın sanat değerine sahip olması için renk uyumu içinde zıddının diyalektik bir yansımasını taşıması gerekir. O hâlde kendini önceden sonsuz zanneden veya sonsuz olmak isteyen her insansal yaşamda, her an bile umutsuzluktur. Çünkü ben, sınırlandıran sonlunun ve sınırsızlaştıran sonsuzun bir sentezidir. O hâlde sonsuzlukta kaybolan umutsuzluk, gerçekdışıdır, şekilsizdir; çünkü ben umutsuzken ancak kendi kendine şeffaf olarak Tanrı’ya kadar ulaşmakla sağlığa sahip olur ve umutsuzluktan bağışık olur.
Gerçek dışının öncelikle düş gücüne bağlı olduğu gerçektir; ama düş gücü de duyguya, bilgiye, istence dokunur; böylece hayali bir duyguya, bilgiye, istence sahip olunabilir. Düş gücü genelde sonsuzlaştırmanın etmenidir, diğerlerine benzer bir yeti değildir… ama diğerlerinin yön değiştirmesine neden olur. İnsanda duygu, bilgi ve istenç olarak bulunan şey son noktada düş gücü olarak sahip olduğu şeye, yani tüm bu yetilerin düş gücü içine yansırken kesiştikleri biçime dayanır. Düş gücü, sonsuzluğu yaratan düşüncedir, aynı şekilde yaşlı Fichte, bilgiyi de içine alacak şekilde tüm kategorilerin kaynağını düş gücü içine yerleştirmekte haklıdır. Ben’in düşünce olması gibi düş gücü de düşüncedir, ben’i üretir ve üretirken ben’in olabilirini de yaratır; ve yoğunluğa sahip ben’in yoğunluğunun olabiliridir.
İnsanı sonsuzluğa taşıyan düş gücüdür, ama hayal bunu, insanı kendinden uzaklaştırarak ve böylece tekrar kendine dönmekten alıkoyarak yapar.
O hâlde duygu bir kez düşsele dönüştüğünde, ben, sonunda bir bireye bağlı olmadan, ama bilmem hangi soyut varlığı, örneğin insanlık fikrinin varlığını paylaşarak bir tür kişisiz, insanlık dışı bir duygu hâline gelecek şekilde yavaş yavaş buharlaşıp uçar. Duyularının egemenliği altına girmiş romatizmalının içgüdüsel olarak bedeninin en küçük hava değişimini hissetmesine yol açacak kadar rüzgârların ve iklimin etkisine bağlı olması gibi düş gücüne, gömülmüş insan her zaman sonsuzluğa katılır; ama bu, her zaman artık kendi olmadan gerçekleşir, çünkü bu durumda ben’inden sürekli uzaklaşır.
Aynı serüven, hayali hâle gelen bilginin de başına gelir. Burada ben’in gelişim yasası, eğer gerçekten ben’in kendi hâline gelmesi gerekliyse, bilginin bilinçle beraber gitmesidir ve ben ne kadar bilirse, kendini o kadar tanır. Yoksa geliştiği ölçüde bilgi, içinde inşa edilecek insanın kendi ben’ini harcadığı -ki bu biraz piramitleri yapmak için insan yaşamlarının ya da Rus korolarında olduğu gibi yalnızca tek bir nota elde etmek için nice seslerin harcanması gibidir— ürkünç bir bilgiye dönerdi.
Yine bu serüven, düş gücünü benimsediğinde istenç içinde oluşur; ben her zaman daha fazla uçup gider. Çünkü istenç soyut olduğu kadar somut olursa -ki burada hiçbir şekilde söz konusu değildir-, amaçları ve kararları sonsuzluğu ne kadar benimserse, istenç hemen gerçekleşebilir en ufak çaba için olduğu gibi kendi için de o denli kullanılabilir olur! ve böylece, sonsuzlaşarak kendine daha fazla döner, kendine en uzak olduğu zamanda (amaçlarında ve kararlarında en sonsuz olduğu zaman) bugünün, bu saatin, bu anın hâlâ gerçekleştirilebilir çabasının bu sonsuz-küçük parçasını tamamlamaya en yakın andadır.
Ve istemek, bilmek veya duyumsamak olan etkinliklerinden biri böylece düş gücünü benimsemişse, sonunda tüm bende düş gücünü benimseme riskini taşır ve kendinden çok, bu hayalin içine atlar veya kendini bu hayalin sürüklenmesine bırakır! her iki durumda da sorumludur.) Bu şekilde, sonsuzlaşarak veya elden daha fazla uzaklaşmaktan başka bir şeyin gelmediği ben’inden her zaman yoksun soyutun içine kapanarak hayali bir var oluş sürdürülür. Bu durumda dinsel alanda ne olup bittiğine bakalım. Tanrı’ya yönelme ben’i sonsuzlukla donatır, ama hayal ben’i tükettiğinde, buradaki sonsuzlaşma insanı ancak boş bir sarhoşluğa götürür. İnsan bu durumda gerçekte kendi ben’ine dönemediği ve kendi kendisi olamadığından, bazıları Tanrı için var olma fikrini dayanılmaz bulabileceklerdir. Bu şekilde düş gücüne tutsak olmuş böyle bir mümin (Onu, kendi sözleriyle kişileştirmek için) şöyle diyebilecektir: “Bir serçenin yaşayabileceği anlaşılıyor, çünkü Tanrı için yaşamasını bilmiyor. Ama bilginin kendisi! Ve hemen deliliğin veya yokluğun içinde yok olmamak nasıl mümkündür!”
Ama bu şekilde düş gücüne tutsak olmuş biri, yani bir umutsuz için yaşattı, çoğu zaman farkında olsa da ve herkesin yaşamına benzer biçimde geçicilikle, aşkla, aile ile, şerefle ve beğenilerle dolu olarak kendi yolunu pekâlâ izleyebilir!… belki de daha derin bir anlamda bu insanda ben’in eksik olduğunu fark etmiyoruzdur. Ben, hiçbir biçimde dünyada önem verilen şeylerden biri değildir, aslında ben en az merak edilen ve sahip olunduğunun görülmesine izin verilmesinin en sakıncalı olduğu şeydir. Tehlikenin en büyüğü olan ben’in kaybı, aramızda hiçbir şey olmamış gibi fark edilmeden gerçekleşebilir. Ne olursa olsun, bacağın veya kolun, servetin, kadının vs. veya bilinmeyen herhangi başka bir şeyin kaybı, hiçbir şey bu kadar az gürültü yapamaz.
b)- Sonludaki umutsuzluk veya sonsuzluğun eksikliği
a’da gösterildiği gibi bu, umutsuzluk içindeki terimlerden birinin kendi zıddı olmayı sürdürdüğü ben’in diyalektiğinden, sentez olgusundan ileri gelmektedir.
Sonsuzluk eksikliği, umutsuzca sıkmakta ve sınırlamaktadır. Ve doğal olarak burada söz konusu olan, ahlâk” sal darlık ve yoksulluktur. Aksine dünya, yalnızca entelektüel veya estetik yoksulluktan veya her zaman daha fazla ilgilendiği önemsiz şeylerden söz eder! çünkü düşüncesi, tam da önemsiz şeylere sonsuz değer vermektir. İnsanların düşüncesi, biricik gereksinmemizden kuşku duymadan (çünkü tinsellik kuşku duymaktır), her zaman küçük farklılıklarımıza takılır, aynı şekilde bu düşüncenin, ben’in kayboluşu olan bu dar kafalılık, bu yoksulluk hakkında hiçbir fikri yoktur: Ben sonsuzluğun içinde uçup gittiği için değil, temelde sonlunun içine kapandığı için kaybolmuştur ve bir ben yerine yalnızca bir sayıdan, fazladan bir insan varlığından, sonsuz bir sıfırın yinelenmesinden başka bir şey olmadığı için kaybolmuştur.
İçinde umutsuzluğa düşülen bu dar kafalılık, asıl olanın eksikliğidir veya ondan sıyrılmadır, tinsel olarak iğdiş edilmedir. Temel yapımız aslında her zaman kendi hâline gelmek zorunda olan bir ben olarak düzenlenmiştir; ve, ben bu hâliyle kuşkusuz hiçbir zaman açışız değildir, ama buradan bu açıları yumuşatmak değil sertleştirmek gerektiği sonucu çıkar; hiçbir şekilde ben’in, başkasından korku nedeniyle, ne kendi olmayı reddetmesi ne de tüm benzersizliği içinde kendi olmaya cesaret etmemesi sonucu çıkmaz. Ama ben’in kaybolmasına varacak kadar sonsuzluğun içine körlemesine dalan umutsuzluğun yanında, “başkası” tarafından ben’inden yoksul bırakılmaya razı olan başka bir tür umutsuzluk da vardır.
Çevresinde büyük kalabalıkların toplandığını görmekle, dünyanın gidişatını kavramaya çalışırken bu kadar çok insansal işleri omuzlarına almakla bu umutsuz kişi kendini unutur, kutsal ismini unutur, artık kendine inanmaya cesaret edemez ve kendi olmayı çok güç bir olay görür ve diğerlerine benzemeyi, bir taklitçi, yığın içinde kaybolan bir numara olmayı daha basit ve güvenli bulur.
Özet olarak, umutsuzluğun bu biçimi insanların gözünden kaçar. Bu_ şekilde ben’ini kaybeden bu tür umutsuz kişi dünyada başarmak, uygun olmak için belirsiz bir yeteneğe kavuşur. Burada hiçbir güçlük yok, burada ben ve sonsuzlaşması bir engel olmaktan çıkmıştır; kaydırak taşı gibi pürüzsüz olan insanımız her yerde tedavüldeki para gibi dolaşır. Umutsuz bir kişi olarak ele alınması bir yana, tam da istenilen insan olarak gösterilir. Genelde insanlar korkulacak neyin olduğunu, nedenin ne olduğunu bilmemektedirler. Ve yaşamı engellemek yerine kolaylaştıran ve sizi keyifle dolduran bu umutsuzluk, doğal olarak umutsuzluk gibi ele alınmamaktadır. Bilgelik kurallarından başka bir şey olmayan atasözlerinin neredeyse hepsinde görüldüğü gibi, insanların görüşü budur. Susarak bir kez pişman olunmasına karşın, konuşulduğu için on kez pişman olunduğunu savunan özdeyiş de bu anlamdadır; niçin? Çünkü maddesel bir olgu olan sözlerimiz bizi sıkıntılara sokabilir ki bu gerçektir. Ama susmak da pek o kadar masum değildir! Hele, tehlikelerin en kötüsü olduğu zaman. Susan insan aslında kendi kendisiyle baş başa olmak zorundadır ve gerçek onu cezalandırarak, sözlerinin sonuçlarını üstüne yıkarak onun imdadına yetişmemektedir. Bu anlamda susmanın bir bedeli yoktur. Ama aynı zamanda korkulacak şeyin nerede olduğunu bilen kişi, içsel bir yönelimle ve dışta hiçbir iz bırakmadan her kötülükten, her hatadan daha fazla korkar. İnsanların gözünde tehlike, kaybetme olasılığı nedeniyle riske girmektir. Hiç riskin olmayışı,  işte bilgelik. Buna rağmen hiç riske girmemek, bu kadar kolay bir şeymiş gibi kaybedilmiş olmasına rağmen riske girerek kaybedilmeyecek şeyi kaybetmek ne korkunç kolaylıktır: Kaybedilen nedir? Kendin. Çünkü riske girersem ve aldanırsam, o zaman(!) yaşam beni kurtarmak için cezalandırır. Ama hiç riske girmezsem bana kim yardım eder? Belirgin anlamıyla hiçbir şey tehlikeye atılmadığı sürece (bu, kendi ben’inin bilincinde olmaktır) alçakça bu dünyanın tüm olanaklarına kavuşurum; ve ben’imi kaybederim.
Sonsuzluğun umutsuzluğu budur. Bir insan mükemmel bir biçimde görünürde insanî, geçici bir yaşam sürebilir, başkalarının övgüleri ile şerefe, itibara ve dünyasal tüm amaçların ele geçirilmesine doğru yol alabilir. Çünkü yüzyılımız, söylendiği gibi sadece kendi cinsinin dünyaya adanmış, yeteneklerini kullanan, paraları yığan, söylendiği gibi başarıya ulaşmış insanlarından, önceden öyle olacakları görülen artistlerden, vd.’den oluşmuştur, bunların isimleri belki tarihe geçecektir, ama gerçekten kendileri mi idiler? Hayır, tinsel olarak, ben’leri; her şeyi tehlikeye atacak ben’leri, Tanrı karşısında mutlak olarak ben’leri yoktu… ne kadar bencil olsalar da ben’leri yoktu. B- Olabilirin ve zorunlulugun ikili kategorisi açısından ele alman umutsuzluk
Olabilir ve zorunluluk ben’in oluşumunda eşit hâlde vardır (eğer ben özgür değilse, aslında ben için hiçbir gelecek yoktur). Ben’in sonsuzluğa ve sonluluğa olduğu gibi eşit bir biçimde olabilire ve zorunluluğa gereksinimi vardır. Zorunluluk eksikliğinden olduğu kadar olabilirin eksikliğinden de umutsuzluğa düşer.
a-Olabilirin umutsuzluğu veya zorunluluğun eksikliği
Daha önce görüldüğü gibi bu olgu diyalektiğe dayanmaktadır. Sonluluk, sonsuzluğa sınırlar getirir; aynı şekilde olabilirin alanındaki zorunluluğun alıkoyma rolü vardır. Sonlunun ve sonsuzun sentezi olarak ben, öncelikle ortaya konmuş, var olmuştur! daha sonra gelişmek için imgelem perdesine kendini yansıtır ve onda olabilirin sonsuzluğunu uyandıran şey budur. Ben, zorunluluk kadar olasılık taşır, çünkü pekâlâ kendisidir ama kendisi hâline gelmek zorundadır. Ben, zorunluluktur, çünkü kendisidir ve olabilirdir, çünkü kendisi hâline gelmek zorundadır.
Eğer olabilir, zorunluluğu alt ederse ve böylece ben, j olabilirin içine onu zorunlulukla ilintilendiren hiçbir bağlantı olmadan atılır ve kaybolursa, olabilirin umutsuzluğuna sahip olunur. Böylece ben, olabilirin içinde bir soyutluk hâline gelir, yer değiştirmeyi başaramadan çırpınarak tükenir, çünkü onun gerçek yeri, zorunluluktur: Aslında kendi hâline gelmek, olduğu yerde kalan bir devinimdir. Olmak bir başlangıçtır; ama kendi olmak, olduğu yerde kalan bir devinimdir.
Olabilirin alanı bu şekilde ben’in gözünde gitgide genişler, ben bu alanın içinde her zaman daha fazla olasılık bulur, çünkü burada hiçbir gerçek oluşamaz. Sonunda, olabilir her şeyi kapsar; ama bu şekilde uçurum ben’i yutmuştur. En küçük olabilir, gerçekleşmek için belirli bir zaman isteyecektir. Gerçek için gereken bu zaman, sonunda, her şey anların tozları hâlinde ufalanacak şekilde küçülür. Olabilirlikler “gitgide daha yoğun hâle gelirler; ama bu olabilirlikler, aslında yoğunluk yalnızca olabilirin gerçeğe dönüştüğü yerde bulunduğu için gerçek hâline gelemezler. Bir an bir olabilir ortaya çıkar çıkmaz hemen diğer bir olabilirlik ortaya çıkar, sonuç olarak tüm bu görüntüler o kadar hızlı geçerler ki her şey bize mümkün görünür ve böylece, Ben’in artık-yalnızca bir serap olduğu en uç âna ulaşırız.
Şimdi onda eksik olan, biri gerçeğin dışına çıktığı denildiği zaman günlük dilin belirttiği gibi gerçektir. Ama bu duruma daha yakından bakarsak, eksik olan zorunluluktur. Çünkü filozoflara rağmen, gerçek, olabilirlikle zorunluluğun içinde birleşmez, gerçeğin içinde olabilirle birleşen, zorunluluktur. Ben’in olabilirin içinde kaybolması, en azından genel anlamıyla güç eksikliğinden kaynaklanmamaktadır. Eksik olan, aslında içimizde bulunan zorunluluğa, içsel sınırlarımız olarak adlandırılabilecek şeye uyma gücüdür. Böyle bir ben’in bahtsızlığı bu dünyada hiçbir şeye ulaşamamaktan değil, kendinin bilincinde olmayışından, kendi olan bu ben’in kesin bir belirleniş, bir zorunluluk olduğunu fark etmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun yerine insan kendi ben’ini olabilirin içinde gerçekdışı yansımaya bırakarak kaybolmuştur. Kendimizi daha önce tanımadan aynada göremeyiz, yoksa bu, kendini görmek değil, sadece başkasını görmek olurdu. Ama olabilirlik, ancak büyük bir özenle kullanmak zorunda olduğumuz olağanüstü bir aynadır. Aslında yalan söyleyebilmemiz bu aynalardan biridir. Kendine öz olabilirliği içinde bakan bir ben, ancak yarı yarıya gerçektir; çünkü bu olabilirlik içinde hâlâ kendi olmaktan çok uzaktadır veya ancak yarı yarıya kendidir. Daha sonra kendi zorunluluğunun neye karar vereceği hâlâ bilinememektedir. Olabilirlik, cazip bir davet alıp hemen evet diyen bir çocuğun yaptığı gibi yapmaktadır! geriye, ebeveynlerin buna izin verip vermeyeceği konusu kalıyor… ve ebeveynler zorunluluğun işlevini görmektedirler.
Olabilirlik gerçekten tüm olabilirlikleri, böylece tüm yanılmaları ve özellikle iki yanılgıyı taşır: Biri istek, özlem biçiminde, diğeri hayali melankoli biçiminde (umut, tedirginlik veya korku). Tıpkı birden ender bir kuş gören ve önce kendini ona ulaşacak noktada sanıp onu izlemekte inat eden, çok sayıda efsanenin sözünü ettiği şövalye gibi… ama kuş gece oluncaya kadar sürekli kaçar ve şövalye yalnızlığı içinde artık dönüş yolunu bulamaz: İsteğin olabilirliği de böyledir. .İstek, olabiliri zorunluluğa getirmek yerine, onu dönüş yolunu kaybedinceye kadar izler. Melankolide de bunun zıddı aynı biçimde oluşur. Melankolik bir aşkın bir insanı, korkusunun bir olabilirinin peşine düşer! sonunda onu kendinden uzaklaştırır ve içinde yok olmaktan o kadar korktuğu bu kaygı ve aşırılık içinde bu olabiliri yok eder.
b) Zorunluluk içindeki umutsuzluk veya olabilirin eksikliği
Olabilirin içinde kaybolmanın çocuğun mırıldanmalarına benzediğini varsayın, bu durumda olabilirden yoksun kalmak, dilsiz olmaktır. Zorunluluk yalnızca sessiz harfler gibi görünmektedir, onları telaffuz etmek için olabilirlik gereklidir. Eğer olabilirlik eksik kalırsa, yazgı bir varlığın bundan mahrum olmasına yol açarsa, bu varlık umutsuzluğa düşer ve olabilirliğin eksik kaldığı her an, umutsuz olur.
Söylendiği gibi umut için bir çağ vardır veya hâlâ belirli bir dönemde, yaşamın belirli bir anında umutla veya olabilirlikle dolup taşıldığı olmuştur. Ama bunlar sadece gerçeğe ulaşmayan boş sözlerdir: Çünkü her şeyi umut etmek ve bu tür umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umut değildir, gerçek umutsuzluk da değildir.
Ölçüt şudur: Tanrı için her şey mümkündür. Her zamanın ve dolayısıyla her anın gerçeği budur. Bu günlük nakarattır ve bu nakarat farkında olmadan sürdürülür; ama bu sözcük ancak her şeyin sonuna gelmiş ve hiçbir başka insansal olabilirliğin var olmadığı insan için belirleyicidir. O hâlde onun için temel olan, Tanrı’ya inanma istenci varsa, Tanrı için her şeyin mümkün olduğuna inanıp inanmamasıdır. Ama bu, aklını yitirmek için formül değil midir? Tanrı yı kazanmak için aklı yitirmek, inanma eylemi budur. Bu durumda olan bir kişiyi varsayalım: Dehşet içindeki bir hayalin tüm güçleri, ona, titrerken bilmem hangi dayanılmaz korkuyu gösterecektir. İnsanların gözünde kaybı kesin bir olgudur… ve ruhunun umutsuzluğu, umutsuzca umutsuz olma hakkı için, hatta diyebilirim ki tüm varlığının umutsuzluk içine yerleşmesinden alacağı doyum için savaşır! kendisine engel olmak isteyen bir kişi karşısına çıkmadıkça umutsuzluğunu hiçbir şeyi lanetlememeye değin vardırır. Şairlerin şairi, Richard’de bunu hayran olunacak biçimde dile getirmiştir.
Beshrew thee,cousin,which didst lead me forth
Of that sweet way I was into despair*
(Perde III, Sahne II)

* “Beni bu işe soktuğun için lanet olsun sana kuzen.
Ve sen de beni tatlılıkla bu umutsuzluğa sürükledin.”O hâlde kurtuluş, insansal en üst olanaksızdır; ama Tanrı için her şey mümkündür! Bu, olabilirlik için bir çılgın gibi savaşan inancın savaşıdır. Aslında onsuz hiçbir kurtuluş yoktur. Bir bayılan olduğu zaman insanlar su, kolonya diye bağırırlar. Ama umutsuzluğa düşen biri için olanak, olanak diye haykırılır. Umutsuz kişi ancak olanakla kurtarılabilir. Bir olanak:Ve umutsuz kişimiz yeniden nefes alır, yeniden yaşamaya başlar, çünkü olanak olmadan nefes alınamaz diyebiliriz. Bazen insanların ustalığı, olanağı bulmak için yeterli olur! ama inanmak söz konusu olduğunda yalnızca bir ilâç vardır: Tanrı için her şey olanaklıdır.
Savaşım budur. Çıkış yolu bir noktaya dayanmaktadır: Savaşan olasıdan yararlanmak istiyor mu: inanmak istiyor mu? Ve bununla birlikte insanca konuşmak gerekirse, son derece kesin olarak kaybettiği şeyi çok iyi bilmektedir. Ve inancın diyalektik devinimi budur. Genelde insan, şu veya bu şeyin başına gelmeyeceğini hesap ederek umuda, olasıya vs. tutunmakla yetinir. Daha sonra olay meydana gelir ve mahvolur. Gözü pek insan, riski çok çeşitli etmenlere bağlı olan bir tehlikenin içine atılır; ve risk gerçekleşir, umutsuzluğa düşer, yenilir, inançlı kişi, insan olarak kaybını (boyun eğdiği veya cesaret ettiği şeyde) görür ve duyumsar; ama inanır. Bu, onu mahvolmaktan korur. Kurtuluş yöntemi konusunda her şeyini Tanrı’ya teslim eder, ama Tanrı için her şeyin mümkün olduğuna inanmakla yetinir. Kendi yok oluşuna inanmak, olanaksızdır. İnsanî olarak anlamak onun yok oluşudur ve aynı zamanda olabilirliğe inanmak, inanmaktır. Böylece belki korkudan kurtulmasını sağlayarak, belki her beklentiye karşın mucizevî, kutsal yardımın ortaya çıktığı dehşet aracılığıyla Tanrı müminin yardımına koşar. Mucizevî, çünkü bir insanın ancak bundan on sekiz yüzyıl önce kurtarıldığına inanmak ne büyük bir erdemli görünmedir! Mucizenin yardım etmesi her şeyden önce kurtuluş olanaksızlığı ve daha sonra bizi kurtaran bu gücün karşısındaki dürüstlüğümüz dolayısıyla sahip olduğumuz tutkulu zekâya dayanmaktadır. Ama genel kural olarak insanlar bunların ikisine de sahip değillerdir; onlar bu mucizeyi keşfetmek için zekâlarını bile kullanmadan yardımın olanaksızlığını haykırırlar ve daha sonra nankör insanlar gibi yalan söylerler.
Mümin, olabilirin sonsuzluğu ve umutsuzluğun kesin panzehirini elinde tutar; çünkü Tanrı her an her şeyi yapabilir. Çelişkileri çözen inancın sağlığı budur. Ve bu çelişkilerden biri de kaybın insansal gerçekliği ve aynı zamanda bu kayba rağmen bir olabilirin varlığıdır. Sonuçta sağlık çelişkili olanı çözme gücü değil midir? Sözgelimi, fizikte bir hava akımı bir çelişkidir, soğuğun ve sıcağın diyalektik dışı bir uyumsuzluğudur ve sağlıklı bir beden farkına varmadan bu uyumsuzluğu çözer. İnanç da aynıdır.
Olabilirden yoksun olmak, her şeyin bizim için ya zorunluluk ya da bayağılık hâline dönüşmesi anlamını taşımaktadır.
Gerekirci, kaderci kişiler benlerini kaybeden umutsuzlardır! çünkü onlar için yalnızca zorunluluk vardır. Bu, tüm yiyeceği altına dönüştüğü için açlıktan ölen kralınki ile aynı serüvendir. Kişilik, olabilirin ve zorunluluğun sentezidir. Süresi, nefes almada olduğu gibi (respiratio)* solukların birbirinin yerini almasına bağlıdır. Gerekircinin ben’i nefes alamaz, çünkü saf zorunluluk solunamaz ve ben’i adam akıllı boğar.
* Fransızca respirer (“solumak”) sözcüğünün kökenini oluşturan Latince re-spiratio sözcüğü, aynı zamanda “yaşama geri dönmek” anlamı da taşır (y.n.)
Kadercinin umutsuzluğu, Tanrı’yı kaybettiği için ben’i kaybetmesidir! Tanrı’dan yoksun olmak, ben’den yoksun olmaktır. Kaderci Tanrısızdır, diğer bir anlatımla onunki zorunluluktur! çünkü Tanrı için her şey mümkün olduğuna göre, Tanrı saf olabilirliktir, zorunluluğun yokluğudur. Bundan dolayı kadercinin tapınması en fazla içe atmadır ve özü gereği suskunluktur, sessiz boyun eğmedir, dua etme yetersizliğidir. Dua etmek, nefes almaktır ve olabilirlik ben için, akciğerlerimizdeki oksijen işlevini görür. Nasıl ki oksijen veya azot ayrı ayrı teneffüs edilemezse, dua etmenin nefesi olabilirlikten veya zorunluluktan ayrı ayrı beslenemez. Dua etmek için ya bir Tanrı, bir ben ve olabilirlik ya da bir ben yüce anlamıyla olabilirlik gereklidir! çünkü Tanrı, mutlak olabilirliktir veya saf olabilirlik Tanrı’dır; ve yalnızca böyle bir sarsıntının tinsel yaşamına her şeyin mümkün olduğunu anlattığı kişi, yalnızca o kişi Tanrı ile temas kurmuştur. Tanrı’nın istenci olabilirlik olduğu için dua edilebilir; bu istenç yalnızca zorunluluk olsaydı dua yapılamazdı ve konuşabilmesi dışında, insanın hayvandan farkı kalmazdı.
Dar kafalılar ve bayağılıkları için durum biraz farklıdır, bu bayağılık her şeyden önce olabilirlikten yoksundur. Onlarda kafa yoktur, buna karşın gerekircilikte ve kadercilikte bu kafa umutsuzluğa düşer; ama kafa eksikliği de hâlâ umutsuzluktur. Her türlü dinsel yönelimden yoksun olan dar kafalı, içinde olabilirliğin her zaman bir barınak bulduğu olasılığın alanında kalır; böylece dar kafalının Tanrı’yı bulma konusunda hiçbir şansı yoktur. Her zamanki gibi hayalden yoksun olan dar kafalı, ister şarap tüccarı, ister başbakan olsun, olayların gidişi üzerinde sıradan bir deneyim birikimi içinde olasılığın sınırlarını, şeylerin olağan sürecini yaşar. Bu şekilde dar kafalı ne ben’e ne de Tanrı’ya sahip olabilir. Çünkü bu ikisini keşfetmek için imgelemin bizi olasılığın buğusu üstünde besleyip yaşatması, bizi olasılıktan çekip çıkarması ve her deneyimin ölçüsünü aşan şeyi olabilir hâle getirerek umut etmemizi ve korkmamızı veya korkmamızı ve umut etmemizi bize öğretmesi gerekir. Ama dar kafalının imgelemi kesinlikle yoktur, hiçbir imgelemi istemez ve ondan nefret eder. O hâlde dar kafalı için hiçbir ilaç yoktur. Ve bazen varoluş, ondaki papağanın bayağı bilgeliğini aşarak, korku yardımıyla ona yardım ederse umutsuzluğa düşer yani böylece durumunun umutsuzluk olduğu ve Tanrı tarafından bir ben’i kesin yok oluştan kurtarmak için gereken inancın olabilirliğinin onda eksik olduğu apaçık görülür.
Bununla birlikte kadercilerin ve gerekircilerin olabilirlik nedeniyle umutsuzluğa düşmek için yeterli imgelemleri ve kendilerinde imgelemin yokluğunu keşfetmek için yeterli olabilirlikleri vardır; dar kafalıya gelince, bayağı olan ona güven verir, her şey ister iyiye gitsin ister kötüye gitsin, umutsuzluğu aynıdır. Kaderciler ve gerekirciler, yatıştırmak ve gevşetmek için, zorunluluğu ılımlılaştırmak için gerekli olabilirlikten yoksundurlar; ve onlara hafifleme olarak yardımcı olacak bu olabilirlik dar kafalıda, kafa eksikliğine karşı bir reaktifin eksikliği gibi eksiktir. Aslında bilgeliği, olabilirliği edinmekten ve devasa esnekliği olasılığın tuzağında veya bönlüğünde aramaktan dolayı övünür; onu ele geçirdiğini zanneder ve bizim dar kafalımız onu olasılığın kafesinde dolaştırır, onu sırayla herkese gösterir ve onun efendisi olduğunu zanneder, böylece kendisinin tutsak olduğundan kuşku duymadan aptallığın köleliğini ve paryalığın en bayağısını gerçekleştirir. Ve olabilirin içinde kaybolan kişi olabilire umutsuzluğun gözü pekliğini getirirken ve yalnızca zorunluluğa inanan kişi umutsuz olarak büzüşürken, dar kafalı aptallığı içinde zafere ulaşır.II-BiLiNÇ KATEGORiSi ALTINDA ELE ALINAN UMUTSUZLUK
Bilinç gelişerek ilerler ve gelişimleri, umutsuzluğun her zaman artan şiddetini ölçer; bilinç ne kadar artarsa umutsuzluk o kadar şiddetlidir. Her tarafta görülen bu olgu, özellikle umutsuzluğun iki ucunda belirgindir. Şeytanın umutsuzluğu, saf tin ve bu anlamda mutlak bilinç ve saydamlık olan şeytanın umutsuzluğu tüm umutsuzlukların en şiddetlisidir; kendisi için özür, hafifletme nedeni olabilecek karanlık hiçbir şey yoktur; umutsuzluğu da meydan okumasının tepe noktasıdır. İşte maksimum. Minimumdaki umutsuzluk, umutsuz olma kaygısı bile olmaksızın gerçekleşen bir durumdur, bir tür masumiyettir. Böylece,
bilinçsizliğin en yüksek noktasındaki umutsuzluk en aşağıdadır, o kadar aşağıdadır ki bu durumun umutsuzluk olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı bile sorulmaktadır.. Kendini bilmeyen umutsuzluk veya bir ben’e, sonsuz bir ben’e sahip olundugunun umutsuzca bilinmeyisi
Haklı olarak umutsuzluk gibi görülen, ama bu nitelendirmeye uymayan bu durum, böylece Gerçek’in dava hakkını ifade eder. Veritas est index sui et falsi* .
* Lat.: “Gerçek, hem kendini hem de gerçek olmayanı gösterir.” (y.n.)
Ama bu dava hakkı küçümsenir, aynı şekilde insanlar genelde en üst değer olarak gerçeğe uygunluğu, gerçek karşısındaki kişisel durumu görmekten çok uzaktadır, tıpkı mutsuzlukların en kötüsünün hataya düşmek olduğunu söyleyen Sokrates’ten çok uzakta olmaları gibi; onlarda çoğu zaman duyular düşünsellikten çok daha üstündür. Hemen hemen her zaman biri mutlu göründüğü ve mutlu olmaktan övündüğü, ama gerçekte mutsuz olduğunda, bu kişiyi hatasından çekip çıkarmak çok zordur. Aksine bu kişi sinirlenir ve kendini iknaya çalışan kişiyi en büyük düşmanı, bir suikastçı ve bu şekilde davranarak mutluluğunu öldüren bir katil gibi görür. Neden? Ama bunun nedeni, nefis düşkünlüğünün ve tamamen bedensel olan bir ruhun tutsağı olmasıdır; yaşamanın yalnızca duyuların kategorilerini, hoş olan ve olmayanı bilmesinden ve tini, gerçeği vs. boşlamasındandır. Tin olmanın yürekliliğine, dayanıklılığına sahip olamayacak kadar nefsine düşkün olmasındandır. İnsanlar, kendini beğenmişliklerine rağmen, genelde tin olmanın, insanın olabileceği mutlak olmanın niteliği konusunda çok dar bir fikre sahiptirler; ama aralarında kuşkusuz kendilerini överler ve beğenirler. Her katında -bodrumda, zeminde, birinci katta- oturanları farklı sınıflarda olan bir ev tasarlayalım ve bu evi yaşamla karşılaştıralım: Bu insanların çoğunluğunun hâlâ bu evin bodrumunu tercih ettiklerini görmeyecek miyiz? Hepimiz tinsel amaca yönelik bir senteziz, yapımız budur; bodrumda oturmayı kim istemez, nefsine düşkün olanlar mı? İnsan bodrumda yalnızca yaşamayı yeğlemez, efendilerin kendisini bekleyen ve her zaman boş olan katı, birinci kat ona teklif edildiği zaman sinirlenecek kadar bodrum katı sever; çünkü sonuçta tüm ev ona aittir.
Evet, yanlışlığın içinde olmak, Sokrates’in tersine, en az sakınılan şeydir. Bu, şaşırtıcı örneklerin büyük bir ölçekte ortaya çıkardığı bir olgudur. Bir düşünür, devasa bir yapı, bir sistem, tüm-var oluşu ve dünyanın tarihini vs. kucaklayan evrensel bir sistem kurar; ama özel yaşamına baktığımızda, bu devasa gülünç kişinin çok şaşkın olduğunu keşfederiz, hatta yüksek tonozlu bu büyük sarayda değil de bir yanında köpek kulübesi olan ambarda veya en fazla bir kapıcı dairesinde oturduğunu görürüz! Ve bu çelişkiyi ona göstermek için bir sözcük kullanılsın, hemen kızar. Çünkü sistemini bu yanlışlık yardımıyla tamamladığına göre yanlışlığın içinde oturmanın ona ne zararı vardır.
O hâlde umutsuz kişinin durumunu bilmemesinin ne önemi var, bilince daha az mı umutsuz olacak? Eğer bu umutsuzluk yanılma ise bunu bilmemek yanılgıyı arttırmaktır: Bu, aynı zamanda hem umutsuzluğun hem de yanlışlığın içinde olmaktır. Bu bilgisizliğin umutsuzlukla olan ilişkisi korkuyla olan ilişkisinin aynısıdır (Vigilius Haufniensis’in Korku Kavramı adlı yapıtına bakınız),* tinsel yokluğun korkusu, zihnin içi boş güvenliğinde daha iyi görünür. Ama korku aynı umutsuzluk gibi, aslında vardır ve duyuların aldatmasından doğan büyü yok olduğu zaman, var oluş tereddüde girdiği andan itibaren örtülü olarak bekleyen umutsuzluk ortaya çıkar.
* Vigilius Haufniensis, Kierkegaard’ın kullandığı takma adlardan biridir (ç.n.).
Bilinçli umutsuza göre umutsuzluğunu bilmeyen umutsuz, gerçekten ve kurtuluştan uzaklığa olumsuz bir adım daha ekler. Umutsuzluğun kendisi de bir olumsuzluktur ve umutsuzluğun bilinmemesi de başka bir olumsuzluktur. Ama gerçeğin yolu bunların hepsinden geçer: O hâlde burada efsanenin büyüleri sona erdirmek için söylediği şey ortaya çıkar: Tüm oyunu tersten yeniden oynamak gerekir, yoksa büyü bozulmaz. Buna rağmen bu saf diyalektikte ancak bir anlamda, umutsuzluğunu bilmeyen umutsuzun, umutsuzluğun içinde kalmak için inat eden bilinçli umutsuza göre gerçekten ve kurtuluştan daha uzakta olduğunu gösterir! çünkü diğer bir anlamda, ahlâksal diyalektikte, bilerek umutsuzluğun içinde kalan kişi kurtuluştan daha uzaktadır, çünkü umutsuzluğu daha yoğundur. Ama bilgisizlik, umutsuzluğu yok etmekten veya onu umuda çevirmekten o kadar uzaktadır ki tehlikelerin en büyüğünün biçimi bu bilgisizlik olabilir. Bilgisizlikte, umutsuz kişi bir şekilde güvencededir, ama kendi zararına karşı güvencededir, yani umutsuzluğun pençeleri arasındadır.
İnsan bu bilgisizlik içinde zihin olma bilincinin en düşük seviyesindedir. Ama tam da bu bilinçsizlik umutsuzluktur ki bu, tüm zihnin sürüp gitmesi, basit bir bilgisel yaşam veya temelinin umutsuzluk olarak kaldığı üretken bir yaşam olabilir. Veremde olduğu gibi, burada da umutsuzluk en üst noktaya çıktığı ve sağlığı size çok iyi geldiği zaman durum en kötü noktadadır.
Umutsuzluğunu bilmeyen umutsuzluk dünyada en sık rastlanılanıdır! evet! Dünya veya daha kesin olarak Hıristiyanlığa özgü anlamıyla dünya: Paganizm ve Hıristiyanlıktaki doğal insan, Antikçağın paganizmi veya bugünün paganizmi tam da bu tür umutsuzluğu, kendini bilmeyen umutsuzluğu oluştururlar. Gerçekten pagan, doğal insan gibi, sanki umutsuzluk bazılarının başına gelen bir kaza imiş gibi umutsuz olmaktan veya olmamaktan söz eder ve bu iki durumu birbirinden ayırt eder. Bu, onların sanki her aşk özünde kendine olan aşk değilmiş gibi, aşk ile kendine olan aşkı birbirinden ayırırken yaptıkları kadar sahte bir ayrımdır. Buna rağmen bu ayrımı hiçbir zaman yapamamışlardır ve aynı zamanda bu ayırımdan kurtulamamışlardır, çünkü umutsuzluğun özelliği, kendinde bu umutsuzluğun var olduğunun bilinmemesidir.
Bundan dolayı, umutsuzluğun varlığını değerlendirmek için, zihin eksikliğinin estetik tanımının ölçüt vermediğini görmek kolaydır! zaten hiçbir şey bu kadar olağan olamaz! çünkü estetik, zihnin neden oluştuğunu tanımlayamayacağına göre kendisi ile ilgili olmayan bir soruya nasıl yanıt verebilir! Aynı zamanda toplumların veya bireylerin paganizminin, şairlerin ebedî coşkusu için gerçekleştirdikleri şaşırtıcı şeyleri yadsımak, hiçbir zaman estetiğin yeteri kadar takdir edemeyeceği başarıları elde etmiş olduklarını yadsımak, aptallığın en büyüğü olacaktır. Paganın ve doğal insanın yapabildiği veya hatta en şaşmaz zevkle sanatı ve bilimi, zevkin yükseltilmesi, süslenmesi ve yüceltilmesi için hizmete sokarak ve böylece kendilerine uygun tüm kaynakları kullanarak sürdürdüğü tamamen estetik zevkle dolu yaşamı reddetmek de deliliktir. O hâlde, zihin eksikliğinin tanımı umutsuzluğun varlığı veya yokluğu konusunda bir ölçüt veremez. Bunun için başvurulması gereken, etik-dinsel tanımdır! zihin ve onun zıddı zihin eksikliği arasındaki farktır. Kendini zihin olarak tanıya-mayan veya Tanrı karşısında zihin olarak kendinin bilincinde olmayan her insan, böylece saydam biçimde Tanrı’nın içine dalamayan, ama bulanık bir şekilde herhangi bir evrensel soyutlamaya (Devlet, Ulus, vs.) dayanan ve ona indirgenen veya kendi hakkında bilgisiz olarak, yetileri içinde yalnızca iyice açıklanamayan kaynaklara dayanan enerjileri görebilen ve benliğini her içebakışa düşman bir bilmece gibi kabul eden her insansal varlık! şaşırtıcı şeyler gerçekleştirse de, hatta evreni açıklasa bile, estet olarak yaşamdan ne kadar yoğun zevk alsa da bu tür her varlık, bu hâliyle bile umutsuzluktur. Bu, kilise rahiplerinin pagan erdemleri parlak kusurlar olarak değerlendirirken sahip oldukları düşüncedir: Bununla, paganın özünün umutsuzluk olduğunu ve paganın Tanrı karşısında kendini tin olarak tanımadığını söylemek istemişlerdir. Bundan da (örnek olarak tüm bu incelemeye bağlanan bu olguyu ele almak için) paganın intiharı değerlendirmedeki ve hatta övmedeki tuhaf düşüncesizliğinin nedeni ortaya çıkmaktadır. Tinin en üst derecedeki günahı, yaşamdan kaçma, Tanrı’ya karşı baş kaldırma olan intihar. “Paganlarda tinin tanımlandığı şekliyle ben’i anlama eksikliği vardır ve bundan onların intihar anlayışı doğar! ve buna rağmen hırsızlığı, iffetsizliği vs. bu kadar dürüst sertlikle kınayanlar da onlardır. Tanrıyla bağlantı ve ben olmadığı için, intiharı yargılamak konusunda onlarda temel bir eksiklik kalmaktadır. Onların gözünde intihar farklı bir şeydir ve hiç kimsenin kendi özgür eylemleri” için kimseye hesap vermek zorunda olmadığını düşünürler. Paganizm intiharı reddetmek için, uzun, dolambaçlı bir yol kat etmek ve intiharın başkasına karşı olan ödevleri ihlal etmek olduğunu göstermek zorunda kalmıştır. İntiharın Tanrı’ya karşı işlenen bir suç olması, paganın dünyasının tamamen dışında kalan bir anlamdır. O hâlde, terimleri saçma bir biçimde altüst etmek olan, paganda intiharın umutsuzluk olduğunu söylemek mümkün değildir, ama bu noktadaki kayıtsızlığı bile umutsuzluktur.
Buna rağmen geriye bir fark kalıyor, bu fark, Vigilius Haufniensis’in korku hakkında ortaya çıkardığı, eskinin paganizmi ile modern paganlarımız arasındaki nitelik farkıdır; paganizm tini tanımakla birlikte, ona yönelmiştir, buna karşın modern paganlar, uzaklaşma ve ihanet yoluyla tinden yoksun kalmışlardır ki bu, tinin gerçek yokluğudur B. Varlıgının, dolayısıyla herhangi bir sonsuzluga ait bir ben’e sahip olmanın bilincindeki umutsuzluk/ ve bu umutsuzluğun iki biçimi birinde kendi olmayı istememek, diğerinde kendi olmayı istemek üzerine.
Burada bir ayrım kendini kabul ettiriyor: Bilinçli umutsuz, umutsuzluğun ne olduğunu iyi bilir mi? Umutsuzluk üzerine edindiği fikre dayanarak belki umutsuzum demekte haklıdır ve aynı zamanda belki aslında umutsuzdur; ama bu, fikrinin doğru olduğunu kanıtlar mı? Yaşamına umutsuzluk açısından baktığımızda belki bu umutsuza şunları söyleyebiliriz: Aslında, kuşkulandığından daha da fazla umutsuzsun, umutsuzluğun daha da derinlere iniyor. Paganlar için de böyle olduğunu unutmayalım; diğerleri ile karşılaştırıldığı zaman, içlerinden biri kendini umutsuz olarak değerlendirdiğinde, hatası kuşkusuz umutsuz olduğunu söylemesi değildir, yalnızca kendini tek umutsuz zannetmesidir’- Onda eksik olan, umutsuzluğun gerçek bir kavramına sahip olmamasıdır.
O hâlde bilinçli umutsuz, tam olarak umutsuzluğun ne olduğunu bilmek zorunda olmakla kalmayıp ayrıca açıklığın ve umutsuzluğun birlikte ele alındığı ölçüde kendini aydınlatmak zorundadır. Kendi üzerindeki tam ışık, umutsuz olma bilinci, umutsuzluğun kendisi ile bağdaşıyor mu? Durumumuzun ve benliğimizin bilgisi içindeki bu açıklık bizi umutsuzluktan kurtarmak ve bizim umutsuzluğumuzu sona erdirecek noktaya kadar bizi şaşkına çevirmek zorunda değil midir? Bu sorun burada ele alınmayacaktır. Kitabın daha sonraki bölümlerinde bu sorun tartışılacaktır. Ama burada bu diyalektik araştırmayı daha ileri götürmeden, bilincin yalnızca umutsuzluğun yapısı üzerinde değil, aynı zamanda bu durumun umutsuzluk olup olmadığını bilmek söz konusu olduğu zaman kendi öz durumu üzerinde de büyük bir çeşitlilik taşıdığını belirtmekle yetinelim. Gerçek yaşam, umutsuzluğun biri tam bilinçliliği. diğeri tam bilinçsizliği olan iki ucu arasındaki çelişki gibi yalnızca soyut çelişkileri ortaya çıkaramayacak denli ayrıntılarla doludur. Genelde, bir sürü ayırtıyla bezenmiş olan umutsuzun durumu kendi gölgesi ardına gizlenir. Durumundan içten içe bayağı kuşku duyar, hatta umutsuzluğunu, hangi hastalık olduğunu söylemek için fazla istek duymadan bir hastalığın kuluçka döneminde olduğunun hissedildiği zamanki gibi hisseder. Bir an umutsuzluğunu hemen hemen fark eder, bir başka gün keyifsizliği ona, kendi dışında ve değişiminin umutsuzluğunu yok edeceği dışsal bir şeyden kaynaklanıyormuş gibi gelir. Veya eğlenceyle ya da başka yöntemlerle, çalışmayla, zaman geçirmek için alman görevlerle durumu üzerindeki bu gölgenin içinde kalmaya çabalar, ama hâlâ bu amacın içinde oyalandığını ve bunu karanlığın içinden çıkmamak için yaptığını görmek istemez. Veya ruhunu karanlığın içine sokmaya çalıştığı zaman belki de bunun içine ince hesaplar, belirli bir kavrayış ve bir psikolog ustalığı getiriyordur; ama bunu derin bir bilinçlilik olmadan, ne yaptığını ne de davranış biçimi içinde girdiği umutsuzluğunu hesaba katmadan yapabilir. Çünkü her zaman, karanlıkta ve bilgisizlikte, bilgi ve istenç kendi diyalektik uyumlarını izlerler ve birini tanımlamak için her zaman birini veya ötekini abartma yanlışlığını yapma tehlikesi vardır.
Ama daha yukarıda da görüldüğü gibi umutsuzluğun şiddeti bilinçle birlikte artar. Umutsuzluğun gerçek fikriyle birlikte ne kadar umutsuz kalınırsa, umutsuz olunmanın o kadar açık bilincine sahip olunur ve umutsuzluk da o kadar şiddetli olur. Kendini öldürmenin umutsuzluk olduğu bilinciyle, yani gerçek intihar fikriyle kendimizi öldürdüğümüz zaman, kendini öldürmenin umutsuzluk olduğunu gerçekten bilmeden kendimizi öldürdüğümüz zamana göre daha fazla umutsuzuzdur; aksine yanlış bir intihar fikriyle kendimizi öldürdüğümüz zaman bu daha az şiddetli bir umutsuzluktur. Diğer taraftan, kendimizi öldürürken kendimiz üzerindeki aydınlığa ne kadar çok kavuşmuşsak (ben’in bilinci) huzursuz ve karanlık bir ruh durumu ile kendini öldüren bir başkasına oranla, sahip olduğumuz umutsuzluk o kadar fazla şiddetlidir.
Aşağıda bilinçli umutsuzluğun iki biçiminin anlatımında sadece umutsuzluğun bilgisinin gelişmesi değil, aynı zamanda umutsuz kişideki durumunun bilinci veya kesinlikle aynı anlama gelen ben’in bilincinin gelişmesi görülecektir. Ama umutsuz olmanın zıddı inanmaktır;) o hâlde yukarıda umutsuzluğun bertaraf edildiği bir durumun formülü olarak anlatılan şey, aynı zamanda inancın formülü hâline gelmektedir: Ben, kendine dönerken, kendi olmak isterken, kendi saydamlığı arasından onu ortaya koyan gücün içine dalmaktadır (1. Kitap, 1. Bölüme bkz.).
a-Kendi olunmanın istenmediği umutsuzluk veya zayıflığın umutsuzluğu üzerine
Zayıflığın umutsuzluğu diye adlandırma, umutsuzluğun ikinci biçimi (B) üzerinde bir görüşe yol açmaktadır: Kendi olunmanın istendiği umutsuzluk. Bunların zıtlıkları sadece görecelidir. Bir meydan okuma içermeyen umutsuzluk yoktur; “istenmediği” ifadesi bile meydan okumayı içermektedir. Ve diğer taraftan, umutsuzluğun en uç meydan okumasında bile güçsüzlük vardır. Ö hâlde bu iki tür umutsuzluk arasındaki farkın göreceliği açıkça görülmektedir. Türlerden birinin dişil, diğerinin eril olduğunu söyleyebiliriz.1
1 Gerçeğin içindeki psikolojik bir gezinti, çoğu zaman mantığın bulduğu ve dolayısıyla zorunlu olarak doğrulanması gereken ve gerçekte doğrulanan şeyin gözlemlenmesini sağlayacaktır ve sınıflandırmamızın umutsuzluğun tüm gerçeğini kucakladığı saptanacaktır! aslında çocuk için umutsuzluktan değil, sadece kızgınlıklardan söz edilir, çünkü kuşkusuz onda sonsuzluk ancak gücül olarak vardır; ve sonsuzluğa sahip olması gereken yetişkinden talep etmeye hakkımız olan şeyi çocuktan talep edemeyiz. Bununla birlikte kadında erkeksel umutsuzluk biçimlerinin bulunamayacağı ve buna karşılık erkekte kadınsal umutsuzluk biçimlerinin bulunamayacağı fikri bana uzaktır; ama buradaki olgu istisnadır. Tabii ki ideal biçimine çok az rastlanıyor ve erkeksel umutsuzluk ile kadınsal umutsuzluk arasındaki bu farkın tam olarak doğru olması ancak fikirsel boyuttadır. Kadında, erkeğe nazaran çoğu zaman çok daha ince bir duyarlılık olmasına rağmen, ne ben’in bu öznel derinliği ne de mutlak olarak egemen bir düşünsellik vardır. Buna karşın varlığı bağlanmadır, kendini bırakmadır, yoksa kadın olamazdı. Tuhaf olan, kadının dışında hiç kimsenin ne böyle bir erdemli geçinmesi ne de böyle neredeyse canavarlık dolu surat asması vardır ve buna rağmen varlığı bağlanmadır ve (hoş olan budur) temelde tüm bu çekinceler yalnızca bağlanmayı ifade ederler. Aslında varlığının bu dişisel bırakışı nedeniyledir ki Doğa, kadını, inceliği, erkeğe ait en derin düşünceyi aşan ve onu bir hiç seviyesine getiren bir içgüdü ile donatmıştır. Bir kadının bu duygulanımı ve eski Yunanlıların söylediği gibi tanrıların bu armağanı, bu görkem rastlantıya bırakılamayacak denli büyük hazinedir; ama hiçbir bilinçli insan zekâsı bu hazineyi kullanacak bilince sahip değildir. Bu nedenle Doğa bu içgüdüye özen göstermiştir: Körlüğü içgüdüsel olarak en keskin görüşlü zekâdan daha parlaktır, içgüdüsel olarak beğenisini nereye çevireceğim, kendini nerede bırakacağım görür. Bağlanmak tüm varlığı olduğu için Doğa onun savunmasını üstlenir. Buradan, kadınsallığın ancak bir başkalaşımdan doğduğu sonucu çıkar: Bu başkalaşım, sınırsız erdemin kadınsı kendine bırakmaya dönüşmesiyle gerçekleşir. Ama bu temel kendini bırakış umutsuzluğun içinde yeniden ortaya çıkar ve hatta onun biçimi olur. Kendim bırakışta ben’ini yitirmiştir ve yalnızca bu şekilde mutluluğu bulabilir, ben’ini yeniden bulabilir; mutlu bir kadın bağlanmadan yani ben’ini herhangi birine bırakmadan hiçbir dişiselliğe sahip olamaz. Erkek de kendini bırakır ve bunu yapmamak onda bir eksiklik oluşturur; ama ben’i kendini bırakma (dişiliğin formülü ben’in tözü) değildir ve kendini bulmak için, kadının yaptığı gibi artık ben’e gereksinimi yoktur çünkü zaten ben’e sahiptir; erkek kendini bırakır ama ben’i kendini bırakışın yalın bir bilinci olarak kalır, buna karşın gerçek bir dişiliğe sahip kadın kendini bıraktığı nesnenin içine atar. Bu nesneyi kaybederken ben’ini kaybeder ve işte kendi olunmanın istenmediği bu umutsuzluk biçimi içinde kalır. Erkek kendini bu şekilde bırakmaz: Ama diğer umutsuzluk biçimi erkeğin izini taşır: Buradaki umutsuz kişi kendi olmak ister.
Bunlar, erkeğin umutsuzluğu ile kadının umutsuzluğu arasındaki ilişkiyi belirlemek için yeterlidir. Bununla birlikte burada ne Tanrıya kendini bırakışın ne de müminin Tanrıyla olan ilişkisinin söz konusu olmadığını anımsayalım. Bu konu ikinci kısımda ele alınacaktır. Erkek ile kadın arasındaki farkın yok olduğu Tanrı ile olan ilişki içinde, kendini bırakışın ben olduğu ve ben’e ancak kendini bırakışla ulaşıldığı doğrudur. Çoğu zaman kadının Tanrı’yla olan ilişkisi ancak erkek aracılığıyla olsa bile bu, hem erkek hem de kadın için geçerlidir.

Benzer İçerikler

ÖDLEKLER CESURDUR-WILLIAM SAROYAN

yakutlu

Yeraltından Notlar Fyodor DOSTOYEVSK

gul

Evde Kalmış Kız-HONORÉ DE BALZAC

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy