XV. yüzyılın ortalarında yükselmeye başlayan ve XVII. yüzyılın sonlarına kadar da genişlemesini sürdüren Osmanlı İmparatorluğu Karl Marks’ın ifadesiyle, “Ortaçağ’ın yegâne hakiki askerî ülkesi”ydi.[1] XVIII. yüzyılın başlarına gelindiğinde imparatorluk geniş topraklar ele geçirmişti. İçerisinde yaşayan halk sosyo-ekonomik gelişimin çeşitli kademelerinde yer almakta, farklı millî ve dinî gruplara ayrılmakta ve bunlar imparatorluğa farklı şartlar altında dâhil edilmekteydi. İmparatorluğun topraklarında şimdi Ortadoğu, Güney Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve bugün SSCB[2] sınırlarına dâhil 20’nin üzerinde millî devlet yer almıştır. Bu büyük sahada yaşayan halkların tahminen 500 yıllık tarihi şu veya bu şekilde Osmanlı İmparatorluğu ile irtibatlıdır. Osmanlı Devleti’nin tarihi ise bu halkların millî tarihlerinin bir parçasıdır. Dolayısıyla da Osmanlı İmparatorluğu’nun araştırılması, farklı dönemlerine ait kaynakların ortaya çıkarılması sadece Türkler ve Türkiye tarihi açısından değil, aynı zamanda tüm eski “Osmanlı bölgesi” açısından da büyük öneme haizdir.
Türkoloji’nin bilim dalı olarak oluşmasında Rusya’da biriken Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki bilgilerin müstesna rolü olmuştur. F. Engels’in “Türkiye, Yunan ihtilaline kadar tüm ilişkilerde terra incognita (bilinmeyen topraklar) durumundaydı. Toplum arasında onun hakkında yaygın olan bilgiler, tarihî gerçeklerden ziyade “Binbir gece” masallarından ibaretti. Sadece Rusya’da Türkiye’nin karakterini ve hakiki durumunu anlamayı başaran yeterince insan bulunmuştur” şeklindeki sözlerine[3] katılmamak mümkün değildir.
Rusya idarecilerinin XV. yüzyılın sonlarından başlayarak bu ülkeye göndermeye başladığı büyükelçi ve temsilcilerin belgelerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi ile ilgili geniş malumat bulunmaktadır. Bu elçiler, sadece sultanın sarayına değil, imparatorluğa komşu olan ülkelere ve imparatorluğa tabi ülkelerin yöneticilerinin yanına da gönderiliyordu.
Rus tarihçiliğinde bu bilgilerin araştırılmasının kendisine özgü bir geleneği bulunmaktadır. Ancak bu belgeler sadece Avrupa’nın uluslararası ilişkileri ve Rusya’nın dış politikası çerçevesinde incelenmiştir. Rus diplomatik belgeleri Osmanlı tarihini araştırmak için nadiren kullanılmıştır. Hâlbuki bunlar çok önemli ve zengin bilgiler ihtiva etmekte ya da Engels’in sözleriyle, “Uzun yıllar boyunca İngiltere, Fransa hatta Avusturya doğu politikalarını tayin etmek için çaba sarfedip, karanlıklarda dolaştıklarında kendisi de yarı Asya toplumsal şartlarına, âdetlerine, geleneklerine ve müesseselerine sahip olan Rusya, Türklerin işleri hakkında gerçek manada bilgi sahibi olmayı” başarmıştır.[4]
XVIII. yüzyılın başlarına doğru artık Rusya’da Osmanlı İmparatorluğu hakkında ciddi literatür mevcuttu.[5] Bunlar, elçilerin seyahat yazılarından,[6] Rus tüccarlarının çeşitli mektuplarından,[7] esir[8] ve “kutsal yerleri”[9] ziyaret edenlerin yazılarından ibaretti. 1692 yılında A. İ. Lizlov, “Skifskaya İstoriya” adlı kitabı kaleme almıştır. Bu eser, Doğu halklarının tarihi hakkında Rusya’da kaleme alınmış ilk çalışmadır. Bu kitapta daha çok Osmanlı İmparatorluğu, onun devlet yapısı, ordusu ve fetihleri üzerinde durulmuştur.[10] XVII. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da Osmanlı hakkında yazılmış bazı eserler Rusça’ya çevirilmiştir. Örneğin 1678 yılında Çar Fyodr Alekseyeviç için, Simon Starovolski’nin 1649’da Krakow’da basılmış Lehçe Dvor Çesarya Tureçkogo (Türk Sultanının Sarayı) adlı kitabı çevirilmiştir.[11]
Ayrıca elçiler dairesinde (posolyskiy prikaz) Türklerin soyu, fetihleri, din ve örflerinin anlatıldığı Povesty o Türkah (Türkler Hakkında Hikaye) ve Skazaniye Brani Veneçian Protiv Tureçkogo Çarya adlı eserler ile Türk sultanının Leh Kralı, İmparator Leopold ve Alman imparatorlarıyla yazışmalarındaki bazı belgeler tercüme edilmiştir.[12] Elçiler dairesinde, XVIII. yüzyılın başlarında ise bazı özel kütüphanelerde[13] de Osmanlı hakkında kitaplar ve el yazma eserler toplanıyordu. Bunlar, sadece batılıların değil, doğulu yani Osmanlı topraklarında yaşayan müelliflerin de yazdıkları eserlerdi. Örneğin 1651 ve 1654 yıllarında Kudüs ve İstanbul’a seyahat eden ve daha sonra Moskova matbaa dairesinin başına geçen Arseniy Suhanov’un 500 civarında yazma ve kitap getirdiği bilinmektedir.[14]
Rusya’nın eskiden beri Osmanlı‘ya olan ilgisi I. Petro’nun yönetim yıllarında daha fazla artmıştır. Bu husus dönemin Rus-Türk ilişkileri ile açıklanmaktadır.
Daha 1684’te Osmanlı ile savaşmak maksadıyla [aralarında] Avusturya, Lehistan [Polonya] ve Venedik’in bulunduğu Avrupa koalisyon ülkeleri Kutsal İttifak’ı oluşturmuştu. Koalisyon üyeleri tüm Hristiyan ülkelerini, özellikle de “Moskova Çarlarını”[15] üyeliğe davet ediyorlardı. Rusya’nın Osmanlı aleyhindeki koalisyona katılmasını sağlamak için Lehistan Kralı Jan Sobieski Rusya ile ilişkilerinde bir takım tavizler vermek zorunda kaldı. Örneğin Lehistan Kralı, Kiev’i Moskova Devleti’ne iade etti.[16] 1686’da Rusya, Kutsal İttifak’a katıldı. Goliçin’in Kırım seferleri (1687–1689) ve I. Petro’nun Azak harekâtı (1695–1696) koalisyon güçlerinin askerî faaliyetleri dâhilînde gerçekleşmişti. Harekâtın maksadı sadece Rusya’nın durumunu kuvvetlendirmek değil, aynı zamanda Osmanlıların askerî gücünü diğer savaş bölgelerinden uzak tutmaktı. 1696’da Rus ordusu Azak’ı ele geçirdi, Mart 1697’de ise Moskova’dan bazı Avrupa ülkelerine büyükelçiler gönderildi.[17] Bunların en önemli amacı, Osmanlı aleyhindeki ittifakı kuvvetlendirmek ve Rusya’nın Karadeniz’e çıkışını temin etmek için savaşı devam ettirmekti. Bilindiği gibi, bu hedefe ulaşılamadı.
XVII. yüzyılın sonunda Avrupa ülkeleri dikkatlerini o dönemde tohumları atılmış büyük bir uluslararası soruna, İspanya mirası uğrunda yapılan savaşa yöneltmiş bulunuyorlardı. Bu savaş, aslında Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkmış ve Avrupa milletlerinin ticaret alanında verdikleri bir savaşa dönüşmüştü.[18] Yani savaş, Avrupa’yı, kolonileri ve denizleri ele geçirmek için yapılıyordu. Bu şartlar altında Osmanlı ile savaş Avrupa politikasının ikinci planına atılmıştı. Rusya’nın Kutsal İttifak’taki eski müttefikleri Türkler ile anlaşma yapmak için acele ettiler. Onlar bu isteklerine 1699 Karlofça Barış Kongresi’yle ulaştılar. Karlofça Kongresi’nde Rusya ile sadece iki yıllığına barışın sağlanması konusunda anlaşma yapıldı.[19]
F. Engels’in belirttiği gibi, XVIII. yüzyılın başlarına doğru Avrupa’da Rusya’nın Baltık sorununu çözmesi için uygun şartlar oluştu.[20]
I. Petro, XVII. yüzyılın başlarında İsveç tarafından ele geçirilmiş toprakları geri almak için çaba sarfediyordu. Bu topraklar Rusya’ya Baltık Denizi’ne çıkışı temin ediyordu.[21] 1699’da İsveç aleyhinde Rusya, Danimarka ve Saksonya’nın yer aldığı Kuzey Birliği adını alan koalisyon oluştu. Sonradan Lehistan ve Brandenburg’un da bu koalisyona katılacakları öngörülüyordu.
Oluşan yeni şartlar altında Çar ve onun hükümeti, “zararına da olsa Osmanlı yönetimi ile ya ebedi, ya da en azından uzun süreli barış elde etmek için çaba sarfetmenin”[22] gerekliliği hakkında diplomatik belgelerde yeterince açık beyanlarda bulunuyorlardı. Bu fikirler, Karlofça’da sona erdirilemeyen Rus-Türk barış görüşmelerini devam ettirmek için İstanbul’a gönderilen Rus elçi Emelian İgnatyeviç Ukrainçev’e verilen talimatta da yer almıştır.[23] Her ne kadar önceleri Ukrainçev’e verilen talimatta 1695-1696 yıllarında ele geçirilmiş bütün toprakların Rusya tarafında kalması, Kırım Hanı‘nın birliklerinin saldırılarından kaynaklanan zararın tazmin edilmesi maksadıyla Kerç Kalesi’nin talep edilmesi ki, bu kale Rus gemilerinin Azak Denizi’ne çıkışını engelliyordu, belirtiliyorduysa da, 1699 yılından sonra Ukrainçev yeni talimatlar almıştır. Rusya tarafı Kerç Adası‘na yönelik taleplerinden vazgeçmekle kalmıyor, aynı zamanda Özi etrafındaki küçük şehirlerin de Türklere verilmesini kabul ediyordu.[24] I. Petro’nun Ukrainçev’e yazdığı mektuplarda Osmanlı İmparatorluğu ile barış antlaşmasının yapılması konusunda Moskova’nın beklentisinin ne kadar sabırsızca olduğu aşikâr bir şekilde gözükmektedir. I. Petro, Şubat 1699’da Ukrainçev’e “Biz sana mektuplar gönderdik ve belirttiğimiz şartları hiç düşünmeden Allah’ın uygun gördüğü şekilde kabul et” tarzında mektup yazmıştır. Bir müddet sonra ise “Şu anda ise bazı çıkarlarımız doğrultusunda geri adımlar atmamız gerekiyor… Ancak barışı sağla! Buna çok ihtiyacımız vardır”[25] şeklinde bir başka mektup daha yazmıştır.
“Otuz yıllık” Rus-Türk barış antlaşması 1700’de imzalandı. Bu antlaşma, tarihî literatürde “İstanbul Antlaşması” olarak adlandırılmaktadır. I. Petro’nun yazdığı gibi, antlaşmanın imzalanmasına dair haber Moskova’da “büyük memnuniyetle” karşılandı.[26]
1700 Antlaşması, Azak’ı ve “ona bağlı olan tüm eski ve yeni küçük şehirleri” Rusya’ya bağladı. Özi etrafındaki şehirler ise boşaltıldı, buraların iskanı da yasaklandı.[27] Rusya, Kazakların “aşırı faaliyet ve yağmalarını”, Türkiye tarafı ise Kırım Hanlığı‘nın benzer faaliyetlerini önleyeceğine dair yükümlülük almış oldular. Rusya’nın Kırım Hanı‘na verdiği yıllık vergi nihai olarak kaldırıldı.[28]
Ancak tüm bunlar Kırım Hanı‘nın birliklerinin saldırılarının tamamen engellenmesi için yeterli olmadı. Bu saldırılar ve özellikle de köle olarak satılmak üzere ele geçirilen esirler, o dönemde Kırım Hanlığı‘nın önde gelen feodallerinin önemli zenginlik kaynağını teşkil etmeye devam ediyordu.[29] Bazı bilgilere göre, XVIII. yüzyılın başlarında Kırım’da 60-65 bin kadar Slav, Gürcü, Ulah, Moldovalı, Abaza, Çerkes ve hatta Macar esir olarak bulunuyordu.[30] Kırım feodalleri Rusya’ya karşı aşırı düşmanca tavır içerisindeydiler ve Rus-Türk savaşının çıkması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ancak yine de Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rusya karşıtı bu feodal sınıf arasında dahi yeni uluslararası ve dâhilî şartların etkisiyle bazı haletiruhiyelerin ortaya çıkmaya başladığını belirtmekte fayda vardır. Örneğin XVIII. yüzyılın ilk on yılında Kırım’ın Rusya İmparatorluğu’na bağlanması gerektiğine dair görüşler dahi mevcuttu.[31]
XVII-XVIII. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun harici siyaset tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Türklerin Viyana yakınlarında 1683’de ve bu bozgundan sonra da Kutsal İttifak ile yapılan savaşta aldıkları yenilgiler Engels’in ifadesiyle, “Türklerin saldırı güçlerinin kırılmasıyla” sonuçlanmıştır.[32] İmparatorluğun sürekli saldırıya dayanan Avrupa politikasının yerini zamanla bekle ve gör taktiği almıştır. O dönemde bazı esneklikler ve belirlenen hedefleri Avrupa ülkeleri arasındaki çelişkilerden istifade ederek diplomatik yollarla elde etme isteği ortaya çıkmıştır. Bu tür politikanın gerçekleştirilmesi için Türkler Avrupa diplomasisini daha iyi tanımalıydılar.
XVII. yüzyılın ilk on yılında uluslararası şartlar Türk fetihlerinin devam etmesi için uygun olmasına rağmen (İspanya mirası için yapılan savaş ve Kuzey savaşı) Osmanlılar Avrupa’da savaşmadı. Elbette ki Türk yöneticilerin barış yanlısı tutumu ihtiyaçtan ortaya çıkıyordu. Savaşlar sonucunda yorgun düşmüş ülke, eskisi gibi aktif bir şekilde sürekli saldırgan politika yürütme gücüne sahip değildi. On yıldan fazla süren savaşsız dönemden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici sınıfının karşısına dâhilî sorunlar ve zorluklar çıktı. Bu ise Osmanlı feodal toplumunun çok zor durumda olduğunu gösteriyordu. İsyanlar ve bölücü girişimler o dönemde Osmanlı Devleti dâhilînde neredeyse sürekli hale gelmişti ki, Mısır ve Mağrib gibi bölgelerde sultanın hâkimiyeti asgari düzeye inmişti. XVII. yüzyılın sonu ile XVIII. yüzyılın başlarında ise Irak, Lübnan ve Hicaz’da Osmanlı karşıtı isyanlar meydana gelmiştir. Başkente yakın olan Avrupa ve Anadolu sancaklarında dahi düzensizlikler oluyordu. İzmir, Manisa ve Akhisar bölgelerinde aşayiş bozulmuş, yollar soyguncularla dolmuştur.
XVII. yüzyılın sonlarındaki başarısız savaşlar ve bitmez tükenmez iç sorunlar sonucunda vergi gelirleri ciddi anlamda azalmıştır. Örneğin Manisa sancağında 1668-1669 ile 1701-1702 dönemi arasında avarız hanelerin sayısı 4823.5’ten 2731’e düşmüş, yani neredeyse iki kat azalmıştır.[33] 1697-1702 yılları arasında sadrazamlık görevinde bulunan Amcazâde Hüseyin Paşa, Karlofça Antlaşması‘ndan hemen sonra olağanüstü vergileri kaldırmak ve savaş yıllarında köylülerden toplanan vergi borçlarını iptal etmek zorunda kalmıştır.[34]
Sultan yönetimi 1653 yılında başlatılan ve ülkenin içine düştüğü durumu düzeltmeyi öngören bir takım reformları devam ettirmek için çaba sarfediyordu. Hükümet, özellikle de ülkede vergiye tabi nüfusun sayısını artırmak için çalışıyordu. Başta Türkmen ve Kürtler olmak üzere bazı göçebe gruplar zorla yerleşik hayata geçiriliyor ve vergi toplanan halka (reaya) ilave ediliyordu.[35] İnşaat işlerinde, köprü ve dağ geçitlerinin muhafazasında, posta hizmetlerinde ve diğer işlerde görev alan reayanın kendilerine daha önce tanınmış imtiyazları kaldırılmıştır.[36] Şehirlilerin vergi yükleri de ağırlaştırılıyordu.[37] 1670-1680’li yıllarda başlayan para reformları yeni gümüş paraların (kuruş) basılması ile devam ettirilmiştir.[38]
Orduda düzen oluşturmak için de çabalar sarfediliyordu. Türk ordusu iki bölümden ibaretti: Maddi temeli toprak sahiplerinden yani timar ve zeametlerden ibaret olan feodal süvarilerden oluşan gayri nizami ordu (sipahi) ve hazineden maaş alan kapıkulu, yani sultan sarayının hizmetçileri ya da köleleri.
Bu terim Rusça’da “gosudarevı lyudi” ve “gosudarevı holopı” manalarına yakındır.
1701-1702 yıllarında sultanın beratları arasında timar ve zeametlere sahip olma hakkına dair yoklamalar yapıldı. Bu yoklamalar zaman zaman yapılıyordu. Bundan başka taşradaki gayri nizami ordunun da kayıtları gözden geçirildi. Yapılan yoklamalar birçok defa aynı mülke birkaç kişinin aday olduğunu göstermiştir. Mayıs 1703’de alaybeylerine (sipahi ordu birliklerinin komutanlarına) önemsiz nedenlerden dolayı sipahilerin timar ve zeametlerinin ellerinden alınmamasına, geleneksel timar sisteminin bozulmamasına dair sert bir emir gönderildi.[39] Ancak bu önlemler arzu edilen sonuçları veremezdi. Çünkü timar sistemi yüz yıldan fazla bir zamandır başlangıçtaki verimliliğini yitirmiş, timar sahiplerinin kendileri için de, sultan yönetimi için de değerini kaybetmişti.
Osmanlı toplumunun feodalleşmesi ve XIV-XV. yüzyıllarda hâkim sınıfın oluşması bizzat timar sistemi çerçevesinde gerçekleşmiştir. Osmanlı yasalarında timar sahibi sipahilerin hakları açık bir şekilde ifade edilmiştir. İmparatorluğun en alt idarecileri olarak faaliyet gösteren timar sahipleri, timarlarındaki köylülerden miktarı net bir şekilde belirlenmiş vergi elde ediyorlardı. Sipahi barış zamanında mülkünün bulunduğu bölgede yaşamak ve bazı idari görevlerini yerine getirmek, yani mülklerindeki köylülerin ekip biçtiği toprakları kontrol etmek, toprak miraslarının paylaşımını sağlamak, köylülerden toplanan vergilerin kontrolünü yapmak zorundaydı. Köylüler timar sahiplerine ödedikleri vergilerden başka hazineye, imparatorluğun ayrı ayrı bölgelerinin –eyalet ve onlara bağlı olan sancakların– idarecilerine ve savaş zamanında ise sipahi birliklerinin komutanları olan sancakbeylerine ve beylerbeyine de vergi ödüyorlardı. Böylece timar sahibi sipahiler aynı zamanda hem gayri-nizami feodal ordusunun süvari askerleri, hem feodal gelir sahipleri, hem de imparatorluğun idari mekanizmasının en alt birimleriydi.
Ancak XVI. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî ve idari yapısının dayandığı timar sisteminde değişiklikler ortaya çıkmıştır. Bunlar esas itibariyle aşağıdaki iki duruma bağlıydı.
Birincisi, bu feodal mülklerde köylülerin konumu ve kaderidir. Osmanlı hukukuna göre devlet, reaya topraklarından hazineye vergi girişini temin etmek maksadıyla köylüleri sipahi feodallerinin aşırı istismarından muhafaza ediyor ve onların vergi gelirlerini ciddi bir şekilde belirlenmiş çerçeve dâhilînde tutuyordu. II. Mehmed’in (1451–1481) kanunlarında sipahilerin köylü topraklarını mülkiyetlerine almaması belirtiliyor ve aynı zamanda da şu ifade yer alıyordu: “Şayet reayanın toprağını almışsa fakir halkın lehine o bölgede belirlenmiş bir ödeme yapması gerekir.”[40] Mamafih timar sahiplerinin köylülerin topraklarını tamamen ele geçirme imkânları da vardı. Daha büyük timar ve zeamet sahipleri tarafından bu imkân kullanılmıştır. XVII-XVIII. yüzyıllarda köylülerin topraksız kalması sonucunda çiftlik olarak adlandırılan büyük toprak mülkleri oluşmuştur. Çiftliklerin oluşması sahiplerine büyük ağalık serbestliği veriyor ve köylerde yeni feodal ilişkileri doğuruyordu. Ancak bu topraklar özel mülk olamıyordu, çünkü devlet çiftlik sahibinin herhangi bir suçu vaki olduğunda çiftliklerin kontrolünü ve onları ellerinden alma hakkını kendinde tutuyordu.
Çoğu zaman çiftliklerde oluşan sosyo-ekonomik ilişkiler de devlet kontrolü ile belirleniyordu. Osmanlı yasalarına göre, her reaya toplu bir şekilde devlete vergi ödemek zorunda olan belli hanelere yazılmıştı.[41] Devletin ciddi kontrolü sayesinde reayanın hane ile olan bağlantısı onun toprağa olan bağlantısından daha kuvvetli oluyordu. Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki, köylü vergilendirme sisteminde de değişimler oluyordu: Miktarı ciddi bir şekilde belirlenen, neredeyse hiç değişmeyen geleneksel vergilerin hissesi azalıyor, çeşitli olağanüstü vergiler ise süreklilik kazanarak miktarları çoğalıyordu.[42] Onların toplanması da bizzat haneler tarafından gerçekleşiyordu.
Devletin belirlediği sisteme göre, timar sahibi tarafından toprağı ele geçirilen köylü dahi haneye bağlı olarak kalıyordu. Bu husus, onun serbest reaya olduğu toprakta kiracı olması için olanak sağlıyordu. Onun feodal ile olan ilişkisi artık sonuncunun keyfi uygulamasına kalmıştı.
O dönemde hükümet tarafından tutulmuş kayıtlar köyde yaşayan insanların önemli bir bölümünün topraksız kiracılardan (caba) ibaret olduğunu göstermektedir.[43] Türk araştırmacıların belirttiği gibi, XVI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu tarafından kullanılan toprak alanı dönemin teknolojisinin imkân verdiği ölçülerde genişlik kazanmıştı.[44] Meşhur Türk araştırmacısı Ömer Lütfü Barkan’ın hesaplamalarına göre, 1520–1580 yılları arasında Anadolu’nun nüfusu % 55.9, Rumeli’nin bazı sancaklarının nüfusu ise % 71 oranında artmıştır.[45] Bu şartlar altında kiraya verilen topraklar hızlı artan köylü nüfusunun tamamını kapsayamazdı. Ülkede çok sayıda çiftbozanlar yani toprağı terk edenler ortaya çıktı. Bu tür olaylar özellikle Anadolu’da vuku buldu. Orada diğer sebeplerin yanısıra ziraat işlerinin azalması ve hayvancılığın çoğalması da buna olanak sağlamıştı.[46]
Binaanaleyh, kiracıların yanısıra sınıf özelliğini kaybetmiş ve kendisine ne köy ne de şehir ekonomisi içerisinde yer bulamayan insanların da ortaya çıktığını görüyoruz. Onların yapabilecekleri tek şey ya büyük paşaların kapısında iş bulmak, ya da tekke ve medreseye mürid-talebe olarak intisap etmekti. Ancak XVII. yüzyılda müridlerin sayısı, onlara olan ihtiyaçtan çok daha fazlaydı. Dinî müesseselerin bu yarı fakir öğrencilerinin, Osmanlı toplumunun en çok rahatsızlık veren unsurlarından birisi olması da tesadüf değildir.
İkincisi, sipahilerle köylüler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan değişimden başka, kitlesel olarak Türk feodallerinin en kalabalık grubu olan timar sahibi sipahilerin de durumları ciddi manada değişiyordu. Bulgar araştırmacı Dimitrov’un belirttiği gibi, XVII. yüzyılda onların topraklarının gelişim eğilimi timarlarının genişlemesinin yanısıra timarların vermesi gereken askerlerin sayısının ciddi manada artış göstermesinden de kaynaklanıyordu. Bu ise merkezî yönetimin timar fonunu daha fazla kullanma çabası içinde olduğunu ve sipahilerin gelirlerine karşı bir taarruzun başlatıldığını göstermektedir.[47]
Aynı zamanda bu gelirlerin farklılaştırılması süreci de dikkatleri çekmektedir. Bazı yerlerin sancakbeyleri tüm bölge sancağındaki sipahilerin toplam gelirine neredeyse eşit olan geliri kullanıyordu. Örneğin Çirmen, İskenderiye, Niğbolu ve Dukakin sancaklarında durum bu şekildeydi. Bazen sancakbeyleri, komutaları altında bulunan sipahilerin tamamının gelirinden daha fazlasını elde ediyordu. Bu ise Kırkkilise ve Vize sancaklarına özgü bir durumdu.[48] Aynı zamanda Rumeli’de bulunan timarların çoğunun üç bin akçe gelire, Anadolu’da ise iki bin akçe gelire sahip olduğunu görüyoruz. Bunlar en düşük kılıç timar idi ve onların sahipleri bizzat süvari olarak savaşa katılıyordu. Her birine beş bin akçenin
verilmesi gereken süvarileri ise sadece sancakbeyleri bulundurma imkânına sahipti.[49]
Tüm bunlar, imparatorlukta askerî sistem ve toprak sisteminin tekrar yapılandırıldığına ve timarların rolünün azaldığına işaret etmektedir. Osmanlı Devleti, hâkim sınıf olan sipahilere karşı yürüttüğü politikasında aşikâr bir şaşkınlık içerisindeydi. Bazen görevlerini yerine getirmeyen timar sahiplerinin ellerinden toprakları kitlesel bir şekilde geri alınıyor (bu defalarca olmuştu, örneğin 1593-1606 yılları arasında Avusturya ile yapılan şavaş zamanında) bazen de devlet, kontrolünü kuvvetlendirerek ve sipahilerin gelirlerini kısmen artırarak timar sistemini düzene sokmak için çaba sarfediyordu.[50] Bununla beraber sistemin kendisi sarsılmaz olarak kalıyor, hatta bu sisteme Osmanlı toplumunun yeni sınıfları dâhil ediliyordu. Örneğin 1701 Eylül’ünde yeni Bahriye kanunnâmesinin çıkması ile beraber timar ve zeametlerde donanma ümerâsının temsil olunmasına dair ferman çıkmıştır.[51]
Bu tür ikili politikanın ortaya çıkardığı duruma göre, iflas etmiş timar sahipleri feodallikten mahrum olsalar da köylü olmuyorlardı. 1839 yılında timar sistemi ortadan kaldırılıncaya kadar onların devlete hizmet karşılığında tekrar timar sahibi olma ümitleri vardı. Sınıf özelliklerini kaybetmiş çok sayıda insan ortaya çıktı. Bunlar ya yerel yöneticilerin birliklerini, ya da idarenin defalarca çeşitli askerî-idari görevler ve toprak mülkleri vererek kendi tarafına çektiği haydutların (atamanların) saflarını dolduruyorlardı.[52]
Ancak Osmanlı ordusunun başarılı bir askerî birliği olarak bu gayrı-nizami feodal ordusunun önemi aşikâr bir şekilde azalıyordu. Buna paralel olarak kapıkulu askerlerinin ve özellikle de sayıları her geçen gün kalabalıklaşan yeniçerilerin rolü artıyordu.[53] Belirtilen askerlerin bakımı ve onlara maaşların ödenmesi hazine için ağır bir yük oluyordu. Onların bakımına ayrılan harcamaları azaltmak maksadıyla 1701 Temmuz’unda ferman çıkarıldı. Fermanda, yeniçerilerin önemli hizmetlerinin olduğu belirtilse de, savaş zamanı yeniçeri ocağına yazılan köylüler ve şehirlilerden oluşan yeniçeri birlikleri ilga edilmiş, bu tür katılımlara gelecekte de müsaade edilmemiş, yeniçeri belgesi taşıyanların yoklanması istenmiş ve gerçekten hizmet etmeyenlerin isimlerinin ocaklardan silineceği belirtilmiştir.[54] Bu ferman çıktıktan sonra kapıkulu askerlerinin sayısı ciddi manada azalmıştır. Önceleri sayıları 70 bin olan yeniçerilerin sayısı 34 bine kadar düşmüştür.[55] Karlofça Antlaşması imzalanmadan önce topçu birliklerinde 6 bin kişi bulunuyordu, yeniden yapılandırıldıktan sonra bunların sayısı 1200’e gerilemiştir. Cebecilerin sayısı 2 binden 400’e kadar düşmüştür. Kapıkulu süvarilerinin de sayısı azalmıştır.[56]
Ancak tüm bu önlemler kapıkulu ordusunun ülkede oluşturduğu gerginliği ortadan kaldırmadı. Yeniçeri isyanları Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatında sürekli etkili olmaya devam ediyordu. Ayrıca bu hadiseler bizzat ordu isyanlarının da çerçevesinin dışına çıkarak belli bir sosyal nitelik kazanıyorlardı. Yeniçeri ocağının kendisi de diğer kapıkulu türünden olan birlikler gibi sosyal statü elde ediyordu. Yeniçerilerin maaşları yeterli değildi ve onların kahir ekseriyeti barış zamanında sanat ve ticaretle uğraşıyordu. Ocağa kayıtlı olduklarına dair taşıdıkları belge, birçoğu için kendilerini sadece vergilerden muaf tutan ve genel olarak yönetimin suistimallerinden koruyan bir kâğıt parçasıydı. Böyle bir durumda yeniçeri kimliği, maaştan daha önemli idi. Bundan dolayıdır ki, birçok kimse yeniçeri olarak sayılsa da ocağa bile gitmiyordu.[57]
Dâhilî sosyo-ekonomik zorlukların belirginleşmesi, Osmanlı toplumunun sosyal yapılanmasında aşikâr bir şekilde kendini gösteren değişim, feodal sınıfının bazı kesimlerinin iflas etmesi ve sınıfını kaybetmiş çok sayıda insanın ortaya çıkması, Osmanlı tolplumunda dâhilî kargaşaya sebep oluyordu. XVI. yüzyılın sonu ve XVII-XVIII. yüzyıllarda yaşanan değişimi genel bir düşüş ve felaket olarak değerlendiren çok sayıda ıslahatname yazılıyor ve yaygınlaşıyor.[58] Örneğin, XVI. yüzyılın ikinci yarısının müellifi Mustafa Selanikî “dünya ölüme doğru gidiyor”[59] diye yazıyordu. O dönemin Osmanlı toplumunda ülkenin eski büyüklüğünü hatırlatan özlem hisleri yayılmıştı. Özellikle de Kanunî Sultan Süleyman’ın (1520–1566) yönetim yılları idealize ediliyordu. Eserlerin müellifleri, sultan ve etrafındakilerinden eski düzeni oluşturmalarını istiyorlardı.
Bu tür ideolojileri taşıyan eserler Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihçiliğinde de belirli bir gelenek oluşturuyordu. Bunlarda ülkenin yaşadığı zayıflama, düşüş ve krizlerden bahsediliyordu. Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğu yalnız XVI-XVII. yüzyıllarda değil, XVIII. yüzyılın başlarında da güçlü devlet konumundaydı ve Avrupa devletleri için tehlike arzetmeye devam ediyordu. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu Osmanlı ile yalnız başına savaşmayı göze alamıyor ve koalisyon oluşturarak savaşmayı tercih ediyorlardı.[60]
Muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek durumu, timar sisteminin ortadan kalkmasına bağlı olarak, Osmanlı gözlemcilerinin düşündüklerinden çok daha ağırdı. Gerileme, bölünme, kriz ve benzeri durumlardan bahseden tarihî eğilim ise Osmanlı toplumunun tarihî realitesinin sadece bir sayfasını yansıtmaktadır. Bunun daha dikkatli ve derinden incelenmesi gerekmektedir.
İmparatorluğun böyle zor bir döneminde sultanın sarayında ilk daimî Rusya büyükelçiliği açılmıştır. Yurtdışında daimî Rus diplomatik temsilcilerinin bulunmasına dair çalışmalar daha XVII. yüzyılın ortalarında elçilik dairesi tarafından başlatılmıştır.[61] Ayrıca bu konuda esas inisiyatifi XVII. yüzyılda Rusya’nın büyük devlet adamı, elçilik dairesinin başkanı A. L. Ordin-Naşokin ortaya atmıştı.[62] Ancak daimî büyükelçilikler I. Petro döneminde yaygın hale gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Rus büyükelçiliğinin kurulduğu ilk ülkelerden biridir. Belirtildiği gibi, bu konuda Osmanlı yönetimi ile anlaşma Y. İ. Ukrainçev tarafından yapılmış ve belgelenmiştir. Daimî büyükelçiliğin tesis edilmesine dair madde 1700 İstanbul Antlaşması‘na dâhil edilmiştir.
Bilindiği gibi, Osmanlı‘ya gönderilen ilk daimî Rus elçi Graf Pyotr Andreyeviç Tolstoy (1645–1729) olmuştur.[63] Bu göreve tayin olunduğunda o artık genç değildi ve yeterince idari ve askerî tecrübeye sahipti. Tolstoy, 1697’de 52 yaşında iken deniz işlerini öğrenmek üzere “volentor” olarak İtalya’ya gönderildi. İki yıllık eğitim süresince İtalyanca’yı ve gereken teorik disiplinleri öğrendi, gemi idaresi ve yapımına dair tecrübeler elde etti, Avrupa’daki hayatı tanıdı, bazı Avrupa devlet adamları ile bağlar oluşturdu. Bu bağlantılar sonradan İstanbul’da ona çok yardımcı olmuştur. O dönemde ilk defa seyahat günlüğü yazmaya başladı. Petro dönemi Rusya devlet adamlarının günlükleri arasında onun günlüğü önemli yer tutmaktadır.[64] Tolstoy haklı olarak döneminin en akıllı, becerikli ve eğitimli adamlarından
sayılmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda daimî Rusya büyükelçisi gibi büyük öneme haiz bir makama onun tayin olunması, bizzat bununla izah olunmaktadır. İstanbul’dan geri döndükten sonra o, Petro’nun çok zor ve sorumluluk yükü ağır olan özel talimatlarını yerine getirmiştir. Örneğin onun Çareviç (şehzâde) Aleksey’in Rusya’ya geri dönmesinde başlıca rol oynadığı bilinmektedir. Onun aklına, siyaset ve diplomasi alanlarındaki tecrübesine sarayda büyük önem veriyorlardı. Tolstoy, Rusya’da “şerefli graf [kont]” adını alan ilk adamlardan biri olmuştur (1724). XVIII. yüzyılın meşhur tarihçisi M. M. Şerbatov, “Tolstoy siyaset alanındaki becerisi ve aklı ile Rusya saltanatını kuvvetlendiren hükümdarlık asası gibidir” demiştir.[65]
Osmanlı İmparatorluğu’na tam yetkili elçi tayin olunan P. A. Tolstoy’un hedefi iki ülke arasındaki dostluk ve barışı kuvvetlendirmek idi. O, Rusya büyükelçiliğinin barışcıl karakterinin belirtildiği bir talimat aldı. Talimatta ayrıca seyahat yoluna, sultanın ve sadrazamın kabul merasimine ve diğer Türk devlet adamları ile ilişkilere dair emirler yer almıştır.[66] Çok önemli diplomatik göreve gönderilen Tolstoy dönüşünde ülke ve halkın durumunu anlatmak, oranın nasıl yönetildiği, komşu ülkeler içerisinde kendilerine en yakın hangi ülkeyi gördükleri, kiminle barış içerisinde yaşamak, kiminle hangi sebebe göre savaşmak istedikleri gibi sorulara cevap vermek zorundaydı. Bununla beraber elçiye dikkatini esas olarak ticarete, özellikle de oradaki donanmanın durumuna yöneltmesi emredilmişti. Bilindiği gibi I. Petro Avrupa’daki gemi inşası meselesini ciddi manada inceleyerek gemi yapımı ve idaresine dair teorik ve pratik yönleri ayrıntılı bir şekilde araştırmıştı. Çar, ayrıca büyük bir ısrarla yabancı gemi ustalarını Rusya’ya davet ediyordu.[67] O, Türk donanmasına, özellikle de 1701 yılında kabul edilen yeni Bahriye kanunnâmesine ilgi duymuştur.
Rusya hükümeti, elçisine talimatlar verirken, özellikle “yabancı görevliler ile politik davranması” gerektiğinin altını çizmiştir.[68]
29 Ağustos 1702’de Tolstoy Sultan II. Mustafa’nın (1695–1703) sarayının bulunduğu Edirne’ye (Adrianapolis) geldi. Sultan ve sadrazamın henüz ilk kabulünden sonra Kasım 1702’de Tolstoy’dan Zaporog Kazakları tarafından yağmalanmış Rum tüccarlarının zararlarının tazmin edilmesi istendi. Ayrıca Rusya Devleti ile ticari ilişkiler bulunmadığından ve barış anlaşması imzalandığından dolayı Osmanlı topraklarını terk etmesi istendi. Pyotr Tolstoy onların bu talebini kabul edemezdi. Rusya için zor bir dönemde, Kuzey Savaşı‘nın başladığı ve Rusya’nın Türk tarafının niyetleri hakkında yeterince ve aracısız bilgi sahibi olmak istediği bir dönemde, Rus elçisinin Osmanlı‘ya gönderilmesi Rusya yönetimi açısından büyük önem arzetmekteydi. Tacirlerin zararlarına gelince, Tolstoy bu konuda görüşmeler yaptı ve zararların kısmen karşılanmasına rıza gösterdi.[69] Bundan başka Tolstoy, Azak Voyvodası[70] S. B. Lovçikov’dan Kırım Tatarlarının Rusya’nın sınır bölgelerine taarruzda bulunduklarına dair bilgiler alıyordu.[71] O bilgileri diplomatik faaliyetlerinde aktif bir şekilde kullandı ve Lovçikov’a şöyle yazdı: “Yeni ne gelişme olsa muhakkak beni haberdar et. Bunun için sana minnettar olurum.”[72] Bundan sonra “bu tür hoş olmayan yazılar”, yani sınır saldırılarının anlatıldığı yazılar sürekli Tolstoy’a gönderilmiştir. O, kendi devletinin çıkarlarını gözeterek Türk devlet adamları ile çok sayıda toplantı yapmıştır.
Onun bütün olaylar, elçilerin toplantıları, yetkili kişiler ile görüşmeler vs. hakkında Rus diplomasisinin Türkiye’deki faaliyetlerini geniş bir şekilde anlattığı “maddelerin kaydı” (stateynıy spisok)[73] çok önemli bir kaynaktır ve o dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin araştırılması için de son derece önemli bir eserdir.
Rus diplomasisinde “maddelerin kaydı”, yani elçilik dairesine teslim edilen ve görevleri sırasında Rus diplomatlarının karşılaştıkları ve ulaştıkları bilgilerin, onlara verilen talimatlara yazılan cevapların, elçilerin günlük raporlarının kayda alınması uygulaması XV. yüzyılın sonlarından XVIII. yüzyılın başlarına kadar mevcuttu. Sonraki tarihlerde ise bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Çünkü ulaşımın gelişmesi ve daimî posta bağlantısının kurulması, elçilerin sürekli olarak hükümetleri ile iletişim içerisinde olmalarını sağlamıştır.
Tolstoy’un bu kayıtları, bu türden neredeyse son belgelerdendir.[74] Onların oluşturulmasının sebebi, büyükelçinin Moskova’daki elçilik dairesi ile irtibat içerisinde olmaması ve özellikle de Rus elçisinin Osmanlı Devleti’ndeki ağır yaşam şartlarıdır. Bizim arşivlerimizde Tolstoy’un 1702-1709 yılları arasında tuttuğu kayıtlar bulunmaktadır. Her yılın kayıtları 500-700 varaktan ibaret ayrı ayrı kitap oluşturmaktadır.[75] Arşiv belgeleri ve elçi kayıtlarının içerdiği bilgilere göre, Tolstoy’un büyükelçiliği, Osmanlı ile barış ilişkilerinin muhafaza edilmesinde mühim rol oynamıştır. Çarın Tolstoy’dan aldığı bilgiler muhtemel çatışmaları zamanında önleme imkânı sağlıyor, Rusya’nın siyasetine belirginlik kazandırıyordu.
Rus elçisinin gelişinin henüz ilk yılında sultanın sarayında Osmanlı‘nın dâhilî durumunu etkileyen önemli olaylar yaşandı. 1703 yeniçeri isyanı da buna dâhildir. Bu isyan II. Mustafa’nın devrilmesi ile sonuçlandı ve ülkenin hayatında önemli izler bıraktı. P. A. Tolstoy isyana tanıklık etti. Hatta bir bakıma sultanın beceriksizliğini ve devlet işleri ile ilgilenmek istemediğini belirterek (daha sonra bu konuya değineceğiz), isyanı önceden tahmin etmişti. İsyancıların başta o dönemin şeyhülislamı Feyzullah Efendi’ye karşı hareketlendikleri bilinmektedir. Feyzullah Efendi, döneminin en önemli devlet adamlarından birisiydi. Hatta bazı tarihçiler onu “diktatör” diye isimlendiriyordu. Sultan II. Mustafa üzerindeki etkisini kullanarak ilmiye makamlarını, yani kadıasker ve diğerlerini kendi oğulları, akraba ve arkadaşları ile doldurdu. Ayrıca Feyzullah Efendi kendisine karşı olumsuz görüşte olanları İstanbul’dan Anadolu’nun uzak köşelerine sürdü. Sivil görevlere yapılan tayinler, sadrazamlık da buna dâhil, şeyhülislamın önerileri ile yapılıyordu.
Yeniçerilerin Feyzullah Efendi’ye karşı isyan etmesini, hâkim sınıfın bazı gruplarının şeyhülislamın adamlarını, yeniçeri ocağını bir bakıma praetorian birliği[76] olarak kullanarak indirme çabası olarak değerlendirmek mümkündür. Sadece isyana katılanların sayısı göz önünde bulundurulduğunda (Tolstoy’un verdiği bilgilere göre 100 binden fazla kişi katılmıştı) isyana şehir halkının önemli bir bölümünün katıldığı sonucuna varılabilir. Asilerin başlıca talebi, başkentin Edirne’den İstanbul’a geri getirilmesiydi. Başkent Sultan II. Mustafa tarafından Edirne’ye taşınmıştı. Bu talep herşeyden önce İstanbul tüccar ve esnafının çıkarlarına uygundu. Onlar için başkentin Edirne’ye taşınması önemli maddi kayıplara neden olmuştu. Asilerin lideri iflas etmiş ünlü timar sahibi Karakaş Mustafa idi. Bu, XVII-XVIII. yüzyılın başındaki isyanların karakteristik özelliğiydi.
“Edirne Vak’ası” diye adlandırılan isyan asilerin Edirne’ye yürüyüşü, sultan ile Sadrazam Rami Mehmed Paşa’nın (1703 Ocak ayında sadrazamlığa getirilmişti) ve onun etrafındakilerin devrilmesi, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin öldürülmesiyle sonuçlandı. İlginçtir ki olaylardan birkaç ay önce Tolstoy, “Şeyhülislam ve çocuklarının sonu, halkla askerî birliklerin ortak isyanı ile mümkün olacaktır” şeklinde yazmıştı.[77] Daha sonra isyan başladığı zaman da isyanın yeniçeriler ve sıradan halk tarafından yapıldığını belirtmiştir.[78]
Görünürde başarılı olmasına rağmen “Edirne İsyanı” asiler açısından trajedi ile sonuçlandı. Yeni Sultan III. Ahmed (1703–1730) onu yönetime getiren olaylara şu veya bu şekilde katılan herkesi ya idam ettirdi ya da sürdü. III. Ahmed’in yönetiminin ilk 8-10 yılında 30 binin üzerinde insanın idam edildiği ileri sürülmektedir.[79] Türk tarihçisi A. N. Kurat’a göre, bu idamlar, XVIII. yüzyılın başlarında Osmanlı‘da büyük devlet adamlarının ve becerikli komutanların bulunmamasının esas sebebiydi.[80] Bu kanaate İngiliz araştırmacı V. H. Sumner de katılmaktadır: “Köprülü (1698-1702) ailesinden son devlet adamı Sadrazam [Amcazâde] Hüseyin’den sonra makamına layık olan bir varis çıkmadı ve 16 yıl boyunca İstanbul yönetiminde çok hızlı ve karmaşık siyasi değişimler yaşandı.”[81]
Eylül 1703’de Sultan III. Ahmed’in sarayı İstanbul’a taşındı. P. A. Tolstoy ve diğer büyükelçiler de oraya gönderildi.
Tolstoy henüz Edirne’de iken yazılarında Osmanlı İmparatorluğu’nun ayrıntılı tasvirini yapmış, bu yazılar Mayıs 1703’de Rusya hükümetine gönderilmişti.
Her ne kadar Tolstoy’un bu kayıtları, bilinse ve tarih çalışmalarında defalarca kullanılmış olsa da, muhakkak müstakil bir araştırmayı ve bilimsel yayını hak etmektedir.[82] Bu eser, sadece Rus diplomatlarının Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hedefleri hakkında değil (belge şu ana kadar sadece bu doğrultuda incelenmiştir) ülke hakkında da önemli ipuçları vermektedir. Yukarıda belirtilen bilgilere ilave olarak Tolstoy, tuttuğu notlarda Sultan II. Mustafa döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun dâhilî durumu hakkında ayrıntılı bir resim çizmekte, XVIII. yüzyılın başlarında ne Türk ne de Avrupa kaynaklarında bu kadar geniş bir şekilde anlatılmayan birçok önemli mesele hakkında değerli bilgiler vermektedir. Kayıtlar özellikle ağır vergi yükü, gayrimüslim halkla olan ilişkiler, devlet mekanizmasının yapısı, üst düzey bazı memurlarının kişisel özellikleri, saraydaki yolsuzluk, ordunun özellikle de donanmanın durumu, Türkiye’nin Avrupa ülkeleriyle ilişkileri, Rus-Türk ilişkilerini zorlaştırmaya çalışan Avrupa elçilerinin Türkiye’deki faaliyetleri konularını ihtiva etmektedir. Aynı zamanda diğer sefaret yazılarında olduğu gibi bu raporda da Tolstoy’un iki ülke arasında barışı muhafaza etmek için yaptığı faaliyetler ortaya konmaktadır.
İnce ve keskin bir zekâya sahip ve iyi bir gözlemci olan Tolstoy, Sultan II. Mustafa’nın kişisel özelliklerini isabetle tespit etmiştir: “O, bütün işlerini vezirine bırakmıştır, ne ordu, ne din, ne de saray işleri ile ilgileniyor. Ancak sarayın içinde eğlencesinden geri kalmıyor ve çeşitli hanımlar bulundurarak onlarla eğleniyor.”[83]
Tolstoy, sultanın eğlencilerinin hazineye ne kadar pahalıya mal olduğuna da dikkat çekiyor: “Avlanmayı çok seviyor, çeşitli av merasimlerine büyük harcamalar yapılıyor. Hazine bu harcamalardan zor duruma düşmüştür.”[84]
Tolstoy, faaliyetleri doğrultusunda feodal bürokrasi ve o dönemde rolü ve etkisi artan Müslüman din adamlarıyla yakın ilişki kurmuştur. O, “önceleri şeyhülislamlar siyasi işlere karışmaz, bu işleri vezirlere bırakırlardı. Kendileri ise dinî işleri idare ediyorlardı. Şu anda ise durum değişmiştir” şeklinde satırlar yazmıştır.[85]
Sultanların din adamlarına ve dinî müesseselere cömert maaşlar ödemesi üst düzey din adamlarının ekonomik durumunu kuvvetlendirmiştir ki, bunlar da büyük mülkiyet sahibi feodallerin arasında yer alıyorlardı. Tolstoy o dönemde, “Türk devletindeki çok sayıda mülkiyet, gelirleri ile birlikte cami ve tekkelere verilmiştir. Onların gelirleri bizzat sultan tarafından temin edildiğinden bu duruma kimse karşı gelemiyor ve gelirleri her sene daha fazla artıyor” şeklinde notlar düşmüştür.[86] İleri gelen din adamlarının durumuna gelince buna en güzel örneği şeyhülislam teşkil etmektedir. Tanıkların ifadesine göre, “şeyhülislam kendisine büyük bir hazine toplamıştır.”[87] Din adamlarının sahip oldukları mal varlıkları hakkında daha iyi fikir sahibi olmak için onların tüm hazinenin gelirlerinin üçte birine sahip olduklarını söylemek yeterli olacaktır.[88] Tabii olarak burada da hakkın kötüye kullanılması ve istismar gibi vakalar yaşanıyordu.[89]
Tolstoy’un verdiği gerçek rakamlar sayesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal bürokrasisinin faaliyetleri aydınlanmaktadır: “Tüm Türk vezirler devlet idaresinden ziyade kendi zenginliklerini düşünüyorlar… Şu anda Türk ağalar Hazine-i Âmire’yi kendi istekleri doğrultusunda kullanabilme imkânı elde ettiler.”[90]
Tolstoy, devletin idari yapısı hakkında yeterince geniş bilgiler veriyor, dönemin üst düzey memurlarını, yani sadrazam, defterdar, reisülküttab, sadaret kethüdası ve diğerlerini tasvir ederek onların her birinin görevlerini anlatıyor.[91] Özellikle de devletin düzgün bir şekilde yürütülmeyen (devletin gerçek gelirini vezirler dahi bilmiyorlardı) mali idaresi hakkındaki bilgiler ilgi çekicidir. Tolstoy’a göre, sultanın memurları mali konularda “ya hiç birşey anlamıyor ve yapamıyorlar, ya da çalışmak istemiyorlar ve bilinçli bir şekilde hazineyi muhafaza etmeyerek daha kolay bir şekilde hazineyi soyuyorlar.”[92]
Eskiden Doğu’nun en zengin ülkelerinden sayılan Osmanlı İmparatorluğu iflas etmekte ve fakirleşmekteydi. Devletin borçlarının sürekli artması ülkenin mali durumunun kötüleştiğine bariz bir örnek teşkil etmekteydi. “… Şu anda devlet halktan gelen gelirle, giderleri karşılayamaz duruma gelmiş ve her sene hazinenin borcu bir önceki seneye nazaran daha da artmaktadır”[93].
Tolstoy’a göre, devletin mali çöküşüne sebep olan başlıca nedenlerden biri, imparatorlukta hüküm sürmekte olan hazinenin hortumlanması ve suistimallerdir. Ona göre, şayet “vezirler hırsızlık yapmasalar ve tutumlu olmaya çalışsalar” o zaman hazine çok daha büyük kaynağa sahip olurdu.[94]
Tolstoy’un vergi sistemi, Mısır, Suriye, Anadolu, Kıbrıs, Sırbistan, Bosna ve diğer bölgelerden vergilerin toplanması ve imparatorluğun belirtilen bölgelerinde gelir-giderlerin paylaşılması hakkında verdiği bilgiler, sosyo-ekonomik meselelerle ilgilenen araştırmacılar için büyük önem arz etmektedir.[95] Tolstoy ağır vergilere ve çalışan halk üzerindeki büyük yüke işaret ederek bu konuda da yönetimin yolsuzluğunun ve hırsızlığının o kadar büyük ölçüde olduğunu belirtiyor ki, hazineye toplanan miktarın üçte birinden fazlası çalınıyordu.[96]
İstismarın artması halkın iflas etmesine neden oldu. Tolstoy’un ve dönemin Türk kaynaklarının verdikleri bilgiler köylülerin fakirliklerinin kitlesel özellik taşıdığına tanıklık etmektedir. Eskiden hazineye önemli katkıda bulunan birçok yerde halk sonunda iflas etti. Tolstoy bu durum hakkında şöyle bir izahta bulunuyordu: “…önemli gelirlerin ortadan kalkmasının sebebi, reayanın oldukça fakirleşmesi idi.”[97]
Tolstoy defalarca, yönetimin dinî baskısının yanısıra ağır vergi yüküne tabi tutulan Hristiyan halkın durumunun daha da müşkil olduğunu belirtmiştir: “…Hristiyan halk baskı ve çekilmez ağır vergi yüküne tahammül ediyordu.”[98] Tolstoy’un verdiği bilgiler aşikâr bir şekilde Osmanlı zulmünün Slav halkların yaşadığı ülkelerde nelere mal olduğunu göstermektedir. Örneğin Bosna ve Sırbistan’daki birçok yerleşim birimlerindeki halk iflas etti ve fakirleşmiş halk oraları terketti.[99]
Osmanlı İmparatorluğu’nun dâhilî durumu hakkında geniş bilgiye sahip olan Tolstoy gayet adil bir şekilde halk isyanlarını vergi yükünün ağırlaştırılması ile irtibatlandırıyor. Bu konuda, Türk hâkimiyeti altında bulunan Hristiyanların durumu hakkında belirttikleri oldukça ilginçtir: “İstanbul ve Edirne şehir merkezlerinde ve bu bölgelere yakın yerlerde yaşayanlara hiç merhamet gösterilmeksizin bunlar ağır vergilere tabi tutulmakta. Ancak Kudüs, Mısır, Antakya, Makedonya, Suriye İskenderiye’si ve Kahire bölgesi ile Babil’de Yunan, Arap ve diğer Hristiyan halktan, onların isyan etmelerinden korktukları için daha hafif vergiler topluyorlar.”[100]
Tolstoy, Türklerden bahsederken herşeyden önce onların hür olmayı sevdiklerini ve gururlu olduklarını belirtiyor. “Türk halkının durumu: Onlar azametli, kibirli, şöhret seven bir halktır. Kendileri hakkında hür bir millet olarak bahsederler…” Tolstoy kitlelere yapılan istismara, özellikle de köylülerden alınan “ağır vergilere”[101] tanıklık ederek, bu meselede de yönetimin her zaman isyanı beklediğini belirtiyor: “…Onların üst makamında bulunanlar halka yalandan hoş gözükmekteler. Ancak onların yaptıkları bu iyilikler halkı sevdiklerinden değil, onların isyan etmelerinden korkmalarındandır.”[102]
Osmanlı tarafından ele geçirilen diğer Müslüman halka, özellikle de Suriye, Irak ve Yemen’de yaşayan Araplara gelince, Türk kaynaklarının onların Türk yönetimine karşı sürekli isyan ettiklerine dair verdikleri bilgileri Tolstoy da doğrulamaktadır.[103] Tolstoy’un Türkiye’de bulunduğu zaman zarfında özellikle Suriye ve Irak’ta yaşayan Arapların büyük bir isyanı oldu. Tolstoy, isyanı bastırmak için çeşitli önlemlerin alındığını belirtiyor. Örneğin Osmanlı yönetimi Mısır Araplarının vergilerini azalttı,[104] Irak’ta Arap kabileleri arasında düşmanlık ve nifak çıkarttı,[105] diğer kabilelerin liderlerine belli bir miktar maddi kaynak aktardı.[106] Tolstoy aynı zamanda bu liderlerin söz konusu olayları öne sürerek Osmanlı Devleti’nden para talep ettiklerini belirtmektedir: “Bir de çölde yaşayan Araplar vardır. Onlar Türk hacılarının Mekke ve Medine şehirlerine gittikleri yolun üzerinde yaşıyorlar. Oradaki Araplar istedikleri zaman Türklere tabi olurlar, ancak bunu da sadece Türklerin onlara para gönderdikleri zaman yaparlar. Türkler de her sene onlara para gönderiyorlar…”[107] Ancak Osmanlı Devleti, Arapları hizaya getirmek için başka metotlar da kullanmıştır. Örneğin yukarıda belirtilen Irak Araplarının isyanını bastırmak için oraya büyük ordu ile yedi paşa gönderilmiş ve bunun neticesinde de “Araplar imha edilmiş ve neredeyse hepsi öldürülmüştür.”[108]
Türk sultanının vassalı Kırım Hanlığı‘nın özel bir konumu vardı. Hanın birlikleri Türkiye’nin yürüttüğü neredeyse tüm savaşlara katılıyordu. Bunun karşılığında Osmanlı Devleti ona “iaşe ve silah alabilmesi için” her sene 40 bin altın ödüyordu. Kırımlılar ise bunun mukabilinde askerî ganimetin bir kısmını sultana ayırıyorlardı.[109]
Tolstoy’un Kuzey Afrika hakkında verdiği bilgilere göre, orada yaşayan halk fiilen Osmanlı Devleti’nden bağımsızdı. Onların oraya keşif gezileri yapan Fransız, Portekiz ve İspanyollara karşı mukavemet gösterdiklerine dair bilgiler Tolstoy’un notlarında yer almaktadır.[110]
Tolstoy, özellikle ülkenin ekonomik durumunun kötüleşmesinin en fazla etki ettiği Osmanlı ordusu hakkında değerli bilgiler vermektedir. Rus sefir, Kutsal İttifak ile savaştan bahsederken, onun Türkiye açısından başarısızlıkla sonuçlanmasının sebebini genel iktisadi düşüşe bağlıyor: “Onların son savaşta gerekli miktarda askerî alayla katılmamalarının sebebi ise ülkenin fakirleşmesi, Asya’daki halkın ezilmesi ve açlık sınırına gelmesidir. Neticede onlar kendi adamlarını askere göndermek için gerekli parayı toplayamadılar.”[111]
Türk ordusunun önemli bir kısmı, özellikle de yeniçeriler, eski savaş becerilerini kaybetmekteydiler. Eskiden yapılması gerekli olan askerî talim ve eğitimler artık yapılmıyordu. Devlette paranın yetersizliği ve yeniçeri ağalarının hırsızlığı yüzünden yeniçeriler aylarca maaşlarını alamıyorlardı ve geçimlerini temin edebilmek için zanaat ve ticaretle uğraşmak zorundaydılar. Tolstoy, “yeniçeri ocaklarında çoğu insanın geçimini temin edebilmek için ticaretle uğraştığını, ellerine düşen herşeyi alıp sattığını ve böylece gelir elde ettiklerini” belirtmiştir.[112] Doğal olarak da bu sebepten ötürü ordunun savaş becerisi gelişme göstermiyordu. Tolstoy, adil bir şekilde bu ordudan bahsederken onların sadece “adlarının savaşcı olduklarını, aslında ise savaşmayı bilmediklerini” yazıyor.[113]
Ancak özel eğitim alan askerler de savaş sanatını bilmeleri açısından bariz bir şekilde Avrupa ülkelerinin ordusundan daha zayıftı. Bu konularla yakından ilgilenen Tolstoy’a göre, “onların tüm askerî güçleri ve kurnazlıkları sadece sayılarının çokluğundadır… Düşman onları dağıttığı zaman bir daha nizamlı hale gelemez, kaçar ve ölürler. Düzenli bir savaşa da alışık değiller. Düşman onları takip ettiği zaman komutanlarını bırakır ve bir daha dönmemek üzere kaçarlar. Kendileri de askerî düzenlerinin işe yaramadığını ve kötü olduğunu anlıyorlar, ancak bu konuda yabancılardan birşey öğrenmeye de yanaşmıyorlar.”[114] Kalelerin inşası meselesi hakkında da Tolstoy benzer şeyleri yazmakta ve onların
Türkiye’de eski adetlerle inşa olunduğunu belirtmektedir: “…İstihkâm ilmi doğrultusunda inşaat yapamıyor, burada da hile yapıyor, her tarafı akıllı bir şekilde inşa olunmuş kalelerle değil kalabalık insan kitleleri ile kuvvetlendiriyorlar.”[115]
Hiç kuşkusuz bir tarihçi açısından askere alım düzeni, ordunun bakımı, ihtiyaçlarının karşılanması konularında da sefirin tuttuğu notlar, bir hayli ilginç malzeme konumundadır.[116]
Tolstoy raporlarında Türk donanmasının durumunun anlatımına geniş yer ayırmaktadır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, bu mesele I. Petro’yu özellikle ilgilendiriyordu. Türk donanması diğerleri ile kıyaslandığı zaman büyüktü, fena donatılmamıştı ve Karadeniz’de önemli bir konuma sahipti. Tolstoy, 1701 yılında yayımlanan Bahriye kanunnâmesini de kayıtları arasına dâhil etmiştir. Bu kanunnâmede donanmayı idare etme kurallarından, kapdanıderyadan sıradan denizciye kadar deniz rütbelerinden, onların sorumluluklarından, maaşlarının ödenme kurallarından geniş bir şekilde bahsedilmektedir.[117] Bilindiği gibi, o dönemde Rusya’da deniz kuvvetleri tüzüğü mevcut değildi. Yalnız bir müddet sonra Rus Donamasına Bağlı Askerî Talimat ve Kaideler ile Gemiler Kanunu onaylanmış, Deniz Kuvvetleri Tüzüğü ise 1720’de hazırlanmış ve onaylanmıştır. Takdire şayandır ki, donanmanın organizasyonu ve gemi yapımı meselesi Tolstoy tarafından profesyonel bir şekilde ele alınmıştır. Bu husus, sefirin bu konuya da iyi bir şekilde vâkıf olduğunu göstermektedir.
Türkiye’nin Kutsal İttifak ile yaptığı savaşı kaybetmesi kuşkusuz onun milletlerarası arenada da itibarını zedeledi. Tolstoy, bunun özellikle yabancı büyükelçiler ile ilişkilerde kendini gösterdiğini yazmıştır: “…Yapılan savaş Türklerden çok şeyi götürdü ve bu, elçilerle siyasi görüşmelerde kendini göstermektedir… Türkler Avrupa’ya yerleştikten sonra barış hakkında elçilerle törenli konuşmalar yapmazlardı.[118] Şimdiki antlaşmalarda ve barış görüşmelerinde olduğu gibi siyaset yapmaz, hoşgörü göstermezlerdi.” Tolstoy, anlatımına şöyle devam etmektedir: “törenlerin gereğince idare edilebilmesi için özel makam oluşturuldu.”[119] O dönemde Osmanlı‘da Fransa, Hollanda ve İngiltere’nin büyükelçileri, Avusturya küçükelçisi ve Ragusa (Dubrovnik)‘nın diplomatik temsilcisi bulunuyordu. Avrupa ülkelerinin İstanbul’daki elçilerinden başka, imparatorluğun ana liman şehirlerinde ve adalarda konsolosları bulunuyordu.[120]
Bazı ülkeler Rusya’ya karşı düşmanca tavır sergilediklerinden Tolstoy’un onların adımlarına zamanında ve gerektiği gibi karşılık verebilmesi için bu ülkelerin İstanbul’daki elçilerini yakından takip etmesi gerekiyordu. Örneğin Tolstoy, Fransa büyükeçisi Şarly Ferriol’u adeta mercek altına almıştı. XVIII. yüzyılın ilk yıllarında Rusya’nın Fransa ile ilişkileri kötüydü. Fransa, Türkiye’yi İspanya mirası uğrunda yürütülen savaşta müttefiki yapmak istiyordu.[121] Bu ise Türkiye’yi Rusya ile muhtemel savaştan uzak tutacaktı. Türkiye’nin Rusya ile savaşmasını ise Fransa’nın düşmanları İngiltere ve Hollanda istiyordu.[122] Hatta Fransa, Rusya’yı Avusturya ile karşı karşıya getirecek adımlar da atmıştı.[123] Aynı zamanda Fransa, Temmuz 1698’de İsveç ile de ittifak anlaşması imzalamış ve Lehistan’da Rusya karşıtı taht adayı Stanislas Leşcinski’yi desteklemişti.[124] Daha sonra, takriben 1705’ten itibaren, Fransa’nın İsveç ile daha da yakınlaştığı ve Türkiye’de açık bir şekilde Türklerin çıkarlarını savunuyormuşçasına Rusya karşıtı siyaset yürüttüğü bilinmektedir. Ancak Osmanlı Devleti bazı durumlarda Fransızların “hoşgörülerinin” gerçek sebebinden haberdar olmuştur. Örneğin Tolstoy’un tanıklığına göre, Fransa’nın Türkiye’ye Kutsal İttifak ile yaptığı savaşta destek vermesini Osmanlı Devleti yeterince doğru bir şekilde değerlendirdi ve Osmanlılar, Fransızların “Türklere yardım etmek maksadıyla değil, bugünkü işleri için yardımda bulunduklarına” dair kanaate vardılar.[125]
Fransız elçi, sultana ve etrafındakilere çeşitli kumaşlar, saatler, pahalı mücevherler, ipek gibi değerli hediyeler, önemli miktarda paralar sunarak sözlü düşüncelerini daha fazla kuvvetlendiriyor, Osmanlı Devleti’nin Avusturya yönetimine karşı çıkan Macarları kendi tarafına çekme çabalarını destekliyor ve bununla da, daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye’yi Avusturya’ya karşı savaşa tahrik ediyordu.[126] Avusturya ile ittifak hâlinde olan İngiltere ve Hollanda ise Fransızların çabalarına engel olmaya çalışıyorlardı. Bu konuda Tolstoy şöyle haber veriyordu: ” Fransız elçi inanılmaz çabalar sarfetmektedir. Ancak İngiltere ve Hollanda elçileri de boş durmamaktadırlar. Onların ne kadar para harcadıklarını ve hediyeler verdiklerini ise bir tek Allah biliyor.”[127]
Daha sonra Fransa, aynı güçle, belki de daha fazlasıyla, Rusya karşıtı siyaset izlemeye ve Türkleri Rusya ile savaşa teşvik etmeye başladı. Tolstoy, XIV. Louis’nin Türkiye’deki elçisi Ferriol’a 1707’de Osmanlı Devleti’ni Rusya ile savaştırmak için her türlü çaba sarfetmesini ve hiçbir maddi tasarruftan kaçınmamasını emrettiğini, elçinin ise tek başına Osmanlı Devleti’nde bu işi yapmasının zor olduğunu belirttiğini yazmaktadır. Yine Fransız elçisi, Rus elçisi Tolstoy’un kendisinin çabalarına karşı koyduğunu ve bundan dolayı da gizli bir şekilde Kırım Hanı ile anlaştığını kendi efendisine belirtmiştir.[128] Bütün bunları Tolstoy kendi notlarına kaydetmiştir.
Aynı yılın Mart ayında İstanbul’a, Fransız elçisinin yanına XII. Karl ve Stanislas Leşcinski’nin gönderdiği biri geldi ve efendilerinden Osmanlı Devleti’ne mektup getirdi. Tolstoy, St. Petersburg’a yazdığı mektupta gelen bu elçinin Osmanlı Devleti’nden “Stanislas’ın Moskova Çarına karşı gelmesine yardımcı olması” için ricada bulunduğunu belirtmiştir.[129] Aynı zamanda İstanbul’a Kırım Hanı‘nın gönderdiği birisi geldi ve Türkiye’de Fransız elçi ile beraber hareket ederek Osmanlı Devleti’ni Rusya ile savaşması için ikna etmeye çalıştılar.[130]
Büyük ölçüde Tolstoy’un aktif faaliyeti sayesinde Fransızların çabaları sonuç vermedi. Rusya ile barışı muhafaza etmeye, Kırım Hanı‘nı da azletmeye karar verildi.[131] Fransa daha sonra da müttefikleri XII. Karl ve Stanislas Leşcinski’yi desteklemeye devam etti. Bilindiği gibi onların çabaları 1711 Rus-Türk savaşının çıkmasında önemli rol oynadı.[132]
Tolstoy, Fransız diplomasisinin Osmanlı‘daki faaliyetlerini karakterize ettiği zaman sadece dış politika meselelerini anlatmıyordu. Kendi kayıtlarında Rus sefir, Fransızların Türk pazarına özel ilgilerinin bulunduğunu ve onların amaçlarının İngiliz ve Hollanda tüccarlarını Türk pazarından uzaklaştırmak olduğunu belirtmiştir: “…Fransızlar Türk topraklarına kendi çuhalarını getirmek ve İngilizler ile Hollandalıları bu pazardan uzaklaştırmak istiyorlar. Şu andaki durum Fransızların denizde ticaretlerinin İngiliz ve Hollandalıları geride bıraktığını, Türk topraklarında aktif bir şekilde ticaret yaptıklarını göstermektedir.”[133] Muhtemelen bu sebepten dolayı Fransa, diğer Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında, Osmanlı‘da en fazla konsolosluk bulunduran ülke idi. Onların Halep, İzmir, Kahire, Beyrut, Trablusşam (Tripoli), Kıbrıs ve diğer yerlerde konsolosluğu bulunuyordu.[134] Fransızlar Osmanlı İmparatorluğu’na altın ve gümüş mamülleri, çuha ve çelik getiriyor,[135] oradan ise İran ipeği ve gıda malları alıyorlardı.[136]
Tolstoy, anlattıkları olayların çoğunun tanığı ve çağdaşı olarak Fransız tüccarlarının Türkiye’de yaptığı bazı uygunsuz faaliyetler hakkında da bilgi veriyordu. Örneğin Tolstoy’a göre, “Fransızların bir kısmı Malta, Livorno, Moritanya bayraklı gemilerle gelerek ticaret yapıyorlardı. Hırsızlık olayları olduğu zaman da bunlar Fransızlardan biliniyordu… Türkleri aldatmaktan da çekinmiyorlardı. Kendi topraklarında sahte Türk parası basıyor, bunlara Türkçe yazı ve armalar yerleştiriyor ve bu paraları Türk tarafına veriyorlardı.”[137]
Mamafih, Tolstoy şöyle yazıyor: “Fransızlar savaş yapmadan Türk topraklarını istila ediyorlar.”[138] Bu tür olaylar ve Fransa’nın Rus-Türk ve Türk-Avusturya savaşlarını tahrik etmeye yönelik siyasi entrikaları hiç şüphesiz Fransız temsilcilerinin sultan ve onun memurlarını inandırmaya çalıştıkları gibi Osmanlı‘ya karşı duydukları samimi dostluk belirtileri değildi.
İngilizlerin imparatorluktaki konumlarına gelince, Tolstoy’a göre, İngilizlerin konumu sağlamdı. İngilizleri daha çok Osmanlı pazarı ilgilendiriyordu. Onlar oraya yasal bir şekilde çuha, kalay, kurşun, çelik getiriyor ve ihtiyaçları olan hammaddeyi satın alıyorlardı. İngiltere açısından Osmanlı ile ticaret yapmanın önemli olduğunu ise onların 1581’de oluşturulmuş meşhur Levant Şirketi ile devletlerinden aldıkları yetkilerle gelmiş olmaları kanıtlamaktadır. Tolstoy’un yazdığı gibi, “İngiltere elçisi ticari maksatla seçiliyordu.”[139]
İngilizlerin Karlofça Kongresi’ne arabulucu sıfatıyla katılmaları da Osmanlı Devleti’nin İngiltere’ye karşı olumlu düşünceler beslemesinin sebeplerindendi.[140] Bununla beraber, daha önce de belirtildiği gibi, İngiltere ve Hollanda, Rus-Türk görüşmelerinin yarıda kalması için çaba safrediyorlardı. Onlar Türk tarafının taleplerini ve çıkarlarını destekdiklerini beyan ediyor ve böylelikle de gerçek niyetlerini saklıyorlardı. Rus tarafını bu tür faaliyetler hakkında görüşmelerde bulunan temsilcileri haberdar ediyorlardı.[141] Türkiye ile Rusya arasında savaşın devam etmesi deniz ülkelerinin çıkarlarına uygundu. Çünkü o zaman I. Petro bu devletlerin barış antlaşması imzaladıkları İsveç ile savaştan vazgeçmek zorunda kalacaktı. Diğer taraftan Türkiye, Rusya ile savaştığı takdirde İngiltere ve Hollanda’nın İspanya mirası uğrunda yapılan savaşta başlıca müttefikleri olan Avusturya karşıtı politika izlemeye muktedir olamayacaktı. Bundan başka her iki devlet de Rus donanmasının inşasından ciddi manada rahatsız olmuşlardı ve onu gelecekte deniz ticaretinde kendilerine rakip olarak görüyorlardı. Bu konuda sadece Tolstoy değil Ukrainçev de kendi hükümdarına yazmıştır: “İngiltere ve Hollanda Türk Devleti’nde yaptıkları deniz ticaretinden önemli gelir elde ediyorlardı. Sizin Azak ve Arhangelsk’de gemi inşa etmeniz ise onları rahatsız ediyor ve bunu gelecekte kendilerine deniz ticaretinde büyük engel olarak görüyorlar.”[142]
İngiltere’nin 1711 Rus-Türk Savaşı sırasında Türkiye’ye karşı olan yaklaşımını da kesinlikle dostluk ilişkileri çerçevesinde değerlendiremeyiz. Bunun en güzel kanıtı ise o dönemde kaleme alınan İngiliz diplomatik belgeleridir. Örneğin onların birisinde, “Bizim Fransa ile büyük işimizi bitirinceye kadar[143] hiç kuşkusuz bu bölgelerde ateşi (yani Rusya ile Türkiye arasındaki savaşı) körüklemek bizim çıkarımızadır” denmektedir.[144] Rusya ile Türkiye arasında 1711 Temmuz’unda yapılan barış antlaşmasının imzalanması hakkında İngiltere’nin Rusya’daki temsilcisi Witvort, Londra’ya açık bir şekilde şöyle yazıyordu: “Tüm bunlar bizim için huzur verici bir görüntü değildir.”[145]
Tolstoy’un, Türkiye’nin Hollanda, Avusturya, Lehistan, Venedik ve Ragusa ile olan ilişkileri ve bu ülkelerden bazılarıyla yaptığı ticaret hakkında verdiği bilgiler de belli bir ölçüde ilginçtir.[146] Giderek artan ekonomik ve siyasi düşüş içerisinde olan İran ile ilişkilerden bahsettiği zaman Rus sefir, Basra yüzünden çıkan bazı olaylara ve İran’ın zaman zaman Türkiye aleyhinde çıkan Arap isyanlarını desteklediğine dair bilgiler aktarmıştır.[147]
Tolstoy, tuttuğu notlarda Rus-Türk ticaretine ve Osmanlı‘da bulunan Avrupalı elçilerin Rusya’ya yönelik tutumlarına önemli yer ayırmakta ve onların Rusya’ya karşı önyargılı davrandıklarını belirtmektedir.[148] Bununla beraber Tolstoy, Avrupa ülkelerinin Osmanlı‘nın Rusya’ya karşı olumsuz tutum sergilemesini istemelerini çok iyi anlıyordu. Avrupa ülkelerinin bu isteği, sadece siyasi değil ekonomik sebeplerden de kaynaklanıyordu. Bu ülkeler, Rusya ticaretinin esas payını Batı Avrupa’ya doğru yöneltmek için çaba sarfediyordu. Orada Kuzey Savaşı‘nın doğurduğu şartları kullanarak büyük çıkarlar elde etmek mümkündü. Ancak bu ülkeler, doğal olarak Rus tüccarlarının Türk pazarında görünmelerine karşı çıkıyorlardı. Tolstoy ayrıca bazı ülkelerin, özellikle de Fransa’nın Karadeniz üzerinden ticaret yapma hakkını istediklerini belirtmektedir: “bu konuda çok çaba sarfettiler ancak bir şey elde edemediler.”[149]
Tolstoy’un belirttiğine göre Türkiye, Karadeniz’i gemi ticaretinde geniş bir şekilde kullanıyordu: “Karadeniz’den İstanbul’a getirilen ve oradan da tüm Türk topraklarına gönderilen mallar şunlardı: buğday, arpa, yulaf, yağ, kendir, bal, peynir çeşitleri, tuzlanmış et, deri, mum ve ipek. Bunları Hristiyanlar da alıyordu… Şayet bir sene bunlar Karadeniz üzerinden gelmezse, İstanbul aç kalacaktır.”[150]
Bilindiği gibi o dönemde Rusya, Türkiye ile sadece barış yapmak için çaba sarfetmiyor, aynı zamanda ticari ilişkileri de geliştirmeye çalışıyordu. Sonuncu husus birçok sebebin yanısıra Kuzey Avrupa ile savaş yüzünden ticaretin kesilmesi ile izah olunuyordu. Tolstoy’un haber verdiği gibi Türkiye’nin kendisi de Rus mallarına ilgi gösteriyordu: “Rusya’dan onlara gelen ve başka yerde bulamayacakları mallar: Samur, tilki ve sincap derisi, beyaz hayvan derisi, tavşan derisi ve diğer ince hayvanların derisi. Bundan başka yuft,[151] deri ve balık kemiği. Şayet korkmasalar onların Azak’da büyük pazarı olmuş olurdu. Karadeniz üzerinden kısa ve uygun bir güzergâh bulunmaktadır. Karadeniz sahillerinde bulunan tüccarlar için bu yol çok uygundur.”[152] Sonra ise şunları ilave ediyor: “Moskova’dan bol miktarda gelen kürk ve deriler, Türkler arasında büyük rağbet görmektedir.”[153]
Tolstoy, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile ticarete olumsuz yaklaşmasını birkaç sebeple izah ediyor. Ona göre birincisi, Osmanlı Hristiyanlarının Rusya ile irtibata geçme endişesidir ki, “Türkler onları her zaman iç düşman olarak kabul ediyor ve onların korku ile yenildiklerine inanmıyorlar.”[154]. Bundan başka onun sözlerine göre, Türkiye’de Rusya ile ticaret geliştiği takdirde “kendi halkının gelirlerinin elden çıkacağı” düşünülüyordu.[155] Bu sebep doğru kabul edilemez. Çünkü I. Petro, Türk tüccarlar için özel imtiyazlar tanımıştı. Bundan başka Tolstoy, “Türkler, Rus tarafının onlarla Karadeniz üzerinden ticaret yapmak istediğini biliyorlar. Osmanlı‘da şüphe uyandırmayacak Moskova mallarının Azak’tan başka bir yere gitmeyeceğini de anlıyorlar. Osmanlı Devleti’nin gönderdiği mallar da ancak Azak üzerinden Ruslara ulaştırılıyordu. Çünkü her türlü silah Moskova’ya Azak’tan geçmeden gönderilemez. Ancak Moskova gemilerinden korktukları için Karadeniz üzerinden ticaret yapmak istemiyorlar.”[156]
Şunun da belirtilmesi gerekiyor ki, Rusya donanmasını askerî maksatla Türkiye’ye karşı kullanmayı düşünmüyordu. Bu husustan Tolstoy’a verilen talimatta çok açık bir şekilde bahsedilmektedir. Talimatta donanmanın varlık sebebi aşağıdaki gibi izah olunmuştur: “Bizim amacımız, onlar (Türkler) tarafından yapılacak herhangi ani saldırı ve devletlerinde sık gerçekleşen değişiklikler karşısında kendimizi korumaktır. Çar hazretleri kendisi hiçbir teşebbüste bulunmayacaktır. Sizin tehlikeli hazırlık içerisinde olmanız sadece bizim kendimizi savunmamızı gerektirir. Siz herkesle barış içerisinde yaşasanız da yeterince donanmaya sahipsiniz ve onları her zaman hazır tutuyorsunuz. Çar hazretleri hiçbir zaman barışı bozup savaşa başlayan taraf olmayacak. Barış şimdiki antlaşma ile Allah’ın yardımıyla onaylanmıştır.”[157]
Bu giriş bölümünde bizim yayımlanan belgelerin geniş analizini yapma gibi bir hedefimiz yoktur. Ancak bu belgelerin ilmî değerinin tartışılmaz olduğunu bir kez daha belirtmekte fayda vardır.
Tolstoy, I. Petro’nun sorularına, Osmanlı‘da gelişen gerçek olaylara, hem olumlu hem de olumsuz gelişmelere dayanarak cevap hazırlamıştır. Rus sefir bir taraftan Türk halkının hürriyeti sevdiğini, gururlu olduğunu belirtmekte, diğer taraftan da sultanın üst düzey memurlarının kurnaz ve vicdansız olduklarını ve saraydaki yolsuzluğu anlatmaktadır. Osmanlı piyade ordusunun genel olarak savaş becerilerini kaybettiklerini anlatırken dahi bazı askerî birliklerden övgü ile bahsediyor ve Türk donanmasının teşkilat yapısının takdire şayan olduğunu belirtiyor. Bunu 1701 yılında hazırlanmış Türk Bahriye kannunamesini tanıtırken açık bir şekilde farketmek mümkündür.
XVIII. yüzyılın başlarında Türkiye ile barışın sağlanması ve ticaretin geliştirilmesi Rusya Devleti’nin çıkarınaydı. Bunu Tolstoy’un misyonu ve bu ülkedeki elçilik faaliyetleri de açık bir şekilde göstermektedir. Yayımlanan belgeler ve o dönemin diğer arşiv belgeleri de bunu kanıtlamaktadır.[158] Rusya tarafı aktif bir şekilde Türkiye ile barışı muhafaza etmek istese de İngiltere, Fransa ve Avusturya diplomatları tarafından uzun bir süre kışkırtılan Osmanlı yönetimi nihayetinde kuzey komşusuna karşı savaş açtı. Bu, kendisinin de o kadar da istediği bir savaş değildi.
Avrupa ülkeleri İspanya mirası uğrunda yürütülen mücadele çerçevesinde farklı nedenlerden de olsa Rusya’ya karşı beraber hareket ettiler.[159] Onlar Türkiye’yi Rusya’yı etkileyebilecek ve onun gelişmesini engelleyebilecek önemli bir manivela olarak görüyorlardı. Macar isyanının önderi Rakoçi, 1710-1711 Rus-Türk Savaşı‘nın amacının I. Petro’nun Avrupa işlerine müdahil olmasını engellemek olduğunu dile getirmiştir.
Ancak bu artık sonraki yıllarda gelişen olaylardır. 1703–1704 yıllarında ise Sadrazam Halil Paşa dahi Tolstoy’un faaliyetlerinin barışı muhafaza etme maksadı taşıdığını itiraf etmiş ve Osmanlı Devleti’nin de buna uygun olarak komşu ülke ile barış içerisinde olmayı arzuladığını belirtmişti.[160]
Sovyet araştırmacısı A. D. Jeltyakov’un belirttiği gibi, eskiden Rusya, Türk topraklarını, seyyah, tüccar, hacı, diplomat, asker ve esirlerin çabası sayesinde elde edilmiş dağınık bilgiler sayesinde tanırken, I. Petro’dan başlayarak Rusya yönetimi ve toplumu, tedirgin güney komşusuna karşı daha derin ve sürekli ilgi göstermeye başlamıştır.[161] Bunda da kuşkusuz Tolstoy’un emeği vardır. Onun tuttuğu kayıtlar, Rus yönetiminin sorularına verdiği cevaplar, yazdığı raporlar ve diğer belgeleri Rusya’da Osmanlı İmparatorluğu hakkında yeni bilgiler merhalesini başlatmıştır. Ayrıca, yayımladığımız bu raporları bizzat şahit ifadesi olarak ele almak mümkün iken (onların değerli olmasının da sebebi budur) sorulara yazdığı cevaplar da Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatının çeşitli alanlarının araştırılmasının önemli neticeleridir. Bu belgelerin ortaya çıkması aynı zamanda Rusya’da Türkoloji ilminin doğuşunu da haber vermiştir ki, akademisyen A. N. Kononov da bu doğuşun XVIII. yüzyılın başlarında gerçekleştiğini ileri sürmektedir.[162]
Elinizdeki bu çalışma, P. A. Tolstoy’un Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi, devlet yapısı, dâhilî ve harici durumu ile okuru tanıştırmaktadır. Benzeri bilgiler Tolstoy’un Osmanlı‘da bulunduğu süre içerisinde kaleme aldığı bütün notlarında mevcuttur. Ancak bu bilgiler arasında en ilginci ve en doyurucusu hiç şüphesiz 1703 yılına ait bilgilerdir. O zaman Tolstoy’un kendisi de ülke, devlet adamları ve hâkim düzen ile yeni yeni tanışıyordu. Osmanlı Devleti için 1703 yılı, büyük sarsıntılar yılı idi. Bu tarihte iki darbe yapılmıştır ki, bunlardan biri, sultanın azli ile sonuçlandı. Yine bu tarihte yeni dış politikanın temelleri atıldı, Kutsal İttifak ile savaşı (1684-1699) kaybettikten sonra tüm berraklığı ile ortaya çıkan krizler aşılmaya çalışıldı. Rusya’nın Osmanlı‘da ilk daimi elçisi gibi dikkatli bir gözlemcinin tanıklığı, bu ülke hakkındaki bilgilerimizi genişletiyor ve Rusya yönetiminin güney komşusu hakkında ne derecede bilgi sahibi olduğunu da ortaya koyuyor. İşte bu bilgiler Rusların Osmanlı‘da böyle bir siyaset izlemesine, komşu devletler arasındaki sorunları aşmasına yardımcı oldu ve Rusya için zor bir dönemde, yani Kuzey Savaşı‘nın başında Osmanlı ile “barışı muhafaza” etmesine imkân tanıdı. İstanbul’daki Rusya sefareti de bu maksatla tesis olunmuş ve neticede amacına ulaşmıştı.
Elinizdeki bu çalışma iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümü, Osmanlı ülkesindeki halkın durumunun tasviri ya da sefaret belgelerinde belirtildiği gibi “maddelere” yazılan “cevaplar” oluşturmaktadır. Bu maddeler, yani Rus yönetimini ilgilendiren, devlet yapısının özelliklerine, Osmanlı‘nın milletlerarası ve dâhilî durumuna dair sorular elçiye Moskova’dan ayrılırken verilmişti. Bu belgeler elçinin raporlarında olduğu şekilde yayımlanıyor. Tolstoy, gördüğü ve tanık olduğu herşeyi maddelere cevaplar başlıkları altında açıkladığını dile getirmiştir.[163]