DOKUZUNCU HARICIYE KOĞUŞU-PEYAMI SAFA

Beklemesini onlar kadar bilen yoktur.

Öğleye doğru muayene odasının önü doldu. Sıralarda oturacak yer kalmadığı için yeni gelenler ayakta durdular ve anneler, hasta çocuklarını dizlerine oturtabilmek için duvar diplerine çömeldiler.
Karanlık dehliz. Kapalı kapıların mustatil buzlu camlarından gelen soğuk ışıkların buğusu, yüksek ve çıplak duvarlara vurarak donuyor.
Saatlerce bekleyenler var. Fakat buna alışmışlar. Az kımıldanıyorlar, hiç konuşmuyorlar.
Dehlizin sonlarında, görünmeden açılıp kapanan bir kapının gıcırtısı. Muşambalara sürtünen bir ayak sesi. Kö­püklenerek uçan ve uzaklarda kaybolan bir beyaz göm­­lek ve iyot, eter, yağ, ifrazat ve saire kokularından mü­rekkep, terkibi tamamıyla anlaşılmayan bir hastahane kokusu.
Hasta çocuklar, yanlarında ailelerinden birer büyük insan ki hastalarından daha endişeli görünüyorlar ve bir anne, pelerinini iliklemek bahanesiyle omuzu sarılı çocuğunun sırtını okşuyor. Onu biraz sonra çekeceği acıya hazırlamak için.
Sıralarda hiç düz oturan yok. Hastalar sarılı bir kol veya bacağın bozduğu muvazene ile hep, amutları kırılmış, yamrı yumru duruyorlar ve büyükler küçüklere doğru eğilmişlerdir.
Başının her tarafı sargılarla kaplı, yalnız bir yanağı ve bir gözü dışarda kalmış küçük bir kız çocuğu, ağzını oynatamadığı için, babasına elleriyle işaretler yapıyor; ötekilerin hepsi, alçının kaskatı uzattığı bir bacakla, sargıların dimdik tuttuğu bir boyunla, asılmış bir kolla, her tarafları kıskıvrak bağlanmış gibi hareketsizdirler.
Yeni gelenlere karşı alâkaları gayet kısa sürer. Düşük başlar hafif kalkar, büyük kapıya doğru hafifçe eğilir ve tekrar eski vaziyetine döner; herkes kendi üstünde toplanan dikkatini başkasına pek az ayırır, hem de onlar ilk gördüklerini bile eskiden tanıyorlarmış gibidirler, aralarında kandan fazla akrabalık vardır; acının ve korkunun birleştirdiği müşterek bir manevî aileye mensup olduklarını hissederler, emindirler ki insanlar arasında sabretmesini, beklemesini onlar kadar bilen yoktur.
Küçükler çok benzeşirler: Korku ile acının derinleştirdiği anlayışlı gözler, yaşlarına nisbetle ağır tecrübelerin kırıştırdığı ve soldurduğu mânalı yüzler, tahammülün düşürdüğü başlar ve ümit…
Muayene odasının kapısına ümitle bakarlar.
Ve muayene odasının kapısı açılır.
Beyaz gömlekli, güçlü kuvvetli adam bir tanesini işaret eder ve yüksek sesle çağırır.
Beklemek azabının bitmesiyle odaya girmek korkusunun başlaması arasında şaşıran hasta çocuk, babasının koluna dayanarak içeriye girerken, dışarıya ısınmış bir ilâç ve bozuk bir kan kokusu çıkar, bekleyenlerin hisli genizlerini hafifçe ürpertir ve renksiz bir badana gibi, görünmeden, uzun koridorun yüksek, çıplak duvarlarına sıvanır.
Yalnız Çocuğun Azabı

Ağaçların bile sıhhatine im­­renerek yürürdüm.

Ben de onların arasındaydım ve onların arasında büyüğüm de yoktu. Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı, sekiz yaşımdan beri çekiyordum.
Ben de o muayene odasının ve nice muayene odalarının önünde senelerce bekledim. Benim yanımda büyüğüm de yoktu. Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdan içeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşuna doğru ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm, camlı kapıların garip bir beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışarak yuvarlanan parıltıları arasında o dehlize gi­rerdim ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim, kımıldamazdım, susardım, beklerdim, korkudan büzülürdüm, rengimin uçtuğunu hissederdim.
İçinde Birşeyler Geçen Oda

O insan ki yüzünde bıkkınlıkla sebat mücadele eder.

Beyaz gömlekli, güçlü kuvvetli adam parmağıyla beni de işaret etti, yüksek sesle çağırdı.
Karanlık dehlizden beyazlıklarla dolu ve aydınlık muayene odasına girdim. Beyazlıklar ve madenî parıltılar. Yedi senedir bu işin teferruatını iyi öğrenmiş olduğum için vakit kaybettirmemeye mecbur, oturdum, soyundum ve sol dizimi çözmeye hazırlanan hastabakıcı kıza uzattım. -Dikkatim her vakitki gibi ikiye ayrıldı: Bir taraftan, dizimdeki sargının açılmasına, öte taraftan ellerini yıkayan operatöre bakıyordum. Yüzünde bıkkınlıkla sebatın kavgası var.
Hepsi konuşmadan, sür’atle işlerini yapıyor: Asistanlar deftere birşeyler yazıyorlar, camlı dolapları karıştırıyorlar, hastabakıcılar benimle meşgul ve tımarcı yerdeki kanlı pamukları süpürüyor.
Tıs yok. Arada bir madenî âletlerin tepsilerde çıkardıkları ince ve kırık sesler. Ve bir şırıltı, diğer kokuları yenen bir iyodoform kokusu ve beyazlıklar: Beyaz duvarlar, beyaz demir masa, beyaz dolaplar,

beyaz örtüler, beyaz sargılar, beyaz pamuklar, beyaz gömlekler…
Dizimdeki sargıyı çözüyorlar, her kat açıldıkça bacağım o kadar hafifliyor ki, sargı tamamiyle çözüldükten sonra dizim uçuverecek, yerinde bulunmayacak sanıyordum.
Sargı çıktı. Sonra pamuk ve sonra gazbezi çıkacak. Bu korku anı müthiştir. Dikildim. Hastabakıcının elini tutmak istiyordum. Yüzüme tekdirle bakarak beni gözleriyle oyaladığı anda, birdenbire pamuğu çekti ve çıkardı. Fakat asıl mesele gazbezinin çıkarılmasındadır: Yaralı et, iki obur dudak gibi gaz bezini emer, bırakmaz ve bu dudaklar kurumuş ifrazatın tutkalıyla birbirine yapışmıştır, ki­lit­lenmiştir.
Vücudum büyük bir korku ile öne doğru eğildi ve dizimin üstüne kapandı. Bana doğru gelen operatörü görerek saygı ve utançla biraz doğruldum.
Yaklaştı:
– O! Sen misin? Ne var gene? Bacağın azdı mı?
Ellerini kalçasına koyarak yaranın açılmasını beklerken sordu:
– Fistülvar mı?
– Üç tane.
– Süpürasyon? Akıntı?
– Çok var. Her gün…
Bir çığlık kopardım. Yara açıldı. Operatör eğildi ve benim pek iyi anladığım vahim bir teşhis yerine geçen mânalı bir sesle mırıldandı: “Hımm…”
Hava dokundukça, yaralı çıplak et derisiz gibi ürperiyor ve benden fazla korkuyordu.
Daha büyük acılara hazırlanıyordum. Her yaradan içeriye birer sonda girecektir ve kemikteki çürüğe kadar dayanacaktır.
Asistanlar ellerinde parlayan madenlerle yaklaştılar. Dişlerimi sıktım ve gözlerimi kapadım. Çırpınmamak için tımarcı kollarımı, hastabakıcı kız başımı tuttu. Gene kıvranıyordum.
– Ben sana ne vakit ameliyat yaptım?
– İki sene oluyor.
– Bir daha lâzım.
Bir taraftan yaranın etrafındaki etlere parmağıyla basarak, öte taraftan bende korkunun uyandırdığı yeni ruhî cereyanı takip ederek, soramadığım suallere cevap veriyordu:
– Çare yok… Bu fistüllerden ikisi yenidir. Kürtaj lâzım… Hatta sonra alçı bile lâzım… Artık mafsalı da feda edeceğiz… “Ankylose” olmadıkça bu dizi kurtaramayız… İltihap şiddetli… İhmal etmemelisin. Çare yok. Bu bacak kısalacak ve yere basamayacak. Ne yaparsın? Böyle çekmek iyi mi?
Yüzüme baktı, başımı önüme eğerek gözlerimi sakladım. Bu, kederimin son derecesini ancak benim bileceğim bir sır halinde bırakmak için, galiba nafile bir hareket oldu. Operatör, ihmalin davet edeceği fena neticelere dair telkininde devam ediyordu. Gene sordu:
– İyi mi böyle çekmek?
Cevap vermedim. O kadar fena olmuştum ki, dizimin sarılması bittiği halde kımıldayamıyordum. Giyinmeme yardım ettiler ve kollarımdan tutarak beni ayağa kaldırdılar.
Hastahane Bahçeleri

İçimde garip bir karıncalanma halinde bir takım iniltiler, mırıltılar, şekilsiz gölgeler…

Âletlerle hırpalanan dizimde bir zonklama, fakat temiz ve yeni sargıların verdiği rahatlık, pansumandan kurtulmuş olmak sevinci, operatörün müthiş kararı, yakın istikbalime karşı duyduğum merak, derhal birçok tahminlere kalkışan endişeli zekâmın faaliyeti gibi ruhumu birkaç parçaya bölen duygular ve düşünceler arasında karanlık dehlize çıktım.
Ağır ağır yürüyordum. Etrafımda ipe dizili çamaşırlar gibi müphem dalgalanışlar. Onları görmüyorum. Kapanırken dizime çarpar korkusiyle büyük, yaylı kapıyı ihtiyatla açıyorum. Dış kapıdan bir sedye geliyor. Bakmadan daha hızlı yürüyorum.
Bahçe. Parlak bahar güneşi. İçerinin renklerinden ve kokusundan birdenbire ayrılan tatlı bir parlaklık, çamların yeşili ve taze bir tabiat kokusu. Uzakta, çamların altında, beyaz entarili hastalar derinliklere doğru gitgide küçülen, yumuşak hayaletleriyle uzanmış, güneşleniyorlar. Koğuşlardan birinin penceresinden hasta bir çocuğun söylediği türkü geliyor. Kumlu yolda yürüyen ayakların çıtırdısı. Ve her an çamların karaltıları arasında ansızın beliren bir beyazlık.
Her gidişimde, hastahanelerin bahçeleri bana hüzün verirdi. Bunun mânasını şimdi bulmaya çalışıyorum ve hastalıkla tabiat arasındaki büyük tezadı anlıyorum. Bu, bir bahçeden hastahaneye girerken ve bir hastahaneden bahçeye çıkarken en çok hissedilen şeydir.
Ve bu, bana kendi meselemi unutturuyor, ruhumda daha büyük muammalara doğru genişlemek, yayılmak için bir tebahhur başlıyor, zihnim boş, hiç bir şey düşünmeden, fakat içim dolu, ağır ağır etrafıma bakınarak, biraz da sendeleyerek yürüyorum. Hasta çocuğun türküsü uzaklaşıyor.
Caddeye doğru çıkarken kendime doğru gitmeye başlıyorum, felâketimi mücessem bir şekilde değil, büyük teessürlerimde olduğu gibi müphem birtakım hayaller ve remizler halinde hissediyordum; ameliyat olacağımı, sakat kalacağımı düşünmüyor, içimde garip bir karıncalanma halinde birtakım iniltiler, mırıltılar, şekilsiz gölgeler seziyordum.
Caddeye çıkınca da bu devam etti, fakat hayatın gözlerimi çeken birçok hareketleri beni daha hakikî olmaya sevketti. Ne yapacağımı düşünmeye mecbur oldum.
İşim yoktu, eve gitmeliydim, tramvaya doğru yürüdüm. Şehrin gürültüleri de benim aksi istikametime doğru yürüyerek uzaklaşıyorlardı ve sesler, uzaklarda, sallanıyorlar, sallanıyorlar ve koparak, parçalanarak, şehrin derinliklerine yuvarlanıyorlardı.
Bazı Kederlerin Riyaziyesi

Annelere anlatılan kederler tak­sim değil, zar­be­dil­miş olur.

Kendimi çok sevdiğim an, kendime çok acıdığım an.
Beni yalnız bu koruyor: Bu aşk, bu merhamet.
Ve dizimin acısını duymayarak, yürüyorum, istikba­lim­den başka bir yere çıkan rahat ve emin bir yolda gider gibi yürüyorum.
Biz, kenar mahallelerden birinde annemle yalnız otu­ru­yorduk. Ona bu fena haberi vermekte gecikmek için eve gitmek istemedim.
Felâketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil. Annelere anlatılan ke­derler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının fe­lâketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasiyle iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.
Kırlara çıktım.
Şehir bana kendini unutturacak kadar geride kaldı.
Bir ağaç altına oturdum, ve hasta dizimin zaviyesini her vakitki itina ile ayarlayarak bacağımı uzattım. Bu za­val­lı uzvumun talihine ait hiçbir şey düşünmek is­te­mi­yor­dum, şuurumun hastalığım üstüne boşaltacağı aydınlıktan kaçmak için ruhumun daha karanlık ve izbe hatlarına kendimi atıyor, daha korkunç

ve karışık hayallere dalıyordum.
Arada bir, bu karanlıklardan çıkarak, öğle güneşiyle yanan karşıki tepelere baktıkça, karanlık bir odadan gayet aydınlık bir yere ansızın geçmiş gibi gözlerim kamaşıyor ve hayret içinde kalıyordum.
Ne aydınlık! Ne aydınlık! Bütün taşlar, topraklar, boşluklar, camlarla, aynalarla, beyaz madenlerle dolmuş gibi parıldıyordu.
Fakat bu ışığa çok bakamıyordum, bu güneş bile gözlerimden içeriye girince, kendimden daha büyük bir karanlık denizine düşmüş gibi derhal sönüyor ve içimin rengini alıyordu.
Sofanın Bana Söyledikleri

İki yastık, bir şişe, bir mendil.

Fakat eve gittim. Şehrin bir ucundan öbür ucuna.
Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim. Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir; ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum; ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum; ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok.. çok seviyorum.
Eşiklerinde soluk yüzlü, çıplak ayaklı, ürkek ve sessiz çocukların, ellerinde ekmek kabuğiyle ve çerden çöpten yapılmış oyuncaklarla, ağır ağır, düşünerek ve gülmeden oynadıkları bu evlerin arasında kendi evimi ararım ve âdeta güç bulurum, çünkü bunların hepsi benim evim gibidirler.
Evde kimse yoktu; kapıyı anahtarımla açtım, girdim ve her zamanki âdetimle alt kat sofada epeyce durarak, hareketsiz etrafıma bakındım.
Bu sofa yaşlı bir insan yüzü gibidir: Evimizin bütün ruhu, kederleri ve neş’esi orada görünür, her günün hâdiseleri tavana, duvarlara, döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruşuk ve bazan da ancak bizim görebileceğimiz gizli bir işaret ilâve eder. Bu sofa canlıdır: Bizimle beraber kımıldar, değişir, bizimle beraber dağılır, toplanır, bizimle beraber uyur uyanır; bu sofa aramızda sanki üçüncü bir simadır ve güldüğü, ağladığı bile olur.
Bu sofa dört köşedir: Ortada sokak kapısı, iki yanında birer pencere. Pencerenin yanında bir ot minderi. Minderin yanında yemek masası. Masanın yanında iki sandalye. Bu sofada oturulur, yemek yenir, misafir kabul edilir.
Benim her girişimde, orada, hareketsiz duruşum, beni bana gösteren bu çehreye bakmak içindir.

Ve baktım: Minderde üstüste konmuş iki yastık. (Demek annem biraz rahatsızlanmış ve buraya uzanmış.) Masanın yanında rafın önüne çekilmiş bir sandalye. (Demek annem en üst raftan bir ilâç şişesi almış). Ha… İşte masanın üstünde bir şişe: Kordiyal. (Demek annem bir fenalık geçirmiş.) Minderin üstünde ıslak, buruşuk bir mendil. (Demek annem ağlamış.)
Benim de bu şişeye, iki yastığa ve bir mendile ihtiyacım var, ben de Kordiyal alacağım, uzanacağım ve ağlayacağım.
Kapıya Bir Anahtar Sokuldu

Bir deniz, bir vapur, beyaz köşkler.

Az sonra kapıya bir anahtar sokuldu. Hemen doğruldum, mendilimi sakladım.
Kendisine zaafımdan ziyade metanetimi gösterdiğim kadın içeriye girdi. Beni görünce, elindeki erzak torbasını merakının derecesini hissettiren bir şiddetle yere bırakarak yüzüme baktı. Yorulmuş olduğu için arkasını hafifçe kapıya dayayarak sık sık nefes alıyor, öğrenmek istediği şeyi öğrenmek için sual sormaya ya muvaffak olamıyor, ya lüzum görmüyor ve gözlerini benden ayırmıyor.
– Bir daha muayene edecekler, dedim.
– Ameliyat lâzım mı imiş?
– Belli değil. Bugün kalabalıktı. İyice bakamadılar. Belki lâzım olacak.
Bu müphem sözlerim onu hiç tatmin etmemiş olacak ki, torbayı yere bırakırken kolunun hareketine tesir eden merak ve endişe ile torbayı kaldırdı ve mutfağa doğru şaşkın adımlarla yürüdü. Yolunu bir kör alışkanlığıyla bulduğunu, etrafını görmediğini, torbayı evvelâ masaya, sonra rafın altındaki dolaba çarpmasından anlamıştım.
Mutfağa girdikten sonra bir an hiç sesi çıkmadı. Kımıldamıyordu. Neden sonra ocakta bazı tıkırtılar oldu. Arkasından yere bir maşa düştü: Sonra bir şeyler daha devrildi. Elindeki eşyaları idare edemeyecek kadar sinirleri fena idi.
Hemen ona bir teselli yetiştirmeyi düşündüm ve şunu bularak seslendim:
– Operatör yoktu, muavinleri baktılar. Bir kere de benim doktora, fakülteye gideceğim.

Cevap vermedi ve sofa ile mutfak sustu. Hastalığımı doğrudan doğruya o andan itibaren düşünmeye başlamıştım. Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe aldı ve bir ümit kapısı açtı. Başka doktorları, bilhassa benim doktoru görmek arzusunu duyuyordum. Bu doktor, genç olmadığı halde, birçok siyasî sebeplerden dolayı henüz stajını bitirmemişti, fakat bana hepsinden yakın bir insandı ve dizimden ziyade sinirlerim üstündeki iyi tesirlerine muhtaçtım.
Zaten hastahaneden eve gelinceye kadar içimde bir deniz, bir vapur, bir şimendifer yolu, etrafında beyaz köşkler dizili bir yol hayali vardı; bu, açık, berrak bir hayal değildi, birçok karışık tasavvurlarım arasında, çabucak çevrilen bir defterin yapraklarında görülen resimler gibi, görünmesiyle kaybolması bir oluyordu: Deniz, vapur, uzun ve çıplak bir yol, bir toz dumanı, köşkler, çayırlar, bahçeler… Fakat bu hayalin içinde ne fakülte, ne doktor vardı. Bunu, o manzaraya sonradan ilâve ettim.
Yemekte sustuk.
Bu, benim sessizliğime alışık olmasına rağmen, onu ürkütüyor gibi.
Sokak kapısının önünde çocuklar oynuyorlar. Bazen, birdenbire, keskin bir çığlık koparıyorlar. Kısa, şiddetli bir münakaşa. Sonra, aralarındaki meseleyi çabucak hallederek susuyorlar. Bu sükût içinde, oynadıkları oyunun teferruatına dalarak düşündükleri hissediliyor.
Bir an oldu ki bu sükût uzun sürdü ve dikkat edilecek bir hâdise haline geldi. Evin içi ve dışı susuyordu. Bir ses işitmek için konuşmak istiyordum, fakat nasıl çıkacağını bilmediğim sesimin bu vahameti arttırmasından kor­ku­yordum.
Tam o sırada, çıt.. etti, merdivenin üstüne asılı far­balanın bir köşesi koptu. Ürperdim. Bütün sofa kımıldanıyor gibiydi.
Gayret ederek konuşmaya başladım:
– Bu akşam Erenköyü’ne gideceğim… Yarın öğleden evvel fakülteye gideceğim: Mithat bey, oradadır. Bir kere de o görsün, belki öteki operatörlere de gösterir de konsültasyona benzer bir şey yaparlar.
– Git ya, git… Erenköyü’ndekiler seni soruyorlardı, Paşa seni pek görmek istiyormuş.
– Gideceğim.
Konuşurken aramızda bir sevinç seyyalesi dolaşmıştı. Fakat bir an sonra ben operatörün kat’î kararını ve ihtarını hatırladım. Ümitlerimin hepsini bir anda kaybettim ve düşünceye daldım.
Beni bastıran keder anneme de geçti.
Fakat ben bu kederimin sebebini biliyordum, o, bu kederinin sebebini bilmiyordu.

Paşa

Arkamda hafif bir ayak sesi ve sıçrayış.

Paşa, kanepede, kendisini tanıdığım ve hatırladığım günden beri oturduğu tarafta oturuyordu. Salonda akşam karanlığı arttığı için, kendisine pek yakın olduğum halde yüzünü göremez olmuştum. Bakışlarını, gülümseyişlerini ve yüzünün kımıldanışlarını sesinde bulmaya çalışıyordum ve ağır ağır konuşuyorduk. Hastalığımdan ziyade tahsilime alâka gösteriyor, imtihanda aldığım numaraları soruyordu. Nihayet karanlıktan sinirlendi ve hizmetçilere lâmba emretti.
Arkamda açık duran balkon kapısından hafif bir rüzgâr giriyor, salona ıhlamur ve gül kokusu getiriyordu. Odaya ışık girinceye kadar gözlerimi hafifçe kapadım, bu köşke ait hatıralarımın uyanışına kendimi bıraktım. Paşa’nın ağır ve yeknesak sesi, kendisine ayırdığım küçük dikkati yormuyor, içimdeki hayallerin serbest uzanışını bozmuyordu. Daha pek küçük yaştanberi, karşımdakini dinlediğim halde içimden başka şeyler düşünmeyi, zihnimi iki dikkatle çalıştırmayı öğrenmiştim. Karanlık da buna yardım ediyordu. Fakat odaya ışık girince dışarıyla meşgul oldum. Gözlerim evvelâ piyanoya gitti ve üstünde birşeyler aradı. Kapıya da sık sık bakıyordum.
Sonra bunun farkında oldum ve kapıya arkamı dönerek yüzümü tamamiyle Paşa’ya çevirdim: Bu dönüşüm sırasında, dizimi incitmemek için yaptığım hususî bir harekete dikkat eden Paşa, sıhhatimi sordu. Bazı kısa ve yanlış izahat verdim, ertesi sabah fakülteye gideceğimi söyledim.
Hastalığıma dair sualler soruyor, verdiğim kısa cevaplarla kanaat etmiyordu.
Arkamda hafif bir ayak sesi ve sıçrayış oldu. İçeriye girenin kim olduğunu anladığım için başımı çevirip bakmadım. Kulağımın dibinde keskin bir ince ses:
– Hani benim kitaplarım? diye bağırdı.
O vakit biraz döndüm ve Paşa’nın kızı Nüzhet’e cevap verdim:
– Getirdim.
Elimi sıkarken vahim bir şeyden bahsettiğimize dikkat etti, ağırlaştı ve dinledi; fakat Paşa’nın suallerinden sıkılmaya başlamıştım. Nüzhet de yanımızda çok durmadı, bir sıçayışta balkona çıktı. Bu, onun huylarından birisidir. Herhangi bir vaziyette ekseriya iki dakikadan fazla durmaz ve kaçar.
O uzaklaşınca bana küçük bir dalgınlık geldi. Paşa’nın sesini duymaz oldum, sonra birdenbire bu sesin yükseldiğini işiterek silkindim:
– İşitmiyor musun? diyordu, soruyorum: Bizim doktor Ragıp vardır, ona bir görün.
Ne söylediğini yarım anlayarak, dalgınlığımın utancını azaltmak için:
– Hay hay! dedim.
Ve arkasından, yakalandığımı zannederek epeyce kı­zardım.
Cinaî Bir Roman

“M. Lökok’un kızı” uzun tasvirlerle başlıyor.

Paşa benim uzak akrabalarımdandı ve beni çok severdi. Dört beş yaşımda iken bile benimle saatlerce konuştuğunu hatırlarım. Bir mütekaidin münzevî hayatını dolduran küçük şeyler arasında ben de ehemmiyet kazanmıştım.
Son senelerde Paşa iyice ihtiyarladı. Konuşması ağırlaşmıştı ve bazı, konuşurken uyuyordu. Ben ona eğlenceli romanlar götürürdüm ve geceleri okurdum. Kanepeye yatar, arada bir, çocukluğumda çok işittiğim kahkahalarından birini atardı. Ben, son senelerde işitmez olduğum bu kahkahaları duymak için ona tuhaf romanlar okumaktan zevk alırdım. Ben de onu çok severdim. “M. Lavaredin kırk beş parası”, “Çalgıcının seyahati” romanları onu güldürmüştü. “Çalgıcı”yı iki defa okudum. Nüzhet’e edebî romanlar götürürdüm. Biz babasıyla otururken o, odasına çıkıyor ve bunları kendi başına oku­yordu.
O gece Paşa, bana ne romanı getirdiğimi sordu:
– Bu sefer tuhaf roman getirmedim, cinaî roman getirdim.
Buna da memnun oldu ve herkes yattıktan sonra okumaya başladım. Paşa gene kanepesine uzanmıştı. Okuduğum romanın ismi “M. Lökok’un kızı” idi ve ilk sayfaları gayet uzun tasvirlerle başlıyordu. Birkaç sayfa okuduktan sonra Paşa sordu:
– Daha sabredelim mi?
Bu suali intihabıma telmih saydığım için:
– Ediniz.
Dedim ve okumaya devam ettim.
O sırada salon kapısı önünde bir patırdı oldu. Başımı çevirdim ve Nüzhet’in bana işaret ettiğini gördüm. Okumamı bırakarak dışarı çıkmamı istiyordu. Hâlbuki romanda epey ilerlemiş ve meraklı yere gelmiştim. Paşa, bu çıkışıma razı olmayacaktı. Gözleri kapalı dinlediği için kızının işaretini görmemişti.

Ben Nüzhet’e işaretle menfi cevap verdim ve okumaya devam ettim.
Nüzhet ayaklarının ucuna basarak bana yaklaştı ve omuzumdan sarstı. Kaşlarımı çatarak okumaya devam ettim. O sırada kulağıma fısıldadı:
– Budala! Baksana: Paşa babam uyuyor!
Sahi… Paşa, başı arkaya doğru kaymış, uyuyor, hatta hafifçe horluyordu.
Ayağa kalktım ve Nüzhet’le beraber dışarı çıktım.
– Nurefşan’ı gönderelim de onu yatırsın. Biz seninle bahçeye çıkarız.
Polis hafiyesi M. Lökok’un araştırma yaptığı meyhanenin merdivenlerinden iniyormuşuz gibi, basamakları ihtiyatla inerek Nüzhet’in arkasından gittim ve bahçeye çıktık.
Havuz başındaki demir kanepeye oturduk.
Başımızın ucunda, tâ uzaklara kadar sıralanarak ötüşen ağustos böcekleri, bütün Erenköyü’nü uzun bir ses zinciriyle çeviriyordu. Sıcak bir rüzgâr. Sanki ilkbahardan yaza geçilen mevsim çizgisinin üstündeyiz, etrafımızda gizli bir coşkunluk var.
Ciddi Bir Adam

Bir aşk teminatına benzer sözler.

Havuzda yıldızların aksine bakıyoruz; fakat ayni şeyi hissetiğimizden emin olmamak azabı içindeyim.
Onun ne düşündüğünü anlamak için ilk sözü ondan bekliyorum ve bunun müstehzi bir cümle olmasından korkuyorum.
– Sen çok ciddi adamsın! dedi.
Hayret ettim. Sessiz, uslu oturuşuma mı telmih ediyordu?
– Niçin? diye sordum.
– O kadar işaret ettim, ettim, gelmedin.
– Ben Paşa babanı uyanık sanıyordum.
Birkaç dakika geçti. Birbirimizin nereye baktığını bilmeden geceyi seyrediyorduk.
– Senin haberin yok, dedi, beni biri istiyor.
İzahat isteyen bir susuşla sustum. Devam etti:
– Bir doktor.
– Doktor Ragıp mı?
– Ne biliyorsun?
– Hissettim, bu akşam Paşa baban bir doktor Ragıp’ tan bahsetti.
– Beni istediğini söyledi mi?
– Hayır.. başka türlü bahsetti. Fakat ben bu ismi yeni işittiğim için tahmin ettim.
– Evet… İşte o…
Gene susarak izahat istiyordum, anlattı:
– Genç bir adam… Mektepten yeni çıkmış… Bize iki defa geldi, bir defasında beni gördü. Annesiyle istetmiş. Babam reddetmedi, “düşünelim” dedi. Düşünüyor.
Ben gene sustum. Nüzhet anlatıyordu. Fakat artık söylediği şeylerden ziyade sesine dikkat ediyordum ve bu meseleyi nasıl telâkki ettiğini sezmeye çalışıyordum. İstihza sesine hâkimdi; fakat zaten onun tabiatı müstehziydi ve böyle olmasa bile, kendisini isteyen adamla mı, hâdise ile mi, benimle mi istihza ettiğini anlamak güçtü. Anlatırken arada bir küçük kahkaha atıyordu:
– Biliyor musun? diyordu, bunlar hoşuma gidiyor… Evin içinde büyük bir mesele… Herkes bunu.. yani beni düşünüyor. Boyum, bosum, kaşım, gözüm… Onun tahsili, parası, güzelliği.. bir sürü mukayeseler! Ben hep gülüyorum. Annem bana kızıyor.
Bir kahkaha daha attı. Ben ağzımı açamayacak bir halde idim ve dinlemekte de güçlük çekerek susuyordum.
Birdenbire kolumu tuttu:
– Of! Sen ne ciddi adamsın! Bir şey söylesene…
Büyük bir itiraf yerine geçmesinden korkarak şunları söyledim:
– Bu bahisten hoşlanmıyorum.

Bu sözüm onu epey düşündürdü. Aramızda, hislerimiz hiç bu kadar soyunmamıştı. Hafifçe kolumu sıkmaya başladı ve birdenbire alçalan bir sesle mırıldandı:
– Ragıp bey beni istedi diye, ben de hemen evlen­mi­yo­rum ya… hem ben daha on dokuz yaşındayım.
Hemen boynuna sarılmak istedim. Bu sözler benim için bir aşk teminatı yerine geçti. Bir anda pek çok şeyler öğrenmiş olduğumu zannettim. Fakat biraz düşününce bunun bir teselli olabileceğini de anladım ve bir an evvelki kederim arttı.
Nüzhet’in Kahkahaları

Onun birçok heyecanları otomatiktir.

Ben Nüzhet’in kahkahalarından ürkerim, bu, bir silâhtır ki Nüzhet onu başkalarının zaafları üzerine merhametsizce boşaltır. Ağzından bu kısa, kesik ses parçasının dışarıya sıçrayışı kendisi için o kadar gayri ihtiyarîdir ki infilâktan sonra o da her zaman şaşırır, bazen utanır ve nadir olarak da açtığı yaraya acır.
Nüzhet’in birçok heyecanları otomatiktir.
İşte, bu kahkahalardan ürktüğüm için bahsi değiştirmeye mecbur oldum.
– Ben yarın öğleden sonra Fakülteye gideceğim, dedim.
Ona hastalığımdan pek az bahsederdim; o da bana kısa bir iki şey sorar, aldığı cevaplardan her şeyi anlamış gibi susardı. Fakat sesimde gözlenen vahameti sezmiş gibi sordu:
– Hastalığın fenalaşıyor mu?
– Biraz fena… Galiba bir ameliyat lâzım.
Artık hiçbir şey sormadı ve sustu. Bu anda neler dü­şündüğünü anlamak için sükûtunun ne kadar sü­receğini ölçmek fikr-i tedâisine intikal etmek için de ilk sözü ondan işitmek istiyordum. Bir hayli sustu. Nihayet şunu sordu:
– Babam sana Dr. Ragıp’tan ne diye bahsetti?
Bu suale cevap vermeden evvel, benim hastalığımın ona doktor Ragıb’ı nasıl hatırlattığını düşündüm ve içim­den, korktuğum mukayeseyi yaptığına hükmettikten son­ra cevap verdim:
– Hastalığımdan bahsolunuyordu da “Bizim bir doktor Ragıp var, bir kere de ona göster” dedi.
Nüzhet parmağını uzattı:
– Bak ay çıkıyor… Limon gibi sarı değil mi?
Arkamızda bir çatırdı. Dönüp baktık, Nurefşan. Yak­laş­maya cesaret edemiyor gibi.
Nüzhet sordu:
– Ne var, Nurefşan?
– Hanımefendi; “Nüzhet artık yatsın”, diyor.
– Geliyorum.
Kalktık. Nüzhet kulağıma söylendi: “Şu anneme de uyku verici bir roman getirsen de daha uzun konuşsak!”
Her bedbaht gibi ben de bu basit nüktede bile bir merhametten, bir teselliden şüphe ettim: Kendi kendime güvenimi o kadar kaybetmiştim.
Yeni Mesele

Istırap, ağırlığıma bir şeyler katıyordu.

Yatağa girerken, her büyük felâketimde olduğu gibi, kendimi birkaç yaş birden büyümüş hissettim. Kırkını geçmiş insanların tecrübelerine sahip olduğuma inanıyordum, fakat hâlâ Nüzhet’e âşık olduğumu kendime itiraf edemeyecek kadar çocuktum. (Bunu hep sonraları, aylardan ve nice yıllardan sonra, bugün iyice anlıyorum.)
Yatağa girince vücudumun her vakitkinden fazla ağırlaştığını zannettim. Istırap ağırlığıma bir şeyler katıyordu. Dizim de çok ağrımaya başladı. Her gün istirahat etmeye ve koltuk değneğiyle yürümeye mecbur olan ben, o gün çok yürümüştüm ve doktorların kat’î ihtarlarına rağmen bir bastona bile dayanarak yürümeyi daima reddettim.
Uyuyamıyordum.
Birçok fedakârlıklara hazırlanmak lâzım geldiğini anlıyordum. İçimde hep ne olduklarını bilmediğim gizli ve meçhul ümitlere sarılmıştım; onlar olmasa bir saniye nefes alamazdım; çünkü bütün hesaplar aleyhime çıkıyordu, bu meçhul ümitler beni aldatırlarsa mahvolacaktım.
Nüzhet’in doktorla evlenmesi ihtimalini düşündüm. Aklımla bunu tabiî buluyordum. Hiçbir zaman benden dört yaş büyük bir kızla evlenmeyi kurmamıştım ve onun günün birinde benden başka biriyle

evleneceğini kıskanmadan düşünmüştüm; fakat böyle, ilk defa bir istekli çıkınca yepyeni bir mesele ile karşılaştığımı görerek biraz hayret ettim. Benim için bunun neden bir mesele olduğunu hâlâ anlayamıyordum.
O gece hastalığımdan fazla zihnimi işgal ettiğinin farkında olmadan yalnız bunu düşündüm. Nüzhet’le beraber büyüdük. Benden yaşça büyük olduğu halde, onun küçükken bebekleriyle oynamasını, ben, istihfafla seyrederdim, bilhassa hastalığımdan sonra. Ben ondan evvel, ruhen çocukluktan çıktım, daha evvel ciddileştim. O hâlâ çocuktu. (Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu.) Kendimde kaybettiğim şeyleri onda buluyordum. Fakat bütün bunları arkadaş hisleri sanıyordum.
Yalnız, büyüdükçe birbirimize yabancılaştığımızı birkaç kere fark etmiştim, aramıza meçhul anlaşmazlık setleri yığılıyordu ve ben bunları yıkmaya çalışmaktan zevk alıyordum, fakat herbirini yıktıkça daha büyüğünün önüme çıktığını görmek beni hem sevindiriyor, hem kederlendiriyordu. Birbirimize açıldıkça kapanıyorduk. Ön­celeri her şeyimizi birbirimize açık anlatırken, sonraları, beni kendime karşı, onu da kendisine karşı hayrete düşüren birçok tereddütler ve hesaplar içinde susmaya başladık. Sohbetlerimize ihtiyaç girdi. Zaman geçtikçe birbirimizi daha çok tanıyacakken, birbirimize karşı yenileşiyorduk. (Bütün bunlar aşka benzer şeylerdir, o vakitler bunu anlamıyordum.)

*

Yalnız bir şey anlamıştım ki, ben çok bedbahttım.
O gece de yatakta bunu kuvvetle hissettim.
Gözlerim doluyordu.
Meçhul ümitlere inanmadığım an, beni kurtaracak şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Ümit etmek bile az. Emin olmak ihtiyacı. Yalancı istikbalin şüpheli vaatlerine değil, teminatına ve senedine ihtiyacım var. Halbuki o vaat bile etmiyor ve kendisine beni nasıl karşılayacağını sorduğum vakit, korkunç bir dilsizlikle susuyor.
Uyuyamıyorum.
Karanlık dehliz. Sarı mumdan heykeller. Fistül var mı? Üç tane. Beyaz eşya ve beyaz gömlekler. Ameliyat lâ­zım, ayağım biraz kısalacak. Böyle çekmek iyi mi? İşit­mi­yor musun? Soruyorum: Bizim bir doktor Ragıp vardır. Polis hafiyesi M. Lökok ve adamları siyah pelerinlerle meyhaneye girerler. Karanlık merdiven, iskelet, hayaletler, kandan bir kurdele, sarhoşlar, silâh sesleri, merdivenlerden bir yuvarlanış, havagazı fenerinin altında bir adam görünüp kayboluyor. Doktor Ragıp. Havuzda yıldızlar. Bir limon büyüdükçe büyüyor. Artık bu meseleyi konuşmayalım. Nüzhet’in kahkahası ve Nüzhet’in içi: Zavallı! diyor o, ben kan, cerahat, irin, ciddi adam, mahzun çocuk sevmem. Ben mes’ut olmak isterim.
Bir Genç Kız Ne İster?

Mes’ut olmak ister.

Elbette bir genç kız mes’ut olmak ister.
Bu kadar basit bir şeyi kendi kendime anlatmaya çalışıyordum. Uyku ile uyanıklık arasındaki hayallerim içinde sendeleyen mantığım, hep bu neticeye geldiği halde, kani olmamış gibi, yeniden muhakemeye başlıyorum.
Ansızın inanılmayacak bir ses işittim: Oda kapıma vuruluyor. İnanmadım ve iyice kulak verdim, doğru.
– Kim o? Diye seslendim, hafifçe:
– Benim. Uyudun mu? Gireyim mi?
Nüzhet! Gece yarısı Nüzhet! “Gir” diyemedim.
Bir daha sordu.
– Gireyim mi?
Yatağımın içinde hayretle dimdik:
– Gir! dedim.
Girdi.
Gömleğinin üstüne bir şal örtmüş. Ayakları, terlik içinde, çıplak.
Korkusunun şiddetini hissettiren büyük bir cesaret hamlesiyle yaklaştı ve bana bakarak bir kahkaha attı.
Ona bu geceki kadar hayretle bakmamıştım. Vücudundan başka kendisine hiçbir tarafı benzemiyordu. Hattâ o bile başkalaşmış: Kumral saçları açık sarı gibi. Elâ gözleri -ve canlı, hareketli gözler- simsiyah ve hareketsiz. Oynak başı kımıldamıyor ve mum ışığının sallantıları içinde uzanıp kısalıyor. Fakat yaklaştıkça vücudu o kadar büyüyor ki gözlerimi kaplıyor, odada ondan başka bir şey göremiyorum ve onu da tamamiyle göremiyorum.
Bir kahkaha daha attı.- Ayol… Nedir bu hayret? Bir kaçamak yapıp geldim… Uyuyamadım.
Karyolama oturdu.
Hayretimin üstüne binen sevincimi taşıyamayacak bir hale geldim.
– Korkma! Hepsi uyuyor! Periler bile duymadı geldiğimi…
Derhal Nüzhet’in odası ile annesinin ve babasının yattıkları oda arasındaki mesafeyi ve tehlikenin haritasını zihnimde ölçtüm.
Biraz rahatladım.
Sık sık nefes alıyordu. Biraz açılan şalının önünde, o âna kadar bu derece olgunlaşmış olduğunu esvaplarının üstünden anlayamadığım göğsünü gördüm ve yepyeni bir Nüzhet keşfettim. Yanımda bir başka insan.
Baktığımı görünce göğsünü kapadı:
– Uyuyamadım, dedi.
– Ben de uyuyamadım.
– Sen niçin uyuyamadın?
– Sen niçin uyuyamadın?
– Ben bir şeyler düşündüm.
– Ben de bir şeyler düşündüm.
– Sen ne düşündün?
– Sen ne düşündün?
Nüzhet’in bir kahkahası daha.
– Böyle giderse sabaha kadar konuşamayız, dedi.
Nadir fırsatlarda olduğu gibi, Nüzhet’e karşı istihza duyabiliyordum. Fakat arada bir vücudunun hareketleriyle bu istihzamı arzuya kalbediyor ve öldürüyordu.
Benim istihzamla onun açılıp kapanan şalı arasındaki sessiz mücadeleye devam ederek konuşmaya başladık.
– Ben bu adamı düşünüyordum, dedi.
– Hangisi o?
– İşte… O doktor Ragıp mı nedir? Hani beni isteyen adam.
– Ey?
– Ben onunla evlenirsem ne olur? diye düşündüm.
– Ne mi olur? Bilmem?
Bunu gayet tabiî ve kayıtsız söylemeye çalışmıştım; hattâ alâkamı gizlemek için yastığımın altındaki mendilimi aramakla meşgul görünüyor, mendil bir iki defa elime geçtiği halde bulamamış gibi yapıyordum. Susmaya mecbur oldu.
Ruhumun üstünde bir ağırlık duymaya başladım. İçimde, Nüzhet’in “Ne mi olur?” sualine türlü türlü cevaplar sıralanıyordu. Fakat zannediyorum ki, bunları ne kadar gizlemeye çalışırsam çalışayım, Nüzhet hepsini anlıyor. Öyle ise bunları gizlemek faydasızdır, söylemek de faydasız; bu iki şeyden başka bir şey yapamayacağım için bunalıyorum. Artık mendili de bulmuş olduğum için azabımı örtecek herhangi bir hareket bahanesinden de mahrumdum.
Nüzhet beni kurtarmaya çalıştı:
– Peki… Sen söyle… Ne düşünüyordun?
– Birçok şeyler…
– Ne gibi?
– Birçok… Anlatamam… Kısa kısa, başka başka, birçok şeyler…
Artık sesimi idare edemiyordum. İrademle bütün alâkasını kesen bu ses, kendimden bile gizlediğim derin bazı heyecanlarımı ele veriyor, beni bile hayrete düşürüyordu… Sustum ve gözlerimi de önüme eğerek saklamaya çalıştım. Bu zaafıma da isyan etmek istiyordum.
Artık Nüzhet havaî konuşmak zorunda kaldı:
– Yarın sen erkenden kalkacaksın değil mi?

Evet… Sekiz buçuk trenine yetişmeliyim.
– Öyle ise uyumalısın.
– Uykum da yok.
– Başını yastığa koy, uyursun.
– Zannetmiyorum.
– Uyursun, uyursun. Haydi… Ben seni örterim.

Elini omuzuma koydu ve ısrar etti. Artık merhamete lâyık olduğumu anlamaktan utanmayacak kadar mukavemetimi ve gururumu kaybetmiştim, teslimiyetin zevki içinde başımı yastığa koydum.
– Hastalanırsın diye korkuyorum.
Diyerek avucunu alnıma koydu ve saçlarımı okşamaya başladı. O vakit, içimde sıkışan duygular için yeni bir mecra keşfettim; eğer bu duyguları o tarafa doğru sev­ke­de­bilecek olursam, yalnız kurtulmakla kalmayacaktım, o anda mes’ut olacaktım.
İçimde bu inkılâp birdenbire oldu, Nüzhet’in kollarını birdenbire tuttum ve ona yepyeni gözlerle baktım.
Evvelâ biraz şaştı, sonra beni dikkatle süzerek bir şey düşündü; elâ gözlerinin bir yandan öte yana şeytanî bir yarım daire çizdiğini gördüm ve daha fazla cesaretlendim.
Vücudunu kendime doğru çektim, bıraktı, göğsü göğ­sümün üstüne düştü ve hararetlerimiz birleşti. İki­mi­zin birden, yahut ikimizden birinin kalbi şiddetle çarpıyor, Nüzhet’in göğsündeki yayları oynatıyordu. Bir avucumla başını tuttum ve başıma doğru çektim.
Dudaklarımız birbirine değer değmez, Nüzhet, elektrikli bir maden parçasını öpmüş gibi sarsıldı ve bir sıçrayışta ayağa kalktı.
Biraz durdu, göğsünü şişiren derin bir nefes aldı, belki bir şey söylemek istedi, fakat hiçbir şey söylemeden, hatta nefesini boşaltmadan geriye döndü, koştu ve odadan çıktı.
Bir anda hem onu, hem kendimi anlamak ihtiyacıyla, hareketsiz ve şaşkın durakladım. Şilte ve yorgan tutuşmuş gibi vücudumu alevler içinde hissediyordum. Yorganı attım ve yatağın içinde oturdum. İçimde büyük bir boşluk açıldı. Kalbimin çarpıntısından başka hiçbir şuurum kalmamıştı. Bu derunî boşluğu doldurmak için etrafa kulak verdim. Erenköy mırıldanıyor. İnce ve hafif böcek sesleri, tren düdükleri ve köpek havlamaları, birbirine sarılarak bir ses yumağı halinde büyüyor, gecenin birçok derin ve gizli sesleriyle karışıyor, rüzgârlara bürünüyor, başdöndürücü bir uğultu halinde yükseliyordu.
Birdenbire vücudum gevşedi, omuzlarım düştü.
Başımı yastığa koydum.
Hafif bir titreme. Uyuşukluğa benzer bir uyku istidadı. Hafif dalıp uyanmalar ve küçük kâbuslar. İsmimi çağırıyorlar gibi. Yatağımın başında fısıldaşmalar, hayatımla münasebeti olmayan kısa bir rüya. Sonra âni bir uyanıklık, şuursuz bazı hâtıralar. Dikkatin birdenbire artması. Bir hâdise beklemek. Dizimde hafif bir sızı. Zorlukla dönüyorum, sağlam dizimi kısıyorum. Bir rahatlık. Gev­şi­yorum. Göğsümün üstünde kat kat yelekler çözülüyor­muş gibi bir hafifleme var. Dalıyorum.
Hâlâ Uyuyan Genç Kız

Nurefşan’ın suç ortaklığı­nı kabul etmiş oluyordum.

Sabahleyin Paşa beni görmek istemiş. Yatak odasına girdim. Şunları söyledi:
– Hazır Haydarpaşa’ya gidiyorsun, oradan bir arabaya bin, Kadıköyü’ne git, yeni bir roman al, o dün akşamki roman beni sarmadı, uyuya kalmışım… Sonra postaha­ne­ye gir, annene bir kart yaz ve burada bir ay kadar kalacağını haber ver. İsterse o da gelsin. Yengenin beklediğini de yaz, hem senin tatilin. Boş geçirme. Burada havadan istifade edersin.
“Yengen” dediği karısı, ona para çantasını uzattı. Paşa bana bir altın verdi, bunun yol ve kitap parası olduğunu söyledi.
Güç vaziyetimde beni biraz daha serbest bırakmak için yengemin odadan çıkmasından da müteessir oldum.
Paşa düşüncemin yolunu değiştirmeye çalışıyor:
– Allahaşkına, oğlum, kitabı alırken baş tarafından biraz oku… Öyle uzun uzun tasvirler olmasın. Gece o meyhane rüyama girdi. Sen kitap okurken ben romana rüyada devam ediyordum.
– Benim de rüyama girdi.
– Hastalığından da iyi haberler getir.
Gülümseyerek çıktım.Köşkün bahçesinde Nurefşan yanıma geldi, hiçbir şeye sormadığım halde usulca dedi ki:
– Daha uyanmadı mı?
– Kim? Diye sordum (Anladığım halde).
Nurefşan, anlamayışımdan yahut anlamaz görünüşümden gücenmiş gibi başını önüne eğdi ve ellerini birbirine sürterek mırıldandı:
– Küçük hanım.
Ben, istediği gülüşü esirgemeyerek bahçeden yola çıktım.
Nurefşan’ın suç ortaklığını kabul etmiş oluyordum.

Benzer İçerikler

Agafya

yakutlu

Kimyager

yakutlu

https://www.birazoku.com/arafin-sakinleri

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy