YOLUN SONUNDAKİ OKYANUS-NEIL GAIMAN

Siyah takım elbisemi ve beyaz gömleğimi giydim; siyah kravat ve siyah ayakkabılar, hepsi cilalı ve parlak: Asla rahat edemediğim kıyafetler. Normalde yetişkin numarası yapan bir çocuk olduğum veya çalıntı bir üniforma giydiğim hissini bir türlü atamam üzerimden. Şimdiyse beni rahatlattıklarını söyleyebilirdim. Beni bekleyen zor güne uygun kıyafetler giyiyordum.

Sabah görevlerimi yerine getirmiş, söylemem beklenen sözleri söylemiştim. Üstelik o sözleri öyle bir içtenlikle söylemiştim ki… Cenaze sona erdiğinde, yıllardır görmediğim insanlarla buluşup yeniden tokalaşmaya ve kaliteli porselenlerden gereksiz miktarda çay içmeye başlamadan önce, birkaç saat arabama atlayıp sokaklarda kafama estiği gibi dolaşma hakkını buldum kendimde. Aklımda belli bir hedef yoktu, öylesine vakit öldürüyordum. Sussex’in güç belâ hatırladığım virajlı yollarında bir süre direksiyon salladıktan sonra, yeniden şehir merkezine giden yola çıktığımı fark eder etmez rastgele seçtiğim başka bir yola sapıp direksiyonu önce sola, sonra sağa kırdım. Nereye gittiğimi, baştan beri nerenin yolunu tuttuğumu ancak o zaman anladım ve kendi budalalığıma kızdım elimde olmadan.

Yıllardır var olmayan bir eve doğru sürüyordum arabayı.

Gerçeği fark ettiğimde, bir zamanlar arpa tarlası olan arsanın yanı sıra uzanan tali yolun yerine inşa edilmiş geniş caddede giderken, geri dönmeyi, yolumu değiştirip geçmişi kurcalamadan bırakmayı düşündüm. Ancak merak ediyordum.

Eski evim, beş yaşından on iki yaşına kadar, tam yedi yıl boyunca yaşadığım ev yıkılmış, sonsuza dek yok olmuştu. Ailemin bahçenin dibine, açelyalar ile peri çemberi dediğimiz yeşil çemberin arasına inşa ettiği yeni ev ise otuz yıl önce satılmıştı.

Yeni evi gördüğümde arabayı yavaşlattım. Zihnimde her zaman yeni ev olarak kalacaktı. Arabayı evin önüne yanaştırırken, evin yetmişli yıllara özgü mimari özelliklerini inceledim. Tuğlaların çikolata rengi olduğunu unutmuşum. Evin yeni sakinleri, annemin küçük balkonunu kapatıp oturma odasını genişletmişlerdi. Evi seyrederken ergenlik dönemimle ilgili ne kadar az şey hatırladığımı fark ettim; ne iyiydi ne kötü. Yeniyetmenin teki olarak o evde yaşamıştım yıllarca ama anlaşılan o yalların bugün olduğum kişiye dönüşmemde hiç etkisi olmamıştı.

Geri geri giderek arabayı tekrar yola çıkardım.

Kız kardeşimin günün mâna ve ehemmiyetine uygun olarak derleyip topladığı, içi dışı insan kaynayan evine gitme zamanımın geldiğini biliyordum. Var olduklarını dahi yıllar önce unuttuğum ahbaplarımızla konuşacaktım; evliliğimin nasıl bittiğini soracaklardı (on yıl önce ömrünü doldurmuştu yavaş yavaş çatlaklarla dolmuş ve çatlaklarla dolan bütün ilişkiler gibi sonunda parçalanmıştı), hayatımda yeni birinin olup olmadığını öğrenmek için ağzımı arayacak (yoktu; yeni bir ilişkiye henüz hazır değildim) ve çocukların neler yaptığını öğrenmek isteyeceklerdi (hepsi büyüdü, kendi yollarına gittiler, burada olabilmeyi elbette isterlerdi). Ya işim? (İyi gidiyor, teşekkürler, diyecektim işimi kelimelere dökmeyi becerememenin ağırlığını hissederek. Eğer işimden bahsede-bilseydim işimi yapmam gerekmezdi. Sanatla uğraşıyorum, bazen gerçek sanat eserleri üretiyorum ve bazen ürettiğim şeyler, hayatımdaki boşlukları dolduruyor. Hepsi değil, bazıları ) Müteveffayı anacak, ondan da önce aramızdan ayrılanları yâd edecektik.

Çocukluğumun ufak taşra yolu, gittikçe büyüyen iki mahalleyi birbirinden ayıran, asfaltla kaplı, geniş bir caddeye dönüşmüştü. Gaza basıp şehir merkezinin aksi istikametine ilerledim. Gitmem gereken yön o değildi ama uzaklaşmak bana kendimi iyi hissettirdi.

Virajlar çoğalırken geniş cadde daraldı, daraldı, çocukluğumdan hatırladığım tek şeritli yola dönüştü, asfalt bitti, yerini kırık kemikleri andıran mıcırlarla kaplı toprak zemin aldı.

Kısa süre sonra kendimi iki yanını çalılar ve yaban gülleri kaplamış bozuk, dar bir yolda giderken buldum. Aralarda fındık ağaçları ve yabani çalılardan oluşmuş çitler görülüyordu. Zamanda geriye gidiyormuş gibi hissettim kendimi. Geri kalan her şey değişmişti ama yol… Tıpkı hatırladığım gibiydi.

Caraway Çiftliği’ni geçtim. On altı yaşında olduğum günleri, sarı saçlı, elma yanaklı Callie Anders’ı öptüğümü hatırladım. Orada otururlardı ama öpüşmemizden kısa süre

sonra ailesiyle birlikte Shetlands’a taşınmışlardı ve onu bir daha öpemeyecek, hatta göremeyecektim. Yaklaşık bir kilometre boyunca, yolun iki tarafında da tarlalardan ve iç içe gevmiş çayırlardan başka bir şey yoktu. Derken yol, patikaya dönüş tü. Sonuna varmak üzereydim.

Virajı dönmeden hemen önce karşılaşacağım manzarayı hatırladım ve birkaç saniye sonra Hempstock’ların kızıl tuğladan yapılma çiftlik evi bütün ihtişamıyla karşımda belirdi.

Neden şaşırdım bilmiyorum, o yol kendimi bildim bileli aynı yerde biterdi. Gidebileceğim bir yer yoktu. Arabayı çiftliğin yanına park ettim. Onca yıldan sonra orada lûla hı rilerinin yaşayıp yaşamadığını veya daha kesin konuşmak gerekirse, Hempstock’ların hâlâ orada oturup oturmadıklarım merak ediyordum. Düşük ihtimaldi ama hatırladığım detaylar bana, Hempstock ailesinin düşük ihtimallerin insanları olduğunu söylüyordu.

Arabadan indiğimde gübre kokusu suratıma çarptı. Bahçe inek dışkılarıyla doluydu. Yine de büyük bir hevesle küçük bahçeyi aşıp evin ön kapısına ilerledim. Zili aradım ama boşunaydı. Kapıyı yumrukladım. Düzgün kilitlenmemişti, ikinci vuruşumda kendiliğinden açıldı.

Oraya daha önce de gelmemiş miydim? Uzun, çok uzun yıllar önce? Elbette gelmiştim. Çocukluk anıları bazen sonradan yaşananların altında kalıp silikleşir; yetişkinlerin dolabının dibinde unutulan oyuncaklar gibidirler ama asla sonsuza kadar kaybolmazlar. Holde durup içeri seslendim. “Merhaba? Evde kimse yok mu?”

Cevap veren olmadı. Burnuma, fırından çıkmış ekmek, yıllanmış ahşap ve mobilya cilası kokusu geliyordu. Gözlerim yavaş yavaş karanlığa alıştı. Evi inceledim ve tam dönüp çıkmaya hazırlanırken, loş koridorda elinde beyaz toz bezi olan yaşlı bir kadın belirdi. Gri saçları omuzlarına dökülüyordu.

“Bayan Hempstock?”

Başım hafifçe yana yatırıp bana baktı.

“Evet benim. Seni bir yerden tanımıyor muyum genç adam?”

Artık genç olduğum söylenemez.

“Lafın gelişiydi, insan benim yaşıma geldiğinde böyle konuşmaya alışıyor.” Duraksadı. “Hafızam eskisi kadar iyi değil, kimdin sen?”

“Hatırlamamanız normal, bu eve son geldiğimde, sanırım yedi sekiz yaşlarındaydım.”

Birden gülümsedi.

“Lettie’nin arkadaşıydın! Yokuşun tepesindeki evde oturan çocuk?”

Bana süt vermiştiniz. Ilıktı, inekten yeni sağılmıştı. Bunlan söylerken, aradan kaç yıl geçtiğini kavrayıp düzelttim. Hayır, siz değildiniz, sanırım sütü veren annenizdi. Çok özür dilerim,” dedim. Yaşlandıkça ebeveynimize dönüşürüz; yeterince uzun yaşarsak yüzlerin zamanla birbirlerini tekrarladığını görürüz. Hatırladığım kadarıyla Lettie’nin annesi, Bayan Hempstock, güçlü kuvvetli bir kadındı. Bu kadınsa cılız mı cılızdı, üflesem uçacaktı. Annesine, benim ihtiyar Bayan Hempstock olarak tanıdığım kadına dönüşmüştü.

Bazen aynaya baktığımda, kendi yüzümü değil de babamınkini görürüm ve evden çıkmadan önce aynanın önünden geçerken, kendi kendine gülümseyişini hatırlarım. “Hiç fena değil,” derdi yansımasına bakarak, gördüklerini tasvip edercesine. “Hiç fena değil.”

“Lettie’yi görmeye mi geldin?” diye sordu Bayan Hempstock.

“Lettie burada mı?” Şaşırmıştım. Lettie bir yerlere gitmemiş miydi? Amerika’ya?

Yaşlı kadın başını iki yana salladı. “Ben de çay koymaya hazırlanıyordum. Benimle bir fincan çay içmek ister misin?”

Tereddüt ettim. Ardından, bir mahsuru yoksa bana ördek gölüne nasıl gideceğimi tarif ederse sevineceğimi söyledim.

“Ördek gölü mü?”

Lettie’nin ona komik bir ad taktığını biliyordum. “Lettie’nin oraya deniz gibisinden bir ad taktığım hatırlıyorum.”

Yaşlı kadın elindeki bezi şifonyere bıraktı. “Ne saçmalık, deniz suyu içilmez ki! Fazla tuzludur. Hayatın kanını içmeye benzer. Yolu hatırlıyor musun? Evin etrafım dolaşırsan oraya ulaşırsın. Patikayı takip et.”

Bir saat önce sorsa ona, hayır, yolu hatırlamıyorum, derdim. Lettie Hempstock’ın adını bile hatırlayacağımı sanmıyorum. Ama öylece holde dururken anılar zihnime doluşuyordu. Saklandıkları yerden çıkıp yaklaşmaya başlamışlardı. Yeniden yedi yaşında olduğumu söyleseniz, bir anlığına ila olsa beni kandırabilirdiniz.

“Teşekkürler.”

Avluya çıktım. Kümesi ve eski ahırı geçip tarla boyunca ilerledim; nerede olduğumu, bir adım sonra neyle karşıla şacağımı yavaş yavaş hatırlarken keşiflerimin de tadını çıkarıyordum. Çayırın sınırlarını belirleyen fındık ağaçlarından yemyeşil fındıkları toplayıp cebime doldurdum.

Sırada göl var, diye düşündüm. Barakanın arkasına ulaştığımda onu göreceğim.

Golü gördüğümde, garip gelecek ama doğru tutturduğum için kendimle tarif edilemez bir gurur duydum; sanki bu eylemle birlikte, hafızamı saran örümcek ağlarının bir kısmı kaybolup gitmişti.

Göl hatırladığımdan da küçüktü. Karşı kıyıda ufak, ahşap bir kulübe vardı; patikanın kenarına tahtadan ve demirden yapılma bir bank yerleştirilmişti. Kabuğu soyulmaya başlamış tahtalar, belli ki birkaç yıl önce yeşile boyanmıştı. Banka oturup göğün sudaki yansımasına, gölün karayla birleştiği yerlerdeki ollara ve sayıları yarım düzineyi bulan leylaklara baktım. Ara sıra, cebimdeki fındıklardan birini göle atıyordum. Lettie Hempstock’ın…

Ne diyordu? Deniz değildi, iyi ama neydi?

Lettie Hempstock benden büyüktü. Aramızda en fazla dört beş yaş vardı ama büyükmüş gibi konuşurdu. On birindeydi. Bense… Kaç yaşındaydım? Kötü geçen doğum günü partisinden sonraydı. O kadarını hatırlıyorum. Demek ki yedi yaşındaydım.

Acaba suya hiç düşmüş müydük? Yolun bittiği yerdeki çiftlikte yaşayan o garip kızı gole hiç ittirmiş miydim? Onu suda gördüğümü hatırlıyorum. Belki o da beni ittirmişti.

Nereye gitti? Amerika’ya mı? Hayır, Avustralya’ya. İşte bu! Çok uzaklarda bir yere gitmişti.

Ve deniz demediği konusunda haklıydım. Göle okyanus diyordu.

Letlie Hempstock’ın okyanusu.

Bunu hatırladım ve bunu hatırlamamla beraber bütün anılar yavaş yavaş su üstüne çıktı.

I

 

 

 

Yedi yaşıma basışımı kutlamak için verdiğim doğum günü partisine kimse gelmedi.

Masa şekerler ve çikolatalarla donatılmıştı. Her iskemlenin yanında bir kukuleta, masanın ortasındaysa yedi mumlu doğum günü pastası vardı. Pastaya kitap figürü işlenmişti. Annem, pastanedeki hanımın, bir doğum günü pastasına ilk kez kitap çizdiklerini söylediğini anlattı, oğlanlar genellikle futbol topu veya uzay gemisi isterlermiş. Kitap isteyen ilk çocuk benmişim.

Kimsenin gelmeyeceği kesinleşince, annem pastadaki yedi mumu yaktı, ben de üfleyip söndürdüm. Bir dilim pasta yedim; kız kardeşim ve arkadaşı da (ikisi de partimin davetlilerinden değildi, gözlemci olarak katılmışlardı) kıkırdayarak bahçeye kaçmadan önce birer dilim aldılar.

Annem partide oynamamız için oyunlar hazırlamıştı ama kız kardeşim bile kimsenin gelmediği doğum günü partim den kaçıp gitmeyi tercih edince oyunlar oynanmadan kaldı. Paketi elden ele dolaştır oyununda verilecek ödülün ambalajını kendim açtım; içinden plastik, mavi bir Batman çık ü. Kimsenin partime gelmemesine üzülmüş ama Batman oyuncağı bana kaldığı için sevinmiştim. Bir de okunmavı bekleyen doğum günü hediyem vardı: List kattaki odama bıraktığım Narnia serisi. Romanlarımı alıp yalağa uzandım, kendimi maceraların kollarına bıraktım Kitap okumak en sevdiğim alışkanlıklarımdandır. Romanlar insanlardan daha güvenilirdir.

Annemler, iki plaklık hazinemi zenginleştirmek için Best Of Gilbert & Sullivan plağını hediye etmişlerdi. Gilbert & Sullivan’a üç yaşından beri bayılırdım. En küçük halam, bir keresinde beni prensler ve perilerle dolu bir oyun olan lolanthe’yi seyretmeye götürmüştü. Perilere inanmak ve neyi, niçin yaptıklarını çözmek, prensleri anlamaktan daha kolaydı. Halam, tiyatroya gidişimizden kısa süre sonra zatürre oldu ve hastanede öldü.

O gece babam işten eve döndüğünde yanında karton bir kutu getirdi. Kutuda cinsiyeti belli olmayan ve görür görmez adını Tüylü koyduğum, yumuşacık tüylü, kapkara bir kedi yavrusu vardı. Daha ilk günden kalbimi kazanmıştı.

Tüylü, geceleri yatağımda uyurdu. Bazen kız kardeşim ortalıkta olmadığında onunla konuşur, insan dilinde karşılık vermesini umardım. Hiç vermedi. Ama bir önemi yoktu, böyle de güzeldi. Yavru kedi sevgi doluydu ve bana ilgi gösteriyordu. Doğum günü partisini on beş boş tabure, donmuş bisküvi ve çikolatalı pastayla geçiren bir çocuk için iyi bir arkadaştı.

Okula gittiğimde, sınıfımdaki çocuklara partime niçin gelmediklerini sormadım. Gerek yoktu. Arkadaşım değillerdi. Aynı okula gidiyorduk, hepsi bu.

Arkadaş edinmekte yavaşımdır. Tabii edinebilirsem…

Kitaplarım vardı ve şimdi bir de yavru kedim olmuştu. Biliyordum, Dick Whittmgton ve kedisi gibi olacaktık. Ya da Tüylü’nün, ortalamanın üstünde bir zekâya sahip olduğu ortaya çıkarsa. Değirmencinin Oğlu ve Çizmeli Kedi de olabilirdik. Yavru kedi yastığımda uyur, hatta evin önündeki yola çıkıp okuldan eve dönmemi beklerdi. Onu çitin dibinde beni beklerken bulurdum. En azından, bir ay sonra, evimizde oda tutan madenciyi getiren taksi onu ezene dek öyleydi.

Kazayı kendi gözlerimle görmedim. Bir gün okuldan eve döndüğümde kedim her zamankinin aksine beni karşılamadı. Uzun boylu, yanık tenli, kareli gömlekli, iri yapılı bir adam vardı mutfakta. Kokudan adamın kahve içtiğini anladım. O günlerde sadece kavanozdan çıkan kahverengi tozla suyu karıştırdığınız hazır kahveler vardı.

“Gelirken ufak bir kaza yaptık,” dedi adam bana bakarak. Neşesi yerindeydi. “Endişelenecek bir şey yok.” Farklı, bana yabancı gelen bir aksanla konuşuyordu, ilk kez Güney Afrika Ingilizcesi duyuyordum.

Adamın önünde, mutfak masasında karton bir kutu duruyordu.

“Kara kedi senin miydi?” diye sordu.

“Onun adı Tüylü,” dedim.

“Neyse, dediğim gibi. Ufak bir kaza. Endişelenme. Leşin icabına baktım. Sana iş kalmadı. Sorunu da çözdüm. Kutuyu açsana.”

“Ne?”

Kutuyu işaret etti. “Aç şunu,” dedi.

Madenci, uzun boyluydu. Onu son görüşüm hariç kot pantolon ve oduncu gömleği dışında bir şey giydiğini görmedim. Boynunda beyaz altından kalın bir zincir vardı. Adamı son gördüğümde o zincir de gitmişti.

Kutuyu açmak istemedim. Kendi işime bakmak istiyordum. Gidip kedim için ağlamak istiyordum ama etrafta beni seyreden birileri varken aglayamazdım. Yas tutmak istiyordum. Tek arkadaşımı, bahçenin dibine, yeşil peri çemberinin arkasındaki çalıların altına, benim dışımda kimsenin gitmediği yere gömmek istiyordum.

Kutu hareket etti.

“Sana aldım, borcumu her zaman öderim, dedi adam.

Uzanıp kutunun kapağını kaldırdım, kötü bir şaka mı yapmıştı? Yavru kedim kutuda mıydı? Hayır. Kapağı kaldığımda şaşkın şaşkın bana bakan kızıl bir suratla karşılaştım..

Madenci, kediyi kutudan çıkardı.

Kırıl renkli, tek kulağı kesik, kocaman bir kediydi, ûf-keyle bana bakıyordu. Belli ki bu kedi, kapalı kalmaktan hoşlanmamıştı. Kutulara alışkın değildi. Yavru kedimin hatırasına ihanet ediyormuş gibi hissetsem de kafasını okşamak için uzandım ama dokunmamam için geri çekilip bana dişlerini gösterdi. Ardından öfke dolu bakışlar fırlatmayı sürdürerek odanın uzak köşesine kaçtı.

“İşte bu kadar, kediye kedi!” dedi madenci.

Nasırlı ellerini saçlarında gezdirdi. Ardından koridora çıkıp yavru kedim olmayan kediyle beni mutfakta baş başa bıraktı.

Adam başını kapının aralığından içeri uzattı. “Adı Canavar,” dedi.

Berbat bir şakanın kurbanıymışım gibi hissettim kendimi. Kedinin çıkabilmesi için mutfak kapısını açtım, ardından yalak odama gidip yatağıma uzandım, ölen kedim Tüylü için gözlerim kızarıncaya kadar ağladım. Yanlış hatırlamıyorsam, annemler akşam eve geldiğinde yavru kedimden hiç bahsedilmedi.

Canavar bizimle bir hafta kadar yaşadı. Yavru kedime yaptığım gibi, ona da sabahları ve akşamları bir kâse mama bırakırdım. Ben veya başka biri çıkmasına izin verene dek arka kapının önünde otururdu. Onu bahçede çiçekten çiçeğe veya ağaçlar arasında koştururken görürdük. Bazen de çalıların altına girerdi. Neler yaptığını, bahçede bulduğumuz ardıç kuşu ölülerinden çıkarıyor ama kediyi nadiren görüyorduk.

Tüylü’yü çok özlüyordum. Yaşayan bir şeyi yok edip yerine yenisini koyamazsınız ama aileme bunları söyleyip şikâyet etmeye cesaret edemiyordum. Üzgün olduğumu bilseler şaşırırlardı “lavru kedim ölmüş olsa bile, yerine yenisi gelmemiş miydi? Onlara göre, hasar telafi edilmişti.

Butun bunları hatırladım ve hatıralar ağır ağır zihnimde canlanırken devamının geleceğini biliyordum: Lettie Hempstock’ın, bir zamanlar beni okyanus olduğuna ikna ettiği küçük gölün kıyısındaki yeşil bankta otururken çocukluğum yeniden dünyamdaki yerini aldı…

II

 

 

 

Mutlu bir çocuk değildim ama hayatımdan memnun olduğum günler vardı. Vaktimin çoğunu kitaplarla geçiriyor, kitaplarda yaşıyordum.

Evimiz çok odalı büyük evlerdendi; babamın iyi kazandığı dönemde satın alınmıştı. Ailem oraya yerleştiğinde bunlar iyi özelliklerdi ama sonradan durum değişti.

Bir akşamüstü annem ve babam beni yatak odalarına çağırdılar. Çok ciddiydiler. Yanlış bir şey yaptığımı ve azarlanacağımı sandım ama hayır; bana söylemek istedikleri artık halimizin vaktimizin eskisi kadar iyi olmadığı ve hepimizin fedakârlık yapmamız gerektiğiydi. Bu fedakârlığın bana düşen kısmı yatak odamdan; yani merdivenlerin tepesindeki küçük odadan vazgeçmekti.

Üzüldüm. Odamda, benim için taktıkları, boyuma uygun, küçük, sarı bir lavabo vardı. Odam mutfağın üstünde, televizyon odasından üst kata uzanan merdivenlerin bittiği yerdeydi. Bu sayede geceleri kapımın aralığından içeri süzülen yetişkin sohbetlerinin huzur veren melodisi eşliğinde uyur, kendimi asla yalnız hissetmezdim. Ayrıca o odadayken, kapıyı aralık tutmama kimse aldırmazdı. Kapıyı, karanlıktan korkmamak için, içeri ışık sızacak kadar aralık bırakırdım. Böylece, yatma saatim geçtiğinde bile, koridordan içeri süzülen ışığı kullanıp gizli gizli kitap okuyabiliyordum. Canım istediğinde tabii. Canımın istemediği herhangi bir zaman hatırlamıyorum.

Kız kardeşimin kullandığı büyük yatak odasına sürgüne yollanmak kalbimi kırmamıştı. Odadaki üç yataktan cam kenanndakini seçtim. Odasının penceresinden dışarı çıkıp uzun. tuğla balkona tırmaııabilecegimi hayal etmek hoşuma gidiyordu. Uyurken camı açık bırakabilir, bu sayede yüzümde rüzgârı veya yağıyorsa yağmuru hissedebilirdim. Ama oda kapısının açık mı kapalı mı kalacağına karar vermek büyük sorundu.
Kardeşim ve ben hemen her konuda tartışırdık ama en büyük kavgalarımızı kapı yüzünden etmişizdir. O, uyurken kapının kapalı kalmasını istiyordu, bense koridorun ışığını görebilmek!. Bu kavgalar annemin bir çizelge hazırlayıp kapıya asmasıyla son buldu. Bir gece benim bir gece kardeşimin istediği olacaktı. Gecelerim, kapının açık veya kapalı oluşuna bağlı olarak ya huzurlu ya korkutucuydu.

Merdivenin tepesindeki eski odam kiraya verildi ve çeşit çeşit insan geçti oradan. Hepsine şüpheyle yaklaşırdım. Benim odamda uyuyor, benim boyuma göre yapılmış sarı lavabomu kullanıyorlardı. Kimler yoktu ki… Kafasını bırakıp tavanda yürüyebildiğim iddia eden Avusturyalı şişko bir kadın, Yeni Zelandalı mimarlık öğrencisi; annemin, evli olmadıklarını öğrendiğinde dehşete düşüp kovduğu Amerikalı bir çift ve şimdi de opal madencisi.

Adam Güney Afrikalıydı ama parasını Avustralya’daki madenlerde çalışarak kazanmıştı. Kardeşime de bana da, içinde yeşil-mavi-kırmızı alevler yanan, kesilmemiş, kara taşlar olan opallerden verdi. Hediyesiyle kardeşimin kalbini kazandı; ulaklık, mücevherine hazine muamelesi yapıyordu. Bense, kedimi öldürdüğü için onu hiç affetmedim.

Bahar tatilinin ilk günüydü: Üç hafta okula gitmeyecektim İstediğimi yapabileceğim sonsuz günlerin heyecanıyla sabah erkenden uyandım. Kitap okuyacaktım. Keşfe çıkacaktım.

Şortumu, tişörtümü, terliklerimi giydim. Alt kattaki mutfağa indim. Annem hâlâ uyuyordu, babamsa mutfaktaydı. Pijamasının üstüne sabahlığını giymişti. Cumartesi günleri kahvaltıyı genellikle o hazırlardı.

“Baba, çizgi romanım nerede?” dedim. Cuma günleri işten eve gelmeden, bana SMASH! dergisinin yeni sayısını alırdı; ben de cumartesi sabahlarımı onu okuyarak geçirirdim.

“Arabanın arka kol tuğunda. Kızarmış ekmek ister misin?” diye sordu babam.

“Evet,” dedim. “Ama bu seferkini yakmamaya çalış.”

Babam ekmek kızartma makinelerini sevmediği için ızgarayı kullanır ve çoğunlukla ekmekleri yakardı.

Evin önüne çıktım. Sağa sola bakındım. Eve döndüm, mutfak kapısını ittirip içeri girdim. Mutfak kapısını severdim. Hem içeri hem dışarı açılırdı. Altmış vıl önce bu evde çalışan hizmetkârlar, bu sayede ellerinde tepsilerle rahatça girip çıkabiliyormuş.

“Baba? Araba nerede?”

“Evin önünde.”

“Hayır, orada değil.”

“Ne?”

Telefon çaldı. Babam telefona bakmak için hole çıktı. Biriyle konuştuğunu duydum.

İzgaradaki ekmekten dumanlar tütmeye başladı.

Sandalyemden kalkıp ızgarayı kapadım.

“Arayan polisti,” dedi babam. “Biri arabamızı yolun bitliği yerde terk edilmiş olarak bulmuş. Daha çalındığını bile bildirmemiştim ki dedim. Neyse, şimdi yola çıkarsak çıkmaz sokağın biliminde polislerle buluşabiliriz. Ekmekler!”

Izgaradaki ekmeğe baktı. Ekmek dumandan görünmüyordu ve bir tarafı kömür gibi olmuştu.

“Çizgi romanım arabada mıymış? Yoksa onu da mı çalmışlar?”

“Bilmiyorum. Polis çizgi romandan bahsetmedi

Babam kızarmış ekmeklerin sanık yüzlerine fındık ezmesi sürdü. Sabahlığını çıkarıp pijamasının üstüne paltosunu giydi, ayakkabılarını ayağına geçirdi ve birlikte yolun sonuna yürüdük. Bir yandan yürüyor, bir yandan kızarmış ekmeğini dişliyordu. Bana verdiği kızarmış ekmek elimdeydi ama ağzıma sürmedim.

İki tarafında çayırlar olan daracık yolda beş dakikadır yürüyorduk ki, arkamızda polis aracı belirdi. Araç yavaşladı ve arabayı kullanan polis, babama adıyla seslendi.

Babam polisle konuşurken elimdeki yanık ekmeği arkama sakladım.

Keşke bizimkiler de diğer aileler gibi ekmek kızartma makinesine sığan, dilimlenmiş beyaz ekmeklerden alsaydı. Ama babam kepekli ekmek yapan yerel bir fırın keşfetmişti ve onlardan alışveriş yapmakla ısrar ediyordu. “Tadı daha güzel.” derdi ama bana sorarsanız söylediği çok anlamsızdı. Ekmek dediğin, her şeyden önce beyaz ve önceden dilimlenmiş olurdu, ladı falan olmazdı: Bütün amaç ekmeğin ladini almamak değil miydi?

Arabayı kullanan polis, araçtan inip arka kapıdaki yolcu kapısını açtı. Arabaya binmemi söyledi. Babam, öne, polisin yanına oturdu.

Polis, aracı yavaş sürmeye özen gösteriyordu. Yol o zamanlar çok bozuktu, lek araçlık yer vardı, çamur golleriyle doluydu ve engebeliydi, orasından burasından taşlar fırlardı. Yağmurun, traktörlerin, römorkların gelip gidişiyle o günkü şeklini almıştı.

“Zamane çocuklarının eğlence anlayışı işte” dedi polis. “Araba çalıp dolaşmayı, sonra da bir kenara bırakmayı eğlence sanıyorlar. Buralardan birileri yapmıştır.”

“Bu kadar çabuk bulunmasına sevindim, dedi babam.

Caraway Çiftliği’ni geçerken, saçları beyaz denecek kadar açık sarı, al yanaklı bir kız gözlerini dikip bize baktı. Kucağımdaki yanık ekmeği sıkı sıkı tuttum.

-Arabayı buraya bırakmaları garip,” dedi polis. “Geri dönmek için uzun bir yol yürümeyi göze almışlar.

Son kavşağı döndüğümüzde yolun kenarına, tarlaya açılan bahçe kapısının önüne bırakılmış beyaz Miniyi gördüm; tekerlekleri kahverengi çamura batmıştı. Yanından geçip arabayı çimenlere park etlik. Polis, dışarı çıkabilmem için kapıyı açtı. Hep birlikte Mini nin yanına yürüdüğümüz sırada polis memuru, babama bölgede işlenen suçlardan bahsetti. Elbette arabayı gençler çalmıştı, başka ne olabilirdi? Derken babam yedek anahtanyla yolcu kapısını açtı.

“Arka koltuğa bir şey bırakmışlar,” dedi babam. Polis, bunu yapmamasını söylese de uzanıp arka koltuğu örten mavi battaniyeyi çekti. Ben de çizgi romanımı görmek umuduyla koltuğa bakıyordum. Ama gördüğüm manzara başkaydı.

Gördüğüm şey demeliydim; çünkü ondan insan olarak bahsedebilmem mümkün değildi.

Hayal gücü geniş, kâbus görmeye meyilli bir çocuk olsam da altı yaşındayken annemleri, beni Madame Tussauds’nun Londra’daki balmumu müzesine götürmeye ikna etmiştim çünkü Korku Odası’nı gezmek istiyordum. Çizgi romalılarda okuduğum canavarları görecektim. Dracula’nın, Frankenstein’ın canavarının ve kurtadamm balmumu heykellerinin tattıracağı heyecanı yaşamak istiyordum. Ancak onlar yerine, birilerini öldüren ve sonra başkaları tarafından öldürülen kasvetli görünüşlü insanların

hiç bitmeyecekmiş gibi gelen mumyalarının arasında dolaşırken buldum kendimi. Çoğu ya asılarak ya elektrikli sandalyede ya da ga: odalarında öldürülmüştü. Katiller çoğunlukla, kurbanlarıvla birlikte garip sosyal ortamlarda; örneğin zehirledikten aile üyeleriyle yemek yerken tasvir edilmişti. Kim olduklarını açıklayan ufak tabelalar sayesinde çoğunun, aile üyelerini öldürdüklerini ve cesetleri anatomiyesattıklarını öğrendiım. Anatomi benim için, ilk olarak o gün korkunç bir kelimeye dönüşmüştür.. Anatominin ne olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim, anatominin insanlara kendi çocuklarını öldürttüğüydü.

Korku Odası ndan çığlıklar atarak kaçmadıysam. sebebi balmumu heykellerin hiçbirinin yeterince inandırıcı olmamasıdır. Gerçekten ölü gibi görünmüyorlardı; çünkü hiçbir zaman canlı olmamışlardı.

Arabanın arka koltuğundaki mavi battaniyeyle örtülü şey de (Battaniyeyi tanımıştım. Eski yatak odamda çok üşüdüğüm zamanlarda kullanmak amacıyla rafta tuttuğum battaniyeydi.) inandırıcı değildi. Maden işçisine benziyordu benzemesine ama eski püskü kıyafetler gitmiş, yerini siyah takım elbise, siyah papyon ve beyaz gömlek almıştı. Geriye taranmış saçlarından, doğal olmayan bir parıltı yayılıyordu. Gözlerindeki tüm hayat ışıltıları kaybolmuştu. Dudakları mosmor, derisi kıpkırmızıydı. Sanki biri sağlıklı insan görüntüsünü alıp karikatürize etmişti. Hiç çıkarmadığı altın zincir de artık boynunda değildi.

Kapağında ayııı televizyondaki gibi görünen Batman ile kıvrılmış ve buruş buruş olmuş SMASH! dergisi cesedin altındaydı.

Kimin ne söylediğini hatırlamıyorum ama beni arabadan uzaklaştırdılar. Yolun karşısına geçtim. Polis babamla konuşup defterine bir şeyler not alırken tek başıma öylece durup işlerinin bitmesini bekledim.

Mini’ye baktım. Egzoz borusuna takılmış bir hortum, şoför penceresinden içeri sokulmuştu. Hortum yoğun kıvamlı kahverengi bir çamurla egzoz borusuna sabitlenmişti.

Kimse benimle ilgilenmiyordu. Kızarmış ekmeğimden bir ısırık aldım. Yanıktı ve buz gibiydi.

Evde olduğumuz zamanlarda kızarmış ekmeklerin yanık kısımlarını babam yerdi “Mmmm!” derdi. “Kömür gibi! Bünyeye iyi gelir!” ve “Yanık ekmek! En sevdiğim yiyecek!” Hepsini yalayıp yutardı. Biraz daha büyüdüğümde bana, ekmeğin yanık bölümlerini yemeyi hiçbir zaman sevmediğini, ziyan olmasın diye yediğini söyleyecekti. Bunu söylediğinde biran için bana bütün çocukluğum yalanmış gibi geldi: Dünyamın temelini oluşturan inanç sütunlarından biri daha un ufak olmuştu böylece.

Polis, arabasının ön tarafındaki telsizle konuştu.

Sonra sokağa geçip yanıma geldi. “Bunu gördüğün için üzgünüm evlat,” dedi. “Birazdan başka araçlar da gelecek. Sana kimsenin ayağına dolaşmayacağın bir yer bulalım. Arabanın arka koltuğuna dönmek ister misin?

Başımı iki yana salladım. Tekrar orada oturmak istemiyordum.

“Benimle çiftliğe gelebilir, sorun olmaz,” dedi bir kız.

Benden büyüktü, en az on bir yaşındaydı. Kızıl kahve saçları kızlara göre kısaydı. Burnu kalkık ve çilli, zekâ saçan gözleri ise gri-maviydi. Kırmızı bir etek giymişti. O zamanlar, hele bizim oturduğumuz bölgede kızlar kot giymezdi. Sussex aksanıyla konuşuyordu.

Polis kızla beraber babamın yanına gitti. Kız beni uzaklaştırmak için izin aldı. Derken bir de baktım, kızla birlikte yolun sonuna yürüyorum.

“Arabamızda ölü bir adam var,” dedim.

“Ölmek için buraya, yolun sonuna, geldi.” dedi bana. “Sabahın üçünde kimsenin onu görmeyeceğini, kimsenin onu durduramayacağını biliyordu. Üstelik çamur yumuşak olduğundan, egzozu tıkamakta güçlük çekmemiştir. ”

“Sence intihar mı etti?”

“Evet. Süt içmek ister misin? Ninem, Bessie’yi sağıyordun”

“İnekten sağılan gerçek sütü mü kastediyorsun?” dedim, ve der demez kendimi tam bir budala gibi hissettim. O ise onaylarcasına başını salladı.

Söyle bir düşündüm, o güne dek içtiğim bütün sütler şişe den geliyordu. “Tabii isterim.”

Annemlerden çok daha yaşlı, uzun, gri saçları örümcek ağlarını andıran bir kadının, ineğin yanında durduğu ufak ahıra gittik. İneğin memelerine uzun siyah tüpler takılmıştı.

“Eskiden elle sağardık ama böylesi daha kolay,” dedi kadın. Sütün, ineklen siyah tüplere, tüplerden makineye ve soğutucuya attıktan sonra dev metal güğümlere nasıl geçtiğini anlattı. Güğümler ahırın önüne diziliyor ve her gün sütçü tarafından oradan alınıyordu.

Yaşlı kadın bana Bessie adlı inekten sağdığı kremamsı sütü uzattı: Soğutucudan geçmemiş taze süt. Tadı, o güne kadar tattığım hiçbir şeye benzemiyordu. Süt ılıktı, tadı nefisti. Ağzımın içi bayram etti. Her şeyi unuttuğum halde, o sütü hiç unutmadım.

“Yolun başı kalabalıklaştı,” dedi yaşlı kadın birdenbire. “Sirenlerini çalıştıran polis araçları. Amma gösteri! Haydi, sen oğlanı mutfağa götür. Acıkmıştır. Bir bardak süt, büyüme çağındaki oğlanlara yetmez.”

“Yemek yedin mi?” diye sordu kız.

“Bir parça kızarmış ekmek. O da yanıktı.”

“Benim adım Lettie. Lettie Hempstock. Burası Hempstock Çiftliği. Haydi!” dedi. Beni ön kapıdan geçirip dev gibi mutfağa soktu. Kocaman, tahta bir masanın başına oturttu. Masa leş gibiydi ve üzerinde kirden öyle tuhaf desenler oluşmuştu ki gizemli suratların masadan bana baktıkları hissine kapıldım.

“Erken kahvaltı ederiz,” dedi Lettie. “Süt sağma işlemi günün ilk ışıklarıyla başlar. Ama tencerede biraz yulaf kalmıştır, istersen içine biraz da reçel koyarız.”

Ocaktan aldığı sütlü yulafla doldurduğu kâseyi uzattı ve başımı salladığımı görünce ortasına favorim olan ev yapımı böğürtlen reçelinden döktü. Üstüne krema eklemeyi de ihmal etmedi. Yemeden önce kaşığımla karıştırıp hepsini mora çalan bir bulamaca çevirdim. Hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Tadı mükemmeldi.

Sağlam yapılı bir kadın içeri girdi. Kısa, kızıl kahve saçlarına aklar düşmüştü. Yanakları elma gibi al, dizlerine gelen eteği koyu yeşildi. Wellington çizme giymişti. “Sen yolun başında oturan oğlan olmalısın. Araba yüzünden amma gürültü kopardılar. Birazdan beşinin de çaya ihtiyacı olacak,” dedi.

Lettie, bakır çaydanlığı musluk suyuyla doldurdu. Bir kibrit çakıp gaz ocağını yaktı, çaydanlığı ocağa koydu. Ardından raftan beş fincan indirdi, tereddüt etli, kadına baktı. “Haklısın,” dedi kadın, “Altı. Doktor da gelecektir.”

Ardından dudaklarını büzüp cife dedi. “Notu hâlâ görmediler,” dedi. “Oysa büyük bir dikkatle yazmış, katlayıp gömlek cebine koymuştu. Daha oraya bakmadılar.”

“Ne yazıyor?” diye sordu Lettie.

“Kendin oku,” dedi kadın. Galiba Lettie’nin annesiydi. Onda, anne havası vardı, Lettie’nin değilse bile kesinkes birilerinin annesiydi. “Arkadaşlarının Güney Afrika’dan kaçırıp kendileri adına İngiltere’de bir bankaya yatırması için verdikleri parayı ve madencilikten elde ettiği bütün birikimini alıp Brighton’da kumarda kaybetmiş. Başlangıçta yalnızca kendi parasıyla kumar oynamak niyetindeymiş. Ama bütün parasını kaybetmiş ve arkadaşlarının parasıyla kaybettiklerini geri kazanabileceğini sanmış. Elinde avucunda ne varsa uçup gitmiş,” dedi kadın. “Dünyası kararmış.”

“Öyle yazmamış,” dedi Lettie, gözlerini kısarak.

-Şöyle yazmış:

“Bütün arkadaşlarıma,

Çok üzgünüm, böyle olmasını istemezdim, umarım bir gün beni affedersiniz; çünkü ben kendimi affedemiyorum.”

“Aynı şey,” dedi kadın. Bana döndü. “Ben Lettie’nin annesiyim,” dedi. “Herhalde ahırda annemle tanışmışsındır. Bana Bayan Hempstock derler. Benden önce annem Bayan Hempstock adını kullanırdı, şimdiyse ona “ihtiyar Bayan Hempstock” diyorlar. Burası Hempstock Çiftliği. Bölgedeki en eski çiftliktir kıyamet Günü Kitabında bile geçer.”

Neden hepsinin soyadının Hempstock olduğunu merak çıtım ama sormaya cesaret edemedim. İntihar notunda nc vardığını veva ölen madencinin düşüncelerini nereden bildiklerini de sormadım çünkü yazanları veya adamın düşüncelerini bilmeleri son derece dogalnıış gihi konuşuyorlardı.

Gömlek cebine bakması için polisi dürttüm,” dedi Lettie. “Kendi fikri olduğunu zannedecek.”

“Aferin benim kızıma.” dedi Bayan Hempstock. “Çaydanlıktaki su kaynadığında, sıra dışı bir şey görüp görmediğimi sormak için gelmiş olurlar. O zaman çay ikram ederim. Niçin oğlanı göle götürmüyorsun?”

“Orası göl değil,” dedi Lettie. “Benim okyanusum.” Sonra bana dönüp “Haydi!” dedi

Geldiğimiz yoldan dışarı çıktık. Güne hâlâ gri tonları hâkimdi.

Evin eırafını dolaşıp ineklerin açtığı patikadan aşağı indik.

“Gerçek bir okyanus mu?” diye sordum.

“Ah, evet!” dedi.

Hepsi aniden karşımızda belirdi: Ahşap baraka, eski bank ve aralarında leylak yapraklar ile sazlıkların yer yer dikkat çektiği, karanlık sularıyla küçük göl. Yüzeyde, bozuk paralar gibi parlayan, yan yatmış, süzülen ölü bir balık vardı.

“İyiye âlâmet değil,” dedi Lettie.

“Okyanus olduğunu söylemiştin,” dedim ona. “Burası bir göl, baksana.”

“Hayır, okyanus,” dedi. “Ben daha bebekken onu geçip buraya ulaştık eski vatanımızdan geldiğimizde.” Lettie, kulübeye girdi. Ucuna karides ağını andıran bir ağ takılmış, uzun bambu direkle dışarı çıktı, öne uzanıp büyük bir dikkatle ağı balığın altına yerlcşlirdi. Ardından, balığı sudan çıkardı.

“Ama Hempstock Çiftliği, Kıyamet Günü kilabmda bile varmış,” dedim. “Annen öyle söyledi. O kitapsa Fatih Williamam zamanından kalma.”

“Evet,” dedi Lettie Hempstock.

Balığı ağdan alıp inceledi. Halâ yumuşaktı, sertleşmemişti ve elinde çırpınıyordu. Bu kadar rengi bir arada görmemiştim. Gümüş rengiydi ama allında maviler, yeşiller ve morlar da vardı. Pullarının uçlarıysa siyahtı.

“Bu balığın türü ne?” diye sordum.

“Oldukça garip bir durum,”‘ dedi. Bu okyanustaki çoğu balık ölmez.” Kemik saplı bir çakı çıkardı ama onu neresinden çıkardığını sorsanız söyleyemem. Çakıyı balığın karnına sokup kuyruğuna kadar kesti.

Lettie, “Onu bu öldürmüş,” dedi.

Balığın içinden bir şey çıkardı. Ardından, balığın iç organları yüzünden yağ içinde kalan nesneyi avucuma bıraktı. Eğilip elimi suya soktum, parmaklarımla ovalayarak bana verdiği şeyi temizledim. Gözlerimi dikip uzun uzun inceledim. Kraliçe Victoria bana bakıyordu.

“Çeyreklik mi?” diye sordum. “Balık bozuk para mı yutmuş?”

“Çok kötü, değil mi?” dedi Lettie Hempstock. Güneş batmak üzereydi. Yanaklarına ve burnuna toplanan çiller iyice artmıştı ve saçlarının güneş düşen bölümü, bakır rengi ısıl tılar saçıyordu. “Baban nerede olduğunu merak ediyor. Geri dönme zamanı.”

Gümüş parayı ona geri vermek istedim ama başını iki yana salladı. “Sende kalsın, çikolata veya limonlu şerbet alırsın,” dedi.

“Alabileceğimi sanmıyorum,”‘ dedim. “Bu para çok a:: Dükkânlar hâlâ çeyreklikleri kabul ediyor mu bilmiyorum O zaman kumbarana at. belki sana şans getirir ‘ dedi.

Son sözünü şüpheyle, ne tür bir şans getireceğine emin denilmiş gibi söylemişti.

Polisler, babam ve kahverengi takım elbiseli, kravatlı iki adam çiftliğin mutfağmdaydı. Adamlardan biri bana polis olduğunu söyledi ama üniforma giymiyordu. Onun adına üzüldüm; polis olsam her fırsatla üniformayla dolaşacağıma emindim. Takım elbiseli ve kravatlı diğer adam, aile doktorumuz Doktor Smithson’dı. Çaylarını bitirmek üzereydiler.

Babam, benimle ilgilendikleri için Bayan Hempstock ve Lettie’ye teşekkür etti. Onlar ise “Bir şey değil,” deyip istediğim zaman uğrayabileceğimi söylediler. Bizi Mini’ye getiren polisin arabasına binip evimize doğru yola çıktık. Evimize sapan yolun önünde bizi bıraktı.

“Bundan kardeşine bahsetmemen en iyisi,” dedi babam.

Kimseye bahsetmek istemiyordum. Çok özel bir yer keşfetmiş, yeni bir arkadaş edinmiş, çizgi romanımı kaybetmiştim. Bozuk parayı sıkı sıkı avucumda tutuyordum.

“‘Okyanusu denizden ayıran nedir?” diye sordum.

‘Daha büyüktür,” dedi babam. “Okyanus, denizden kat kat büyüktür. Niçin soruyorsun?”

“Aklıma takıldı,” dedim. “Ufak bir göl büyüklüğünde okyanus olabilir mi?”

“Hayır,” dedi babam. “Göletler gölet büyüklügündedir, göller de göl. Denizler

deniz ve okyanuslar da okyanus. Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus, Hint Okyanusu, Arktik Okyanusu. Galiba dünyadaki okyanuslar bu kadar.”

Babam, annemle konuşmak için yatak odasına çıktı, bir süre telefondaydı. Bozuk parayı kumbarama attım, içinden hiçbir şeyi kolay kolay çıkaramayacağınız porselen kumbaralardandı. Bir gün içinde bozuk para atacak yer kalmadığında onu kıracaktım ama dolmasına daha çok vardı.

III

 

 

 

Beyaz Mini’yi bir daha görmedim. îki gün sonra, pazartesi günü, babama koltukları kırmızı deri kaplı, siyah Rover’ı teslim ettiler. Mini’den çok daha büyüktü ama onun kadar rahat değildi. Deri kaplamaya puro kokusu sinmişti ve Rover’da yaptığımız bu uzun yolculuklarda hepimizi araba tutardı.

Pazartesi gelen tek şey Rover değildi. Bir de mektup aldım.

Yedi yaşındaydım ve hiç mektup almazdım. Doğum günümde büyükannemler ve annemin tanımadığım bir arkadaşı olan Ellen Henderson bana kartpostal yollardı, hepsi bu. Karavanda yaşayan Bayan Henderson, doğum günümde bana bir de mendil yollamıştı. O güne dek mektup yollayan çıkmamıştı ama yine de bana bir şey gelmiş mi diye her gün posta kutusunu kontrol ederdim.

Ve şu işe bakın ki, o sabah bana bir şey gelmişti.

Mektubu açtım. Elimdekinin ne olduğunu anlamadım ve anneme götürdüm.

“Piyango biletine para çıkmış,” dedi annem.

“Nasıl yani?”

“Doğduğunda, büyükannen sana bir piyango bileti aldı Bütün torunlarına almıştı. Çekilişte çıkan numaralara göre binlerce sterlin kazanabileceğin, her yıl tekrarlanan bir piyangodur.”

Binlerce sterlin mi kazanmışım?”

“Hayır.” Kâğıda baktı. “Yirmi beş sterlin kazanmışsın.” Binlerce sterlin kazanmadığıma üzüldüm. (Kazansam ne alacağımı adım gibi biliyordum. Batman’in mağarası gibi gizli girişi olan, yalnız kalabileceğim bir yer satın alacaktım.) Ama hayal bile edemeyeceğim bir servete kavuştuğum için sevinçten havalara uçmuştum. Yirmi beş sterlin! Oyun kartları veya meyve aromalı şeker alabilirdim. Şekerlerin tanesi birkaç metelikti ama metelik artık para birimi olarak kullanılmıyordu. Yirmi beş sterlin. Her sterlini iki yüz kırk peniden ve her peni) yi dört şekerden hesaplarsanız… Hayal bile edemeyeceğim kadar şeker demekti bu.

“Parayı hesabına yatırabilirim,” diyerek, hayallerimi yıktı annem.

O sabah sahip olduğumdan daha fazla şekerim olmadı ama öyle bile olsa, zengindim. Birkaç saniye önce olduğumdan, yirmi beş sterlin daha çok param vardı. Üstelik hayatımda ilk kez bir şey kazanıyordum.

Annemden çantasına kaldırmadan önce, üzerinde adımın yazılı olduğu kâğıdı son bir kez bana göstermesini istedim.

Bu olay pazartesi günü yaşandı. Öğleden sonra, bahçeyle ilgilenmek için pazartesi ve perşembeleri gelen yaşlı Bay Wollery (Kendisi kadar yaşlı olan eşi Bayan Wollery ayakkabılarına galoşlar giyer, çarşamba öğleden sonraları evimize temizliğe gelirdi.) sebze bahçesini kazarken, içi yarım peniler, çeyreklikler ve hatla meteliklerle dolu bir şişe buldu. Bozuklukların hepsi 1937’den öneesine aitti ve bütün öğleden sonramı, sirkeye batırılmış bezle onları parlatarak geçirdim.

Annem, eski bozuk paralarla dolu şişeyi yemek odasındaki şöminenin rafına koydu. Bir para koleksiyoncusunun, onlara iyi para ödeyeceğini tahmin ettiğini söyledi.

O gece yatağıma yattığımda mutluydum ve heyecan içindeydim. Zengindim. Gizli bir hazine bulunmuştu. Dünya harika bir yerdi.

Pusuların nasıl başladığını hatırlamıyorum. Ama rüyalar zaten öyle değil midir? Okuldaydım, kötü bir gün geçiriyordum. Bana hakaretler yağdırıp dayak atacak çocuklardan saklanıyordum ama bütün çabalarıma rağmen beni buldular, okulun arka tarafındaki çalıların içindeydik. Rüya olması gerektiğini biliyordum (ama rüyayı görürken bilmiyordum, gerçek geliyordu, oradaydım); çünkü büyükbabam ve öksü-rüp duran yaşlı arkadaşları da çocukların yanındaydı. Her birinin elinde sivri uçlu kurşun kalemler vardı. Kalemlerin uçları, saplandığında elinizi kanatacak kadar sivriydi. Onlardan kaçtım ama benden hızlıydılar, yaşlı adamlar ve büyükçe oğlanlar, beni saklandığım erkekler tuvaletinde yakaladı. Kollarımdan ve bacaklarımdan tutup ağzımı açmaya zorladılar.

Büyükbabam (ama büyükbabamdan çok. büyükbabamın balmumu heykeli gibiydi,

beni anatomiye satmayı planlıyordu) keskin ve parlak bir şeyi havaya kaldırıp iri parmaklarıyla ağzımdan içeri soktu. Sertti, sivriydi ve tanıdıktı. Böğürup öksiırdüm. Ağzıma metalik bir tat geldi.

Erkekler tuvaletindeki insanlar acımasız gözlerini, zafer dolu bakışlarını bana dikmişlerdi. Boğazımdaki şeye rağmen boğulmamaya çalıştım, onlara bu zevki tattırmayacaktım.

Uyandığımda boğuluyordum. Nefes alamıyordum. Boğazımda bir şey vardı. Sertti, batıyordu ve onu bir türlü boğazımdan dışarı atamıyordum. Uyanırken öksürmeye başladım, yaşlar yanaklarımdan aşağı süzüldü, burnum aktı.

Parmaklarımı boğazıma soktum. Çaresizdim, panik içindeydim ama kurtulmaya kararlıydım. Parmağımın ucu sert bir şeye değdi. Orta parmağımı o sert şeyin diğer tarafına yanladım ve boğazıma takılan nesneyi parmaklarımın arasında tutup dışarı çıkardım.

Nefes almaya çalıştım, sonra çarşafıma kustum Daha doğrusu, kusmak değil de ağzımdan akan kanlı salyalar çav Şala bulaştı. Boğazımdan çıkarmaya çalıştığım sırada, nesne gırtlağımı zedelemişti.

Ne olduğuna bakmadım. Tükürüğümle ve balgamımla yapış yapış olan nesneyi sıkı sıkı avucumda tuttum. Bakmak istemiyordum. Uyanıkken gördüğüm dünya arasındaki o köprünün gerçek olmasını istemiyordum.

Koridoru geçip evin diğer ucundaki banyoya koştum. Ağzımı çalkalayıp musluktan biraz su içtim. Tükürdüğümde. beyaz lavabo kırmızıya bulandı. Ancak bunları yaptıktan sonra beyaz küvetin kenarına oturup avucumu açtım. Korkuyordum.

Ama elimdeki -boğazımdan çıkardığım şey- korkutucu bir şev değildi. Sıradan bir bozuk paraydı: Bir gümüş şilin.

Yatak odama koştum, giyindim, ıslak bir bezle, çarşaftaki kusmuk lekelerini elimden geldiğince lemizledim. O gece yatağa dönmeden önce çarşafların kuruyacağını umdum. Ardından alt kata indim.

Bozuk paradan birine bahsetmek istiyor ama kime söyleyeceğimi bilmiyordum. Yetişkinleri bilirim, neler olduğunu anlatsam bile bana inanmazlardı. Büyükler, doğruyu söylediğimde bile zaten bana pek inanmıyorlardı, bu kadar olağandışı bir şeye inanmaları mümkün müydü?

Kardeşim arka bahçede arkadaşlarıyla oynuyordu. Beni gördüğünde öfkeyle üzerime yürüdü. “Senden nefret ediyorum. Geldiklerinde, annemle babama seni şikâyet edeceğim,” dedi.

“Ne?”

‘Biliyorsun,” dedi kız kardeşim. “Senin yaptığını biliyorum.”

“Neyi yaptığımı?”

“Bana bozuk para fırlattığını. Hepimize. Çalılardan. Gerçek bir pislik gibi davrandın.”

“Ben yapmadım ki!”

Ne kadar canımız yandı biliyor musun?”

Arkadaşlarının yanına döndü, öfkeyle bana baktılar. Boğazım kurumuştu ve acıyordu.

Yola doğru yürüdüm. Nereye gitmeyi planladığımı bilmiyordum. Sadece uzaklaşmak istiyordum.

Lettie Hempstock, garaj yolunun bittiği yerde, kestane ağaçlarının altında duruyordu. Sanki yüz yıllardır orada durmuş beni bekliyordu ve gerekirse bir yüz yıl daha bekleyebilirdi. Elbisesi beyazdı ama kestane ağacının yeni yeni filizlenen yapraklarından süzülen ışık onu yeşile boyuyordu.

“Merhaba,” dedim.

“Kâbus gördün değil mi?” dedi.

Cebimden bozuk parayı çıkarıp gösterdim. “Az kalsın bunun yüzünden boğuluyordum,” dedim ona. “Ama tam zamanında uyandım. Ağzıma nasıl girdiğini bilmiyorum. Biri parayı ağzıma soksaydı herhalde uyanırdım. Galiba tam ben uyanırken kendiliğinden boğazımda belirdi.”

“Evet,” dedi Lettie.

“Kardeşim onlara çalılardan bozuk para fırlattığımı söylüyor ama yapmadım.”

“Evet,” diye bana hak verdi. “Yapmadın.”

“Lettie? Neler oluyor?” diye sordum.

“Ah,” dedi, her şey gün gibi aşikârmışçasına. “Biri, insanlara para vermeye çalışıyor. Ama çok beceriksizce yapıyor ve uykuda olması gereken şeyleri uyandırıyor. Bu hiç iyi değil.”

“Ölen adamla bir ilgisi var mı?”

“Bir ilgisi var mı? Evet.”

“Bunu o mu yapıyor?”

Başım iki yana salladı. “Kahvaltı eltin mi? diye sordu bana.

Başımı iki yana salladım.

“Tamam o zaman,” dedi. “Benimle gel.”

Birlikte yolun sonuna doğru yürüdük, ileride sağlı sollu bir iki ev vardı o zamanlar. Yanlarından geçerken evleri işaret etti. “O evde yaşayan adam rüyasında satıldığını, paraya dönüştüğünü görmüştü. Şimdi ise aynalarda garip şeyler görüyor.” dedi Lettie Hempstock.

“Garip derken?”

Kendisini görüyor ama gözlerinin yerinde dışarı uzanan pamuklar var. Ağzından da pençemsi garip şeyler çıkıyor. Yengeçlerin kıskaçlarını bilir misin?”

Aynaya baktığında ağzından kıskaç çıktığını gören adamı düşündüm. “Neden boğazımda bozuk para buldum?” “insanlara para vermek istedi.”

“Opal madencisi mi? Arabada ölen adam?”

“Evet. bir bakıma. Tam olarak değil ama bütün bunları ateşleyen fitil oydu. ölümü, ortalığı alevlendiren kıvılcımdı. Ama şimdiki patlamalar ona ait değil. Başka biri. Başka bir şey.”

Eliyle çilli burnunu ovuşturdu.

“O evde oturan kadın delirdi,” dedi başka bir evi işaret ederek. Doğruyu söylediğinden bir saniye bile şüphe etmedim. “Paralarını yatağının altına saklamış ve artık biri gelip hepsini çalacak diye yataktan çıkamıyor.”

“Nereden biliyorsun?”

Omuz silkti. “Benim kadar yaşamışsan böyle şeyleri bilirsin.”

Ayağımla taşlardan birini tekmeledim. “Benim kadar yaşamışsan derken, çok uzun zamanı mı kastediyorsun?” Başını salladı.

‘”Gerçekte kaç yaşındasın?” diye sordum.

“On bir.”

Şöyle bir düşündüm. “Ne kadardır on bir yaşındasın?” diye sordum.

Gülümsedi.

Caraway Çiftliği’ni geçtik. Bir gün Callie Anders’ın annesi ve babası olduğunu öğreneceğim iki kişi, tarlada kavga ediyordu. Bizi görünce bağrışmayı kestiler.

Virajı dönüp görüş alanlarından çıktığımızda, “Zavallılar.” dedi Lettie.

“Neden zavallı olduklarını düşünüyorsun?”

“Çünkü ekonomik sorunları var. Adam bu sabah rüyasında… Karısının para kazanmak için kötü şeyler yaptığını gördü. İçine kurt düşünce karısının çantasını karıştırdı ve bir tomar on şiliıılik banknot buldu. Kadın paranın nereden geldiğini bilmediğini söylüyor ama kocası inanmıyor. Daha doğrusu neye inanacağını bilmiyor.”

“Bütün kavgalar ve rüyalar parayla mı ilgili?”

“Emin değilim,” dedi Lettie. Beni korkutan, yetişkinlerinki gibi bir ses tonuyla söylemişti bunu.

“Olup bitenler çözülemeyecek şeyler değil,” diye devam etti. O zaman, yüzümdeki endişeli ifadeyi fark etti. Ürktüğümü anladı. “Krep yedikten sonra hallederiz,” dedi.

Lettie, metal bir tavada bize krep pişirdi. Her biri kâğıt kadar inceydi ve piştiklerinde, Lettie üzerlerine limon sıkıp kayısı reçeli sürüyor, sonra da sigara sarar gibi

yuvarlıyordu. Yeterince krepimiz olduğuna kanaat getirince, mutfak masasına geçip karnımızı tıka basa doyurduk.

Mutfakta bir şömine vardı, hâlâ kor halinde olan kömürlere bakılırsa, gece boyunca yanık kalmıştı. Bu mutfağın samimi bir havası var, diye düşündüm.

“Korkuyorum,” dedim Lettie’ye.

Gülümsedi. “Güvende olmanı sağlayacağım. Söz veriyorum. Ben hiç korkmuyorum.”

Bense hâlâ korkuyordum ama eskisi kadar değil. ‘Olup bitenler çok ürkütücü.”

“Sana söz verdim,” dedi Lettie Hempstock. İncinmene izin vermeyeceğim.”

“İncinmek mi?” dedi biri, hafiflen çatlayan bir ses tonuyla. “Ne incinmesi? Kim incinmiş? Niye birileri incinsin?

Konuşan ihtiyar Bayan Hempstocktı. Kenarlarından tul tuğu önlüğünü nergislerle doldurmuştu ve çiçeklerin yapraklarından yansıyan ışık, yaşlı kadının yüzünü de, mutfağı da hoş göze hoş gelen sarı tonlarına boyuyordu.

“Bir şey bela saçıyor. İnsanlara para veriyor.Hem rüyalarında hem gerçek hayatta,” dedi Letlie. Yaşlı kadına, boğazımdan çıkan parayı gösterdi. “Arkadaşım sabah uyandığında, az kalsın bu para yüzünden boğuluyormuş.”

İhtiyar Bayan Hempstock, önlüğünü mutfak masasına yaslayıp, çiçekleri masaya döktü. Ardından bozuk parayı Lettie’den aldı. Gözlerini kısıp parayı kokladı, ovuşturdu, dinledi (en azından parayı kulağına yaklaştırdı). Sonra mora çalan dilinin ucuyla paraya dokundu.

“Yeni, dedi incelemesi bittiğinde. “Üzerinde 1912 yazıyor ama dünden önce yokmuş.”

“Onda bir gariplik olduğunu biliyordum,” dedi Lettie. ihtiyar Bayan Hempstock’a baktım. “Nereden biliyorsunuz?”

“İyi bir soru tatlım. Genel olarak elektron sayısındaki azalmadan. Elektronları görebilmek için, nesnelere çok yakından bakman gerekir. Belli belirsiz gülümsemeleri andıran mini minnacık şeylerdir. İnsanın içini karartan gri parçalara da nötron denir. Paranın elektronları, 1912’den kalmış olamayacak kadar neşeliydi. Bu yüzden harfleri ve kralın kafasını inceledim. Hepsi fazla sivri ve parlak. Yıpranan yerler bile özellikle öyle yapılmış görünüyor.”

“Gözleriniz çok keskin olmalı,” dedim ona. Etkilenmiştim. Paramı geri verdi.

‘Eskiden olduğu kadar iyi görmüyorum ama benim yaşıma geldiğinde senin gözlerin de, şimdiki kadar keskin olmayacak.” Espri yapmışçasına güldü.

“Kaç yaşındasınız?”

Lettie bana öyle bir bakış fırlattı ki, kabalık etmiş olmaktan korktum. Yetişkinler bazen yaşlarının sorulmasından hoşlanmaz, bazen de hoşlanır. Tecrübelerime göre yaşlılar hoşlanırdı. Yaşlarıyla gurur duyarlardı. Bayan Wollery yetmiş yedi, Bay Wollery seksen dokuz yaşındaydı ve bize kaç yaşında olduklarını söylemeye bayılırlardı.

Ihuy.ır Bayan Hempstock dolaba uzanıp rengarenk vazo-lan indirdi. “O kadar yaşlıyım ki, Ay’ın yaratıldığı zamanı hatırlıyorum,” dedi.

“Ay, hep yok muydu?”

“Ne şirinsin! Gökyüzü bomboştu. Ay’ın geldiği günü hatırlıyorum. Gökyüzüne baktık. O zamanlar, yeşil ve mavi değil, kirli bir kahverengi ve puslu gri rengiydi.”

Musluğu açıp vazoları yarıya kadar doldurdu. Sonra kararmış mutfak makasını alıp nergislerin saplarını kesti.

“Bunları ölen adamın yapmadığına emin misiniz?” dedim. “Belki hayaleti peşimize düşmüştür?”

Kız ve yaşlı kadın bu lafıma güldüklerinde kendimi aptal gibi hissettim. “Özür dilerim.”

“Hayaletler hiçbir şeyi yoktan var edemez,” dedi Lettie. “Çoğu zaman eşyaları oynatmasını bile beceremezler.”

“Gidip anneni çağır. Çamaşır yıkıyordu,” dedi ihtiyar Bayan Hempstock, Lettie’ye. Sonra bana döndü. “Sen de çiçekleri hazırlamama yardım et.”

Çiçekleri vazolara koymasına yardım ettim. Vazoları nereye yerleştireceğimiz konusunda fikrimi aldı. Hepsini önerdiğim yerlere koyduk. Kendimi çok ayrıcalıklı hissettim.

Gün ışığından yapılmışa benzeyen nergisler, loş mutfağı güzelleştirmişti. Zemin, kızıl ve gri kum taşlanndandı. Duvarlarsa beyaza boyanmış ahşaptan.

Yaşlı kadın, Hempstock’ların kendi arı kovanlarından gelen baldan bir kaşık alıp kâseye koydu ve üstüne kaymak ekledi. Hemen kaşığı daldırdım, sakız gibiydi, balın tadı her lokmada ağzıma yayılıyor, yuttuğumdaysa yabani çiçeklerin tadı damağımda kalıyordu.

Lettie annesiyle birlikte mutfağa döndüğünde son lokmalarımı bitiriyordum. Bayan Hempstock’in ayaklarında vuıe Wellington çizmeler vardı. Acelesi varmış gibi koşar adım yürüyordu. “Anne!” dedi. “Oğlana bal mı verdin! Dişleri çürüyecek.”

“İhtiyar Bayan Hempstock omuz silkti “Ağzındaki mikropları azarlar, dişlerini rahat bırakmalarını söylerim,” dedi “Bakterilere patronluk taslayamazsın.” dedi Bayan Hempstocklardan genç olanı. “Bundan hoşlanmadıklarım bilirsin.”

Ne budalalık!” dedi yaşlı kadın. “Bakterileri rahat bırakırsan, her yanı ele geçirirler. Onlara kimin patron olduğunu gösterirsen sana kul köle olurlar. Peynirimin tadını biliyorsun.” Bana döndü. “Peynirimle madalya bile kazandım,” dedi. “Madalya. Yaşlı kralın zamanında, peynirimden almak için bir halta at sırtında seyahat edenler olurdu. Dediklerine göre bizzat kral ve oğulları Prens Dickon, Prens Geoffrey, hatta küçük Prens John peynirimin tadına bakmış. O güne dek yedikleri en lezzetli peynir olduğunu söylemişler…” “Nine,” dedi Lettie. Yaşlı kadın aniden sustu.

“Fındık ağacından değneğe ihtiyacın olacak,” dedi Lettie’nin annesi. Sonra çok emin olmayan bir ses tonuyla ekledi. “Sanırım ufaklığı da götürebilirsin. Ne de olsa onun parası. Yanında olursa işin kolaylaşır. Dişinin yarattığı bir şeye ihtiyacım var.”

“Dişi mi?” dedi Lettie.

Kemik saplı çakısı elindeydi. Ama bıçağı yuvasmdaydı.

“Tadı dişilerinkine benziyor,” dedi Lettie’nin annesi. “Unutma ki, yanılıyor da olabilirim.”

‘ Oğlanı götürme,” dedi ihtiyar Bayan Hempstock. “Onu götürmek belaya davetiye çıkarmak olur.”

Hayal kırıklığına uğradım.

‘Bize bir şey olmaz,” dedi Lettie. “Ben ona bakarım. O ve ben. ikimiz. Harika bir macera olacak. Yalnız gitmemiş olurum. Lütfen nine.”

Umutla ihtiyar Bayan Hempstoek’a bakıp cevap vermesini bekledim.

“Sorun çıkarsa seni uyarmadığımı söyleme,” dedi İhtiyar Bayan Hempstock.

“Teşekkürler nine. Söylemem. Dikkatli olacağım.”

İhtiyar Bayan Hempstock burnunu çekti. “Aptalca bir şey yapmayın. Temkinli olun. Onu bağlayın, geçitleri kapayın, yeniden uyutun.”

“Biliyorum, biliyorum,” dedi Lettie. “Gerçekten ezberledim artık. Bize bir şey olmaz.”

Kelimesi kelimesine böyle söyledi. Ama yanılıyordu.

IV

 

 

Lettie beni eski yoldaki fındık ağacının yanına götürdü (fındıklar çoktan olgunlaşmıştı). İnce dallardan birini kırdı. Ardından bu işi binlerce kez yapmış gibi ustalıkla, çakısını çıkarıp dalın kabuğunu soydu ve ucunu Y oluşturacak şekilde ikiye böldü. Çakıyı kaldırdı (nereye kaldırdığını göremedim) ve Y ‘nin iki ucunu iki eliyle tuttu.

“Maden aramayacağım,” dedi bana. “Onu yol bulmakta kullanacağım. Mavi… Mavi bir şişe arıyoruz, sanırım onunla başlamalıyız. Mavi değil, mor da olabilir. Ama parlak.”

Peşinden gidip etrafı araştırdım. “Görebildiğim kadarıyla yok.”

“Buralardadır,” diye temin etti beni.

Etrafa bakındım. Çimenlere, yol kenarında dolaşan alacalı tavuğa, paslı tarım makinelerine, yol kenarına bırakılan ahşap masaya ve üzerindeki altı adet boş güğüme baktım. Hiçbir şeye aldırmadan uyuyan bir hayvanı andırıyordu, Hempstock’ların kızıl tuğladan inşa edilmiş çiftlik evi. Baharla beraber filizlenen çiçekleri, sonsuza uzanan beyaz ve sarının birbirine geçtiği papatya tarlalarını, unutmabeni çiçeklerini, düğün çiçeklerini görebiliyordum. Geç açmış masmavi bir çan çiçeğiyse güğümlerin durduğu masanın gölgesinde kalmıştı. Yaprakları çiyden ışıl ışıldı…

Şu olabilir mi?” diye sordum.

Gözlerin keskinmiş,” dedi, onaylarcasma.

Mavi çan çiçeğine doğru yürüdük. Yanına vardığımızda Lettie gözlerini kapadı. İleri geri sallanıp fındık ağacından değneği havaya kaldırdı. Sanki Lettie, bir saatin veya pusulanın merkeziydi vc değnek de gece yarısını gösteren akrep veya kuzeyi gösteren ibreydi. “Siyah,” dedi aniden, sanki rüyasında gördüğü bir şeyi tarif ediyordu. “Ve yumuşak.”

Mavi çandan uzaklaştık. Romalılardan kaldığını hayal etmekten hoşlandığım yol boyunca ilerledik. Yüz metre kadar gitmiş, Mini’niıı park edildiği yere yaklaşmıştık ki, aradığını buldu: Çitlerin arasındaki dikenli tele takılmış, siyah bir kumaş parçası.

Lettie kumaşa yaklaştı. Yine fındık ağacından değneği uzattı, yine yavaşça döndü ve: “Kırmızı,” dedi, kendinden emin bir ses tonuyla. “Kıpkırmızı. Şu yönde.”

İşaret ettiği yöne doğru ilerledik. Çayırları geçip ağaçlanıl yanına vardık. “Orada,” dedim şaşkınlıkla. Küçücük bir hayvanın leşi -uzaktan tarla faresine benziyordu- yosunların arasındaydı. Kafası yoktu, kürkü ve yosunlar, kana bulanmışu. Kıpkırmızıydılar.

“Artık koluma gir ve sakın bırakma,” dedi Lettie.

Sağ elimle sol kolunu, dirseğinin hemen altını tuttum. Değneği oynattı. “Bu taraftan,” dedi.

“Ne arıyoruz?”

“Yaklaşıyoruz,” dedi. “Şimdi aradığımız şey, bir fırtına.” Ağaçların arasına daldık. Sık bir ormandı, gökyüzüne uzanan yapraklar, ışığın içeri süzülmesine izin vermiyordu. Güçlükle ağaçlann arasından geçip açıklığa vardık. Karşı tarafa ulaşana kadar bu yeşil dünyanın içinde ilerledik.

Sol taraftan, gök gürültüsünü andıran bir ses duyuldu. “Fırtına” diye mırıldandı Lettie. Vücudu yeniden dönmeye başladı vc kolunu tuttuğum için ben de onunla döndüm. Kolundan gelen bir enerjinin içime yayıldığını hissettim veya öyle olduğunu hayal ettim. Sanki güçlü bir motora dokunuyordum.

Yeni bir yön belirledi. Sığ bir dereyi geçtik. Derken aniden durdu, yalpaladım ama düşmedim.

“Geldik mi?” diye sordum.

“Hayır,” dedi. “Geldiğimizi biliyor. Bizi hissediyor. Yanma gitmemizi istemiyor.”

Fındık ağacından değnek, artık mıknatısa doğru çekilen demir gibi oynuyordu. Lettie zevkle sırıttı.

Rüzgâr, yaprakları ve toprağı suratımıza savurdu. Uzaktan tren sesini andıran bir uğultu geliyordu. Görmek gittikçe zorlaştı. Tepemizdeki yapraktan örtü yüzünden gökyüzünü

geliyordu. Görmek gittikçe zorlaştı. Tepemizdeki yapraktan örtü yüzünden gökyüzünü gö-remiyordum. Sanki tam üstümüzde dev fırtına bulutları toplanmış veya gündüzden birdenbire gece yarısına geçmiştik.

“Eğil!” diye bağırdı Lettie. Yosunların üstüne çömelip beni de aşağı çekti. Kıpırdamadan yattı, ben de kendimi aptal gibi hissederek yanına uzandım. Yer nemliydi.

“Ne kadar böyle kalacağız?”

“Şşşş!” dedi öfkeyle. Hiçbir şey söylemedim.

Ağaçların arasından çıkan bir şey, başımızın üstünden geçti. Yukarı baktığımda göz ucuyla kahverengi ve tüylü bir şey gördüm. Dev bir halı gibi dümdüzdü. Kenarlan şaklayıp kıvrılıyordu ve halının ortasında, aşağı dönük, düzinelerce keskin diş vardı.

Şaklayıp üstümüzde süzüldükten sonra geldiği yere geri döndü.

“O da neydi?” diye sordum. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, ayağa kalksam dengemi sağlayabileceğim şüpheliydi.

“Manta kurdu,” dedi Lettie. “Bu kadar ilerlememiz gerekeceğini düşünmemiştim.” Ayağa kalkıp tüylü şeyin gittiği yöne baktı. Fındık ağacından değneğinin ucunu havaya kaldırdı ve yavaşça döndürdü.

Hiçbir şey algılamıyorum,” dedi. Başını geriye yatırıp gözlerine giren saçları arkaya ittirdi. “Ya saklanıyor ya da çok yaklaştık.” Dudağını ısırdı. Sonra “Bozuk para,” dedi. “Boğazına takılan, çıkarır mısın?”

Parayı sol elimle cebimden çıkarıp ona uzattım.

Hayır,” dedi. “Ona dokunamam, şimdi olmaz. Çatalın ucuna koy.”

Neden diye sormadım. Y’nin iki ucunun kesiştiği yere gümüş parayı bıraktım. Lettie kollarını uzatıp yavaşça döndü, değneğin ucu dümdüzdü. Ben de onunla beraber döndüm ama herhangi bir enerji hissetmedim. Bu sefer uğuldayan makineler yoktu. Yarım daire çizmiştik ki durdu. “Bak!” dedi.

Baktığı yere baktım ama ağaçlar ve gölgelerinden başka bir şey görmedim.

“Hayır, bak. işte orada.” Eliyle işaret etti.

Değneğin ucundan dumanlar yükseldi. Azıcık sola, azıcık sağa döndü, biraz daha sağa, derken değneğin ucunda turuncu bir ışıltı belirdi.

“Daha önce böylesini görmemiştim,” dedi Lettie. “Bozuk parayı bir tür kuvvetlendirici olarak kullanıyorum ama bu…”

Çat sesinin ardından değnek alev aldı. Lettie değneğin ucunu nemli yosunlara bastırdı. “Parayı geri al,” dedi. Söyleneni yaptım, sıcak olması ihtimaline karşı dokunurken temkinliydim ama buz gibiydi. Lettie, değneği yosunların arasına bıraktığında, kömürleşen ucundan ürkütücü dumanlar yükseliyordu.

Lettie yürüdü. Ben de yanında yürüdüm. Artık el ele tutuşuyorduk, sağ elimle sol elini tutmuştum. Havai fişeklerinkini andıran garip bir koku geliyordu burnuma. Ormanın içine doğru attığımız her adımda, dünya biraz daha karardı.

“Seni güvende tutacağımı söylemedim mi?” dedi Lettie.

“Söyledin.”

“Zarar görmeyeceğine söz verdim.”

“Evet.”

“Elimi tutmaya devam et. Sakın bırakma,” dedi. “Ne olursa olsun sakın bırakma.”

Eli ılıktı ama terli değildi. Güven vericiydi.

“Elimi tut,” diye tekrarladı. “Ve ben sana söylemedikçe hiçbir şey yapma. Anladın mı?”

“Kendimi güvende hissetmiyorum,” dedim.

Yanıldığımı söylemedi. “Tahmin ettiğimden daha ileri gittik,” dedi. “Fazla uzaklaştık. Sınırın bu bölgesinde ne tür yaratıkların yaşadığına emin değilim.”

Ağaçlar sona erdi, açık bir araziye vardık.

“Çiftliğinizden uzakta mıyız?”

“Hayır. Hâlâ çiftliğin sınırlan içindeyiz. Hempstock Çiftliği çok geniştir. Büyük bölümünü anavatanımızdan gelirken yanımızda getirdik. Çiftlik bizimle geldi ve başka

şeyleri de beraberinde getirdi. Ninem, onlara asalak diyor.”

Nerede olduğumuzu bilmiyordum ama hâlâ Hempstock’ların arazisinde olduğumuza inanamıyordum. Doğup büyüdüğüm dünyada olduğumuzdan bile emin değildim. Burada gökyüzü, insanı tetikte olmaya davet eden donuk bir turuncuydu. Bitkiler dev ve dikenliydi; san olması gereken sabır çiçekleri gümüşümsü bir yeşildi ve metalden yapılmışa benziyorlardı.

Avucumda dura dura ısınan bozuk para soğumaya başladı ve buz kesene kadar da bu durum değişmedi. Para sol elimdeydi, sağ elimle Lettie Hempstock’ın elini sıkı sıkı tutuyordum.

“Geldik,” dedi.

Önce bir binaya baktığını sandım. Rüzgârda uçuşan gri ve pembe kumaşlar bir tür çadır oluşturmuştu ama bu çadır o güne dek gördüklerimin aksine taşra kiliseleri kadar yüksek” Hava koşullarının ve zamanın etkisiyle yıpranmış olsa da turuncu göğe meydan okuyordu.

Derken koca kumaş hareket etti, bize doğru döndü. Yüzünü gördüm. Tekme atılan köpeklerin inlemesini andıran bir ses duyuldu. Nereden geldiğini anlamak için etrafa bakındığımda şaşkınlıkla sesin benden çıktığını fark ettim.

O yüzü nasıl anlatabilirim bilmiyorum, gözlerinin yerinde kara delikler vardı. Arkası boştu. Havada uçan, kumaştan gri bir maskeden farksızdı ama akıl almaz büyüklükteydi Orasından burasından sarkan kumaş parçalan rüzgârda uçuşuyordu.

Yüzü oluşturan kumaşlar kıpırdandı, dev yaratık bize bakıyordu.

“Adını söyle,” dedi Lettie Hempstock.

Kısa bir duraksama. Boş bakan gözler böcekleri süzercesine süzdü bizi. Ardından rüzgârınki gibi tarif edilemez bir ses, “Ben bu mekânın hanımıyım,” dedi. “Çok uzun zamandır buradayım. însanlann birbirlerini kayalıklarda kurban ettikleri zamanlardan beri adım bana aittir çocuk, sana değil. Şimdi üfleyip sizi uzaklara yollamadan önce beni rahat bırakın.” Kırık yelken direğini andıran kolunu salladığında, tepeden tırnağa ürperdim.

Lettie Hempstock elimi sıktı. Kendimi güçlü hissettim. Daha cesur. “Sana adını söylemeni emrettim. Ne kadar yaşlı olduğunu söyleyip hava atmanı değil… Şimdi bana adım söyle. Bil ki, üçüncü defa sormayacağım.”

Artık sesi, taşralı bir kızınkine benziyordu. Hem de hiç olmadığı kadar. Belki sesindeki öfke tınısı yüzündendi; kızdığında kelimeler ağzından farklı çıkıyordu.

“Hayır,” diye fısıldadı gri şey. “Küçük kız, küçük kız… Arkadaşın kim?”

-Hiçbir şey söyleme,” diye fısıldadı Lettie. Dudaklarımız sıkı sıkı kapayıp başımı salladım.

“Bu isten sıkılmaya başlıyorum,” dedi gri yaratık, yırtık paçavraları andıran kollarını sallayarak. “Bir şey bana gelip yardım dilendi. Sevilmek istiyordu. Herkesi nasıl mutlu edebileceğimi öğretti. İnsanlar basil yaratıklarmış, ick istedikleri paraymış, daha fazlası değil. Para… Sadece para. İşlerinin karşılığı olarak verilen ödüller. Halbuki dilese, onlara bilgelik barış veya huzur bahsedebilirdim…”

“Sakın,” dedi Lettie Hempstock. “Sende onlann isteyebileceği hiçbir şey yok. İnsanlan rahat bırak!”

Rüzgâr gürledi ve dev gibi yaratığın yelkenleri andıran kolları havada sallandı. Rüzgâr kesildiğinde, yaratık konumunu değiştirmişti. Şimdi yere daha yakındı, iki beyaz fareye bakan kumaştan bir bilim insanı gibi bizi inceliyordu.

El ele tutuşmuş iki küçük fare.

Lettie’nin eli terlemişti. Ya beni ya kendini sakinleştirmek için elimi sıktı. Ben de elini sıkarak karşılık verdim.

Kumaşın, yüze karşılık gelmesi gereken yırtık bölümü buruştu. Galiba gülümsüyordu. Evet, gerçekten gülümsü-yordu. Kara gözleriyle beni inceliyor, atomlarıma ayırıyordu. Sanki hakkımdaki her şeyi -benim bile bilmediğim şeyleri-biliyordu.

Elimi tutan kız, “Bana adını söylemezsen seni adsız bir yaratık olarak bağlarım,” dedi. “Adını bilsem de bilmesem de sonuç değişmeyecek, kaderin mühürlenecek.”

Lettie cevap vermesini beklediyse de yaratık hiçbir şey söylemedi. O zaman Lettie Hempstock, anlamadığım bir dilde bir şeyler söylemeye başladı. Kimi zaman konuşmayı kimi zaman şarkıyı andıran, daha önce hiç duymadığım ve hayatımın ilerleyen dönemlerinde hiç duymayacağım bir dildi.

Ama melodiyi tanıyordum. “Daha dün annemizin” diye başlayan çocuk şarkısıydı. Melodi aynıydı ama kullandığı kelimelerin çok daha eski olduğuna emindim.

O şarkısını söylerken, turuncu göğün altında bir şeyler değişti. Toprak canlandı, solucanlarla doldu. Uzun gri yaratıklar, yeraltından çıkıp ayaklarımızın altına toplandı.

Dalgalanan kumaşın ortasından üstümüze doğru bir şey savruldu. Futbol topundan biraz daha büyükçeydi. Okulda ne zaman yakan top benzeri bir oyun oynasak ya kaçmakta gecikirim ya da yakalamam gereken topu yere düşürürüm acımasız toplar her zaman karnıma veya yüzüme isabet eder.

Ancak her nasılsa bu sefer farklıydı. Belki de sadece benim değil, Lettie’nin de üzerine geldiğinden.

Hiç düşünmeden harekete geçtim.

Lettie’nin elini bıraktım, ellerimi öne uzatıp örümcek ağlarını andıran çürümüş ipliklerden oluşan yumağı yakaladım.Elim iplere değdiği anda büyük bir acı hissettim. Ayağımın tabanından geliyordu, raptiyeye basmıştım sanki. Bıçak gibi keskindi acı. Bir saniye bile sürmedi.

Lettie elime vurup yumağı düşürmemi sağladı, iplikten top yere düşüp kendi içine kıvrıldı. Lettie yeniden sağ elimi tuttu. Hem de eskisinden de sıkı. Bütün bunlar olurken şarkı söylemeye devam ediyordu.

Defalarca rüyamda o şarkıyı, basit melodiye eşlik eden garip kelimeleri duydum ve o rüyalarda bazen, eğer şanslıysam, Lettie’nin kelimeleri berraklaşırdı, ne söylediğini anlayıverirdim ve ben de o dili konuşurdum: ilk dili. Kadim kelimeleri kullanırken gerçek olan her şeyin doğası üzerinde hak sahibiydim. Rüyalarımın dili, varoluşun diliydi ve söze dökülebilen her şey gerçeğe dönüşürdü; çünkü o dilde söylenenler yalan olamazdı. Yaratılışın ilk tuğlasıydı söz. Rüyalarımda o dili hastaları iyileştirmek ve uçmak için kullanırdım. Bir keresinde rüyamda deniz kenarında pansiyon işletiyordum. Orada kalmaya gelen herkese o dilde “İyileşin,” diyordum ve iyileşiyorlardı; içlerindeki yaralar kapanıyordu, kendileriyle barışıyorlardı. Bunu yapabiliyordum; çünkü dünyayı şekillendiren dili konuşuyordum.

Ve o gün Lettie de dünyayı şekillendiren dili konuştuğu için, ne söylediğini anlamasam da ne söylendiğini anlıyordum. Açıklıktaki yaratığı sonsuza dek oraya bağlıyor, o topraklara hapsediyor, bölgesinin dışındaki yaratıkları etkisialtına almasını men ediyordu.

Lettie Hempstock şarkısını tamamladı.

Yaratığın çığlıklarını zihnimde duyduğumu sandım, itiraz ediyor, yalvarıyordu. Turuncu göğün altındaki mekan sessizdi. Sadece dalgalanan kumaş ve rüzgârın hışırdattığı çalılar bölüyordu sessizliği.

Rüzgâr kesildi.

Parçalanmış gri kumaş, ölmüş gibi, unutulmuş bir çamaşır gibi kara toprağa düştü. Artık kıpırdamıyordu.

“Bu kadarı onu burada tutmaya yeter,” dedi Lettie. Ama elimi sıktığında keyfi yerindeymiş gibi davranmaya çalışsa da beceremiyordu. “Seni eve götürelim,” dedi hüzünlü bir ses tonuyla.

El ele yeşilliklerin arasından yürüdük, süslemeli yapay bir gölün üstündeki kırmızı-sarı köprüden geçtik, mısır tarlalarını aşıp ahşap merdivenleri tırmandık ve başka bir tarlaya vardık. Bu seferkine, ufak turpları andıran, siyah, beyaz, kahverengi ve turuncu şeyler ekilmişti; aslında turptan çok tüylü yılanlara benziyorlardı; çünkü güneş altında kıvrılıp gerildiklerini görebiliyordum.

“Nedir bunlar?” diye sordum.

“İstiyorsan bir tanesini çekip bakabilirsin,” dedi Lettie.

Yere baktım, ayağımın dibindeki tüylü yaratık kapkaraydı. Eğilip sol elimle dibinden sıkıca tutup çektim.

Topraktan çıkan şey öfkeyle çırpındı. Elim düzinelerce iğne saplanmışçasına acıdı. Üstündeki toprağı temizleyip ondan özür diledim. Elimdeki mini minnacık yaratık o zaman, öfkeden çok şaşkınlıkla bana baktı. Kafası karışmıştı. Elimden gömleğime sıçradığında başını okşadım. Yavru bir kara kediydi, soru soran mavi-yeşil gözleriyle bana bakıyordu; kulağındaysa onu daha da şirin kılan beyaz bir benek vardı.

“Çiftlikteki kediler normal yollardan doğar.” dedi Lettie.

“Nasıl yani?”

“Koca Oliver sayesinde. Çok tanrılı çağlarda çiftliğe gelmiş. Çiftliğimizdeki kedilerin kökleri ona kadar gider.”

Gömleğime sıkı sıkı tutunan kediye baktım.

“Onu eve götürebilir miyim?” diye sordum.

“Buralardaki yaratıkları diğer tarafa götürmek iyi fikir değildir.” dedi Lettie.

Yavru kediyi tarlanın kenarına bıraktım. Her sıçrayışında kaçan bir kelebeği oynadı bir süre. Sonra da başını bile çevirip bakmadan kaçıp gitti.

Yavru kedimi araba ezdi,” dedim Lettie ye. “Küçücüktü. Olen adam anlatmıştı. Arabayı o kullanmıyormuş. Kedimin yola fırladığını görmemişler.”

“Üzücü” dedi Lettie. Elma ağaçlarının arasından geçiyorduk. Dünya bal kokuyordu. “Canlıların sorunu bu,” diye devam etti. “Uzun süre dayanmıyorlar. Bir gün yavrular, ertesi gün yaşlı. Sonra anılara karışıyorlar. Anılar silikleşiyor, birbirine karışıyor ve kaybolup gidiyor…”

Beş demirli bahçe kapısını ittirdi, birlikte diğer tarafa geçtik. Elimi bıraktı. Yolun sonundaydık, güğümlerin durduğu tahta masayı görebiliyordum. Dünyanın kokusu normale döndü.

“Geri mi döndük?” dedim.

“Evet,” dedi Lettie Hempstock. “Bir daha başımıza bela olmayacak.” Duraksadı. “‘Kocamandı, değil mi? Ve çok kötü. Daha önce öylesini görmemiştim. O kadar yaşlı, büyük ve kötü bir yaratıkla karşılaşacağımızı bilseydim seni yanımda götürmezdim.”

İyi ki beni yanında götürmüştü.

Keşke elimi bırakmasaydın,” dedi sonra. “İyisin ya? Kötü bir şey olmadı, yaralanmadın değil mi?”

“İyiyim,” dedim. “Endişelenmene gerek yok. Ben cesur küçük bir askerim. Büyükbabam hep böyle derdi. Ardından Lettie’nin söylediğini tekrarlama ihtiyacı duydum. “Yaralanmadım.”

Gülümsedi: samimi, rahatlamış, huzurlu bir gülümseme.

Keşke ona gerçeği söyleseydim.

Benzer İçerikler

Ölü Reşat | Aslı Tohumcu

yakutlu

İsa Hanginiz? | Selahattin Yusuf

yakutlu

Bir Akdeniz Düğünü – Lynne Graham – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy