Bölüm 1
Bruno Bir Keşif Yapıyor
Bruno, bir akşamüstü okuldan eve döndüğünde, başı hep öne eğik, gözlerini yerden kaldırmayan hizmetçileri Maria’yı odasında, dolabındaki bütün eşyaları, dört büyük sandığa doldururken bulmuş, çok şaşırmıştı. Hatta arkaya gizlediği özel eşyalarını bile alıyordu ki onlar kimseyi ilgilendirmezdi.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu, olabildiğince nazik olmaya çalışarak. Birinin, eşyalarını karıştırdığını görmekten mutlu olmasa da anne, Maria’ya saygılı davranması ve babanın Maria’yla konuştuğu tarzda konuşmaması gerektiğini öğretmişti ona. “Ellerini eşyalarımdan çek!” Maria başını salladı ve arkasındaki merdivenleri işaret etti. Annesi orada belirmişti. Uzun boylu; uzun, kızıl saçlı bir kadındı, saçlarını başının arkasında bir tür file içinde toplamıştı. Söylemek veya inanmak zorunda kalmak istemediği bir şey varmış gibi, sinirli bir şekilde ellerini ovuşturuyordu.
“Anne,” dedi Bruno, ona doğru ilerleyerek, “neler oluyor? Neden Maria eşyalarımı kurcalıyor?”
“Onları topluyor,” diye açıkladı anne.
“Topluyor mu?” diye sorarken bir yandan da son günlerdeki olayları aklından geçiriyordu: Özellikle yaramazlık yapıp yapmadığını veya söylemesi yasaklanan sözcükleri yüksek sesle kullanıp kullanmadığını… Bu yüzden mi gönderilmek isteniyordu? Ama aklına bir şey gelmedi.
Son günlerde özellikle herkese karşı çok düzgün davranmıştı. Herhangi bir sorun yarattığını hatırlamıyordu. “Neden?” diye sordu. “Ben ne yaptım ki?”
Anne kendi yatak odasına gitmişti. Kâhya Lars da onun eşyalarını topluyordu. Kadın içini çekip huzursuzlukla ellerini kaldırdı ve tekrar merdivenlere yöneldi. Bruno onu takip etti, bir yanıt alamadan peşini bırakmayacaktı.
“Anne!” diye ısrar etti. “Neler oluyor? Taşınıyor muyuz?”
“Benimle aşağıya gel,” dedi anne, bir hafta önce Fury’nin1 yemeğe geldiği geniş yemek odasına doğru ilerleyerek. “Orada konuşalım.”
Bruno aşağıya koştu, anneden önce yemek odasında olmak için, onu geçti. Hiçbir şey söylemeden bir an anneye baktı. Bu sabah makyajını düzgün yapamamış, diye düşündü; çünkü gözlerinin çevresi her zamankinden daha kırmızıydı. Tıpkı başı belaya girip ağladığında kendi gözlerinin olduğu gibi…
“Endişelenmene gerek yok Bruno,” dedi anne, Fury ile yemeğe gelen, uğurlama sırasında kapıyı kapatmak üzere olan babasına el sallayan güzel, sarışın kadının oturduğu sandalyeye otururken. “Aslında harika bir macera olacak.”
“Ne macerası?” diye sordu. “Evden gönderiliyor muyum?”
“Hayır, sadece sen değil,” Bir an gülümsemeyi düşünüp sonra vazgeçti. “Hepimiz gidiyoruz. Baban, ben, Gretel ve sen. Dördümüz birlikte.”
Bruno düşündü ve kaşlarını çattı. Gretel’in gönderilmesi umurunda değildi, çünkü o umutsuz vakaydı, başına sadece dert açıyordu. Yine de hep beraber gidiyor olmaları biraz haksızlık gibi geliyordu ona.
“Ama nereye?” diye sordu. “Tam olarak nereye gidiyoruz? Neden burada kalamıyoruz?”
“Babanın işi…” diye açıkladı anne. “Ne kadar önemli olduğunu biliyorsun, değil mi?”
“Evet, elbette!” dedi Bruno başını sallayarak. Çünkü eve pek çok ziyaretçi geliyordu; Muhteşem üniformalı erkekler, pis ellerinden uzak durulması gereken daktilolu kadınlar… Hepsi de babasına karşı her zaman çok naziktiler. Aralarında konuşurlarken, onun dikkatle izlenmesi gereken bir adam olduğunu ve Fury’nin onun için büyük şeyler düşündüğünü söylüyorlardı.
“Bazen biri çok önemli olduğunda,” diye devam etti anne, “ona iş veren adam, başka bir yere gitmesi gerektiğini; çünkü orada yapılacak çok özel bir görev olduğunu söyleyebilir.”
“Ne tür bir görev?” diye sordu Bruno, çünkü kendine karşı dürüst olmak gerekirse, ki normalde her zaman dürüst olmaya çalışırdı, babasının ne iş yaptığından tam olarak emin değildi.
Arkadaşlarıyla bir gün okulda babalarının işleri hak-kında konuşmuşlardı. Kari, babasının manav olduğunu söylemişti. Bruno doğru olduğunu biliyordu; çünkü şehir merkezinde bir manav dükkânı işletiyordu. Daniel, babasının bir öğretmen olduğunu söylemişti, bu da doğruydu; çünkü uzak durulması gereken büyük çocuklara ders veriyordu. Martin, babasının aşçı olduğunu söylediğinde, Bruno bunun da doğru olduğunu biliyordu; çünkü babası bazen Martin’i okuldan almaya geldiğinde üstünde beyaz iş gömleği ve önlük olurdu.
Fakat arkadaşları, babasının ne iş yaptığını sorduğunda Bruno, bilmediğini fark etti. Tek söyleyebildiği, babasının izlenmesi gereken biri olduğu ve Fury’nin onun için büyük şeyler düşündüğüydü. Ah, ayrıca harika bir üniforması da vardı.
“Çok önemli bir görev,” dedi anne, bir an tereddüt ederek. “Çok özel bir insan gerektiren, çok özel bir görev. Bunu anlayabilirsin, değil mi?”
“Hepimizin gitmesi şart mı?” diye sordu Bruno.
“Elbette şart,” dedi anne. “Babanın yeni görevine tek başına gitmesini ve orada yalnızlık çekmesini
istemezsin, değil mi?”
“Sanırım hayır,” dedi Bruno.
“Onunla olmazsak baban hepimizi çok özler,” diye ekledi anne.
“En çok kimi özlerdi?” diye sordu Bruno. “Beni mi’, Gretel’i mi?”
“İkinizi de eşit derecede özlerdi,” dedi anne. Ayrımcılık yapmamak gerektiğine inanırdı.
Bruno annesinin bu inancına saygı duyardı, özellikle de en çok kendini sevdiğini bildiği için.
“Ama ya evimiz?” diye sordu. “Biz yokken evimizle kim ilgilenecek?”
Anne içini çekip odaya bir daha hiç göremeyecekmiş gibi baktı.
Çok güzel bir evdi. Bodrumu da sayacak olursak -bir de Bruno’nun, parmak uçlarına basıp çerçeveyi sımsıkı tutarak Berlin’i baştanbaşa görebildiği eğik camlı, çatı odasını eklemek şartıyla- toplam beş katlıydı. Aşçı bütün yemekleri bodrumda yapardı, o sırada Maria ve Lars masada oturup konuşur ve kullanılmaması gereken sözcüklerle tartışırlardı…
“Şimdilik evi kapatmak zorundayız,” dedi anne. “Ama bir gün geri geleceğiz.”
“Peki ya aşçı?” diye sordu Bruno. “Lars ve Maria?., Onlar bu evde yaşamayacaklar mı?”
“Onlar da bizimle geliyorlar.” diye açıkladı anne. “Şimdilik bu kadar soru yeter. Belki de yukarı çıkıp eşyalarının toplanmasında Maria’ya yardım etmelisin.”
Bruno sandalyeden kalktı ama hiçbir yere gitmedi. Konu kapanmadan sorması gereken birkaç soru daha vardı:
“Orası ne kadar uzakta? Yani yeni iş. Bir milden uzak mı?”
“Aman Tanrım!” dedi anne gülerek. Ama garip bir gülüştü bu; çünkü mutlu görünmüyordu ve sanki Bruno yüzünü görmesin diye diğer tarafa dönmüştü. “Evet Bruno,” diye ekledi, “bir milden uzak. Aslında çok daha uzak.”
Bruno’nun gözleri fal taşı gibi açıldı ve ağzı O şeklini aldı. Bir şeye şaşırdığında hep olduğu gibi, kollarının uzadığını hissetti.
“Berlin’den ayrılacağız demek istemedin, değil mi?” diye sordu, sözcükler ağzından çıkarken nefes almaya çalıştı.
“Korkarım öyle,” dedi anne, başını üzüntüyle sallayarak, “babanın işi bunu…”
“Peki ya okul?..” diye sordu Bruno, sözünü keserek. Bunu yapmaması gerektiğini bilse de şartlar gereği affedileceğini hissediyordu.
“Ya Kari, Daniel ve Martin? Beraber bir şeyler yapmak istediğimizde nerede olduğumu nasıl bilecekler?” “Şimdilik arkadaşlarına veda etmen gerekecek. Ama eminim, zamanı gelince onları tekrar göreceksin. Ve anne konuşurken bir daha sözünü kesme lütfen!” Garip ve tatsız durumlar olsa da Bruno’nun, öğretilen nezaket kurallarını çiğnemesi için bir neden yoktu.
“Onlara veda mı edeyim?” diye sordu anneye şaşkınlıkla bakarak. “Onlara veda mı edeyim?” Sanki ağzı, çiğnediği bisküvi kırıntılarıyla doluymuş da daha yutmamış gibi püskürerek söyledi sözcükleri.
“Kari, Daniel ve Martin’e veda mı edeyim?” diye tekrar etti. Sesi tehlikeli şekilde bağırmaya yaklaşıyordu ve evin içinde bunu yapma izni yoktu.
“Ama onlar hayatımdaki en iyi üç arkadaşım!”
“Ah, yeni arkadaşlar edinirsin,” dedi anne, gitmesi için elini sallayarak, sanki bir çocuğun en iyi üç arkadaşını bulması kolay bir şeymiş gibi…
“Ama planlarımız vardı!” diye itiraz etti.
“Planlar mı?” diye sordu anne bir kaşını kaldırarak. “Ne tür planlar?”
“Bu ele vermek olur,” dedi Bruno, planlarının içeriğini açıklayamazdı. Ortalığı karıştırmak istediklerini söyleyemezdi. Birkaç hafta içinde yaz tatiline gireceklerdi, işte o zaman sadece plan yapmayacak; onları gerçekleştirebileceklerdi.
“Üzgünüm Bruno,” dedi anne, “ama planlarınız beklemek zorunda. Bizim bu konuda seçeneğimiz yok.” “Ama anne!..”
“Bruno, yeter artık!” Annesi kırıcı bir sesle bağırdı ve yeter sözünde ciddi olduğunu göstermek için ayağa kalktı. “Halbuki, burada her şeyin değiştiğinden daha geçen hafta şikâyet ediyordun.”
“Artık geceleri bütün ışıkları kapatmak zorunda olmamızı sevmiyorum,” diye itiraf etti Bruno.
“Bunu herkes yapmak zorunda!” dedi annesi. “Güvende olmamızı sağlıyor. Kim bilir, belki uzakta daha az tehlikede oluruz. Şimdi yukarı çıkıp eşyalarını toplamada Maria’ya yardım etmeni istiyorum. Bazı insanlardan dolayı hazırlanmak için dilediğim kadar bol zamanımız yok.”
Bruno başını salladı, üzgün bir şekilde uzaklaştı. ‘Bazı insanlar’ sözünün kendisinin kullanmaması gereken, büyüklere ait ve ‘baba’ anlamına gelen bir söyleyiş olduğunu biliyordu.
Yavaşça merdivenlerden yukarıya çıkarken bir eliyle tırabzanı tutuyor, yeni işin olduğu yeni evde buradaki gibi keyifle kayılan bir tırabzan olup olmadığını düşünüyordu. Bu evdeki tırabzan en üst kattan başlıyordu.
Parmak uçlarına basıp çerçeveyi sımsıkı tutarak Berlin’i baştanbaşa görebildiği eğik camlı küçük odanın dışından zemin kata, devasa iki meşe kapının tam karşısına kadar uzanıyordu. Bruno’nun en büyük keyfi en üst kattan tırabzana binip çığlıklar atarak aşağı kadar kaymaktı: Üst kattan bir sonrakine; anne ve babanın odasının ve asla hiçbir şartta girmemesi gereken geniş banyonun olduğu kata… Ve bir sonrakine; kendi odasının, Gretel’ in odasının ve gerektiği kadar kullanmadığı küçük banyonun olduğu kata…
Sonunda, en alt kata geldiğinde tırabzandan ayaklarının üstüne düşmen gerekirdi; yoksa beş kötü puan alıp her şeye yeniden başlardın. Tırabzan bu evdeki en iyi şeydi.
Ayrıca büyükbaba ve büyükannenin çok yakında oturuyor olmaları çok güzel bir şeydi. O anda acaba onlar da yeni işe geliyorlar mı, diye düşündü ve öyle olduğunu varsaydı. Çünkü onları geride bırakmaları düşünülemezdi. Kimsenin Gretel’e pek ihtiyacı yoktu; çünkü o umutsuz vakaydı -ve eve bakmak için kalması çok daha iyi olurdu- oysa büyükbaba ve büyükanne için hissettikleri tamamen farklıydı.
Bruno yavaşça merdivenlerden çıkıp odasına yöneldi; ama içeri girmeden aşağıya doğru baktı. Anneyi, yemek odasının karşısındaki, babanın Girilmesi Her Şartta Her Zaman Yasak çalışma odasına girerken gördü. Annenin, yüksek sesle babaya bir şeyler söylediğini duydu. Bunun üzerine baba, sesini, annenin yapamayacağı kadar yükseltti ve tartışmaya son verdi. Sonra çalışma odasının kapısı kapandı ve Bruno konuşulanları daha fazla duyamadı. Odasına gidip toparlanma işini Maria’dan devralmanın iyi bir fikir olacağını düşündü. Yoksa Maria, eşyalarını dolaptan dikkatsizce çıkarabilirdi; özellikle de arka tarafa sakladığı, sadece ona ait olan ve başkasını hiç ilgilendirmeyen şeyleri bile…
Bölüm 2
Yeni Ev
Yeni evlerini ilk gördüğünde Bruno’nun gözleri fal taşı gibi açıldı. Ağzı O şeklini aldı ve kolları yine yanlarında uzadı. Her şeyi ile eski evlerinin tam tersi gibiydi ve gerçekten burada yaşayacaklarına inanamıyordu.
Berlin’deki ev sessiz bir sokaktaydı ve aynı sırada birkaç tane daha, kendi evleri gibi büyük evler vardı. Onlara bakmak keyifliydi; çünkü tam olmasa da, neredeyse kendi evleri gibiydi. O evlerde, eğer arkadaşsalar beraber oynadığı, eğer belalıysalar uzak durduğu başka çocuklar yaşıyordu.
Yeni ev, bomboş bir alanın ortasında tek başına duruyordu. Etrafta görünen başka ev yoktu. Bu da başka aileler, arkadaş veya belalı, beraber oynayacak başka çocuklar olmayacağı anlamına geliyordu.
Berlin’deki ev devasaydı. Orada dokuz yıldan beri yaşıyor olsa da hâlâ tamamen keşfedemediği bir sürü köşe bucak vardı. İçini hiç görmediği odalar bile vardı. Babanın Girilmesi Her Şartta Her Zaman Yasak çalışma odası gibi… Oraya neredeyse hiç girmemişti. Oysa yeni evde sadece üç kat vardı. Üst kat, üç yatak odası ve sadece bir tek banyodan oluşuyordu. Giriş katında bir mutfak, bir yemek odası ve babanın yeni çalışına odası -eski yasakların aynen geçerli olacağını düşünüyordu- vardı ve bir de hizmetlilerin yattığı bodrum katı.
Berlin’deki evin çevresinde, geniş evlerle dolu sokaklar vardı. Şehir merkezine doğru yürüyen, dolaşan ve birbirleriyle konuşmak için duraklayan insanlar görürdünüz. Bazen de aceleyle koşarken, yapacak yüzlerce işleri olduğunu ve duramayacaklarını söylerlerdi birbirlerine. Parlak cepheli dükkânlar; lahana, havuç, karnabahar ve mısırla tepeleme dolu meyve ve sebze tezgâhları vardı. Bazıları pırasa, mantar, şalgam ve Brüksel lahanası; diğerleri de yeşil salata, taze fasulye, kabak ve yabani havuçlarla yığılıydı. Bruno bazen bu tezgâhların karşısında durup gözlerini kapatarak kokularını içine çekmeyi severdi. Karışık kokuların ve hayatın parfümü başını döndürürdü. Ama yeni evin etrafında sokak yoktu. Çevrede dolaşan veya koşan insanlar yoktu; dükkânlar ve meyve, sebze tezgâhları da yoktu. Gözlerini kapattığında etrafındaki her şey boş ve soğuk geldi, sanki dünyanın en ıssız yerindeydi. Hiçliğin ortasında…
Berlin’de yolda masalar olurdu. Bazen Kari, Daniel ve Martin’le okuldan eve yürürlerken masalarda oturan, köpüklü içkiler içip yüksek sesle gülen kadınlar ve erkekler görürlerdi. Bu masalarda oturan insanlar çok komik olmalılar, diye düşünürdü hep; çünkü ne dedikleri hiç anlaşılmasa da birileri hep gülüyordu. Ama yeni evin olduğu yerde öyle bir şey vardı ki Bruno, burada kimse asla gülmez, diye düşündü. Orada gülünecek bir şey, mutlu olunacak bir durum yoktu.
“Bence bu, kötü bir fikirdi,” dedi Bruno, geldikten birkaç saat sonra, Maria yukarıda valizlerini boşaltırken. Maria yeni evdeki tek hizmetçi değildi, üç hizmetçi daha vardı. Çok sıskaydılar ve birbirleriyle fısıldaşarak konuşuyorlardı. Bir de yaşlı adam vardı. Her gün yemekleri hazırlayıp onlara servis yapmak için burada olduğu söylenmişti. Çok mutsuz ve biraz da öfkeli görünüyordu.
“Düşünme lüksüne sahip değiliz,” dedi anne, evlendiklerinde büyükanne ve büyükbabanın verdiği 64 bardaklık setin bulunduğu kutuyu açarken. “Bazı insanlar bizim için bütün kararları veriyorlar.”
Bruno, annenin bununla neyi kastettiğini anlamadı. Bu yüzden de hiç söylemediğini varsaydı. “Bence bu kötü bir fikirdi,” diye tekrarladı. “Bence yapılacak en iyi şey tüm bunları unutup eve dönmek. Bunu deneyimler hanesine yazabiliriz.” diye ekledi. Bu sözü yeni öğrenmişti ve her fırsatta kullanmaya kararlıydı.
Anne gülümsedi ve bardakları dikkatle masanın üstüne koydu.
“Beğenebileceğin bir söz daha var,” dedi. “Her kötü şeyin iyi bir yanını bulmalıyız.”
“Şey, ne yaptığımızı bilmiyorum,” dedi Bruno. “Bence babaya fikrini değiştirdiğini, yorulduğumuz için bugün burada kalıp yemek yememizin ve uyumamızın sakıncası olmadığını; ama yarın çay saatine kadar Berlin’de olmak istiyorsak erkenden kalkıp gitmemiz gerektiğini söyle.” Anne içini çekti. “Bruno, neden yukarı çıkıp Maria’ nın valizleri boşaltmasına yardım etmiyorsun?” dedi.
“Ama valizleri boşaltmanın anlamı yok, eğer sadece…”
“Bruno, dediğimi yap lütfen!” diye tersledi annesi. Açıkça görülüyordu ki annenin onun sözünü kesmesi sorun değildi; ama o yapınca kabul edilemezdi.
“Buradayız, geldik, bir süre evimiz burası ve bunu kabullenip elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Beni anlıyor musun?”
‘Bir süre’nin anlamını bilmiyordu ve bunu ona sordu. “Burada ne kadar kalmamız gerekiyorsa o kadar demek Bruno!” dedi annesi. “Ve konu burada kapanmıştır.” Bruno’nun midesinde bir ağrı vardı ve içinde bir şeyin büyüdüğünü hissediyordu. Bunun, büyük bir haksızlık ve hata olduğunu, bir gün birinin bunun bedelini ödeyeceğini haykıracaktı. Bu haksızlık onu gözyaşlarına boğacaktı. Bu duruma nasıl gelindiğini anlayamıyordu. Bir gün önce, son derece keyifle evde oynuyordu, üç tane candan arkadaşı vardı, tırabzanlardan kayıyordu, Berlin’i bir uçtan bir uca görmek için parmak uçlarında yükseliyordu; oysa şimdi burada, bu soğuk, sevimsiz evde, üç tane fısıldaşan hizmetçi, mutsuz ve öfkeli garson ve sanki bir daha asla neşeli olamayacakmış gibi görünen insanlar vardı.
“Bruno, şimdi yukarı çıkıp valizlerini boşaltmam istiyorum. Ve bunu hemen yapmanı istiyorum!” dedi anne, dostça olmayan soğuk bir sesle.
Bruno onun ciddi olduğunu anladı, arkasını döndü ve tek sözcük dahi etmeden uzaklaştı. Gözlerinde yaşların biriktiğini hissedebiliyordu, ama akmasına İzin vermemeye kararlıydı.
Yukarı çıktı ve yavaşça dönerek bir daire çizdi. Düzgün bir araştırma yapmaya yetecek küçük bir kapı veya delik bulmayı umuyordu; ama yoktu. Bu katta sadece dört kapı vardı; iki tarafta, karşılıklı ikişer kapı. Bir kapı kendi odasına, biri Gretel’in odasına, biri anne ve babanın odasına ve biri de banyoya açılıyordu.
“Burası evim değil ve asla olmayacak!” dedi. İki nefes arasında söylenerek odasına girdiğinde, giysilerinin yatağın üzerine dağılmış, oyuncak ve kitap kutularının daha açılmamış olduğunu gördü.
Maria’nın, onun önceliklerinin farkında olmadığı belliydi.
“Annem yardım etmem için gönderdi,” dedi usulca. Maria başını salladı; çoraplarının, iç çamaşırlarının ve yeleklerinin bulunduğu büyük bir torbayı işaret etti.
“Onları boşaltırsan şuradaki çekmecelere yerleştirebilirsin,” dedi, odanın karşı tarafında, tozla kaplı aynanın yanındaki çirkin konsolu göstererek.
Bruno içini çekerek torbayı açtı; ağzına kadar iç çamaşırlarıyla doluydu ve tek istediği, torbanın içine kıvrılıp yatmak, uyandığında kendini yine evde bulmaktı.
Uzun bir sessizlikten sonra sordu;
“Tüm bunlar hakkında ne düşünüyorsun Maria?”
Maria’yı severdi ve onu aileden biri olarak görürdü, babası sadece bir hizmetçi olduğunu ve hak ettiğinden fazla para aldığını söylese bile.
“Tüm ne?” diye sordu kadın.
“Bu…” dedi, sanki dünyadaki en açık şeymiş gibi. “Böyle bir yere gelmek. Sence büyük bir hata yapmadık mı?”
“Bunu söylemek bana düşmez Bay Bruno,” dedi Maria. “Annen sana babanın görevini açıkladı ve…”
“Babanın görevini duymaktan bıktım!” dedi Bruno, sözünü keserek. “Bana sorarsan tek duyduğumuz bu. Babanın görevi şu, babanın görevi bu… Eğer görevi, evimizden taşınıp hayat boyu en iyi üç arkadaşımdan ve kayma tırabzanlarımdan uzaklaşmam anlamına geliyorsa babam, görevi hakkında bir kez daha düşünmeli, öyle değil mi?”
Tam o anda koridorda bir tıkırtı duyuldu. Bruno baktı, anne ve babanın oda kapısının aralandığını gördü. Bir an kımıldamadan dondu kaldı. Anne hâlâ aşağıdaydı, bu da babanın içeride olduğu ve Bruno’nun söylediklerini duymuş olabileceği anlamına geliyordu. Nefes almaya zor cesaret ederek kapıya baktı, baba gelip onu ciddi bir konuşma için aşağı indirir mi, diye merak ediyordu.
Kapı biraz daha açıldı ve Bruno geri geri giderken bir adam belirdi; ama baba değildi. Çok daha genç biriydi ve baba kadar uzun değildi. Aynı tip üniforma giyiyordu, ama üstünde o kadar madalya yoktu. Çok ciddi görünüyordu ve şapkası sıkıca başını kavrıyordu. Bruno, şakaklarında sapsarı saçları olduğunu görebiliyordu. Neredeyse doğal olmayan bir sarıydı. Elinde bir kutu taşıyordu ve merdivenlere doğru yürüyordu. Ama Bruno’nun orada dikilmiş onu izlediğini görünce durdu. Bruno’yu baştan aşağı süzdü. Sanki daha önce hiç çocuk görmemiş ve çocuklara nasıl davranacağını bilmiyormuş gibi bakıyordu: Yese mi, görmezden mi gelse yoksa merdivenlerden aşağıya mı iteklese… Bunların yerine Bruno’ya başıyla acele bir selam verip yoluna devam etti.
“Kimdi bu?” diye sordu Bruno. Genç adam o kadar ciddi ve meşgul görünüyordu ki çok önemli biri olduğunu düşündü.
“Babanın askerlerinden biri, sanırım.” dedi Maria, genç adam ortaya çıktığı anda dimdik durmuş ve ellerini dua eder gibi önünde kaldırıp kavuşturmuştu.
Yüzüne bakmaktansa gözlerini yere dikmiş, sanki doğruca ona bakarsa taşa dönüşeceğinden korkmuştu. Ancak o gidince rahatladı. “Zamanla onları tanıyacağız.”
“Ondan hoşlandığımı sanmıyorum,” dedi Bruno, “fazla ciddiydi.”
“Baban da çok ciddi.” dedi Maria.
“Evet, ama o baba,” diye açıkladı Bruno. “Babaların ciddi olmaları gerekir. Manav, öğretmen, şef veya komutan olmaları önemli değil!” dedi, babaların yaptığı ve düzgün olduğunu bildiği işleri ve binlerce kez düşündüğü unvanları sıralayarak. “Hem bence o adam bir baba gibi görünmüyordu. Ama çok ciddiydi, bu kesin.”
“Çok ciddi görevleri var,” dedi Maria içini çekerek, “veya en azından öyle düşünüyorlar. Ama yerinde olsam askerlerden uzak dururdum.”
“Bundan başka yapacak bir şey göremiyorum.” dedi Bruno üzülerek. “Gretel dışında oynayacak kimse bulabileceğimi sanmıyorum ve bu ne kadar eğlenceli olabilir ki? O umutsuz vaka.”
Tekrar ağlayacağını hissetti, ama Maria’nın önünde bebek gibi görünmek istemediği için kendini tuttu. Gözlerini yerden kaldırmadan odaya bakındı, bulacak ilginç bir şey var mı diye araştırdı. Yoktu ya da varmış gibi görünmüyordu. Sonra bir şey dikkatini çekti. Odanın bir köşesinde, kapının karşı tarafında, tavandan aşağı uzanan bir pencere vardı. Berlin’deki evin çatı odasındakine benziyordu; ama o kadar yüksek değildi. Bruno baktı ve belki parmak uçlarında yükselmeden dışarıyı görebileceğini düşündü.
Yavaşça pencereye doğru yürüdü; oradan Berlin’i, evini ve evinin etrafındaki sokakları, masalarda oturan, köpüklü içkilerini içerken komik hikâyeler anlatan insanları görebilmeyi umuyordu. Yavaşça ilerledi; çünkü hayal kırıklığına uğramak istemiyordu. Fakat burası yalnızca küçük bir çocuk odasıydı ve pencereye ulaşması pek uzun sürmedi. Yüzünü cama dayadı ve dışarıda olanları gördü. Bu defa gözleri fal taşı gibi açılıp ağzı O şeklini alınca, kolları uzamadan, yanında kaldı. Çünkü bir şey onun, soğuk bir ürperti ve güvensizlik hissetmesine neden olmuştu.
Bölüm 3
Umutsuz Vaka
Bruno, Gretel’in Berlin’de kalıp eve göz kulak olmasının daha mantıklı olacağını düşünüyordu; çünkü beladan başka şey değildi. Aslında sayısız konuşmada, ondan söz edilirken ilk günden bela deyiminin kullanıldığını hatırlıyordu.
Gretel, Bruno’dan üç yaş büyüktü ve hatırlayabildiği kadar eskiden, günlük hayatta, özellikle ikisini ilgilendiren konularda, patronun kendisi olduğunu açıkça belirtmişti. Bruno ondan biraz korktuğunu itiraf etmekten pek hoşlanmıyordu, ama kendisine karşı dürüst olacaksa -ki hep olmaya çalışırdı- korktuğunu itiraf etmek zorundaydı.
Ablalardan hep beklendiği gibi, kötü alışkanlıkları vardı. Öncelikle sabahlan banyoda çok fazla kalıyordu. Ayrıca Bruno’nun, acilen tuvalete girmeyi beklerken bir ayağından diğerine sıçraması umurunda bile değildi.
Odasında, raflarda dizili büyük bir bebek koleksiyonu vardı. Bruno içeri girdiğinde gözlerini dikip her yaptığını izliyorlardı. Gretel evde yokken odasına girip biraz araştırına yapsa, döndüğünde ona yaptığı her şeyi rapor ettiklerinden emindi. Arkadaşları da çok tatsızdı, onunla alay etmenin eğlenceli olduğunu düşünüyorlardı, eğer kendisi üç yaş büyük olsaydı bunları asla yapmazdı. Gretel’in tatsız arkadaşlarının en büyük keyfi, anne veya Maria ortalıkta yokken ona işkence etmek ve kötü şeyler söylemekti.
“Bruno dokuz değil, sadece altı yaşında.” derdi canavarın biri, şarkı söyler gibi etrafında dans edip kaburgalarını dürterek.
“Altı yaşında değilim.” diye itiraz eder, uzaklaşmaya çalışırdı.
“Öyleyse neden bu kadar küçüksün?” diye sorardı canavar. “Dokuz yaşındaki diğer çocukların hepsi senden büyük.”
Bu doğruydu ve Bruno için özellikle hassas bir noktaydı. Sınıfındaki diğer çocuklar kadar uzun olmaması onu çok üzüyordu. Onların omuzlarına kadar geliyordu. Kari, Daniel ve Martin’le sokakta yürüdüğünde insanlar onu, içlerinden birinin kardeşi sanıyorlardı. Oysa gruptaki en büyük ikinci çocuktu.
“Sadece altı yaşında olmalısın.” diye ısrar ederdi canavar ve Bruno kaçıp vücut geliştirme egzersizlerini yapar, bir sabah uyandığında fazladan otuz kırk santim uzamış olmayı umardı.
Berlin’de olmamanın iyi taraflarından biri, hiçbirinin ona işkence etmek için ortalıkta dolaşmayacak olmasıydı. Yeni evde kalmaya zorlansa ve bu, bir ay kadar sürse belki eve dönene kadar boyu uzardı. Artık ona kötü davranamazlardı. Annenin dediğini yapıp her kötü şeyin iyi bir yanını bulması gerekiyorsa belki bunu aklında tutması iyi olacaktı.
Gretel’in odasına koştu ve kapıyı vurmadan girdi. Onu, bebeklerini raflara yerleştirirken buldu.
“Burada ne işin var?” diye bağırdı kız, dönerek. “Bir hanımın odasına kapıyı vurmadan girilmeyeceğini bilmiyor musun?”
“Bütün bebeklerini getirmemişsindir herhalde?” diye sordu Bruno, ablasının sorularını duymazdan gelip kendisi bir şeyler sormayı alışkanlık edinmişti.
“Elbette getirdim!” diye karşılık verdi Gretel. “Onları evde bırakacağımı mı sanıyordun? Neden bırakayım? Oraya dönmemiz haftalar sürebilir.”
“Haftalar mı?” dedi Bruno, hayal kırıklığına uğramış bir sesle; ama bir ay kalma fikrine razı olduğundan gizlice seviniyordu. “Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?” “Babama sordum ve o da bir süre burada olacağımızı söyledi.”
“Bir süre nedir tam olarak?” diye sordu Bruno, yatağın kenarına oturarak.
“Şu andan birkaç hafta sonra demek,” dedi Gretel, başını akıllıca sallayarak, “Belki de üç hafta kadar…” “Öyleyse o kadar kötü değil,” dedi Bruno, “sadece bir süre içinse ve bir ay sürmeyecekse. Çünkü buradan nefret ediyorum.”
Gretel, küçük kardeşine baktı ve ilk kez onunla aynı fikirde olduğunu fark etti. “Ne demek istediğini anlıyorum. Pek güzel görünmüyor, değil mi?”
“Berbat!” dedi Bruno.
“Şey, evet,” dedi Gretel, onaylayarak. “Ev şu an için berbat, ama yerleşince herhalde bu kadar kötü olmaz. Babamı konuşurken duydum. Burada, Out-With’de2 bizden önce her kim yaşıyorsa işini çok çabuk kaybetmiş ve evi bizim için düzeltecek zamanı olmamış.” “Out-With mi?” diye sordu Bruno “Bir Out-With nedir?”
“Bir Out-With değil Bruno,” dedi Gretel, “sadece’Out-With.”
“Out-With ne o zaman?” diye tekrarladı.
“Bu evin adı,” diye açıkladı Gretel, “Out-With.” Bruno bunu düşündü. Dışarıda, evet, adı budur, diyeceği bir tabela veya giriş kapısında bir yazı görmemişti. Berlin’deki evlerinin bile adı yoktu. Sadece dört numaraydı.
Sıkılmış bir tavırla sordu: “Ama ne anlama geliyor? Neden Out-With?”
“Sanırım bizden önce burada yaşayan insanlarla ilgili bir şey,” dedi Gretel. “Belki adam işini iyi yapamadı ve biri ona, sen çık, bu işi iyi yapacak birini getirelim, dedi.”
“Yani baba.”
“Elbette,” dedi Gretel. Babası hiç yanlış yapamazmış, hiç kızmazmış ve uyumadan onu mutlaka öpmeye gelirmiş gibi konuşurdu. Eğer ev değiştirdikleri için üzgün olmasa Bruno, adil davranıp babasının kendisi için de aynı şeyi yaptığını söylerdi.
“Yani biri bizden önceki insanları dışarı attı diye ıni burada, Out-With’deyiz?”
“Kesinlikle Bruno…” dedi Gretel. “Şimdi yatak örtümün üstünden kalk. Kırıştırıyorsun.”
Bruno yataktan atlayıp güm diye halıya indi. Çıkardığı sesi beğenmedi; çok yankılıydı ve hemen karar verdi, burada pek sık atlamasa daha iyi olacaktı yoksa ev üstlerine çökebilirdi. Yüzüncü kez tekrarladı: “Burayı sevmedim.”
“Sevmediğini biliyorum,” dedi Gretel, “ama bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok, değil mi?
“Kari, Daniel ve Martin’i çok özlüyorum.” dedi Bruno.
“Ben de Hilda, Isobel ve Louise’i özlüyorum.” dedi Gretel. Bruno bu üç kızdan hangisinin canavar olduğunu hatırlamaya çalıştı.
“Bence diğer çocuklar dost canlısı görünmüyorlar,” dedi Bruno.
Gretel en ürkütücü bebeklerinden birini rafa koyarken aniden durdu, gözlerini ona dikip sordu:
“Ne dedin sen?”
Bruno tekrarladı:
“Diğer çocukların pek dost canlısı göründüklerini sanmıyorum.”
“Diğer çocuklar mı?” dedi Gretel kafası karışmış bir şekilde. “Hangi diğer çocuklar? Ben başka çocuk görmedim.”
Bruno etrafına baktı. Burada da bir pencere vardı; ama Gretel’in odası koridorun diğer tarafındaydı, kendi odasının karşısında. Bu yüzden tamamen farklı bir yöne bakıyordu. Fazla belli etmemeye çalışarak oraya doğru ilerledi. Ellerini kısa pantolonunun ceplerine soktu. Ablasına hiç bakmadan, bildiği bir şarkıyı ıslıkla çalmaya çalıştı.
“Bruno!” dedi Gretel. “Sen ne yapıyorsun Tanrı aşkına? Delirdin mi?”
İlerlemeye, ıslık çalmaya ve ablasına bakmamaya devam etti. Ta ki pencereye varana kadar… Üstelik şansına, pencere dışarıyı rahatça görebileceği kadar alçaktı. Dışarı baktı, geldikleri arabayı ve babasının askerlerine ait üç dört araba daha gördü. Bazı askerler ayakta durmuş sigara içerken bir şeylere gülüyor ve gergin bir şekilde eve bakıyorlardı. İleride otoyol ve onun da ötesinde araştırılmaya hazır bir orman vardı.
“Bruno son söylediğin şeyle ne demek istediğini açıklar mısın?” diye sordu Gretel.
“Orada bir orman var.” dedi Bruno, onu duymazdan gelerek.
“Bruno!” diye bağıran Gretel, ona doğru o kadar hızla ilerledi ki Bruno sıçradı ve pencerenin önünden duvara kadar geriledi.
Ne?” diye sordu. Sanki neden söz ettiğini anlamı-yormuş gibi davranarak.
“Diğer çocuklar…” dedi Gretel. “Hiç dost canlısı görünmediklerini söyledin.”
“Evet, görünmüyorlar,” dedi Bruno, onları tanımadan sadece görünüşe bakıp önyargılı olmamaya çalışarak. Annesi bunu yapmamasını ona birçok kez söylemişti.
“Ama hangi başka çocuklar?” diye sordu Gretel. “Neredeler?”
Bruno gülümsedi ve kapıya doğru yürüdü, Gretel’e, kendisini izlemesini işaret etti. Kız derin bir nefes aldı, bebeği yatağa bırakmak üzereyken fikrini değiştirdi. Kardeşinin odasına giderken onu göğsüne yaslayıp sıkıca tuttu. Elinde ölü fareye benzer bir şeyle odadan kaçarcasına çıkan Maria, neredeyse Gretel’e çarpıp onu yere düşürüyordu.
“İşte orada, dışarıdalar,” dedi Bruno. Tekrar pencerenin yanına gelmişti ve dışarı bakıyordu. Gretel’in odada olup olmadığını kontrol etmek için geri dönmedi. Çocukları izlemekle çok meşguldü. Birkaç dakika için ablasının orada olduğunu bile unuttu.
Gretel hâlâ birkaç adım geride duruyordu. Umutsuzca dışarı bakmak istiyordu. Ama kardeşinin söyleyişindeki ve dışarı bakışındaki bir şey onun gerilmesine neden oldu. Bruno daha önce onu hiçbir konuda kandırmamıştı ve şu anda da kandırmadığından emindi. Ama Bruno’da garip bir şeyler vardı. Gretel o çocukları görmek istediğinden emin değildi.
Heyecanla yutkundu ve Bruno’nun dediği gibi bir ay sonra değil de kısa bir süre sonra Berlin’e dönmeleri için sessizce bir dua mırıldandı.
“Evet?” dedi dönüp kapıda duran ablasına bakarak.
Gretel, bebeğine sarılmış, iki örgü halindeki altın sarısı saçları omuzlarında, gitmeye hazırdı.
“Onları görmek istemiyor musun?”
“Elbette isliyorum,” diye cevap verdi Gretel ve ona doğru kararsızca yürüdü. “Çekil yolumdan o zaman.” dedi, onu dirseğiyle uzaklaştırırken.
Out-With’de geçirdikleri ilk akşamüstü güneşli ve parlaktı. Gretel camdan bakarken güneş, bir bulutun ardından tekrar belirmişti. Bir süre sonra gözleri alıştı ve güneş tekrar kayboldu, işte o zaman Bruno’nun söz ettiği çocukları gördü.
Bölüm 4
Pencereden Görünenler
Onlar çocuk değildi. En azından hepsi değildi. Küçük çocuklar, büyük çocuklar, babalar ve dedeler. Belki birkaç tane de amca. Herkesten uzak duran, hiç akrabası yokmuş gibi olanlar. Herhangi birileri…
“Kim bunlar?” diye sordu Gretel, bugünlerde kardeşinin hep yaptığı gibi ağzını şaşkınlıkla açarak. “Burası ne biçim bir yer?”
“Bilmiyorum,” dedi Bruno, gerçeğe olabildiğince sadık kalarak. “Bilmiyorum ama evimiz kadar güzel değil. O kadarını biliyorum.”
“Peki kızlar nerede?” diye sordu Gretel. “Anneler, büyükanneler…”
“Belki farklı bir bölümde yaşıyorlardır,” diye fikir yürüttü Bruno.
Gretel de aynı fikirdeydi. Gözlerini kaçırmak istiyordu. Ama bakmamak çok zordu. Şimdiye kadar kendi penceresinden sadece karşıdaki ormanı görmüştü. Biraz karanlık gibiydi; ama ilerisinde açıklık varsa piknik için iyi bir yer olabilirdi. Evin bu tarafında manzara çok farklıydı.
Önce güzel başlıyordu: Bruno’nun penceresinin tam altında bir bahçe vardı. Oldukça genişti ve çiçek doluydu. Düzgün bir şekilde, sıra sıra dizilmişlerdi; sanki çiçek yetiştirmeyi bilen biri taralından düzenlenmişti. İyi bir şey yapmaya çalışmışlardı; karanlık bir kış gecesinde, puslu, büyük bir arazideki, dev bir şatonun köşesine küçük bir mum ışığı koymuşlar gibi.
Çiçekleri geçince çok hoş, taş döşeli bir alan vardı. Üstüne ahşap bir bank yerleştirilmişti. Gretel kendini güneşli bir günde orada oturup kitap okurken hayal edebiliyordu. Bankın üstünde madeni bir plaket vardı; ama ne yazdığını bu mesafeden okuyamıyordu. Bankın önü eve dönüktü. Normalde böyle durması garip olabilirdi, ama bu durumda nedenini anlayabiliyordu.
Bahçenin, çiçeklerin, üstünde plaket olan bankın yaklaşık yirmi adım ilerisinde her şey değişiyordu. Devasa bir tel örgü uzanıyordu. Evin çevresinden dolanıp tepede dönüyor, iki yöne doğru, görebildiğinden çok uzağa devam ediyordu. Tel örgü çok yüksekti; içinde bulundukları evden bile yüksek. Aynı hizada dikilmiş, telgraf direklerine benzer dev ahşap direkler tel örgüyü ayakta tutuyordu. En tepesinde karmakarışık, kalın dikenli tel sarmallar vardı ve her taraftan çıkan keskin uçlara bakınca Gretel, içinde nedenini açıklayamadığı bir acı hissetti.
Tel örgünün ötesinde çim yoktu; aslında gözle görülebilen uzaklara kadar hiçbir yeşillik yoktu. Bunun yerine zemin, kuma benzer bir maddeden oluşuyordu. Tek görebildiği, uzaktaki alçak barakalar ve kare binalarla araya serpiştirilmiş gibi duran birkaç duman kümesiydi. Bir şey söylemek için ağzını açtı, ama yaşadığı şaşkınlığı ifade edecek bir sözcük olmadığını fark etti; sonra aklına gelen tek mantıklı şeyi yaptı ve ağzını tekrar kapadı.
“Gördün mü?” dedi Bruno, olduğu yerden. Kendini mutlu hissediyordu. Çünkü oradaki her neyse ve onlar her kimse ilk o görmüştü ve dilediği zaman yine görebilirdi. Çünkü onun penceresinden görünüyorlardı. Bu yüzden ona aittiler ve o, gözlemledikleri her şeyin kralıydı, ablası ise onun alt tabaka halkından biri.
“Anlamıyorum,” dedi Gretel, “kim böyle kötü görünümlü bir yer inşa eder?”
“Kötü görünümlü bir yer,” diye onayladı Bruno. “Bence o kulübeler tek katlı. Bak hepsi de ne kadar alçak.” “Modern tarzda evler olmalı,” dedi Gretel. “Babam modern şeylerden nefret eder.”
“O zaman onlardan pek hoşlanmaz,” dedi Bruno. “Evet,” dedi Gretel. Onlara bakarak uzun zaman kımıldamadan durdu.
On iki yaşındaydı ve sınıfındaki en akıllı kızlardan biri olarak kabul ediliyordu. Dudaklarını büzdü ve gözlerini kısarak, neye baktığını anlamak için beynini zorladı. Sonunda bir açıklama düşünebildi;
“Burası kırsal bir bölge olmalı,” dedi Gretel, kardeşine dönüp zafer kazanmış gibi bakarak.
“Kırsal mı?”
“Evet, tek açıklama bu, anlamıyor musun? Berlin’de olduğumuzda şehirdeyiz. Bu yüzden çok insan ve çok ev var, bu yüzden okullar dolu ve bir cumartesi akşamüstü şehir merkezinde itilip kakılmadan yürüyemiyorsun.”
“Evet…” dedi Bruno, başını sallayıp takip etmeye çalışarak.
“Ama coğrafya dersinde, kırsalda çiftçilerin ve hayvanların olduğunu ve yiyecek yetiştirildiğini öğrendik, insanların yaşayıp çalıştıkları, bizi beslemek için ürünlerini yetiştirdikleri böyle kocaman bölgeler var.” Tekrar dışarı, gözlerinin önüne serilen uçsuz bucaksız alana ve her barakanın arasında bulunan mesafeye baktı. “Burası kırsal olmalı. Belki bu, yazlık evimizdir.” diye umutla ekledi.
Bruno bunu düşündü ve başını salladı. “Sanmıyorum,” dedi kendinden emin bir şekilde.
“Sen dokuz yaşındasın,” diye karşılık verdi Gretel. “Nereden bileceksin? Benim yaşıma geldiğinde bu tür şeyleri çok daha iyi anlarsın.”
“Öyle olabilir,” dedi Bruno, daha küçük olduğunu biliyordu ama bu, haklı olamayacağı anlamına gelmezdi.
“Eğer dediğin gibi burası kırsalsa bahsettiğin bütün o hayvanlar nerede?”
Gretel ona cevap vermek için ağzını açtı, ama uygun bir cevap bulamadı. Bu yüzden de tekrar pencereden dışarı baktı, hayvanları aradı, ama hiçbir yerde görünmüyorlardı.
“İnekler, domuzlar, koyunlar ve atlar olmalı,” dedi Bruno, “yani bir çiftlikse. Tavukları, ördekleri söylemeye bile gerek yok.”
“Hiçbiri ortalıkta değil,” diye itiraf etti Gretel, usulca.
“Ve eğer senin söylediğin gibi burada yiyecek yetiştiriyorlarsa,” diye devam etti Bruno, müthiş eğlenerek, “o zaman bence toprak şimdi olduğundan çok daha iyi görünmeliydi, öyle değil mi? Bu pisliğin içinde herhangi bir şey yetiştirilebileceğini sanmıyorum.”
Gretel tekrar baktı ve başını salladı, tartışma açıkça onun aleyhine geliştiğinden ille de haklı olduğunu iddia edecek kadar aptal değildi.
“Öyleyse belki de bir çiftlik değildir,” dedi.
“Değil,” dedi Bruno.
“Bu da belki burasının kırsal olmadığı anlamına geliyordur,” diye devam etti kız.
“Evet, kırsal olduğunu sanmıyorum,” diye cevap verdi.
“Bizim yazlık evimiz olmadığı anlamına da gelebilir,” dedi Gretel.
“Sanırım,” dedi Bruno.
Yatağın üzerine oturdu ve bir an Gretel’in yanma oturup kendisine sarılmasını; her şeyin yoluna gireceğini, zamanla buradan hoşlanacaklarını ve asla Berlin’e geri dönmek istemeyeceklerini söylemesini umdu. Ama kız hâlâ pencereden dışarı bakıyordu ve bu defa çiçeklere veya taş döşeli yola; üstündeki plakette yazı olan banka veya yüksek çite; telgraf direklerine veya dikenli tellere; arkadaki sert zemine veya barakalara; küçük binalara veya duman birikintilerine bakmıyor; bunların yerine insanlara bakıyordu.
“Bütün bu insanlar kim?” diye sordu yumuşak bir sesle. Sanki Bruno’ya sormuyor, başka birinden cevap bekliyordu. “Ve hepsi burada ne yapıyorlar?”
Bruno kalktı ve orada ilk kez omuz omuza, birlikte durdular, yeni evlerinin elli adım yakınındaki insanlara gözlerini diktiler.
Baktıkları her yerde insanlar görüyorlardı; uzun, kısa, yaşlı, genç… hepsi hareket halindeydi. Bazıları gruplar oluşturmuş, -önlerinde gidip gelen bir asker, onlara bir şey söylüyormuş gibi ağzını açıp kapatırken-elleri yanlarda, başlarını dik tutmaya çalışarak, kımıldamadan duruyorlardı.
Bazıları insan zinciri gibiydiler ve kampın bir tarafından diğerine el arabalarını itiyorlardı. Gözlerden uzak bir noktada belirip el arabalarını daha ileriye, bir barakanın arkasına götürüyorlar, orada tekrar gözden kayboluyorlardı.
Birkaç tanesi sessiz bir grup halinde barakaların yanında duruyor, sanki görülmek istemedikleri bir oyundaymış gibi yere bakıyorlardı. Bazılarında koltuk değnekleri vardı; çoğunun başı bandajlarla sarılmıştı. Bazılarının elinde bahçıvan araçları vardı. Askerler tarafından, görülmeyen bir yere götürülüyorlardı.
Bruno ve Gretel yüzlerce insan görüyorlardı. Önlerinde çok fazla sayıda baraka vardı ve kamp, görebildiklerinden çok daha genişti. Orada daha binlerce kişi olabilirmiş gibi görünüyordu.
“Ve hepsi bize çok yakın yaşıyorlar,” dedi Gretel, kaşlarını çatarak.
“Berlin’de güzel, sessiz sokağımızda sadece altı ev vardı. Şimdi burada o kadar çok ki. Babam, bu kadar çok komşunun olduğu, bu kadar kötü bir yerde yeni bir işi neden kabul etsin? Bu çok mantıksız.”
“Şuraya bak,” dedi Bruno. Gretel onun parmağını, işaret ettiği yöne doğru izledi ve gördü: Bir grup asker, barakadan çocukları çıkarmış, bağırarak onları bir araya topluyordu. Askerler ne kadar çok bağırırsa çocuklar birbirlerine o kadar çok sokuluyorlardı. Sonra bir asker onlara doğru bir hamle yaptı ve ayrıldılar. Onun baştan beri istediğini yapmış gibiydiler, bu da tek sıra halinde durmaktı. Bunu yaptıklarında askerler gülmeye başladılar ve alkışladılar.
“Bir tür prova olmalı,” dedi Gretel. Bazı küçüklerin, biraz daha büyük olanların, hatta bazı yaşıtı çocukların bile ağlıyor görünmelerini fark etmemiş gibi davrandı.
“Sana burada çocuklar olduğunu söylemiştim,” dedi Bruno.
“Benim oynamak isteyeceğim tarzda çocuklar değil,” dedi Gretel kararlı bir sesle. “Pis görünüyorlar. Hilda, Isobel ve Louise her sabah banyo yapıyorlardı, ben de öyle. Bu çocuklar sanki hayatları boyunca hiç banyo yapmamış gibiler.”
“Orası çok pis görünüyor,” dedi Bruno. “Ama belki banyoları yoktur.”
“Aptal olma!” dedi Gretel, kardeşine aptal dememesi için defalarca uyarıldığı halde. “Ne tür insanların banyoları olmaz?”
“Bilmiyorum,” dedi Bruno. “Sıcak suyu olmayan insanların…”
Gretel, bir süre daha baktı, sonra ürpererek arkasını döndü. “Odama bebeklerimi yerleştirmeye gidiyorum,” dedi. “Oradan görülen manzara kesinlikle daha iyi.” Bunu söyleyerek uzaklaştı. Koridorun karşısına, kendi odasına gitti ve kapıyı kapattı. Ama hemen bebeklerini yerleştirmeye koyulmadı. Bunun yerine yatağına oturdu ve aklından bir sürü şey geçti.
Kendi işleriyle ilgilenen yüzlerce kişiye bakarken kardeşinin aklına son bir düşünce geldi. Bir gerçek vardı. Küçük çocuklar, büyük çocuklar, babalar, büyükbabalar, amcalar, herkesten uzak duran ve akrabaları yokmuş gibi olan insanlar… hepsi aynı kıyafeti giyiyorlardı: Gri çizgili pijama ve başlarında gri çizgili bir takke…
“Ne kadar inanılmaz!” diye mırıldandı dönmeden önce.
Bölüm 5
Girilmesi Her Şartta Her Zaman Yasak
Bu konuda yapılacak tek bir şey vardı: O da baba ile konuşmak.
Baba, Berlin’den onlarla birlikte gelmemişti. O, birkaç gün önce evden ayrılmıştı; Bruno’nun eve gelip Maria’yı eşyalarını, dolabının arkasında sakladığı, ona ait olan ve kimseyi ilgilendirmeyen şeyleri bile toplarken gördüğü günün akşamında. Bunu izleyen günlerde anne, Gretel, Maria, aşçı, Lars ve Bruno tüm zamanlarını, eşyalarla boğuşmakla, onları büyük kutulara doldurmak ve Out-With’deki yeni evlerine götürmesi için kocaman kamyona yerleştirmekle geçirmişlerdi.
O son sabah, ev gerçek bir ev gibi değil de bomboş göründüğünde ve sahip oldukları son şeyler valizlere yerleştirildiğinde, kırmızı-siyah bayraklı bir araba kapılarında durup onları almış, götürmüştü.
Anne, Maria ve Bruno evden ayrılan son kişilerdi. Bruno, hizmetçinin hâlâ yanlarında olduğunu annenin fark etmediğini düşünüyordu. Çünkü onca mutlu zaman geçirdikleri boş koridora, aralık ayında Noel ağacının durduğu, kış aylarında ıslak şemsiyelerin bırakıldığı, eve girerken Bruno’nun çamurlu ayakkabılarını çıkarıp bırakması gereken ama bunu hiç yapmadığı yere son bir kez bakarken, anne başını sallayıp çok garip bir şey söylemişti:
“Fury’nin yemeğe gelmesini asla kabul etmemeliydik. Ama bazı insanlar ve onların yükselme hırsları…”
Bunu söyledikten sonra hemen dönmüştü ve Bruno, onun gözlerinin yaşlı olduğunu fark etmişti. Anne, Maria’ nın orada durup kendilerini izlediğini görünce sıçramıştı.
“Maria,” demişti sarsılmış bir sesle, “senin arabada olduğunu sanıyordum.”
“Ben de gidiyordum hanımefendi,” demişti Maria.
“Benim demek istediğim…” diye başlamıştı anne, ama başka bir şey söyleyemedi. “Benim söylemek istediğim…”
“Ben gidiyordum hanımefendi,” diye tekrarladı Maria, annenin sözünün kesilmeyeceği kuralını herhalde bilmiyordu, kapıdan aceleyle çıkıp arabaya koşmuştu.
Anne kaşlarını çatıp sonra artık hiçbir şeyin önemi kalmamış gibi, “Hadi Bruno, gel,” demişti, onun elini tutup kapıyı kilitlerken. “Tüm bunlar bitince bir gün buraya geri dönebilmeyi umalım.”
Önünde bayraklar olan resmi araba onları tren garına götürmüştü. Orada geniş bir platformla birbirinden ayrılan iki demiryolu ve her iki tarafta da yolcuların bin-meşini bekleyen trenler vardı. Diğer tarafta, yürüyen çok fazla asker ve raylardaki makasları ayıran işaret memuruna ait uzun bir kulübe görülüyordu. Bruno, ailesiyle birlikte çok az insanın bulunduğu, konforlu, bir sürü boş koltuğu olan ve pencereler açıldığında bol bol temiz hava alan trene binmeden önce, kısa bir süre insan kalabalığını görebilmişti. Eğer trenler farklı yönlere gidiyor olsalar bu kadar garip görünmezdi, diye düşünmüştü; ama öyle değildi. İkisinin de gidiş yönü doğuya doğruydu. Bir an için diğer trene koşup oradakilere kendi vagonlarında sürüyle boş yer olduğunu söylemeyi düşünmüş; ama yapmamaya karar vermişti. Anne kızmasa bile, Gretel deliye dönerdi ve bu daha da kötü olurdu.
Out-With’e, yeni evlerine geldiklerinden beri Bruno, babasını görmemişti. Babanın gürleyen sesini hiçbir yerde duymamıştı, çizmelerinin çıkardığı tok sesi de. Onun, odasında olduğunu düşündü. Ama sonra odadan, Bruno’ya bakan genç bir asker çıkmıştı. Kesinlikle, gelip giden birçok insan vardı. Ne yapabileceğini düşünürken alt kattan gürültü ve sesler geldi, hemen koridora çıkıp tırabzandan bakmaya gitti.
Babanın çalışma odasının kapısı açıktı. Kapının önünde, gülüp el sıkışan beş kişilik bir grup gördü. Baba ortalarındaydı ve yeni ütülenmiş üniformasıyla çok gösterişliydi. Gördüğü kadarıyla gür siyah saçları, yeni briyantinlenmiş ve taranmıştı. Bruno, yukarıdan bakarken ondan hem korkmuş hem de ona hayran kalmıştı.
Diğer adamların görüntülerinden o kadar hoşlanmamıştı. Baba kadar yakışıklı olmadıkları kesindi. Üniformaları yeni ütülenmiş gibi değildi. Sesleri o kadar gür ve çizmeleri cilalı değildi. Hepsi şapkalarını koltuk altlarında tutuyorlardı ve babanın dikkatini çekmek için sanki yarış halindeydiler. Bruno, onların konuşmalarından sadece bazılarını anlayabiliyordu.
“… buraya ilk geldiği andan başlayarak hatalar yaptı. Bu aşamaya gelince Fury’nin başka çaresi kalmamıştı…” dedi bir tanesi.
“… disiplin,” dedi diğeri, “ve eylem. Kırk ikinin başından beri tek eksikliğimiz eylemdi. Bu olmadan…”
“… çok açık, rakamların söyledikleri çok açık. Çok açık Kumandan…” dedi üçüncü adam.
“… eğer bir tane daha inşa edersek,” dedi son konuşan, “o zaman yapabileceklerimizi hayal edin… sadece hayal edin.”
Baba bir elini havaya kaldırdı ve bu diğer adamların hemen susmalarını sağladı. Sanki bir orkestra şefiydi.
“Beyler!” dedi. Bruno bu defa her şeyi duyuyordu; çünkü babadan başka hiç kimse odanın bir ucundan diğerine kendini dinletmeyi beceremezdi. “Tavsiyeleriniz ve desteğiniz çok takdir ediliyor. Ve geçmiş, geçmişte kaldı. Burada yeni bir başlangıç yapıyoruz, ama bu yenilik yarın başlasın. Şimdi ailemin yerleşmesine yardım etmeliyim; yoksa benim buradaki durumum, dışarıdakiler kadar zor olacak, anlaşıldı mı?”
Adamların hepsi kahkahalar atarak babanın elini sıktılar. Giderlerken oyuncak askerler gibi tek sıra durdular ve babanın Bruno’ya öğrettiği gibi, tek kollarını; avuç içi düz, parmaklar yapışık, göğüsten ileri doğru keskin bir hareketle uzatıp bağırarak selam verdiler. O iki sözcük ona her söylendiğinde aynen tekrarlaması gerektiği Bruno’ya öğretilmişti. Sonra adamlar gittiler. Baba, Girilmesi Her Şartta Her Zaman Yasak çalışma odasına döndü.
Bruno, yavaşça merdivenlerden indi. Kapının önüne geldiğinde bir an tereddüt etti. Babanın, burada olduğu yaklaşık bir saat boyunca gelip merhaba dememesi onu üzmüştü. Ne kadar meşgul olduğu ve merhaba demek gibi küçük şeylerle rahatsız edilemeyeceği birçok kez açıklanmıştı ona. Ama artık, askerler gittiğine göre kapıya vurmasının sakıncası olmayacağını düşündü.
Berlin’de babanın çalışma odasına çok az girebilmişti. Genelde yaramazlık yaptığı ve ciddi bir uyarıya ihtiyacı olduğu zamanlarda… Babanın çalışma odası için geçerli olan kural, Bruno’nun Berlin’de öğrendiği en önemli kurallardan biriydi ve o kuralın burada, Out-With’de, geçerli olmayacağını düşünecek kadar aptal değildi. Birkaç gündür birbirlerini görmedikleri için, şu anda kapıyı vurmasına kimsenin aldırmayacağını düşündü.
Kapıya dikkatlice ve usulca iki kez vurdu.
Belki babası duymamış, belki de Bruno yeterince sert vurmamıştı, çünkü kapıyı kimse açmadı. Bruno kapıya tekrar ve bu defa daha sert vurdu. Aynı anda içeriden babanın gür sesi duyuldu: “Gir!..”
Bruno kapının kolunu çevirdi, içeri girdi ve her zamanki duruşuyla -gözleri fal taşı gibi açık, ağzı O şeklinde ve kolları yanında uzamış Halde- çakılıp kaldı. Evin geri kalanı biraz karanlık, biraz iç sıkıcı olabilirdi ve araştırmaya açık değildi; ama bu oda bambaşka bir şeydi. Öncelikle tavanı çok yüksekti. Bruno’nun, içine gömülecekmiş gibi hissettiği bir halı vardı. Koyu maun raflardan neredeyse duvarlar görünmüyordu. Berlin’deki evin kütüphanesinde olduğu gibi bunlara da kitaplar sıralanmıştı. Karşı duvarda, arkadaki bahçeye açılan çok büyük pencereler vardı. Önlerine, oturulacak rahat koltuklar yerleştirilmişti ve tüm bunların ortasında meşeden yapılmış büyük bir masanın arkasında baba oturuyordu. Bruno girerken kâğıtlarından başını kaldırdı ve ona bakarak gülümsedi:
“Bruno,” dedi, masanın arkasından dolanıp çocuğun elini sertçe sıktı. Annesinin ve büyükannesinin tersine baba, herkese sarılan tiplerden değildi. Onlar huzursuz edecek kadar sık sarılır, kutlamak için sulu öpücükler verirlerdi. Baba bir süre sonra “Oğlum,” diye ekledi.
“Selam baba,” dedi Bruno usulca, odanın büyüsünün etkisine biraz fazla kapılmıştı.
“Bruno, birkaç dakika sonra seni görmeye geliyordum, yemin ederim gelecektim,” dedi baba. “Bitirmem gereken bir toplantı ve yazmam gereken bir mektup vardı. Demek buraya sağ salım geldiniz?”
“Evet baba,” dedi Bruno.
“Evi kapatırken annene ve ablana yardımcı oldun mu?”
“Evet baba,” dedi Bruno.
“Öyleyse seninle gurur duyuyorum,” dedi baba onaylayan bir tavırla. “Otur oğlum.”
Masasına bakan geniş bir koltuğu işaret etti. Bruno koltuğa tırmandı. Ayaklan yere değmiyordu. Babası masanın arkasındaki yerine döndü ve gözlerini ona dikti. Bir süre birbirlerine bir şey söylemediler. Sonunda babası sessizliği bozdu;
“Evet,” diye sordu, “ne düşünüyorsun?”
“Ne mi düşünüyorum?” diye sordu Bruno. “Ne hakkında ne düşünüyorum?”
“Yeni evimiz. Hoşuna gitti mi?”
“Hayır,” dedi Bruno çabucak, çünkü hep dürüst olmaya çalışıyordu ve bir an bile duraksasa gerçekte ne düşündüğünü söyleme cesaretini asla bulamayacaktı. “Bence eve dönmeliyiz,” diye ekledi cesaretle.
Babanın gülümsemesi biraz soldu. Gözleri bir an mektubuna kaydı, sonra tekrar yukarı baktı. Cevabını dikkatlice seçmek ister gibiydi:
“Evdeyiz Bruno,” dedi sonunda nazik bir sesle. “Out-With, bizim yeni evimiz.”
“Peki ama Berlin’e ne zaman dönebileceğiz?” diye sordu Bruno. Babanın sözleriyle kalbine bir acı saplanmıştı. “Orası çok daha güzel.”
“Hadi hadi,” dedi baba, dinlemek bile istemeyerek. “Bunu duymak istemiyorum. Bir ev; bir sokak, bir şehir ya da tuğla ve harç gibi yapay şeyler değildir. Ev, insanın ailesinin olduğu yerdir, öyle değil mi?”
“Evet, ama…”
“Ve ailemiz burada Bruno; Out-With’de. Binaenaleyh, evimizin burası olması gerekiyor.”
Bruno ‘binaenaleyh’in ne demek olduğunu bilmiyordu, bilmesine gerek de yoktu. Çünkü babasına verecek akıllıca bir cevabı vardı:
“Ama büyükanne ve büyükbaba Berlin’de,” dedi. “Onlar da ailemizden, bu yüzden burası evimiz olamaz.” Baba bunu dikkate alarak başını salladı. Cevap vermeden önce uzunca bir süre düşündü: “Evet Bruno, oradalar. Ama sen, ben, annen ve Gretel ailedeki en önemli insanlarız ve artık burada yaşıyoruz. Out-With’de… Şimdi bu yüzden bu kadar mutsuz görünme.” Çünkü Bruno açıkça mutsuz görünüyordu. “Daha fırsatın olmadı, buradan hoşlanabilirsin.”
“Buradan hoşlanmıyorum,” diye ısrar etti Bruno. “Bruno…” dedi baba, yorgun bir sesle.
“Kari burada değil, Daniel burada değil ve Martin burada değil. Etrafımızda başka ev yok, meyve ve sebze tezgâhları yok, sokaklar yok, dışarıda masaları olan kafeler yok ve cumartesi öğleden sonraları ortalıkta dolaşacak kimse yok.”
“Bruno, bazen hayatta seçme şansımızın olmadığı şeyler yapmamız gerekir,” dedi babası. Bruno onun bu konuşmadan sıkılmaya başladığını anlamıştı. “Ve korkarım bu da onlardan biri. Bu benim işim, önemli bir iş. Ülkemiz için önemli. Fury için önemli. Bir gün bunu anlayacaksın.”
“Eve gitmek istiyorum,” dedi Bruno. Gözlerinde yaşların biriktiğini hissedebiliyordu. Babasının, Out-With’in ne kadar berbat bir yer olduğunu ve gitmeleri gerektiğini fark etmesinden başka bir şey istemiyordu.
“Anlaman gerekiyor, sen evdesin,” diye ısrar etti babası, Bruno’yu hayal kırıklığına uğratarak. “Belirli bir süre için bu böyle.”
Bruno bir an için gözlerini kapattı. Hayatında hiçbir zaman istediğini elde etmek için bu kadar ısrarcı olmamış, fikrini değiştirmesi için babasının üstüne hiç bu kadar gitmemişti. Burada kalma fikri, beraber oynayacağı kimsenin olmadığı bu berbat yerde yaşama zorunluluğu, düşünme gücünü fazlasıyla aşıyordu. Gözlerini tekrar açtığında, babası masasından kalkıp onun yanındaki koltuğa oturdu. Bruno, gümüş bir
kutuyu açıp bir sigara çıkardığını ve yakmadan önce onu masaya hafifçe vurduğunu gördü.
“Çocukluğumu hatırlıyorum…” dedi baba, “Yapmak istemediğim bazı şeyler vardı; ama babam, yapmamın herkes için daha iyi olacağını söylediğinde kararlı bir adım atıp işe girişirdim.”
“Ne tür şeyler?” diye sordu Bruno.
“Şey, bilmiyorum,” dedi baba omuzlarını silkerek. “Şu anda o kadar da önemli değil. Sadece küçük bir çocuktum ve neyin daha doğru olduğunu bilmiyordum. Mesela bazen evde kalıp ödevlerimi bitirmek yerine, tıpkı senin gibi dışarıda arkadaşlarımla oynamak isterdim. Şimdi geçmişe bakıp ne kadar aptal olduğumu görüyorum.”
“Öyleyse neler hissettiğimi anlıyorsun,” dedi Bruno, umutlu bir şekilde.
“Evet, ama aynı zamanda biliyordum ki babam, senin büyükbaban, benim için neyin iyi olduğunu biliyordu ve bunu kabul ettiğimde her zaman daha mutlu olurdum. Sence ne zaman tartışacağımı, ne zaman susacağımı ve emirlere uymayı öğrenmeseydim bu kadar başarılı olabilir miydim? Evet, Bruno? Olabilir miydim?” Bruno çevresine göz gezdirdi. Bakışları odanın köşesindeki pencereye takıldı, oradan arkadaki berbat manzarayı görebiliyordu.
“Yanlış bir şey mi yaptın?” diye sordu bir süre sonra. “Fury’yi kızdıracak bir şey?”
“Ben mi?” dedi baba şaşırmış bir şekilde bakarak. “Ne demek istiyorsun?”
“İşinde yanlış bir şey mi yaptın? Herkesin senin önemli biri olduğunu söylediğini ve Fury’nin senin için büyük planları olduğunu biliyorum. Ama sana ceza vermek istemese böyle bir yere asla göndermezdi.”
Baba güldü ve bu, Bruno’yu daha da kızdırdı. Onu en çok öfkelendiren şey, bilmediği bir şey olduğunda yetişkinlerin ona gülmeleriydi; özellikle de soru sorarak cevapları bulmaya çalışırken.
“Bu tür bir görevin önemini anlamıyorsun,” dedi baba.
«
“Eğer bu, güzel evimizden, arkadaşlarımızdan ayrılıp böyle berbat bir yere gelmemiz demekse işinde pek iyi olduğunu sanmıyorum. Bence yanlış bir şey yapmış olmalısın ve gidip Fury’den özür dilemelisin. Belki o zaman bu saçmalık biter. Belki pişman olduğunu söylersen seni bağışlar.”
Bu sözler mantıklı olup olmadığını düşünmeden çıkmıştı ağzından. Sözcükler havada süzülürken pek babaya söylenecek şeyler değilmiş gibi görünüyordu, ama olmuştu bir kere. Onları geri almak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bruno, gergin bir şekilde yutkundu ve uzunca bir sessizlikten sonra gözlerini tekrar babaya çevirdi. Baba taş gibi soğuk bir yüzle ona bakıyordu. Bruno, dudaklarını yalayıp başka tarafa baktı. Babanın gözlerine bakmanın kötü bir fikir olacağını hissetmişti.
Huzursuz bir sessizlikten sonra baba yavaşça oturduğu koltuktan kalkıp masanın arkasına geçti ve sigarasını kül tablasına bıraktı.
“Merak ediyorum, acaba çok mu yüreklisin?” dedi bir süre sonra sakin bir sesle. Sanki konuyu kafasında tartışır gibiydi. “Yani düşüncelerini bu kadar açık söylemen… Belki bu o kadar kötü bir şey değildir.”
“Benim söylemek istediğim…”
“Ama artık susacaksın,” dedi baba, sesini yükseltip sözünü keserek. Normal aile yaşamlarında ona uygulanan kuralların hiçbiri baba için geçerli değildi. “Duyguların konusunda çok düşünceli davrandım Bruno, çünkü bu taşınmanın senin için zor olduğunu biliyorum. Çocukluğun ve tecrübesizliğin, kendini küstahça ifade etmene neden olsa da söylediklerini dinledim. Ve bunlara ters bir tepki göstermediğimi fark etmişsindir. Ama durumu olduğu gibi kabullenmen gereken zaman geldi artık.”
“Bunu kabul etmek istemiyorum!” diye bağırdı Bruno. Şaşkınlıktan gözleri kırpışıyordu; çünkü bu kadar yüksek sesle bağırabileceğim bilmiyordu. Aslında bu onun için tamamen şaşırtıcı bir şeydi. Biraz gerildi ve gerekirse koşarak kaçmaya hazırlandı. Ama bugün hiçbir şey babayı kızdırmıyor gibiydi… Ve Bruno kendine karşı dürüst olduğunda, babanın pek ender kızdığını kabul ederdi. Sessizleşir, mesafeli davranır; ama sonunda her şey onun istediği gibi sonuçlanırdı. Ona bağırıp evin içinde kovalamak yerine sadece başını sallayıp tartışmalarının sona erdiğini işaret etti.
Sonra sakin bir sesle, “Odana git Bruno,” dedi. Bruno onun ciddi olduğunu anladı, ayağa kalktı. Hırsından gözleri doluyordu. Kapıya doğru yürüdü, ama açmadan önce dönüp son bir soru sormak istedi. “Baba?” diye başladı.
“Bruno, tekrar başlamayacağım…” dedi baba, gergin bir şekilde.
“Bu konuyla ilgili değil,” dedi Bruno çabucak. “Sadece bir sorum daha var.”
Baba içini çekti, sormasını ama bunun son olacağını, bu konuda tartışılmayacağını belirtti.
Bruno sorusunu düşündü, kaba veya uzlaşmaya yanaşmıyormuş gibi anlaşılmasın diye bu sefer düzgün bir şekilde sözcüklere döküp sormak istiyordu. “Dışarıdaki bütün o insanlar kim?” dedi sonunda.
Babası kafasını sola çevirdi, soru onu biraz huzursuz etmiş gibi görünüyordu. “Askerler Bruno,” dedi. “Sekreterler. Bütün personel. Hepsini daha önce gördün elbette.”
“Hayır onlar değil,” dedi Bruno, “penceremden gördüğüm insanlar. Uzaktaki barakalarda. Hepsi aynı giyinmiş.”
“Ah o insanlar,” dedi babası, başı ile onaylayıp biraz gülümseyerek. “O insanlar… Şey, onlar insan değil Bruno.”
Bruno kaşlarını çattı. “Değiller mi?” diye sordu, babasının ne kastettiğinden emin olmadan.
“En azından bizim, sözcüğü anladığımız anlamda değil,” diye devam etti baba, “ama şu anda onlar için endişelenmemelisin. Seninle ilgileri yok. Onlarla hiçbir ortak noktan olamaz. Sadece yeni evine yerleş ve uslu ol. Senden tek istediğim bu. içinde bulunduğun durumu kabullenirsen her şey senin için daha kolay olacak.”
“Evet, baba,” dedi Bruno, cevaptan hoşnut kalmadan.
Kapıyı açtı ve baba onu bir an geri çağırdı, sanki bir şey söylemeyi unutmuş gibi durup bir kaşını kaldırdı. Bruno babanın bu işareti yaptığı anı hatırladı ve onu taın olarak taklit edip cümleyi söyledi.
İki ayağını birleştirdi. Sağ elini havaya kaldırdı, sonra topuklarını birbirine çarpıp olabildiğince derin ve açık bir sesle -becerebildiği kadar babası gibi- bir askerin yanından ayrılırken hep söylediği sözcükleri tekrarladı.
“Heil Hitler!” dedi, ki ona göre şimdilik bunun anlamı ‘hoşça kal’ veya ‘iyi günler dilerim’ demenin başka bir şekliydi.
Bölüm 6
Hak Ettiğinden Fazla Para Alan Hizmetçi
Birkaç gün sonra Bruno, odasında yatağına uzanmış, tavana bakıyordu. Beyaz boya çatlamıştı ve Berlin’deki evin boyasının tersine çok tatsız bir şekilde soyuluyordu. Evlerinin boyası hiç çatlamazdı ve her yaz annesi dekoratörleri getirtir, ev yeniden boyanırdı. O özel öğle-üzeri, orada uzanıp örümcek ağı gibi çatlaklara bakıyor, gözlerini kısıp arkasında neler olabileceğini merak ediyordu. Tavanla boya arasında böceklerin yaşadığını hayal etti: Boyayı itiyor, çatlakları genişletiyor; bir geçit, dışarı çıkacak bir yol arıyor, oradan bir pencereye ulaşıp kaçmayı düşünüyorlar. Hiçbir şey, diye düşündü Bruno, böcekler bile, Out-With’de kalmayı seçmezdi.
“Burada her şey berbat!” dedi yüksek sesle, onu duyacak kimse olmadığını biliyordu, ama o sözcükleri duymak kendini daha iyi hissetmesini sağladı. “Bu evden nefret ediyorum. Odamdan nefret ediyorum. Boyadan bile nefret ediyorum. Hepsinden nefret ediyorum. Kesinlikle her şeyden!..”
Tam sözlerini bitirirken Maria kapıdan içeri girdi. Kucağında Bruno’nun yıkanmış, kurumuş ve ütülenmiş giysileri vardı. Onu orada yatarken görünce bir an tereddüt etti, sonra başı ile hafif bir selam verip sessizce gardıroba doğru yürüdü.
“Merhaba,” dedi Bruno, bir hizmetçiyle konuşmak arkadaşlarıyla konuşmanın yerini tutmasa da. Etrafta başka hiç kimse yoktu ve kendi kendine konuşmaktan çok daha mantıklıydı. Gretel ortalıkta yoktu, sıkıntıdan çıldırmaktan korkuyordu.
“Bay Bruno,” dedi Maria usulca; onun yeleklerini, pantolonlarım ve iç çamaşırlarım farklı çekmecelere ve raflara yerleştirirken.
“Sanırım bu yeni düzenlemeden sen de en az benim kadar mutsuzsun,” dedi Bruno. Maria, yüzünde söylenenleri anlamayan bir ifadeyle dönüp baktı. “Bu,” diye açıkladı çocuk, kalkıp etrafa bakarak. “Buradaki her şey. Çok kötü, değil mi? Sen de nefret etmiyor musun?”
Maria, bir şey söylemek için ağzını açtı, sonra aynı hızla kapadı. Cevabını dikkatle düşünüyor, doğru sözcükleri seçmeye çalışıyor gibiydi. Onları söylemeye hazırlanıyor, sonra hepsinden tamamen vazgeçip bir kenara atıyordu. Bruno onu neredeyse hayatı boyunca tanıyordu; Maria, o üç yaşındayken yanlarında çalışmaya başlamıştı. Genelde hep iyi geçinmişlerdi, ama daha önce hiç hayat belirtisi göstermemişti. Sadece işini yapardı; mobilyaları cilalar, çamaşırları yıkar, alışverişe ve yemeğe yardım eder, bazen onu okula bırakır, sonra tekrar gelip alırdı. Bu, daha çok Bruno sekiz yaşındayken oluyordu. Dokuz yaşına geldiğinde evden okula, okuldan eve tek başına gidebileceğine karar vermişti.
“Yani buradan hoşlanmıyor musun?” dedi sonunda. “Hoşlanmak mı?” diye karşılık verdi Bruno gülerek. “Hoşlanmak mı?” diye tekrarladı, ama bu defa daha yüksek sesle. “Elbette hoşlanmıyorum. Berbat bir yer. Yapacak hiçbir şey yok, konuşacak kimse yok, beraber oynayacak kimse yok. Buraya taşındığımız için mutlu olduğunu söylemeyeceksin herhalde.”
“Berlin’deki evin bahçesinden her zaman hoşlandım,” dedi Maria, tamamen farklı bir soruya cevap vererek. “Bazen öğleden sonra, hava ılık olduğunda yemeğimi havuzun yanındaki sarmaşığın altında, güneşte oturup yemeyi severdim. Oradaki çiçekler çok güzel kokardı. Arıların onların etrafında dönüşü ve dokunmazsan rahatsız etmemeleri…”
“Öyleyse buradan hoşlanmıyorsun, değil mi?” diye sordu Bruno. “Sen de benim kadar berbat mı buluyorsun?”
Maria kaşlarını çattı. “Önemli değil,” dedi.
“Ne önemli değil?”
“Benim ne düşündüğüm.”
“Hayır, elbette önemli!” dedi Bruno sinirlenerek, sanki kadın bilerek zorluk çıkartıyordu. “Sen de ailenin bir parçasısın, öyle değil mi?”
“Babanın buna katılacağını pek sanmam,” dedi Maria gülümseyerek, çünkü Bruno’nun söylediği şey onu duygulandırmıştı.
“Buraya isteğin dışında getirildin, tıpkı benim gibi. Eğer bana sorarsan hepimiz aynı gemideyiz ve gemi su alıyor.”
Bir an için Bruno, Maria’nın gerçekten ne düşündüğünü söyleyeceğini sandı. Kadın, kalan giysileri yatağın üstüne bıraktı ve sanki bir şey onu çok kızdırmış gibi yumruklarını sıktı. Ağzı açıldı, başlamasına izin verse çıkacak şeylerden korkarmış gibi bir süre dondu kaldı.
“Lütfen söyle bana Maria,” dedi Bruno. “Çünkü hepimiz aynı hisleri paylaşıyorsak belki babamı eve dönmeye ikna edebiliriz.”
Bir an gözleri daldı ve üzgünce başını salladı, sonra dönüp onun yüzüne baktı. “Baban neyin doğru olduğunu biliyor,” dedi, “ona güvenmelisin.”
“Ama güvendiğimden tam emin değilim,” dedi Bruno. “Bence korkunç bir hata yaptı.”
“O zaman hepimizin kabullenmesi gereken bir hata bu.”
“Ben hata yaptığımda cezalandırılıyorum.” diye ısrar etti Bruno. Çocuklar için geçerli olan kuralların, kuralları koyan onlar olduğu halde, büyüklere uygulanmadığı gerçeği onu fena sinirlendirmişti. “Aptal baba,” diye ekledi sessizce.
Maria’nın gözleri fal taşı gibi açıldı, ona doğru bir adım attı. Dehşete düşmüş bir şekilde elleriyle ağzını kapattı. Etrafa bakıp kimsenin onları dinlemediğinden ve Bruno’nun söylediğini duymadığından emin oldu. “Bunu söylememelisin,” dedi. “Baban hakkında asla böyle bir şey söylememelisin.”
“Neden söyleyemeyeceğimi anlamıyorum,” dedi Bruno. Bunu söylediği için kendinden biraz utanıyordu, ama kimse onun fikrine aldırmazken istediği en son şey oturup fırça yemeyi beklemekti.
“Çünkü baban iyi bir adam,” dedi Maria. “Çok iyi bir adam. Hepimize bakıyor.”
“Bizi buraya, hiçliğin ortasına getiriyor demek istiyorsun herhalde? Bu, bize bakmak mı?”
“Babanın yaptığı birçok şey var,” dedi kadın. “Gurur duyman gereken birçok şey. Eğer baban olmasaydı ben şu anda nerede olurdum?”
“Berlin’de sanırım,” dedi Bruno, “güzel bir evde çalışırdın, yemeğini sarmaşığın altında yerdin ve arılan rahat bırakırdın.”
“Size çalışmaya geldiğim zamanı hatırlamıyorsun, değil mi?” diye usulca sordu Maria, bir an yatağın kenarına oturarak; bu daha önce hiç yapmadığı bir şeydi. “Nasıl hatırlayacaksın ki? Sadece üç yaşındaydın. İhtiyacım olduğunda baban yardımcı oldu, beni eve aldı. Bana bir iş, ev ve yemek verdi. Yemeğe ihtiyaç duymanın ne demek olduğunu bilemezsin. Hiç aç kalmadın, değil mi?”
Bruno kaşlarını çattı. Şu anda midesinin biraz kazındığını söylemek istiyordu; ama bunun yerine Maria’ya baktı ve onu daha önce kendi hayatı, kendi hikâyesi olan bir insan olarak hiç düşünmediğini fark etti. Ne de olsa bildiği kadarıyla, ailenin hizmetçisi olmak dışında bir iş yapmamıştı. Onun hizmetçi elbisesinden başka bir şey giydiğini gördüğünden bile emin değildi. Ama şu anda onun, hayatında ona ve ailesine hizmetçilik yapmaktan başka şeylerin olması gerektiğini düşündü.
Tıpkı Bruno gibi düşünceleri olmalı. Özlediği şeyler, tıpkı onun gibi tekrar görmek istediği arkadaşları olmalı. Buraya geldiğinden beri, ondan daha küçük ve daha korkak çocuklar gibi, her gece uyuyana kadar ağlamış olmalı. Kadının güzel de sayılabileceğini fark etli ve bunu düşünürken içi bir garip oldu.
“Annem, baban senin yaşlarında bir çocukken tanımıştı onu,” dedi Maria, birkaç saniye sonra. “Büyükannen için çalışıyordu. Daha genç bir kadınken büyükannenin, Almanya’da çıktığı turnelerde, giysilerinden sorumluydu. Konserleri için bütün kıyafetlerini düzenlerdi. Onları yıkar, ütüler, onarırdı. Hepsi de muhteşem elbiselerdi. Her model, sanat eseri gibiydi. Bugünlerde bu tür giysiler diken terziler kalmadı.”
Bruno sabırla dinlerken başını sallayıp anılara gülümsedi. “Büyükannen bir gösteriden önce soyunma odasına geldiğinde her şeyin hazır olmasını sağlardı. Büyükannen emekli olduktan sonra, annem onunla dostluğunu sürdürdü ve küçük bir maaş aldı, ama zor zamanlardı, sonra baban bana bir iş teklif etti; ilk işimi. Birkaç ay sonra annem çok hastalandı ve hastane bakımına ihtiyaç duydu. Baban zorunlu olmadığı halde her şeyi ayarladı.
Annesinin arkadaşı olduğu için bütün giderleri cebinden ödedi ve aynı nedenle beni evine aldı. Annem öldüğünde, baban bütün cenaze masraflarını karşıladı. Bu yüzden asla babana aptal deme, Bruno. Benim yanımda söyleme. Buna izin vermem.”
Bruno dudağını ısırdı. Out-With’den gitme kampanyasında Maria’nın yanında yer almasını umuyordu; ama onun sadakatinin kime olduğunu görebiliyordu. Ve itiraf etmeliydi ki bu hikâyeyi dinlerken babasıyla gurur duymuştu.
“Şey,” dedi söyleyecek mantıklı bir şey düşünemediğinden, “sanırım iyi bir şey yapmış.”
“Evet,” dedi Maria, kalkıp Bruno’nun uzaktaki barakaları ve insanları gördüğü pencereye doğru ilerleyerek. “O zamanlar bana karşı çok nazikti,” diye devam etti yumuşak bir sesle, uzakta insanların ve askerlerin işlerini yapmalarını izlerken. “Ruhunda çok büyük iyilik var, gerçekten var, bu yüzden merak ediyorum…” Onları izlerken devam edemedi, sesi aniden çatladı ve sanki ağlayacak gibi oldu.
“Neyi merak ediyorsun?” diye sordu Bruno.
“Merak ediyorum, o ne… nasıl yapabiliyor…”
‘‘Neyi nasıl yapabiliyor?” diye ısrar etti Bruno. Aşağıdan hızla çarpılan kapının sesi evin içinde, silah sesi gibi, öyle bir patladı ki Bruno sıçradı, Maria küçük bir çığlık attı. Bruno merdivenlerde gümleyen ve giderek hızlanan ayak seslerini tanıdı. Olacaklardan korkarak tekrar yatağa uzandı, iyice duvara yapıştı. Olacakları bekleyerek nefesini tuttu, ama gelen sadece Gretel’di. Umutsuz vaka… Kız başını kapıdan içeri uzattı ve Bruno ile hizmetçilerini konuşurken görünce şaşırdı.
“Neler oluyor?” diye sordu Gretel.
“Hiçbir şey,” dedi Bruno, savunmaya geçerek. “Ne istiyorsun? Çık dışarı.”
“Sen çık,” diye cevap verdi kız, onun odası olduğu halde, sonra dönüp Maria’ya baktı ve bunu yaparken kuşkuyla gözlerini kıstı. “Banyoyu hazırlar mısın Maria?” diye sordu.
“Neden kendin hazırlamıyorsun?” diye terslendi Bruno.
“Çünkü hizmetçi o!” dedi Gretel, gözlerini kardeşine dikerek. “O yüzden burada!”
“O yüzden burada değil!” diye bağırdı Bruno ve kalkıp ona doğru yürüdü. “Hepimizin yerine durmadan bir şeyler yapmak için burada değil, biliyorsun. Özellikle kendi yapabileceğimiz şeyleri.”
Gretel, ona sanki delirmiş gibi baktı, sonra başını hızla sallayan Maria’ya döndü.
“Elbette, Bayan Gretel,” dedi Maria. “Kardeşinizin giysilerini yerleştirince hemen geleceğim.”
“İyi, geç kalma,” dedi Gretel kabaca. Bruno’nun tersine o, Maria’nın tıpkı kendisi gibi duygulara sahip biri olduğunu düşünmekle asla zaman kaybetmezdi. Odasına gidip kapıyı arkasından kapadı. Maria’nın gözleri onu izlemedi, ama yanakları hafifçe pembeleşmişti.
“Ben hâlâ korkunç bir hata yaptığını düşünüyorum,” dedi Bruno, birkaç dakika sonra usulca. Ablasının davranışlarından dolayı özür dilemek isteyip ama bunun yapılacak doğru şey olup olmadığından emin delilmiş gibi. Bu tür durumlarda Bruno, kendini çok huzursuz hissederdi. Çünkü kalbinin derinliğinde, emrinizde çalışsalar bile kimseye saygısızlık yapmaya gerek olmadığını biliyordu. Ne de olsa görgü kuralları denen bir şey vardı.
“Böyle düşünsen bile yüksek sesle söylememelisin,” dedi Maria çabucak. Sanki sarsarak kafasına sokmak ister gibi ona yaklaştı. “Söylemeyeceğine söz ver bana.” “Ama neden?” diye sordu çocuk, kaşlarını çatarak. “Ben sadece hissettiklerimi söylüyorum. Bunu yapmaya hakkım var, değil mi?”
“Hayır!” dedi kadın. “Hayır, hakkın yok.” “Hissettiklerimi söylemeye hakkım yok mu?” diye tekrarladı çocuk kuşkulu bir şekilde.
“Hayır,” diye ısrar etti kadın. Ona yalvarırken sesi titriyordu. “Bu konuda sessiz ol Bruno. Hepimiz için ne kadar sorun yaratabileceğini bilmiyor musun?”
Bruno ona baktı. Gözlerinde bir şey vardı, daha önce hiç görmediği bir tür çılgın endişe. Bu onu fazlasıyla tedirgin etti. “Şey…” diye mırıldandı. Kadından bir an önce uzaklaşmak için ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken, “sadece buradan hoşlanmadığımı söyledim, o kadar. Sen giysilerimi yerleştirirken muhabbet ediyordum, yoksa kaçmayı filan planladığım yok. Hem bunu yapsam bile kimsenin beni eleştireceğini sanmıyorum.”
“Yani anneni, babanı ölesiye endişelendirecek misin?” diye sordu Maria. “Bruno, eğer birazcık mantığın varsa sesini çıkarmaz, aklını okul ödevlerine verirsin ve baban ne derse yaparsın. Tüm bunlar bitene kadar güvenliğimize dikkat etmeliyiz. En azından ben yapmak niyetindeyim. Bunun dışında ne yapabiliriz ki? Bazı şeyleri değiştirmek bizim elimizde değil.”
Bruno, aniden ve aklına gelen herhangi bir neden olmadan büyük bir ağlama ihtiyacı hissetti. Bu, kendisini bile şaşırttı. Maria ne hissettiğini anlamasın diye gözlerini hızla birkaç kez kırptı. Ama gözleri yine karşılaştığında, bugün galiba havada garip bir şeyler var, diye düşündü; çünkü kadının gözleri de yaşlarla dolu gibiydi. Hepsi bir araya gelince kendini garip hissetmeye başladı. Dönüp kapıya doğru ilerledi.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Maria.
“Dışarı!” dedi Bruno kızgın bir şekilde. “Eğer bu seni ilgilendiriyorsa!”
Yavaş yürüyordu; ama odadan ayrılınca merdivenlere doğru hızlandı, sonra koşarak aşağı indi. Evden hemen çıkmazsa düşüp bayılacağını hissetti. Birkaç saniye içinde dışarıdaydı. Onu bitkin düşürecek hareketli bir şeyler yapmak isteğiyle giriş yolunda aşağı yukarı koşmaya başladı. Uzakta anayola açılan kapıyı görebiliyordu ve o yol onları eve ulaştıracak olan tren istasyonuna gidiyordu. Fakat oraya gitme fikri, kaçıp kimsesiz, yapayalnız kalma fikri, ona burada kalma fikrinden daha da tatsız geliyordu.