SUNUŞ
Uğur Mumcu, ailesi Ankaralı olmasına karşın, 22 Ağustos I942’de, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir’de doğdu. Babası Ankara’ya atanınca, Balıkpazan’ndaki Devrim ilkokulunda başladığı ilköğrenimini Bahçelievler’deki Ulubatlı Hasan ilkokulunda tamamladı, Cumhuriyet Ortaokulu ve Deneme Lisesini bitirdikten sonra (1961), Ankara Hukuk Fakültesine girdi.
Uğur Mumcu öğrencilik yıllarında “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağı”nı kavramış, etkin, coşkulu, çok okuyan, araştıran ve sorgulayan bir gençti. Onun öncülüğünde yapılan toplantılara zamanın politikacıları, bilim ve sanat insanları çağrılıyor, “münazara’lardaki başarılarıyla dikkatleri çekiyordu. Daha 20 yaşındayken “Türk Sosyalizmi” başlıklı yazısıyla Yunus Nadi Makale Yarışmasını kazandı. Hukuk Fakültesini bitirince (1965), kısa bir süre avukatlık yaptı. Sonra dil öğrenmek için ingiltere’ye gitti, dönüşünde Hukuk Fakültesinin idare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Baltanın asistanı oldu. 12 Martın aydınlara yönelik baskıcı tutumundan, o da payına düşeni aldı, askerliğini yapmak için hazırlanırken tutuklandı, sonrasında “Sakıncalı Piyade” sayıldı. Askerlik dönüşü gazetecilikte karar kıldı, üniversiteden ayrıldı. Yön, Kim, Devrim, Ant, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Ortam’dan sonra uzun süre Cumhuriyette yazdı. Ölümünden önce 25; ölümünden sonra bütün yazılarının toplandığı 4O’ı aşkın kitabı yayımlandı.
Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir Türkiye’nin savunucusu; devrimci, hep emekten yana olan, hep araştıran ve sorgulayan gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 Pazar günü otomobiline konan bir bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü.
Eşi Güldal Mumcu, çocukları özgür ile Özge; Uğur Mumcu’nun, ilkelerinden ödün vermeyen kişiliğini gelecek kuşaklara aktarmak; kütüphanesini, arşivini ve tüm yazılarını tarihsel sırasıyla düzenli olarak araştırmacıların kullanımına sunmak, gazeteciliğe hevesli gençleri araştırmacılık alışkanlığıyla mesleğe kazandırmaya çalışmak gibi amaçlarla Ekim 1994’te Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nı kurdular. Vakıf, Aralık 1995’te amacı doğrultusunda etkinliklerini yaşama geçirmeye başladı. Şimdi genç gazetecileri araştırmacılığa yöneltmek, insanların düşündüklerini yazıya doğru aktarmalarını sağlamak için yazma seminerleri düzenliyor, türlü toplantıların yanı sıra kitaplar yayımlıyor.
Uğur Mumcu’nun gazete ve dergilerde beş bini aşkın yazısı yayımlanmıştır. Bu yazıların altı yüze yakını daha önce yayımlanan Suçlular ve Güçlüler, Bir Pulsuz Dilekçe, Tüfek icad Oldu, Terörsüz Özgürlük, Devrimci ve Demokrat, Tarikat-Siyaset-Ticaret adlı kitaplarında yer almıştı. Ancak vakıf “Bütün Yazılan” dizisi içinde onun bütün köşe yazılarını, söyleşilerini, haberlerini tarih sırasıyla yayımlamayı bir görev saydı. Böylece Mumcu’nun öldürüldüğü güne değin verdiği savaşımın unutulmaması için okurlarıyla kurduğu bağ pekiştirilmiş o-lacak.
Uğur Mumcu, hiçbir zaman Çağın Suçu’na ortak olmadı, hep a-raştırdı, araştırmalarının sonuçlarını, düşündüklerini korkmadan, yılmadan yazdı. Susmadı…Yüzlerce belge, yolsuzluk dosyası koydu ortaya; vurguncuları, çıkarcıları, yobazları saklayan perdeleri açtı bir bir…Ve öldürüldü. Ölümü sorgulanamayan Uğur Mumcu, gelecek kuşaklara paha biçilmez bir kalıt bıraktı,..Düşüncesini, düşüncelerini içeren yapıtlarını… Kuşkusuz bu kalıt, sahipsiz kalmayacak… Bu yapıtın e-linizde olması, Çağın Suçu’na ortak olmayacağımızı gösteriyor…
Bu kitabın oluşturulmasında emeği geçen Ali Tartanoğlu’na, Mesut Seven’e, Fatih Alpertan’a, Avni Kalkan’a, Bekir Tekkaya’ya, Serkan Uzun’a, Şebnem Kocabıyık’a, Neş’e Tartanoğlu’na; kapağını özenle yapan Murat Kaya ile Emrah Yücel’e ve kitabı özenle basan DUMAT Matbaası emekçilerine içtenlikle teşekkür ederiz. Sağ olsunlar…
Daha aydınlık bir dünya isteyen insanlar, düşünceleri uğruna çok eziyet çektiler, öldürülmeyi göze aldılar, öldürüldüler. Bu yolda gözünü kırpmadan yaşamını feda edebilecek insanları yitirmeden, aydınlık bir dünyanın, Çağın Suçu’na ortak olmayacak aydınların emeği ve çabası ile oluşacağına inanıyoruz. Bu çabanın başarıya ulaşabilmesinin ilk koşulu, suskun kalmamak… Düşünenlerin öldürülmemesi, öldürülenlerin unutulmaması dileğiyle…
TOPLU TEBRİK…
Bugün yeni bir yıla başladık. Hepinize kutlu olsun! Merhaba dostlar merhaba…
işçiler, köylüler, memurlar, tüm emekçiler… Nasıl geçirdiniz geçen yılı? Ay sonlarını nasıl kapattınız? Kimlerden borç aldınız? Sofranızda et bulundu mu? Çocuğunuz hastalanınca doktor ve ilaç parası verebildiniz mi? Sevinçle, güvenle mi girdiniz bu yıla?
ithalatçılar, ihracatçılar, özel teşebbüsçüler, güzel teşebbüs-çüler, işadamları, sanayiciler, toprak ağaları, milyonlar üzerine milyonlar kattınız mı? Kaç milyon lira vergi kaçırdınız bu yıl? Hiltonlarda, Carlton Otellerinde kaç yüz bin liralık viski içtiniz hep birlikte? Boğaziçi restoranlarını kaç kez kapattınız geçen yıl? Kaç işçiyi işten çıkardınız? Keyifleriniz nasıl? Sıhhat ve afiyettemisiniz?..
Banka kapılarından kovulanlar, hastane yataklarına alınmayanlar, iş bulamayanlar, kapıdan kapıya sürüklenenler, harmanlarını kaldıramayan köylüler, çocuklarını okutamayan işçiler, sizler nasılsınız? Gülün ve eğlenin; yeni yıla girdik…
Kalın enseliler, şiş göbekliler, milyonlar üstüne milyonlar vuranlar, karaborsacılar, kaçakçılar, esrarcılar, rüşvetçiler, sizler ne âlemdesiniz? Dümen yine aynı dümen değil mi?
Sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurulanların anaları babaları, cezaevindekilerin yakınları, onların eşleri, nişanlıları, sevgilileri, yeni yılı nasıl karşıladınız? Umutlarınızla yaşıyor musunuz? Katiller, caniler, faşist çeteciler, onların akıl hocaları, çete başları, kan içiciler, zindancılar, kelepçeciler bu yeni yılda kimlerin kanını içeceksiniz? Hangi karanlık köşede planlar yaptınız yine?..
ilericiler, devrimciler, emekten yana aydınlar, öğretmenler, öğrenciler, işçiler, kendilerini devrime ve devrimciliğe adayanlar, yarınlarda yine beraber misiniz? El ele ve omuz omuza mısınız?
ÇAGIN SUÇU
Her devrin adamları, her iktidardan koltuk kapanlar, aşağılık cuntacılar, kontrgerillacıiar, işkenceciler, yine hangi “melanetlerin” peşindesiniz bu yıl? Bakalım neler yapacaksınız bundan sonra!
Gerçekleri yıllar yılı yazanlar, doğruları haykıranlar, işkenceciden, zindancıdan korkmayan yazarlar, yazarlıktaki ağabeylerimiz, hocalarımız, kalemlerimizi yine özgürlük ve toplum için kullanacağız hep birlikte. Birbirimize güç katacağız eskisi gibi.
Sağın kalemleri, bilgisizleri, yılışık yazarları, yine “komünizm ticaretine” devam edecek ve binlerce lirayı ceplerinize indirecek misiniz? Bu yılbaşı, kaç işadamından hediye aldınız paket paket?
Her haksızlığa karşı koyanlar, adaletsizliğe boyun eğmeyenler, başkalarının özgürlüğü için savaşanlar; kutlu olsun savaşınız. Yalnız olmadığınızı bilirsiniz değil mi?.
Korkaklar, ürkekler, evet efendimciler, el ovuşturanlar, e-mir kulları, uşaklar, üçkâğıtçılar, egoistler, yine aynı işlere devam edecek misiniz? Korkularınız bitmeyecek mi hiç?
Namuslu hukukçular, özgürlük savaşı veren avukatlar, yüce yargıçlar, onurlu savcılar, “gazanız mübarek olsun!” Adalet sizlere borçlu biraz… Kavrulan yüreklere su serpecek misiniz bu yıl yine?..
Emir kulu yargıçlar, köle ruhlu savcılar, satılmış hukukçular, adaleti bu yıl da lekelemek isteyecek misiniz? Avukatlar para kazanıp vergi kaçıracak mısınız?
Hukukçuluğunuzdan ve adaletten hiç utanmayacak mısınız?
Namuslu bürokratlar, sinirli bürokratlar, devletin bir kuruş parasını yabancılara kaptırmamak için büyük şirketlerin temsilcileriyle, avukatlarıyla boğuşanlar; bu devletin sahipsiz olmadığını kanıtlamaya devam edeceksiniz değil mi? Korkmadan yürüyeceksiniz yabancı şirketler üzerine…
Unuttuklarımız, unutmak istediklerimiz, unutulmak istenenler sizlere de birer “merhaba!”
Merhaba dostlar merhaba!..
Bir yıl daha yaşayacağız birlikte…
(Yeni Ortam, I Ocak 1975)
YAPILAR…
Gazeteye giderken, her gün ilk Büyük Millet Meclisinin ö-nünden geçiyorum. Kurtuluş Savaşı bu yapıdan yönetilmiş. Mustafa Kemal Paşa ve boz kalpaklı devrimciler burada toplanmış. Müze oldu şimdi burası. Arasıra girip gezerim yeniden.
ikinci Büyük Millet Meclisi de Ulus’tadır. Şimdi “CENTO” ya ayrıldı bu yapı. Eskiden yemyeşil ve güzel bir bahçesi vardı. Heykelciklerle süslenmiş havuzlarında renkli balıklar oynardı. Bayar-Menderes döneminde yabancıların istediği “petrol” ve “maden” yasaları, “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası” bu yapıdan çıkmıştı hep. Şimdi “CENTO” olmuş bu eski Meclis. Kapısında yabancı bayraklar asılmış ve yabancı subaylar girip çıkıyor durmadan.
Cumhuriyet Halk Partisinin yapısı da iyice eskimişti artık. Merdivenler gıcırdıyordu çıkarken. Bundan sonra yeni yükler taşımaya elverişli değildi bu yapı. Belki bunun için, yepyeni bir “genel merkez” yapılıyor Çankaya’da.
– Hayırlı olsun… diyelim. Acaba bu yeni yapıda “parti sol kanadı”, “parti sağ kanadı” gibi salonlar, odalar ayrılacak mı?.. Yoksa yapının “merkezi”, “ortanın ortasına” mı oturtulacak?.. Biz ne bilelim?. Müteahhitler bilir bütün bunları…
Adalet Partisi de yeni bir inşaat tamamlamak üzere. Selanik Caddesinde kat kat yükseliyor yeni yapı. Acaba temelleri sağlam mı?.. Bakarsınız birdenbire “güm” diye çökmüş koskoca AP! Olur mu olur…
Bu yapının hemen yanında “Eski Muharipler Derneği” vardır. Acaba Emekli Orgeneral Faik Türün bu derneğe geliyor mu?.. Gelmez herhalde. Çünkü onun silah arkadaşları, “Ticaret ve Sanayi Odaları” üyeleridir artık. Ne yapsın eski arkadaşlarını?.. Yenileri daha kârlı günümüzde.
Sözgelişi, “Meşrutiyet” Caddesinde yolunu şaşırmış bir yurttaşımıza Adalet Partisini nasıl tarif eder, nasıl yol gösterirsiniz?..
– Anayasa Mahkemesini şöyle bir geç, tam karşısında sağda… dersiniz olur biter. Yurttaşımız da eliyle koymuş gibi bulur Adalet Partisini. Anayasa Mahkemesinin tam karşısında, sağdadır AP. Herkes bunu bilir…
Demokratik Parti de oralardadır. Bu partinin şimdiki genel merkezinde bir zamanlar “Fikir Kulüpleri Federasyonu” otu-
ÇAĞIN SUÇU
.4
rurdu. Sosyalist gençler bu katta konferanslar ve açıkoturumlar düzenlerdi. Devrin içişleri Bakanı Faruk Sükan burada konuşulanları,
– Solcuların nefes alışlarını bile dinliyorum… diyerek din-letmişti. işte bu yapıdan çıkan seslerin ülkede çok yankı yaptığını bildiğinden, genel merkez olarak burayı seçmişti zehir hafiye! Sükan, içişleri Bakanı olarak solcuların nefeslerini dinlemiştir ama, kendi partisi içindeki Demirel markalı dinleyicileri henüz bulamamıştır. Ne demişler:
– Alma mazlumun ahım, çıkar aheste aheste…
Türkiye Sosyalist işçi Partisiyle, Milli Selamet Partisinin binaları da karşı karşıyadır Ankara’da. Milli Selamet Partililer sabah akşam Sosyalist Partinin tabelasını görünce,
– Lahavle… çekiyorlardır, amma biraz sabırlı olsunlar. Sabrın sonu selamet… Bir daha 12 Martgelince ancak o zaman kapanır sosyalist partiler. Şimdi ise geometrik hızla çoğalacak.
– Ben sosyalistim, sen revizyonistsin… diye diye bir düzine sosyalist partiyle Avrupa “rekoru” kıracağız galiba. “Çoğulcu demokrasilerde olur böyle şeyler…
Milli Selamet Partisi, 12 Marttan önce “Milli Nizam Partisi” olarak bilinirdi. Bu parti Anayasa Mahkemesince kapatılınca, devlet partinin bütün mallarına el koydu. Bu arada Meşrutiyet Caddesindeki partiye kayıtlı katın da devlet mülkiyetine geçmesi gerekiyordu. Fakat Anayasa Mahkemesi kararından hemen önce bu kat bir partilinin üzerine kayıtlanıvermiş.
Partinin el konmayan “mallarını” da hep birlikte gördük sonra. Ne mallardı doğrusu…
Milli Nizam Partisi, Anayasa Mahkemesince kapatıldı. Fakat parti yöneticileri hakkında hiçbir ceza soruşturması yapılmadı. Türkiye işçi Partisi de Anayasa Mahkemesince kapatıldı ama, bütün yöneticileri onar, on beşer yıl cezalara çarptırıldılar.
– Nasıl olur?., diye sormayacaksınız. Burası Türkiye’dir, olur böyle şeyler…
Türkiye işçi Partisinin Ankara’da Mithatpaşa’da zar zor aldığı bir kat vardı. Parti kapatılınca bu kata da devlet el koydu. Fakat o tarihten bu yana kat boşu boşuna bekletilmektedir.
Türkiye işçi Partisinin bıraktığı boşluk sahipsizdir şimdi. Kim dolduracak dersiniz?.
(Yeni Ortam, 2 Ocak 1975)
SAĞCILARA BİLGİLER
Son zamanlarda gerek sağ basın, gerekse politikacılar, “halk iktidarı” kavramını eleştirerek, bundan kendilerine göre sonuçlar çıkarmaya başlamışlardır. Ecevit:
– Halk iktidarı kuracağız… deyince, bunun komünistlik, Marksistlik, Leninistlik olduğu yazılıp çizilmeye başladı. Bu mantığa göre herkim ki, “halk” sözcüğünden oluşan bir kavram kullanır, o, komünistin taa kendisidir!
Ne diyelim?!.. “Cehalet çukuru”nun dibi yoktur. Yazsınlar, çizsinler bakalım. Fakat biz de kendilerine “mektupla öğrenim” yoluyla bu kavramları anlatmaya çalışalım hiç olmazsa.
Bakınız Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşının temelini atarken ne demiş:
– Bizim görüşlerimiz, ki “halkçılık”tır, kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin doğrudan doğruya “halka” verilmesidir. Halkın elinde bu-lundurulmasıdır. Ve şüphe yok ki bu dünyanın en kuvvetli bir esası, prensibidir…
işte buna “komünistlik” diyor sağ basının kalemleri!.. Bir kaç örnek daha verelim de öğrensinler:
– Şekli hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir. Ve lisanımızda bu hükümet, “halk hükümeti” diye yad edilir…
Bu sözler, Atatürk’ün “Söylev ve Demeçleri”nin 3’üncü cildinin 5 I ‘inci sayfasındadır.
– Yeni Türkiye devleti bir “halk devleti”dir…
Bunu da Atatürk söylemiştir. “Söylev ve Demeçler”in 2’nci cildinin 32’nci sayfasından başlayarak altı sayfa okursanız, bu sözleri gözlerinizle görürsünüz.
– Her birimizin hakkı vardır, yetkisi vardır. Fakat, çalışma sayesinde bu hakkı elde ederiz. Yoksa arkaüstü yatmak ve hayatını çalışmaktan uzak olarak geçirmek isteyen insanların bizim sosyal bünyemiz içinde yeri yoktur. Hakkı yoktur. 0 halde ifade ediniz efendiler, “halkçılık” sosyal düzeni, “emeğine” hukuken dayanmak isteyen bir “sosyal” doktrindir. Efendiler biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimizi emin bulundurmak için, “heyeti umumiyemizce”, “heyeti milliyemizle” biz mahvetmek isteyen “emperyalizme” ve bizi yutmak isteyen “kapitalizme” karşı “heyeti milliyece” mücadeleyi caiz gören bir “doktrini” takip eden insanlarız…
ÇAĞIN SUÇU 15
Bu konuşma da, Türkiye Büyük Millet Meclisinde I Aralık 1921 ‘de yapılmıştır. Atatürk’ün sözleridir bunlar.
“Halk”, Kurtuluş Savaşımızın temel kavramlarından biridir. işte sağ basının kalemleri bu sözcüğün, yirminci yüzyılın ikinci yarısında “komünizm” kanıtı olduğunu yazıp çizmekle, “milliyetçilik” yaptıklarını sanmaktadırlar. Oysa “halk”, cumhuriyetimizin temelini atan büyük kavganın harcıdır… Bilmezler mi bunu?
Sağ basının kalemleri bir de “Türkiyeli” sözcüğüne takılmaktadır.
– Ankaralı… istanbullu… izmirli.., der gibi:
– Türkiyeli… denmesinden de “zehir hafiye” coşkusuyla komünizm belirtileri bulmaya çalışmak şimdi hüner sayılmaktadır.
Bir de şu satırları okusunlar:
– “Türkiye halkı”, mütevazı milli hudutlar içinde bütün medeni insanlar gibi tam mana ve şümulüyle hür ve müstakil yaşayacaktır…
Bu sözleri söyleyen de Atatürk’tür. “Türkiye halkı” Atatürk tarafından kullanılmış bir kavramdır açıkçası. “Söylev ve De-meçler’ın 3’üncü cildinin 40’ıncı sayfasını açarsanız bunları da okursunuz.
Bunlar böyle…
Bir de “halk mahkemesi” kavramı var: Halktan söz edince hemen:
– Halk mahkemeleri mi kuracaksınız?., diye demagojilerle saldırırlar. Bu demagoji silahını da ellerinden almak gerekiyor.
“Halk mahkemesi” birçoklarının sandığı gibi, sosyalist ülkelerdeki siyasal suçlan yargılayan mahkemeler değildir! “Halk mahkemesi”, Hitler tarafından kurulan ve sosyalistleri yargılayan mahkemenin adıdır. Almancası “Volksgerichthog”, ingiliz-cesi “Peoples Court”, Türkçesi “halk mahkemesi!”
Sağ basının kalemleri “William I. Shirer’in “Nazi imparatorluğu” kitabının 426’ncı sayfasına lütfedip bakarlarsa, şimdiye kadar uluorta kullandıkları “halk mahkemesi” kavramını da öğrenmiş olurlar.
Milliyetçilik, ulusal sınırları içinde yaşayan bütün yurttaşları dil, din ve sınıf ayrımı gözetilmeksizin insanca yaşatma amacının adıdır. Halksız milliyetçilik olamaz.
Halk sözcüğünden korkanların bilgisizlikleri kadar amaçlan da belli değil mi?..
(Yeni Ortam, 3 Ocak 1975)
BÖLMEDEN
Yumuşakbaşlı, sessiz sedasız insanlar için,
– Ağzına vur, lokmasını al… derler. Gerçekten bazı insanlar böyledir. Ağızlarına vurulmadan da lokmalarını başkalarına kaptırırlar.
Toplumların da böyle olması istenmektedir, işçi hak aramayacak. Köylü olanla yetinecek. Memur ne verilirse kabullenecek. Böylece memleket güllük gülistanlık olacak.
Arasıra,
– Nerde efendim o eski günler… diye yakınmalara tanık o-luruz. O eski günler, işçinin, köylünün, memurun hak aramadığı günlerdi. Böyle zamanlarda devleti yönetmek de çok kolaydı:- Vatanın yüksek menfaatleri… denilince akan sular dururdu. Devler adamları gökten zembille inmiş kurtarıcılar sayılırdı. Bu, bir çeşit şartlanmaydı…
insanlar önce “teba” olmaktan “yurttaş” olmaya geçiyorlar. Sonra bu “yurttaşlığın” bilinci yerleşmeye başlıyor. Sonra da “sınıf bilinci” başlıyor. Anayasa ve yasalar,
– Herkes yasa önünde eşittir… diyor ama yasaların, yani daha somut tanımla devletin önünde insanlar eşit değil, çeşit çeşit diziliveriyor. işçisi başka, köylüsü başka, memuru başka, kentsoylusu başka…
Ortaya, sınıf ayrımı çıkıyor, insanların, yurttaşların yasa ö-nünde neden eşit olmadığı da araştırılmaya başlanıyor. Egemen sınıflar bunların araştırılmasını hiç istemiyorlar:
– Aşırı akımlar.., zararlı cereyanlar… maksatlı fikirler… gibi suçlamalar hemen ortaya atılıyor. Amaç, yurttaşın sınıf bilinciyle olayları değerlendirmesine engel olmaktır, işte “zararlı fikir” dedikleri, kendileri için zararlı olacak düşünceler ve davranış türleridir!
ÇAĞIN SUÇU 17
I
İşçi sınıfı ideolojisinin bin bir karalama ve demagoji ile kö-tülenmek istenmesinin nedeni de budur açıkça. Sömüren, sömürülenin uyanmasını istemiyor… Emekçiler bir “yabancılaşma” dünyasında yaşatılmak isteniyor. Kendi emekleri ile yaratılan değerlere sahip çıkmasını bilmiyor emekçiler. Türlü korkular, endişeler ve şartlanmalar, bu “yabancılaşma” ile birlikte, işçi sınıfını kendi ideolojisinden uzak tutmaya yarıyor.
Fakat bir süre sonra kırılıyor bu çemberler. Bu kez emekten yana aydınları, ezmek, boğmak ve öldürmek istiyorlar. Fakat hiçbir şey kâr etmiyor! “Sınıf bilinci” geliştikçe gelişiyor. Dernekler, örgütler, partiler hep birlikte bu bilinç aşamasına katkıda bulunuyorlar birer birer.
Bir birikim doğuyor sonra… Siyasal partiler bu birikimle iktidara doğru yaklaşıyorlar. Sosyal demokrat ve sosyalist partiler bu bilinçle güçleniyor. Burada bir başka “taktik” uygulanıyor artık.
Böl ve parçala… Ayrıntılar abartılıyor. Solculuk için solculuk yapma tutkusu, küçük burjuva dürtüleri ile birleştiricilikten çok “bölücülüğe” yarıyor. Herkes kendisinin daha sosyalist olduğunu kanıtlama yarışına giriyor. Ve parçalara bölünüyor sol birikim…
Oysa somut gerçekler, soldaki ortak ilkeleri de kendiliğinden ortaya koyuyor bir bir. Türkiye hangi aşamadadır? Önce bunu bilelim… Gücümüz nedir, önce bunu anlayalım… Geçmişte ne gibi yanılgılarımız oldu, bunun “özeleştirisini” yapalım… Dost kim, düşman kim, bunları iyice saptayalım…
Bunlara katlanmadan ya geçmişteki sol birikimi tümüyle yadsıyarak “inkarcılığa”, ya da türlü ilerici akımdan soyutlanarak, “küçük burjuva anarşizmine” düşmemek mümkün değildir. “Dogmatizmin” bataklığında kulaç atmanın adı hiçbir ülkede “hayırla” anılmaz. Sosyalizmi “mezhepçilik” gibi bir “fraksiyon” kalkanı yapanları ise halk hiç anlamaz. Anlamaz ve bağışlamaz üstelik…
Bugüne kadar oluşan “sol birikimi” harcatmamak hepimizin görevidir. Bölmeden, parçalamadan, “antifaşist” güçleri birleştirmek gerekiyor şimdi.
“Morrison milliyetçiliği”nin bayrağı altında toplananlar ortadayken birbirimizi yemenin anlamı ne? Bunu düşünelim hiç olmazsa…
(Yeni Ortam, 4 Ocak 1975)
ODTÜ DOSYASI…
Bugün hep birlikte ODTÜ, dosyası tutanaklarına göz atalım.
Askeri Savcı: Hâkim Yarbay ihsan Şenel, Tutanak Kâtibi: Öncel Gürkan, Soruşturma yeri: Sıkıyönetim Askeri Savcılığı, Soruşturma tarihi: 28.7.1971,.,
Vaki davet üzerine geldiği görülen Mehmet Kıcıman huzura alınıp ifade ve hüviyetinin tespitine geçildi.
Hüviyeti: Mehmet Kıcıman, Nafiz oğlu, 1932 doğumlu, halen Ankara, Ant Sokak, 5/1, Çankaya’da oturur. ODTÜ, inşaat Bölümü profesörlerinden. Soruldu: Üniversitemizde aşırı sol düşünceleri bakımından talebelerin yanında olan kimseleri ben sadece kendi bölümümde olanları değerlendiriyorum. Bunlar konuşmaları, hareketleriyle fikirlerini belli ediyorlar. Bunların isimleri Sedat Özkol, Ertan Acaroğlu’dur… Sedat Özkol’un 10 Haziran 1970 tarihli Milliyet gazetesinde zihniyetini aksettiren, Türkiye halklarından bahseden bir yazısı mevcuttur. Kendisi zaten Amerika’da iken aşırı sol fikirlerinden dolayı arkadaşlarının dikkatini çekmiştir. Onunla beraber Amerika’da bulunan Yük. Müh. Bnb. Erol Tezcan ve Yük. Müh. Bnb. Yücel Erden bana durumu anlatmışlardı…
Bu da başkası:
Hüviyeti: Rahmi Magat, Fevzi oğlu, 1927 doğumlu. Bursa nüfusunda kayıtlı, halen Ankara, Kavaklıdere, Alaçam Sokak, 24/7’de oturur. ODTÜ, Hukuk Müşaviri ve serbest avukat.
Hadise soruldu: Ben 1960 senesinden beri ODTÜ ‘sinin Hukuk Müşavirliğini yapmaktayım. Rektör Kemal Kurdaş üniversitede her türlü fikirlerin serbestçe tartışılabileceğini kabul ediyordu. Bu müsamaha neticesi her türlü sol fikirler ve olaylar üniversitede konuşuluyor ve tartışılıyordu. Yalnız sol tema-yüllü olanların miktarı fazla ve biraz daha cesurane hareket ettiklerinden karşı gruba faaliyet imkânı tanımıyordu. Ben şahsen bu düşüncenin karşısında olduğumu Kemal Kurdaş’a söylüyordum. Bu bakımdan üniversiteye, Çetin Altan, ilhan Selçuk, Muammer Soysal gibi sol fikirde olanlar konferans vermek ü-zere geliyorlardı. Yine üniversitede Nazım Hikmet köşesi, Vietnam köşesi yapılabiliyordu… Disiplin kurulundaki tartışmalarda bu talebelerin bu hareketleri bağımsız Türkiye için yapı-
ÇAĞIN SUÇU 19
yorlar şeklinde müdafaa oldu. Bunu yapanların başında Yılmaz inkaya gelir…
Bir zamanlar Ankara Barosu Başkanlığı yapan bu “çok saygıdeğer” Hukuk Müşaviri, eski Rektör Kemal Kurdaş’ı suçladıktan ve bazı öğretim üyelerinin adlarını verdikten sonra bir de şu açıklamayı yapıyor:
– Hüseyin Batuhan ismindeki Beşeri ilimlerdeki Bölüm Başkanı arkadaşımız, öğretim görevlilerinin öğrencilere ideolojik tesir icra ettiğini yazıyla bildirdi. Bunların bir kısmına mukavele tazelenmedi. Bir kısmının da mukaveleleri feshedildi.,.
“Tolerans” konusunda doktora tezi veren Hüseyin Batuhan da bazı öğretim görevlilerini üniversiteden attırabilmek i-çin yazılar yazmış. Sen gel, dış ülkelerde, “batıda tolerans fikrinin gelişimi” diye doktora tezi hazırla, sonra da kendi yurttaşlarını, kendi meslektaşlarını üniversiteden attırabilmek için yazılar yaz! Aferin doğrusu…
Bir zamanlar Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı ve Ankara Barosu Başkanlığı yapan Rahmi Magat, ifadesini şöyle tamamlıyor:
– Bu hususları genel olarak ben Cumhurbaşkanına iadeli taahhütlü bir mektupla bildirdim. Bunun bir kopyası bendedir, istendiğinde verebilirim…
Üniversite Hukuk Müşaviri, devrin CumhurbaşkanıCevdet Sunay’a bütün bildiklerini bildirmiş. Kırk bir kere maşallah!
Gelelim üniversitenin şimdiki Rektörü Prof. Tarık So-mer’e: Tanık Tarık Somer: Mehmet oğlu, 1926 doğumlu. El-mas’tan doğan, D. Veli nüfusunda kayıtlı, Ankara Esat Caddesi 42/15’te oturur. ODTÜ Kimya Mühendisliği Bölümünde Öğretim Üyesi.
Bu “zatı şerif, sonradan Amerikan firması müteahhitlerinden Süleyman Demirel’in partisinden milletvekili seçilen Prof. Mustafa Parların rektörlük seçimi sırasında olup bitenleri anlatırken, öğretim üyesi arkadaşlarını şöyle suçlamaktadır:
– Aşırı solda talebelerin yanında olanlar, toplanarak kalkıp aleyhte konuşuyorlar ve Mustafa Parlar’ın geçmiş hizmetlerine kara sürüyor ve küçültücü sözler söylüyorlardı. Bunlar arasında Sedat Özkol, Halit Çakır, Kemal Ertopçuoğlu, Erhan Kara-esmen gibi şahısların bulunduğunu, ayrıca kapıya sık sık gelip Yaşar Gürbüz’ün Halit Çakır’a direktifler verdiğini gördüm. E-lektrik Mühendisliği Başkanlığına getirilen Nazif Tepedelen-
20
lioğlu, Dekanlığa getirilen Erdoğan Tekin, Rektör Yardımcılığına getirilen Ertan Acaroğlu, tamamen talebenin paralelinde çalışmış kimselerdir…
Bu da üçüncüsü…
Şimdi işlere bakınız: Profesör Mustafa Parlar Adalet Partisi milletvekili olmuş. Devrimci öğretim üyeleri birer birer ayıklanmış. Tarık Somer Rektörlüğe seçilmiş. “Operasyon” tamamlanmış.
Şu rastlantıya ne dersiniz: Rektörlük Hukuk Müşaviri Rahmi Magat, bu “saygıdeğer” avukat, üniversiteye karşı açılacak davalarda Rektörlüğü savunacak. Üniversitede de çalışan kamu personelinin avukatlığını da Doçent Seyfullah Ediz yapıyor. Geçen hafta bu köşeden Seyfullah Ediz’i de tanıtmıştım. O da, Ankara Hukuk Fakültesindeki devrimci öğretim üyelerini mahkûm ettirebilmek için savcılık kapılarına koşmuştu. Rahmi Magat işveren vekili olarak Rektörlüğü, Seyfullah Ediz sendika vekili olarak üniversitede çalışan öğretim üyelerinin haklarını savunacak… Ne denir? Bu da güzel rastlantıdır…
Geçen hafta, askeri mahkemelerde arkadaşlarını mahkûm ettirebilmek için uğraşan profesör, doçent ve asistanların adlarını açıklamış ve bunlara “altın”, “gümüş” ve “bronz” madalya verilmesini önermiştim. Yukarıda adları geçenleri de sık sık hatırlamak gerekiyor.
Profesör Tarık Somer’in, Hukuk Müşaviri Avukat Rahmi Magat’ın, Profesör Mehmet Kıcııman’ın ve Hüseyin Batuhan’ın, Üniversite bahçesine heykellerinin dikilmesini öneriyorum…
(Yeni Ortam, 6 Ocak 1975)
HAVADAN VE SUDAN
– Havadan sudan para kazanmıştır… denir. Bugün sizlere, “su” işlerinden dolayı para kazanmış bir müteahhitten söz e-deceğim.
Müteahhidin adı, Süleyman Demirel’dir… Demirel, I960 dönemi geldiğinde, Devlet Su işleri Genel Müdürüydü ve henüz askerlik görevini yapmamıştı. Bugüne kadar Demirel’in bir
ÇAĞIN SUÇU
21
devlet memurundan daha çok para kazandığını kimse söyleyemez. Öyleyse nasıl zengin oldu Demirel?
Şöyle…
Yük. Mühendis Süleyman Demirel, bir yandan Orta Doğu Teknik Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışırken, öte yandan da müteahhitlik yapmaktaydı. O günlerde, üniversitenin içme suyu inşaatı da ihaleye çıkarıldı, inşaatın keşif bedeli 5 milyon 750 bin liraydı. Demirel,
– Ben bu inşaatı 4 milyon 100 bin liraya yaparım… diyerek hemen kolları sıvadı. Fakat ortaya küçük bir pürüz çıktı. Üniversite Kuruluş Yasası ve Satmalına Yönetmeliği, üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışanların bu tür ihalelere girmelerini yasaklamaktaydı. Bir süre sonra bu pürüz de giderildi. Üniversite Hukuk Müşavirliği,
– Ek görevle üniversitede çalışanlar ihalelere girebilir:., diye yorum yaptı ve Demirel, üniversitenin içme suyu inşaatını Çizerine almış oldu.
Su tesisat inşaatı için gerekli ithal malzemesinin vergi ve gümrük “resmine” bağlı olduğunu bilen Demirel bir süre sonra üniversite Rektörlüğüne başvurarak,
– Orta Doğu Teknik Üniversitesi bir kamu kuruluşudur. Bu nedenle bu vergi ve resimleri ödememek gerekir… dedi. Demirel ayrıca bu sonucu sağlamak için imar ve iskân Bakanlığına başvurarak devlete vereceği vergilerden kurtulmak istedi. De-‘ mirel’in dilekçesi bakanlıkta, bakanlık “Amme Tesisleri Dairesi Başkanı” Mehmet Uslu’nun önüne geldi. Uslu,
– Bu vergi ve resimlerin ödenmesi gerekir.., dedi. Dedi a-ma kendisi izindeyken yerine bakan Raşit Yalvaç,
– Bu kamu kuruluşudur. Bu kuruluşta ihaleyi üzerine alan da Demirel’dir. Öyleyse Demirel devlete gümrük vergi ve resmi vermemelidir… gerekçesiyle Demirel’e ayrıcalık tanıdı.
Bu usulsüzlüğe, üniversite inşaat Başkanı itiraz etti. 9 Ocak 1963 tarihli ve 715/49-53 sayılı yazıda Başkan Muhittin Kulin,
– Demirel’e tanınan ayrıcalık yasalara aykırıdır.,, diye diretti. Aynı günlerde devrin imar ve İskân Bakanı Fahrettin Kerim Gökay, 5.1 1. 1963 tarihinde üniversiteye başvurarak,
– Gerekli malzemenin gümrük veya gider vergisinden muaf tutulması hususunda verilen belgelerin müteahhit Süleyman Demirel tarafından kendi çıkarına kullanılıp kullanılmadığını…
22
sordu. Bu yazı üzerine “Mütevelli Heyet” toplandı ve Demi-rel’i haklı buldu. Böylece Demirel 700 bin liralık bir ithalat dolayısıyla ödenmesi gereken 200 bin lirayı devlete ödemedi. Bu iki yüz bin Türk lirası havadan Süleyman Demirel’in cebine iniverdi!
Ayrıcalıklar bununla da bitmedi.,. 4 milyonluk ihale için, Demirel’e 2 milyon 100 bin liralık “avans” da verildi. Oysa, yapılan mukavelede böyle bir hüküm yoktu. Demirel bu parayı herhangi bir bankadan alsa, yüzde 18-20 faiz ödeyecekti. A-vans almakla bu faizden de kurtularak yine havadan 150 bin lira kadar bir para daha kazandı.
Demirel bununla da yetinmedi…
Mukaveleye göre, Demirel’in su tesislerini 30.6.1963 tarihinde bitirmesi gerekiyordu. Eğer inşaat erken bitirilirse kendisine erken bitirme primi ödenecekti. Demirel 14.4.1963’te işi bitirdiğini ileri sürüp 2 ay 9 günlük erken bitirme primi alarak 248 bin lira daha kazanmıştır. Fakat iş Demirel’in bildirdiği tarihte bitirilmiş değildi. 23 Ekim 1963 tarihinde Rektör yerine imza atan Orhan Alsaç, Demirel’e gönderdiği mektupta,
– Eksikliği tamamla… demişse de Demirel işi erken bitirdiği gerekçesiyle 248 bin lirayı kasasına çoktan yerleştirmiştir. Yani Demirel, gecikme dolayısıyla üniversiteye tazminat ödemesi gerekirken, erken bitmiştir gerekçesiyle ödüllendirilmiştir. Bir de,Borular zamanında yerleştirilmedi… diyerek 65 bin lira tazminat istemiş ve almıştır bu arada.
Demirel’in yaptığı işin kesin kabulü 15-25 Temmuz 1964 tarihleri arasında yapılmıştır. Üniversite inşaat Başkanlığından Yük. Müh. Şevket Göloğlu, 17 Kasım 1964 tarihli raporunda,
– Su tesisleri kusurlu yapılmıştır. Teknik kusur ve hatalar dolayısıyla, geçen bir yılda 650 bin lira kayıp olmuştur… diyerek bu “Barajlar Kralı”nı yerden yere vurmuşsa da, Demirel yine kazanacağını kazanmıştır. Bu rapor üzerine Rektör, iller Bankası, Devlet Su işleri ve Bayındırlık Bakanlığı mühendislerinden oluşan bir kurula konuyu inceletmek istemişse de, Orhan Alsaç, “iç bünyede bir araştırma” yapmakla yetinilmesini önermiştir.
iç bünyede yapılan araştırmada da aksaklıklar saptanmış ve bunların giderilmesi için 25 bin marklık malzeme sipariş edil-
ÇAĞIN SUÇU 23
mistir. Bunun da Türk parası ile değeri 100 bin liradır. Bu yüz bin liranın Demirel’den alınması gerekirken, bu konunun üzerine de gidilmemiştir. Birtakım “masonik” ilişkiler de etkili olmuştur bu işlerde…
Özetleyelim… Demirel, 4 milyonluk küçük bir ihaleden, 313 bin lira prim, 150 bin lira gümrük bağışıklığı, 150 bin lira avans kârı, 100 bin lira tesisat noksanlığı olmak üzere, 713 bin lira açıktan para kazanmıştır.
İşte “havadan” ve “sudan” böyle para kazanılır…
Şimdi bu müteahhidin çevresinde “Milliyetçi Cephe” kurulacak. Ey “komandolar” siz de titreyin ve bu Amerikan firması müteahhidinin fedailiğine koşun…
(Yeni Ortam, 7 Ocak 1975)
MR. HARRIS KİMDİR?..
Bugünlerde, Amerikan Büyükelçiliği bir konuğu beklemektedir: Washington’da “State Department” yetkilileri de bir atama işlemini tamamlamak üzeredir. Son Kıbrıs olaylarından’ sonra Türkiye’ye yüksek düzeyde bir CIA yetkilisinin atanması gerekmekteydi. Bu yetkili hemen bulundu.
George S. Harris, bugünlerde Washington’dan uçağa binip, Esenboğa’ya inmek için bütün hazırlıklarını tamamlamıştır. Belki bu satırların yazıldığı gün, “veda partileri” de bitmiş oluyordu.
George S. Harris kimdir? Tanıtalım…
Mr. Harris, Türkiye konusunda iki kitabın, daha doğrusu iki “rapor’un sahibidir. Kitaplardan biri, “Origins of Communism in Turkey” ikincisi “Troubled Alliance” adlarıyla yayımlanmıştır. Yazarın “Middle East Journal” adlı derginin 1963 yılı Nisan sayısında “The Rol of the Military in Turkish Politica” adlı uzun bir incelemesi de yayımlanmıştır.
Troubled Alliance adlı kitap daha önce “State Department’^ bir rapor olarak sunulmuş, sonradan “Hoover” yayı-nevince kitap olarak yayımlanmıştır. Bu kitap, 1945 yılından 1971 yılına kadarki dönemde, Türk-Amerikan ilişkilerini incelemektedir. Yazar, birçok Türk araştırmacısının yayınlarına ve
24
yazılarına dayanarak, Türkiye’deki “antiamerikan” akımların nedenlerini incelemekte ve belirli yorumlar yapmaktadır.
Harris, kitabının 135’inci sayfasında, CIA konusuna yer vermiş, Bülent Ecevit’in bu konuda Parlamentoda yaptığı konuşmayı değerlendirerek, Adalet Partisiyle Cumhuriyet Halk Partisinin bu konudaki tutumlarını karşılaştırmıştır. Türkiye işçi Partisinin, “Angloamerikan emperyalizmine karşı ortak cephe” önerdiğini yazan Harris, Cumhuriyet, Milliyet, Akşam, Yön ve Aydınlık gibi yayın organlarına yollama yaparak, Türkiye’de gelişen “antiemperyalist” akımları incelemiş, Türk-iş’e yapılan yardımların, “Ford burslarının ve “barış gönüllülerinin, CIA tarafından yönetildiğinin yazıldığını belirtmiştir.
Kitabında “Büyükelçi Kommer’in gelişi” başlığıyla bir bölüm ayıran Harris, Kommer’in Vietnam’da “pasifıkasyon” uzmanı ve danışmanı olarak çalıştığını, bu nedenle Türk kamuoyundan çok sert tepkiler gördüğünü yazdıktan sonra,
– Kommer’in Türkiye’ye atanması bir hataydı… demektedir. Kommer’in Türkiye’ye gelişini izleyen günlerde yoğunlaşan
“antiamerikan” gösterilerin, büyükelçinin arabasının yakılmasıyla daha da şiddetlendiğini anlatan Harris,
– Türk basınında, Kommer’in Orta Doğu Teknik Üniversitesine giderek, böyle bir tepkinin doğmasına bilerek yol açtığı yazılmış ve aynı günlerde Adalet Partisinin anayasal hakları kısıtlayıcı yasalar getirmesi de aynı gözlemin kanıtları olarak ileri sürülmüştü… demektedir.
1969 seçimlerinden sonra solun “şiddet” yoluna başvurduğunu anlatan Harris, “Ant” dergisinin, Latin Amerika türü eylemleri öğütlediğini yazarak Selma Ashworth’un “Ant” dergisinde çıkan “Biz de mi Amerikan elçisini dağa kaçıralım?” başlıklı yazısını kaynak göstermektedir. Solun Parlamento dışına itildiğini ve “Parlamento dışı muhalefet” adıyla yeni “taktikler” saptadığını anlatan Harris, 1969 yılında yayın hayatına başlayan “Devrim” gazetesinin “milliyetçi” bir yaklaşımla Türkiye’ ye yeni bir yön verme çabasında olduğunu kaydetmektedir. 1969’da başlayan eylemlerin 1971 Martında “komutanlar muhtırası” ile sonuçlandığını anlatan Harris, Nihat Erim’in Cumhurbaşkanı Sunay tarafından,
– Güvenilir ve tecrübeli politikacı… olarak başbakanlığa a-tandığını belirtmektedir.
ÇAĞIN SUÇU 25
Kitapta, siyasal, askeri, ekonomik her türlü Türk-Amerikan ilişkisi, kaynaklarına inilerek incelenmiş ve bu incelemelerden belirli sonuçlar çıkarılmıştır. Doğan Avcıoğlu, ilhan Selçuk, Çetin Altan, llhami Soysal, Kemal Bisalman gibi yazarların yazıları, Cüneyt Arcayürek, ismail Baltacıoğlu gibi gazetecilerin haberleri, M. Ali Aybar, Haydar Tunçkanat, Sezai Orkunt, Haluk Ülman gibi politikacıların konuşma ve yazıları da birer birer inceleme konusu olmuştur.
“Türkiye’de Komünizmin Kaynağı”, “Ordunun Politikadaki Rolü”, “27 Mayıs 1960 ihtilalinin Nedenleri” ve “Sıkıntılı Birlik” gibi araştırmaların yazarı olan Mr. Harris, Türkiye’deki Amerikan Büyükelçiliğine “Political Officer”, yani bir çeşit “siyasal danışman” olarak atanmıştır. Bilindiği gibi CIA eski başkanlarından Colby de şu anda Tahran’da Amerikan Büyükelçisi olarak görev yapmaktadır.
Ortadoğu ülkelerinde artık bir “diplomatlar savaşı” başlamıştır. Bu diplomatlar artık CIA yetkililerinden seçilmektedir. Bu nedenle biz Mr. Harris’e,
– Hoş geldiniz… demiyoruz. Biliyoruz ki Mr. Harris hayırlı sabahlar müjdecisi değildir…
(Yeni Ortam, 8 Ocak 1975)
DÜN SUÇTU…
Bir ülkenin savunması, ulusal savaş sanayiinin kuruluşuna bağlıdır. Bir devlet kendi savunmasını, kendi yaptığı silahlarla yürütemiyorsa, ister istemez bir başka ülkenin güvenliği için kullanılıyordemektir. Türkiye yıllardır NATO stratejilerine göre koşullandırılmış ve ülkemizin savunması ve güvenliği Amerika Birleşik Devletleri’nin “ortak savunma” planlarına bağlanmıştır.
1963 yılında Kıbrıs olayları patlak verdiğinde, Amerikan Cumhurbaşkanı Johnson,
– Size verilen silahları ancak benim emrimle kullanabilirsiniz… diyerek bir acı gerçeği bütün çıplaklığı ile yüzümüze vurmuştu. Yakın siyasal tarihimizde “Johnson mektubu” olarak adlandırılan bu “muhtıra”, ulusal onurumuza indirilmiş büyük bir şamardır.
26
Bu şamara yüzünü uzatmak zorunda kalan hükümet başkanı da, Kurtuluş Savaşımızın, emperyalist ordularını denize döken “millici” güçlerin “Garp Cephesi Komutanı” ismet Paşaydı!
1963 yılındaki Kıbrıs bunalımı ulusal bilinçlenme aşaması i-çin bir önemli kilometre taşı oldu.
– Başkasının yapamadığını millet yapar… kampanyaları ile “çıkartma gemileri” yapımı başladı. Kurtuluş Savaşımızdan sonra yeniden kendi halkımıza, kendi işçimize güvenmeye başlıyorduk.
– Kendi Uçağını Kendin Yap,., kampanyası da Hava Kuvvetlerimizi güçlendirmeye yönelmişti. Petrolde, madende, bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızda tam bir “milliyetçilik” aşaması başlamıştı.
Ülkenin devrimci kesimi, ulusal sanayimizden, yeraltı ve yerüstü zenginliklerimize kadar, halkımızın öz mallarını, emeğini sömürtmemenin savaşına girmişti: “Kuvvayı Milliye” yeniden dinliyordu!
Ülkemizde aynı günlerde bir Amerikan firması komisyoncusunun yönetiminde tam Amerikancı bir iktidar hüküm sürmekteydi. Bir gün Senatoda ulusal savunmamız söz konusu olunca Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu kürsüye çıkarak,
– Ulusal ordu özlemi… diye başlayan bir konuşma yaptı. Devrimci general, Silahlı Kuvvetlerimizin ancak kendi kaynaklarımıza dayanılarak güçlendirilmesini istiyor, buna “ulusal ordu özlemi” adını takıyordu.
O gün Senato karıştı… Amerikan firması komisyoncusu Süleyman Demirel birdenbire kürsüye fırlayarak General Madanoğlu’na en sert cümlelerle saldırdı. Bunların hepsi tutanaklardadır şimdi. Gün olur açıklarız bu köşeden. Demirel’e göre “ulusal ordu özlemi”nden söz etmek, Silahlı Kuvvetlerimize hakaret sayılırdı.
Aradan günler, haftalar, aylar ve yıllar geçti…
12 Mart 1971 günü, Demirel Silahlı Kuvvetler adına verilen bir “muhtıra” ile “şapkasını” alıp Başbakanlıktan kaçtı. Üç gün sonra, 12 Mart cuntacılarının eline verdikleri bir listeye imza atarak, bazı general ve albayları emekliye sevk etti. Komutanlar
ÇAĞIN SUÇU 27
sıkıyönetim istiyorlardı. Demirel, sıkıyönetimin baş destekçisi oldu. Komutanlar, Anayasayı değiştirmek istiyorlardı. Ne derlerse yaptı.
27 Mayıs Anayasası, 12 Mart cuntacılarının emirleriyle “tağyir, tebdil ve ilga” edilirken, Korgeneral Cemal Madanoğlu, emekli olur olmaz Adalet Partisinin kapısını çalan Ali Elver-di’nin de imzaladığı bir kararla tutuklanıp cezaevine gönderiliyordu. Aynı günlerde, ulusal savaş sanayiinin kurulması için çabalayan bir başka tümgeneral, elleri ve ayaklarına bağlanan zincirlerle Göztepe’deki işkence evinde sorguya çekiliyordu.
Demokrat Parti, 27 Mayıstan öcünü alıyordu. Hem de kendilerine 27 Mayısçı dedirten Gürlerlerin, Baturların kuvvet komutanlığı yaptığı günlerde…
“Ulusal ordu özlemi”ni savunanlar bir bir cezalarını çekiyorlardı. Bu siyasal olayların toz bulutu içinde ulusal çıkarlarımızı savunanlar birer birer ezilmek isteniyordu açıkça.
Şu iki örnek yetmez mi?.. Yabancı şirketlere karşı petrol savaşı veren Profesör Muammer Aksoy, sahteliği sonradan anlaşılan bir mektuba dayanılarak Ali Elverdi tarafından tutuklanıyordu. “Ulusal ordu özlemi”ni dile getiren General Cemal Madanoğlu da düzmece raporlarla tutuklanıyor ve idamı isteniyordu.
Kavganın temelini görelim… Şimdi artık, “Ulusal Savaş Sanayii” sanayici ve işadamlarımızın da “özlemi” oldu. Çünkü artık “kâr” bu alanda. Gördüler bunu. Daha iki üç yıl önce Yunan işadamlarıyla ticari örgütler kuranlar, şimdi “ulusal savunmamıza” katkıda bulunacaklar!
“Ulusal Savaş Sanayiimiz” ancak ve ancak devlet eliyle kurulabilir. Sanayiciler, ulusal sanayii değil, sadece faşizmi kurmanın çabası içindedirler.
Bazen olayların dili zamanla çok daha belirli biçimde ortaya çıkıyor: Dün suç sayılan “ulusal ordu özlemi”, şimdi kaçınılmaz bir görev sayılıyor. Fakat bu özleme sahip çıkanlara bakın siz!
işadamları ve sanayiciler, birlesiniz, milyonlarınızdan başka kaybedeceğiniz neyiniz var ki?..
(Yeni Ortam, 9 Ocak 1975)
28
BELGEDEN BİLGİYE…
22 Kasım 1965 tarihinde Washington’daki “Ordu Karargâh Dairesi”, CIA başkanlığına, Ankara’daki ve Atina’daki Amerikan Kara Ataşelerine “gizli” kaydıyla şu yazıyı göndermekteydi:
Türk hükümeti ve Genelkurmayı tarafından, bazı Avrupa ülkelerinde askeri üsler yapılması için Amerikalılara sağlanan kolaylıkların şartlarıyla ilgili istihbarat faaliyeti şunları kapsayacaktır.
a- Böyle bir harekete gerçekten teşebbüs edilmiş midir?
b- Hareketi kim başlatmıştır?
c- Hareketin nedenleri?
Kılavuz: Askeri üsler için Amerikalılara sağlanan kolaylıkların şartlarıyla ilgili bilgi toplaması için Türk Genelkurmayı tarafından emir verildiği haber alınmıştır.
Dağıtım: Amerikan Kara Ataşesi: Amerikan Elçiliği, Ankara Türkiye, (bilgi için.) CIA (Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı), Amerikan Kara Ataşesi, Amerikan Elçiliği-Atina, Yunanistan.
Özel Talimat: a) 20 Aralık /965’te sona erecektir. Eğer paragraf 3’te daha önce bir talimat verilmemişse, istenilen bilgi o tarihte veya ondan sonra yollanacaktır.
b) Cevap verilme tarihi bildirilsin veya bildirilmesin yukarıda verilmiş olan öncelik derecesi kontrol faktörüdür.
c) Verilen tarihten sonra da bu konu ile ilgileneceği anlamı çıkmamalıdır. DASGIR-Ordu istihbarat Dairesinin başka bir dairesi bu tarihten sonra da rapor edilmesini istemektedir. Herhalde bu gibi raporlarda yukarıdaki kontrol numarasından bahsedilmelidir.
d) Diğer talimat, bilgi için bir nüsha Yunanistan’daki ARMA’-ya, kılavuz için AIÇ Atina Soruşturma Merkezine,
Genelkurmay istihbarat Başkan Yardımcısı yerine
imza james E. Lazanby
Albay GS Haber Alma Şefi
Konu son derece açıktı. Türk Genelkurmayı, ikili anlaşmalarla sağlanan bazı ayrıcalıkları yeniden gözden geçirerek, Türkiye’deki Amerikan üslerinin statülerini yeniden inceleme kararıalmıştır. Bu kararın öğrenilmesi üzerine, Amerikan Genelkurmayı, bu çalışmaların Türkiye’de kimlerce yürütüldüğünün
ÇAĞIN SUÇU 29
araştırılmasını istemekte, ayrıca bu çalışmaları başlatan ve yürütenlerin adlarının saptanmasını gerekli görmektedir. Bu belgeden sonra Türkiye’den hangi adlar saptanıp Amerikan Genelkurmayına bildirilmiştir, bunu belgelere dayanarak saptama olanağı şimdilik elimizde değildir. Ancak, bu çalışmaların kimler tarafından başlatılıp yürütüldüğü konusunda bazı bilgilerimiz vardır.
Bu konuda çalışmaları başlatan, eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural’dır. Tural, kişisel tutumu dolayısıyla “Ne isa’ya ne Musa’ya” yaranamamış bir Genelkurmay Başkanıdır. Bir yandan sınır tanımaz bir sol düşmanlığı, öte yandan “antiamerikan”cı yurtsever tutumuyla birçok çevrenin eleştiri ve hışmına uğramış ve Genelkurmay Başkanlığından ayrılması hemen herkesçe sevinçle karşılanmıştır. Yerine Memduh Tağmaç’ın atanmasıyla ve Tural, “Sunay-Demirel” iklisinin isteğiyle “tasfiye” edilmiş oluyordu. Böylece Amerikalılara sağlanan “kolaylıkların” gözden geçirilmesini isteyen Genelkurmay Başkanı “saf dışı” ediliyordu!
Amerikalılara sağlanan ayrıcalıklara karşı çıkan eski “Kara Kuvvetleri Plan ve Prensipler” Başkanı Tümgeneral Celil Gür-kan da 16 Mart 1971 günü, “Türkiye’nin geleceğini ağır bir tehlike içine düşürmek” suçuyla devrilen Süleyman Demirel hükümetinin imzasıyla emekliye sevk edilmiş, bir süre sonra işkenceci başı Orgeneral Faik Türün’ün emriyle elleri ayaklan zincirlenerek Göztepe’deki işkence evinde sorguya çekilmiştir. Tümgeneral Celil Gürkan da bu yolla “tasfiye” olunmuştur!
Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşaviri Hâkim Albay Emin Değer, ikili anlaşmaları inceleyerek, bunların değiştirilmesi gerektiğini yetkililere bildirmiş ve Amerikalılara sağlanan ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gereğini savunmuştur. Hâkim Albay Emin Değer 16 Mart 1971 günü Ankara dışına atanmış, bir süre sonra da ordudan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu “tasfiye” de böyle gerçekleşmiştir!
Birtakım siyasal olayların gürültüsü uzaklaşınca, bazı cunta öykülerinin toz bulutu ortadan kalktıkça, insanı şaşırtan ve düşündüren acı gerçekler de birer birer gözler önüne serilmektedir…
(Yeni Ortam, 10 Ocak 1975)
30
SAKAL, BIYIK, SAÇ
Son günlerde bu köşeden bir sürü muhbir adı okudunuz, birkaç belgeyle de karşılaştınız. Gelin bugün de biraz “boş” sözlerle avunalım. Bugün saçtan, bıyıktan, sakaldan söz açalım. Ne derler:
– Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal…
Bu, güç durumda kalmış insanları tanımlar. Hem sakal hem de bıyığı, tükürürken kurtarabilmek için, içine düşülen çaresizliği anlatıyor bu atasözü. Bu atasözü bilmem kaç yüzyıllıktır… O zamanlar, uğursuz politikacı yüzleri bilinmediği için,
– Politikacının suratına tükür… gibi sözler söylenemezdi doğal ki…
Ya Karacaoğlan’a ne dersiniz?
“Sakal seni matkap ile oyayım.
Bir kız bana emmi dedi neyleyim…”
Karacaoğlan, genç kızların, sakalına bakıp “emmi” demesinden çok çok tedirgin olmuş. Olmuş da, sakalını matkap ile oymaya karar vermiş. Bu “yaşlılık-gençlik” de önemli konu bu işler için. Gerçi sevimli başbakanımız,
– Erkekler poligamdır… demişse de, yine de gencin yaşlının yapacağı işler başka başkadır. Başbakanlık için de yaş önemli olsa gerek, insan yaşlandıkça sağlığını yitirebilir. Midesi ağrır, böbreği ağrır, romatizması tutar, prostat olabilir, daha daha, ne bileyim, enfarktüs krizleri geçirebilir, damarlarda bir tıkanıklık olabilir, beyin damarları kireçlenebilir. Fakat sevimli başbakanımız “acul” Sadi Bey bunlara bana mısın demiyor:
– Erkek olan poligamdır… diye tutturuyor. Ben kulağınıza bir şey söyleyeyim mi? Sadi Bey bu “poligamlık” konusunu biraz daha işleyip bu konuda “reformlar” ve “yasa değişiklikleri yapabilseydi, memleketimizin bütün erkeklerinden “güvenoyu” alırdı… Böylece gençlere taş çıkarırdı.
Gençler için de,
– Daha bıyığı terlememiş delikanlı… diye bir tanım vardır. Yaşlılar, yaş “kemale erdikçe”, gençlere tepkilerini de arttırırlar. Bıyığı terlememiş gençlerin asılıp kesilmeleri, işsiz güçsüz kalmaları, bir ayağı çukurdakilerin avuntularından biridir.
Bu “sakal” ve “bıyık” konusu, siyasal yaşamımıza da girmiştir son yıllarda.
ÇAĞIN SUÇU 31
– Mao bıyıklı gençler… gibi sözlere çok tanık olunmuştur. Oysa Mao’nun bıyığı yoktur! Peki nereden çıkıyor bu söz? Bilgisizlikten çıkıyor, başka nereden olacak… Doktrinden anla-mazsanız. Peki. Hiç Mao’nun fotoğrafını da mı görmediniz?
Görmüşlerdir de görmezlikten gelmişlerdir… Kari Marks’ın da sakalı vardır. Arasıra sağcı yayın organlarında,
– Sakallı Marks… diye başlayan bilimsel eleştirilere rastlarız. Evlerde yapılan aramalarda “Paşa dedenizin” sakallı resmi varsa, yandığınız gündür! Dedenizin Karl Marks olmadığını kanıtlamak için mahalle muhtarını tanık göstermek zorundasınız. Bir fakültede yapılan aramada “Che Guevera”nın fotoğrafını,
– Bırak canım o Barış Manço’nun resmidir.., diye çekip almayan memurun hoşgörüsüne ne dersiniz? Bu sakal, bıyık, saç konulan bildiğiniz gibi değil, gördünüz…
Bazı adamlar için,
– Sakalından utan… derler. Bizdeki bazı saçsız politikacıları düşünüyorum. Bunların sakalı da yok. Demek ki utanmaları söz konusu değil. Saçı yok, sakalı yok… Kim bunlar?
Bunlar da utanmaz politikacılardır..,
Kurtuluş Savaşı sonrası Ankarasında “Sakallı Celal” diye a-nılan bir lise müdürü varmış. Açıkgörüşlü, toksözlü bir adammış Sakallı Celal.
– Türkiye doğuya doğru giden gemide, batıya doğru koşan bir adama benzer… demiş o günlerde. O günden bu yana hiç “dümen” kırmadık. Gidiyoruz öyle.
Sözlerini çevrelerine dinletmeyen insanlar:
– Vay benim köse sakalım… derler. Ya da,
– Sakalımız yok ki sözümüz dinlensin… diye yakınırlar, izninizle ben de burada bir yakınacağım:
Yurttaşlarımız milletvekillerini ve senatörleri seçip Ankara’ya yollamışlar. Partiler var. Allahbaşımızdan eksik etmesin, parti liderlerimiz var. Parlamento dışı liderimiz Celal Bayar var. Parlamento içi liderimiz Demirel var. Fakat bir türlü hükümet kurulmuyor. Hükümet kurulmadıkça Sadi Bey, devlet işlerinden zaman ayırıp “poligamik” çalışmalar yapamıyor. Ne olacak bu işin sonu? Birtakım insanlar,
32
– Bir gece ansızın gelebilirim… diye rap rap hazırlık yapıyorlar. Sesler duyulmuyor mu?
Sakalımız yok ki, sözümüz dinlensin…
(Yeni Ortam, II Ocak 1975)
MOZAİK…
Gazeteci Cüneyt Arcayürek, “Hürriyet” gazetesinde, 12 Mart öncesi cunta çalışmalarını anlatan bir yazı dizisi yayımlıyor. Bu dizide, yazarın kendi tanımıyla “gün ışığına çıkmamış” belgelerden yararlanılıyor. “Gün ışığına çıkmamış belgeler”, kontrgerilla merkezinden işkence ile alınmış ifadelerdir. Yani, “yasadışı” yollarla alınan ifadeler, yine “yasadışı” yollarla Arcayürek’e iletilmiştir.
Bu ifadelerde birçok asker ve sivil kimsenin adları geçmektedir. Bunlar kimlerdir ve hangi siyasal görüşten yanadır? Önce bunu cevaplandıralım…
15 Mart 1971 tarihinde emekliye sevk edilen Tümgeneral Celil Gürkan ve arkadaşlarından bir kısmı, görüşlerini CHP’ye yakın buldukları için parti genel merkezine başvurmuşlardır. Bunlar Celil Gürkan, Tuğamiral Vedii Bilget, Albay Cavit Bayar, Hava Albay Nedim Arat, Albay Kadir Ok, Hâkim Albay Emin Değer’dir.
Aynı gün emekliye sevk edilen Genelkurmay Merkez Dairesi Başkanı Tümgeneral Şükrü Köseoğlu, Demokratik Partiye girmiş ve. bu partinin Kastamonu milletvekili adayı olarak seçimlere katılmışsa da, Parlamentoya girmeyi başaramamıştı.
ihtilalciler arasında adı geçen Kurmay Albay Nusret Van, emekli olur olmaz Adalet Partisine girmiştir. Kurmay Albay ilyas Albayrak yabancı sermayenin kurduğu “Fruko Genel Müdürlüğüne” getirilmiştir. Kurmay Albay Kemal Tunusluoğlu -ki muhtırayı radyoevine götüren görevlidir- Agasi Şen’in Türk Hava Yollarında genel sekreterlik yapmaktadır.
15 Mart 1971 tarihinde emekliye sevk edilen Hava Tuğgeneral Ömer Çekgör de, üniformasını çıkarır çıkarmaz, yabancı petrol şirketlerinin desteklediği “Türk Petrol” Ankara Grubu Başkanlığına atanmıştır.
ÇAĞIN SUÇU 33
I
Aynı gün emekliye ayrılan Tuğgeneral M. Ali Akar, Milas’ta köşesine çekilmiş ve adını unutturmuştur. Albay Kadir Tandoğan da köşesine çekilmiştir. Albay Mehmet Namlı bir şirketin müdürlüğüne getirilmiştir.
Levazım Albay Hasan Yalçınkaya, istanbul’da Aksaray semtinde “Babanın Yeri” adıyla bir meyhane açmış, istanbul Mali Polis eski müdürlerinden Rafet Kaplangı da yine istanbul’da, Kadıköy’de bir büfe işletmeye başlamıştır.
Yarbay Ümran Şensezgin ise, Ankara Halkevlerinde, Halkevi Vakfını işletmek için gece gündüz çalışmaktadır.
ifadelerde, “Devrim Konseyi” üyesi olarak adından söz edilen Piyade Albay Bedri Buluç, Orgeneral Türün’ün emir ve komutasıyla istanbul’da önemli “operasyonlarda” görev yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştır.
Korgeneral Hayri Yalçıner, geçtiğimiz ağustos ayında e-mekliye ayrıldıktan sonra, bazı gizli istihbarat örgütlerinde ö-nemli görevler yürüten eşiyle birlikte mutlu yaşantısını sürdürmeye başlamıştı.
Kontrgerilla ifadelerinde “darbeci” olarak adı geçen Korgeneral ihsan Över, şu anda 2’nci Kolordu Komutanlığı yapmaktadır. Yine ihtilalciler arasında sayılan Kurmay Albay Kenan Güven 2’nci Ordu Lojistik Başkanı, Kurmay Albay Orhan Üstün de aynı orduda harekât başkanı olarak görevlerinin başındadır.
ihtilalcilerin Genelkurmay Başkanlığına getirecekleri söylenen Korgeneral Atıf Erçıkan da, 12 Marttan bir süre sonra, Amerika’ya “tedavi” maksadıyla gidip geldikten sonra emekliye ayrılmıştır. Bu korgeneralin, Tümgeneral Celil Gürkan ve arkadaşlarını “ihbar” ettiği, o günlerde ileri sürülmekteydi.
12 Mart 1971 tarihinde istanbul zırhlı birliklerinde görevli Kurmay Albay Nedim Arat da bir turizm şirketinde çalışmaktadır.
Tank Binbaşı Yılmaz Akkılıç, ordudan ayrıldıktan sonra, bir süre gözaltına alınmış, daha sonra da sosyalist eğilimli “Yeni Dönem” adlı bir dergi çıkartmıştır.
Kontrgerilla ifadelerinde adı geçen ve sonradan Madan-oğlu davasında da yargılanıp beraat eden Kurmay Albay Adnan Arabacıoğlu bir ticari şirkete, Kurmay Albay ibrahim Ar-tunç da Halkevlerinin bir şubesinde çalışmaktadır. Deniz Kurmay Albay Adnan Kaptan da orduda görev başındadır. Albay
34
Hidayet Ilgar istanbul’da avukatlık yapmakta, eski arkadaşlarını savunmaktadır.
Sivillere gelince…
Orhan Kabibay, 12 Mart 1971 tarihinden sonra olanca gücüyle Erim hükümetlerini desteklemiş, bir süre sonra Ecevit’i ve partisini, “Marksist kışkırtıcılık…” gerekçesiyle suçlayarak önce Cumhuriyetçi Partiyi kurmuş, sonra da partisiyle birlikte “alafranga sağcı” Turan Feyzioğlu’nun partisinde esas duruşa geçmiştir.
Fakih Özfakih, Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılmıştır.
Talat Turan, “Marksist-Leninist” eylemlere yol göstermek gerekçesiyle tutuklanmış, Milli Birlik Komitesi eski üyelerinden Numan Esin ve irfan Solmazer ile birlikte yargılanmıştır.
Numan Esin, Alpaslan Türkeş’le birlikte Milliyetçi Hareket Partisini kurduktan sonra Türkeş’ten ayrılmış ve büyük bir “nakliyat şirketi” kurmuştur. 12 Mart geldiğinde Esin kırk kadar “TIR” kamyonun sahibi görülüyordu. Solmazer, seksen kadar deniz teğmeni ile birlikte yargılanıp beraat etmiş, Numan Esin’e Göztepe’deki işkence evinde ağır işkenceler yapılmıştı. Solmazer ve Esin’in en yakın “kader” arkadaşı Orhan Kabibay da bu işkence seslerini Cumhuriyetçi Güven Partisi binalarından dinlemiştir.
Bu adları neden açıkladık? Nedeni şu.
12 Mart 1971 tarihinden hemen sonra Silahlı Kuvvetlerde bazı general ve albayların “komünist ihtilal” yapmak için hazırlandıkları, o günün basınında yazılıp çizilmişti. “Hürriyet gazetesi” bu tür yayın yapanların başında gelmekteydi.
Şimdi soruyoruz: Bu komünist ihtilal, bir yandan Tümgeneral Celil Gürkan gibi “ilericiler”, öte yandan Tümgeneral Şükrü Köseoğlu gibi Demokratik Partililer, Kurmay Albay Nusret Van gibiAdalet Partililerle ortaklaşa mı yapılacaktı? Aynı komünist ihtilali, Orhan Kabibay gibi “McCarthist”lerle, yabancı sermaye müdürleri ve temsilcileriyle mi planlanacaktı? Eğer gerçekten bu bir komünist ihtilal ise Korgeneral ihsan Över’in Kolordu Komutanlığında, Kurmay Albay Kenan Güven ve Kurmay Albay Orhan Üstün’ün orduda görevleri nedir? Nasıl görev başında tutulmaktadır?
Türkiye’de birtakım basın mensubu, gizli örgütlerin “zabıt kâtipliğini” yapmayı “gazetecilik” saymaktadır. Bu sorulara inan-
ÇAGIN SUÇU 35
dinci cevaplar vermeden “gün ışığına çıkmamış” belgelere dayanarak^), hiçbir açıklama yapmış olamazsınız. 12 Mart gerçeği bunların çok ötesindedir. “Kimler neden” tasfiye olmuş ve hangi göstermelik gerekçeler bu iş için kullanılmış? Bunu araştırabiliyor musunuz?!,.
(Yeni Ortam, 13 Ocak 1975)
ONLAR VE SİZ
Çevremizde bazı zenginler vardır. Bunların nasıl zengin olduğu konusunda söylentiler dolaşır:
– Eskiden hamalmış, sonradan zengin olmuş…
Bir insanın önce hamal sonra da milyoner olmasına, bu kapkaç düzeninin piyasa ekonomisi bile izin vermez. Adamın zenginliğinin nedenini araştırırsanız, önünde sonunda bir bit-yeniği çıkar.
– Gazete kâğıtlarını toplayıp satarmış, böyle böyle zengin olmuş…
Olamaz… Ya kâğıtları satarken bir hırsızlık yapmıştır ya da bir başka kirli işten para vurmuştur.
– Halde limon satarmış, Şimdi Kızılay’da apartmanı var… Beş kuruşa limon satıp beş milyon sahibi olunmaz. Bu işin
de bir girdisi çıktısı vardır.
Müteahhittir; devleti kazıklar. Yasaların içinde hoplaya zıp-laya milyonları cebine indirmiştir, işadamıdır; devletten milyonlarca kredi alır. Üstelik “teşvik tedbirleri” diye ne kadar kolaylık varsa ondan yararlanmıştır. Gazete sahibidir; iki yüz basar, on bin gösterir. Devletten resmi ilan alır. Anasını, babasını, kardeşini “muhabir” olarak gösterir. Ayda devletten yüz-iki yüz bin lirayı cebine indirir. Arsa komisyoncusudur. Fakir fukaranın topraklarını ucuza kapatır, sonra kentsoylu zenginlere satar. Arsa spekülasyonu yoluyla zengin olur. ithalatçı, ihracatçıdır. Bin bir türlü kaçakçılık yapar. Vergi vermez. Çok kazanır, az gösterir.
– Allah bir kere yürü ya kulum demiş… derler bunlar için. Nasıl yürüdüğü, kimlerle yürüdüğü bellidir bunların. Dinleri, i-manları paradır…
36
Aşırı akımlara karşıdırlar. Komünizmle kanlarının son damlasına kadar savaşmaya karar vermişlerdir. Devletiyle, milletiyle bölünmezliğe inanmışlardır. Anarşistlerin hak ettikleri cezayı görmelerini ve ömür boyu cezaevlerinde kalmalarını istemişlerdir.
Hele sınıf tahakkümü… Sınıf tahakkümüne çok karşıdırlar. Karşı olmak ne demek, “sınıf deyince tüyleri diken diken olmaktadır. Milletin dilim dilim bölünmesine, ecdat kanlarıyla sulanmış bu toprakların Ruslara katılmasına bir türlü gönülleri razı olmamaktadır.
Amerikalıların topraklarımız üzerinde üsler kurmalarına, petrollerimize ve madenlerimize göz dikmelerine, Amerikan subaylarının Türkiye’deki ayrıcalıklarına da gönülden taraftardırlar.
– Hür düzen böyle kurulur da ondan… derler, sorarsanız. Adlarının çevresinde söylentiler çıkar:
– Çok çalışmış çok kazanmış…
– Hamalmış, sonradan zengin olmuş…
– Buraya geldiğinde bir küfesi, bir de ipi varmış…
– Halde limon satarmış, böyle zengin olmuş…
Aklınız alıyor mu böyle zenginlikleri? Almıyor doğal ki… Sizler de çok çalışıyorsunuz, neden zengin olmuyorsunuz? Namuslu yaşıyorsunuz, hırsızlık yapmıyor, rüşvet alamıyorsunuz, işte nedeni bu,
Öğretmensiniz. Sınırdan sınıra sürülmüşsünüz. Çocuğunuzu bile rahatlıkla okutamamışsınız. Ay sonlarını denk getirememişsiniz, iki yakanız bir araya gelmemiştir bir türlü. Gelmez… Çünkü bu devletin sadık ve namuslu bir memurusunuz.
Memursunuz. Karı koca, çoluk çocuk gece gündüz çalışır- ;-siniz. Bir türlü gülmez yüzünüz. Çocuğunuzla çoluğunuzla, yıllar yılı aynı dertlerle boğuşup durursunuz. Düzelmez bir türlü yaşantınız. Düzelmez… Çünkü bütün namusunuzla çalışıyorsunuz.
işçisiniz, köylüsünüz. Evinize ayda bir kez bile et girmez. Köyde ağanın yanında bir yanaşmasınız. Maden ocaklarında çalışırsınız. Kızgın güneşte, tarlada eker biçersiniz. Büyük inşaatların betonlarını atar, tuğlalarını dizersiniz. Doymaz kamınız bir türlü.
ÇAĞIN SUÇU 37
Doymaz. Çünkü çalınan alınteriniz, sömürülen emeğiniz-dir.
Onlar için,
– Eskiden hamalmış, sonradan zengin olmuş… derler.
Oysa bu düzenin yükünü çeken sizlersiniz; onlar da bu a-rada “yüklerini” tutmaktadırlar.
Ama sakın sınıfınızın tahakkümünü kurmayın bunlar üzerinde… Naziktirler, üzülür, kırılırlar sonra.
Hem bunca yıl “tahakküm” kurdunuz bunlar üzerinde, bırakın biraz rahat nefes alsınlar…
(Yeni Ortam, 14 Ocak 1975)
ESKİCİ…
Sokaklarda arasıra,
– Eskici… eskiler alırım, elbise, palto, kağıt… eskici… diye dolaşan insanlara rastlarız. Şimdi de aynı çığırtkanlık politika sahnelerinde gözümüze çarpıyor:
– Eskiler alırım. Eski milletvekili, eski bakan, eski cumhurbaşkanı, eskiciiii…
Demirel de, Bozbeyli de pazarlık kızıştırıyorlar bugünlerde:
– Yuvanız burasıdır…
– Hayır yanlış adres veriyor; burası, buyrun…
Eski demokratlar da kendi aralarında “şans talih” oyunu oynuyorlar:
– Ya şundadır ya bunda, müteahhidin kolunda… Bu tekerlemeler sırasında aynı “koro” uğulduyor:
– Eskiler alırım. Eski milletvekili, eski bakan, eski cumhurbaşkanı. Eskiciiii…
Kulislerde kavgalar sürüp durur:
– Bozbeyli haindir,..
– Hain babandır…
– Hepimizin “babası” kim?
– Celal Bayar…
– Ya şundadır ya bunda, müteahhidin kolunda… Perde arkasında konuşmalar yükseliyor: