OZ BÜYÜCÜSÜ -L. FRANK BAUM

Kasırga

Dorothy uçsuz bucaksız Kansas çayırlarında çiftçilik yapan Henry Enişte ve Em Teyze’yle birlikte yaşıyordu. İnşaat için gereken tahtaların kilometrelerce öteden arabalarla taşınması gerektiğinden küçük evleri dört duvarı, zemini ve çatısı olan tek bir odadan oluşuyordu, odada paslı bir ocak, kap kaçak için bir dolap, bir masa, üç dört sandalye ve yataklar vardı. Bir köşedeki büyük yatak Henry Enişte ve Em Teyze’nin, diğer köşedeki küçük yataksa Dorothy’nindi. Tavanarası, ya da kiler yoktu – ama yeraltında, yoluna çıkan bütün binaları yıkabilecek güçte bir hortum çıkarsa, saklanabilecekleri kasırga sığınağı denilen kazılmış bir çukur vardı. Bu küçük, karanlık çukura, zeminin ortasında üzerinde kapak bulunan bir merdivenle iniliyordu.

Dorothy kapıda durup etrafına baktığında görebildiği tek şey her yönde uzanan geniş, kül rengi çayırlardı. Dört bir yandan ufka dek uzanan bu düz arazinin görüntüsünün tekdüzeliğini bozan ne bir ağaç ne de bir ev vardı. Güneş, çapalanmış toprağı pişirmiş ve gri, çatlaklarla dolu bir yığın haline getirmişti. Güneş, uçlarını yakıp her yanı kaplayan gri renge çevirdiğinden, çimenler bile yeşil değildi. Ev bir kere boyanmıştı ama güneş boyayı kabartmış, yağmurlar da yıkayıp götürmüştü, ev şimdi çevredeki her şey gibi donuk ve griydi.

Em Teyze buraya ilk geldiğinde genç, güzel bir gelindi. Güneş ve rüzgar onu da değiştirmiş, gözlerindeki parlaklığı gri bir donukluğa çevirmişti, yanakları ve dudaklarındaki kırmızılık da griye dönüşmüştü. Artık zayıftı, yanakları çökmüştü ve hiç gülümsemiyordu. Yetim kalan Dorothy ilk geldiğinde çocuğun kahkahaları onu o kadar şaşırtmıştı ki, Dorothy’nin neşeli sesi kulaklarına her ulaştığında çığlık atıp elini kalbine bastırıyor, hala gülünecek ne bulduğunu merak ederek kıza bakıyordu. Henry Enişte de hiç gülmezdi. Sabahtan akşama kadar çalışır ve eğlencenin ne olduğunu bilmezdi. Uzun sakalından kaba çizmelerine kadar her şeyi griydi, sert ve ağırbaşlı görünür, çok az konuşurdu. Dorothy’yi güldüren ve etrafındaki her şey gibi griye dönüşmesini engelleyen Toto’ydu. Toto gri değildi, uzun, ipek gibi tüyleri, komik, ıslak burnunun iki yanında neşeyle açılıp kapanan küçük, siyah gözleriyle küçük, siyah bir köpekti. Toto bütün gün oyun oynardı, Dorothy de onunla oynar ve onu içtenlikle severdi.

Bugün oyun oynamıyorlardı. Henry Enişte kapının eşiğine oturmuş, her zamankinden daha gri gözüken gökyüzüne endişeyle bakıyordu. Dorothy de kucağındaki Toto ile kapıda duruyor ve gökyüzüne bakıyordu. Em Teyze bulaşıkları yıkıyordu.

Kuzeyden hafif bir rüzgar sesi geliyordu, Henry Enişte ve Dorothy yaklaşan fırtınanın önünde dalgalanan uzun çimenleri görebiliyorlardı. Güneyden de rüzgarın keskin ıslığını duydular ve döndüklerinde o yöndeki çimenlerin de hareketlendiğini gördüler. Henry Enişte birden ayağa kalktı.

“Kasırga geliyor, Em,” diye seslendi karısına, “Gidip hayvanlara bakacağım.” Sonra inek ve atların bulunduğu barakalara doğru koştu.

Em Teyze işini bırakıp kapıya geldi. Bir bakışta yaklaşan tehlikeyi anlamıştı. “Çabuk, Dorothy!” diye bağırdı, “Sığınağa koş!”

Toto, Dorothy’nin kollarından atlayıp yatağın altına saklandı, kız da peşinden gitti. Çok korkmuş olan Em Teyze zemindeki kapağı açtı ve merdivenden küçük, karanlık çukura indi. Dorothy, Toto’yu yakaladı ve teyzesini takip etti. Yolu tam yarılamıştı ki rüzgarın çığlığı duyuldu ve evin sallanmasıyla dengesini kaybedip kendini yerde buldu. Sonra garip bir şey oldu.

Ev kendi etrafında iki, üç kez döndükten sonra yavaşça havalanmaya başladı. Dorothy kendini bir balondaymış gibi hissediyordu.

Kuzey ve güney rüzgarları evin olduğu yerde birleşmişler ve burayı kasırganın merkezi haline getirmişlerdi. Bir kasırganın merkezinde hava genellikle durgundur, ama her yanından saran yüksek basınç evi kasırganın tepesine kadar yükseltmiş, sizin bir tüyü taşımanız gibi kilometrelerce öteye taşımıştı.

Hava karanlıktı ve rüzgar korkunç bir şekilde uğulduyordu ama Dorothy bunun çok da kötü olmadığını düşündü. İlk birkaç dönüş ve sallantıdan sonra beşiğindeki bir bebek gibi nazikçe sallandığını hissetti.

Toto bundan hoşlanmamıştı. Odanın içinde oradan oraya koşuyor, yüksek sesle havlıyordu, Dorothy ise yerde sessizce oturmuş olacakları bekliyordu.

Toto açık duran kapağa çok yaklaştı ve aşağı düştü, kız ilk önce onu kaybettiğini düşünmüştü. Ama sonra kulağını gördü, hava basıncı o kadar güçlüydü ki Toto aşağı düşememişti. Deliğe doğru süründü, Toto’yu kulağından yakaladı ve odaya çekti, başka bir kaza olmaması için de kapağı kapadı. Saatler geçtikçe, Dorothy korkusunu yenmişti, ama kendisini oldukça yalnız hissediyordu ve rüzgar o kadar şiddetliydi ki neredeyse sağır olmuştu. İlk önce ev düşerse parçalanır mıyım diye merak etti, ama saatler geçip kötü bir şey olmayınca, endişelenmeyi bırakıp sakince geleceğin neler getireceğini beklemeye başladı. En sonunda sallanan zeminden yatağa kadar sürünüp, yattı, Toto da onu takip edip yanına kıvrıldı. Evin sallanmasına ve rüzgarın uğuldamasına rağmen Dorothy gözlerini kapadı ve kısa zamanda uykuya daldı.

Kıtırsoylar

Dorothy’yi uyandıran sarsıntı o kadar ani ve güçlüydü ki, yatakta olmasaydı yaralanabilirdi… Gıcırtı, nefesini tutup neler olduğunu merak etmesine sebep oldu, Toto küçük, soğuk burnunu yüzüne bastırmış ümitsizce inliyordu. Dorothy doğruldu ve evin artık hareket etmediğini fark etti, karanlık da değildi, parlak güneş ışığı pencereden girerek odanın içini aydınlatıyordu. Yataktan fırladı ve Toto ile birlikte koşup kapıyı açtı.

Küçük kız etrafına baktı ve şaşkınlıktan çığlık attı, gördüğü harika manzara karşısında gözlerini kocaman açmıştı.

Kasırga, evi inanılmaz güzellikteki bir bölgeye, nazikçe -bir kasırgaya göre- indirmişti. Her tarafta ağızları sulandıran meyvelerle dolu uzun ağaçlar ve yemyeşil çimenler vardı. Parlak çiçek tarhları, çalılar vardı ve ağaçların dallarında nadir rastlanan parlak tüylü kuşlar şakıyordu. Yeşil kıyıların arasından akan parlak bir dere, uzun süre kurak, gri çayırlıklarda yaşayan bu kıza hafifçe mırıldanıyordu.

Bu yabancı ve güzel manzaraya bakarken şimdiye dek gördüğü en tuhaf insan topluluğunun ona doğru yaklaşmakta olduğunu fark etti. Alışkın olduğu büyüklere benzemiyorlardı, ama çok küçük de sayılmazlardı. Aslında boyları, yaşına göre iri olan Dorothy kadar olsa da, ondan çok daha yaşlıydılar.

Üçü erkek biri kadındı ve hepsi de garip bir biçimde giyinmişlerdi. Otuz santim uzunluğunda, sivri uçlu ve yuvarlak kenarlarında hareket ettiklerinde şıngırdayan ziller olan şapkalar takıyorlardı. Erkeklerin şapkaları maviydi, kadının şapkası beyazdı ve omuzlarından örgüler halinde sarkan beyaz bir elbise giyiyordu, üzerinde güneş ışınlarıyla elmas gibi parıldayan küçük yıldızlar vardı. Erkeklerin giysileri şapkalarıyla aynı tonda maviydi ve konçlarında mavi şeritler olan iyi cilalanmış botları vardı. Erkeklerin ikisi sakallı olduğundan, Dorothy onların Henry Enişte ile aynı yaşlarda olduklarını tahmin etti. Ama küçük kadının çok daha yaşlı olduğu belliydi: yüzü kırışıklıklarla doluydu, saçları neredeyse bembeyazdı ve zorlanarak yürüyordu.

Dorothy’nin kapısında dikildiği eve yaklaşıp durduklarında korkmuş gibi görünüyorlardı, kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. Yine de küçük yaşlı kadın Dorothy’ye doğru yürüdü, eğilerek selamladı ve tatlı bir sesle şöyle dedi:

“Kıtırsoyların Diyarı’na hoş geldin, asil büyücü. Doğu’nun Kötü Cadısı’nı öldürdüğün ve insanlarımızı esaretten kurtardığın için sana minnettarız.”

Dorothy bu konuşmayı merakla dinledi. Bu küçük kadın ona büyücü diye hitap ederken ve Doğu’nun Kötü Cadısı’nı öldürdüğünü söylerken ne demek istiyor olabilirdi? Dorothy bir kasırga tarafından evinden kilometrelerce uzağa atılmış, masum, zararsız, küçük bir kızdı, ve hayatı boyunca bir karıncayı bile incitmemişti.

Ama küçük kadının bir yanıt beklediği açıktı, bu yüzden Dorothy duraksayarak şöyle dedi: “Çok naziksiniz, ama bir yanlışlık olmalı. Ben hiç kimseyi öldürmedim.”

“O zaman evin öldürdü, bu da aynı şey sayılır. Bak!” dedi küçük yaşlı kadın gülerek ve evin köşesini göstererek devam etti, “Tahtanın altından çıkan iki ayak parmağı orada.”

“Ah, Tanrım! Ah, Tanrım!” diye bağırdı Dorothy, şaşkınlıktan ellerini çırpıyordu, “Ev üstüne düşmüş olmalı. Ne yapmalıyız?”

“Yapılacak bir şey yok,” dedi yaşlı kadın, sakince. “Ama kimdi o?” diye sordu Dorothy.

“Söylediğim gibi, Doğu’nun Kötü Cadısı’ydı,” diye yanıtladı küçük kadın. “Bütün Kıtırsoyları yıllardır esaret altında tutuyor ve gece gündüz çalıştırıyordu. Şimdi hepsi serbest ve yaptığın bu iyilikten dolayı sana minnet duyuyorlar.”

“Kıtırsoylar kim?” diye sordu Dorothy.

“Kötü Cadı’nın yönetmiş olduğu Doğu’da yaşayan insanlar.”

“Siz de Kıtırsoylardan mısınız?” diye sordu Dorothy.

“Hayır ama kuzeyde yaşıyor olmama rağmen onların dostuyum. Doğu’nun Cadısı’nın öldüğünü gören Kıtırsoylar bana hızlı bir ulak yolladılar ve hemen geldim. Ben Kuzey’in Cadısı’yım.”

“Ah, aman Tanrım!” diye bağırdı Dorothy, “Siz gerçek bir cadı mısınız?”

“Elbette,” diye yanıtladı küçük kadın. “Ama ben iyi bir cadıyım ve insanlar beni sever. Burayı yönetmiş olan Kötü Cadı kadar güçlü değilim yoksa onları ben kurtarırdım.”

“Ama ben bütün cadıların kötü olduğunu sanırdım,” dedi küçük kız, gerçek bir cadıyla yüz yüze olduğundan dolayı hala biraz korkuyordu.

“Ah, hayır, bu büyük bir hata. Oz Diyarı’nda sadece dört cadı var ve bunların ikisi, Kuzey’de ve Güney’de yalayanlar, iyi cadılar. Bunun doğru olduğunu biliyorum çünkü biri benim ve yanılıyor olamam. Doğu’da ve Batı’da yaşayanlarsa gerçekten kötü cadılar, ama sen birini öldürdüğüne göre Oz Diyarı’nda sadece bir kötü cadı kaldı – o da Batı’da yaşayan.”

“Ama,” dedi Dorothy, bir dakika düşündükten sonra,

“Em Teyze bana cadıların uzun yıllar önce yok olduklarını söylemişti.”

“Em Teyze de kim?” diye sordu küçük yaşlı kadın. “Benim teyzem, Kansas’ta, geldiğim yerde oturur.”

Kuzey’in Cadısı bir süre, başını öne eğip yere bakarak düşündü. Sonra başını kaldırıp şöyle dedi: “Kansas’ın adını daha önce hiç duymadığım için nerede olduğunu, bilmiyorum. Ama söyle bana gelişmiş bir yer midir?”

“Ah, evet,” diye yanıtladı Dorothy.

“Demek o yüzden. Sanırım gelişmiş yerlerde ne cadı, ne büyücü, ne de sihirbaz kaldı. Ama görüyorsun, dünyayla bağlantısı olmayan Oz Diyarı hiç gelişmedi. Bu nedenle aramızda hala cadılar ve büyücüler var.”

“Büyücüler kim?” diye sordu Dorothy.

“Oz’un kendisi Büyük Büyücü’dür,” diye yanıtladı Cadı, artık sadece fısıldıyordu. “Diğer cadı ve büyücülerin gücünü toplasan bile onunkine erişemez. Zümrüt Şehir’de yaşar.”

Dorothy bir soru daha sormaya hazırlandığı sırada, sessizce duran Kıtırsoylardan biri bağırdı ve Kötü Cadı’nın yattığı yeri işaret etti.

“Ne oldu?” diye sordu küçük yaşlı kadın, baktı ve gülmeye başladı. Ölü cadının ayakları kaybolmuştu ve kalan tek şey gümüş ayakkabılarıydı.

“O kadar yaşlıydı ki, güneşin altında hemen kavruldu,” diye açıkladı Kuzey’in Cadısı. “Ama gümüş ayakkabılar artık senin, onları giymelisin.”

Eğilip ayakkabıları aldı ve tozlarını silkeleyip Dorothy’ye verdi.

“Doğu’nun Cadısı bu gümüş ayakkabılarla gurur duyardı,” dedi Kıtırsoylardan biri, “onlarda bir çeşit büyü var, ama ne olduğunu bilmiyoruz.”

Dorothy ayakkabıları evin içindeki masanın üzerine koydu. Sonra Kıtırsoyların yanına geri döndü ve şöyle dedi:

“Teyzem ve eniştemin yanına dönmek için acelem var, eminim beni çok merak etmişlerdir. Yolu bulmama yardım edebilir misiniz?”

Kıtırsoylar ve cadı önce birbirlerine sonra Dorothy’ye baktılar ve kafalarını sağa sola salladılar. “Doğu’da, buradan çok uzak olmayan, büyük bir çöl var ve kimse oradan sağ çıkamaz,” dedi biri. “Güney’de de durum aynı,” dedi diğeri, “orada bulunmuştum, Çeyrekliklerin ülkesi.”

“Bana anlatıldığına göre,” dedi üçüncü adam, “Batı da aynı öyle. Ve Kırpıkların yaşadıkları o ülke seni görür görmez kölesi yapacak olan Batı’nın Kötü Cadısı’nın yönetiminde.”

“Kuzey benim evim,” dedi yaşlı bayan, “ve onun sınırında da Oz Diyarı’nı çepeçevre saran büyük çöl var. Korkarım, bizimle kalmak zorundasın, küçüğüm.”

Dorothy, bu yabancı insanların arasında kendini yalnız hissettiğinden hıçkırarak ağlamaya başladı. Gözyaşları yumuşak kalpli Kıtırsoyları duygulandırmıştı, onlar da mendillerini çıkarıp ağlamaya başladılar. Küçük yaşlı kadınsa etkileyici bir sesle “bir, iki, üç” diye sayarken şapkasını çıkarıp sivri ucunu burnunun hizasına getirmişti. Bir anda şapka bir yazı tahtasına dönüştü, üstünde beyaz tebeşirle yazılmış şu yazı vardı: Dorothy’nin Zümrüt Şehir’e Gitmesini Sağla

Küçük yaşlı kadın yazı tahtasını burnunun ucundan çekip yazıyı okudu ve sordu,

“Adın Dorothy mi, küçüğüm?”

“Evet,” diye yanıtladı çocuk, gözlerini silerek.

“O zaman Zümrüt Şehir’e gitmelisin. Belki Oz sana yardım eder.”

“Bu şehir nerede?” diye sordu Dorothy.

“Ülkenin tam ortasında, sana bahsettiğim Büyük Büyücü Oz tarafından yönetilir.”

“İyi bir insan mıdır?” diye sordu kız, kaygıyla.

“O iyi bir büyücüdür. Kendisini hiç görmediğim için insan olup olmadığını söyleyemem.”

“Oraya nasıl gidebilirim?” diye sordu Dorothy.

“Yürümek zorundasın. Kimi zaman güzel, kimi zamansa karanlık ve kasvetli bir bölgede uzun bir yolculuk yapacaksın. Ama sana bir zarar gelmemesi için bildiğim bütün büyüleri kullanacağım.”

“Benimle gelmeyecek misiniz?” diye yalvardı kız, küçük yaşlı kadını tek dostu olarak görmeye başlamıştı.

“Hayır, bunu yapamam,” diye yanıtladı, “ama sana bir öpücük vereceğim ve kimse Kuzey’in Cadısı tarafından öpülmüş birine zarar vermeye cesaret edemez.”

Dorothy’ye yaklaştı ve alnından yavaşça öptü. Dudakları değdikleri yerde, Dorothy’nin hemen sonra keşfettiği yuvarlak, parlak bir iz bıraktılar.

“Zümrüt Şehir’e giden yol sarı tuğladan döşenmiştir,” dedi cadı, “görmemene imkan yok. Oz’a gittiğinde ondan korkma, hikayeni anlat ve yardım iste. Hoşçakal, küçüğüm.” Üç Kıtırsoy onu eğilerek selamlayıp, iyi yolculuklar diledikten sonra ağaçlara doğru yürüyerek uzaklaştılar. Cadı, Dorothy’ye dostça başını salladı sonra sol topuğunun üstünde üç kez dönüp bir anda kayboldu, bu Toto’yu çok şaşırtmıştı, cadı oradayken hırlamaya bile cesaret edememesine rağmen arkasından uzun süre havladı.

Ama Dorothy, onun cadı olduğunu bildiğinden, o şekilde kaybolmasını bekliyordu, bu yüzden hiç şaşırmadı.

Dorothy Korkuluk’u Kurtarıyor

Dorothy yalnız kaldığında aç olduğunu hissetti. Dolaba gitti, biraz ekmek kesip üstüne yağ sürdü. Birazını Toto’ya verdi ve raftan aldığı bir su kabına küçük derenin pırıl pırıl, berrak suyundan doldurdu. Toto ağaçlara doğru koşup dallara konmuş kuşlara havlamaya başladı. Dorothy onu almaya gittiğinde dallardan sarkan leziz meyveleri gördü, bu tam da kahvaltı için istediği şeydi. Sonra eve geri döndü ve Toto ile birlikte serin, berrak sudan içtikten sonra Zümrüt Şehir’e yapacağı yolculuğa hazırlanmaya başladı.

Dorothy’nin üstündekinden başka bir elbisesi daha vardı ve o da temiz olarak yatağının yanındaki askıda duruyordu. Mavi beyaz ekoseli pamuklu bir elbiseydi, mavisi defalarca yıkanmaktan solmuş olsa da oldukça hoş bir giysiydi. Kız yıkandı, temiz elbisesini giyip, pembe bonesini başına bağladı. Bir sepeti ekmekle doldurup üstünü beyaz bir bezle örttü. Sonra ayaklarına doğru baktı ve ayakkabılarının ne kadar eski ve yıpranmış olduğunu fark etti.

“Uzun bir yolculuğa dayanamazlar, Toto,” dedi. Toto küçük siyah gözleriyle baktı ve anladığını göstermek için kuyruğunu salladı.

O sırada Dorothy masada duran Doğu’nun Kötü Cadısı’nın gümüş ayakkabılarını gördü. “Bana uyar mı merak ediyorum,” dedi Toto’ya. “Yıpranmayacakları için uzun bir yürüyüşe çok uygunlar.”

Eski, deri ayakkabılarını çıkardı ve gümüş olanları denedi, ayaklarına sanki kendisi için yapılmışçasına oturmuşlardı. En sonunda sepeti aldı.

“Hadi gel, Toto,” dedi, “Zümrüt Şehir’e gidip büyük Oz’a Kansas’a nasıl dönebileceğimizi soracağız.” Kapıyı kilitledi ve anahtarı özenle cebine koydu. Ve böylece ağırbaşlı bir ifadeyle arkasından gelen Toto ile birlikte yola koyuldu.

Yakınlarda birkaç yol vardı, ama sarı tuğla döşenmiş olanı bulması çok uzun sürmedi. Kısa süre sonra Zümrüt Şehir’e giden yolda ilerlemeye başlamıştı, gümüş ayakkabıları sert, sarı yolun üzerinde neşeyle tıkırdıyorlardı. Güneş parlıyor, kuşlar şakıyorlardı ve Dorothy kendini ülkesinden koparılıp yabancı bir diyara getirilen küçük bir kızın normalde hissedeceği gibi kötü hissetmiyordu. Yürüdükçe, etraftaki güzellikleri görüyor ve şaşkınlığı giderek artıyordu. Yolun iki yanında açık maviye boyanmış zarif çitler, bunların ötesindeyse buğday tarlaları ve bereketli bostanlar vardı. Kıtırsoyların iyi çiftçiler oldukları ve geniş tarlalarda çeşitli ürünler yetiştirebildikleri kesindi. Ne zaman bir evin önünden geçse insanlar çıkıp, o uzaklaşana kadar, eğilerek selam veriyorlardı, çünkü herkes kötü cadıyı onun yok ettiğini ve onları esaretten kurtardığını biliyordu. Kıtırsoyların evleri garip görünüyordu, yuvarlaktılar ve çatı olarak kubbeleri vardı. Doğu diyarında mavi en sevilen renk olduğundan hepsi bu renge boyanmıştı.

Akşama doğru, Dorothy yürümekten yorulmuş bir halde geceyi nerede geçireceğini düşünürken, diğerlerinden biraz daha büyük bir eve vardı. Öndeki yeşil bahçede erkekler ve kadınlar dans ediyordu. Beş küçük kemancı olabildiğince yüksek sesle çalıyor, insanlar gülüyor ve şarkı söylüyorlardı, bir masanın üstü ağız sulandıran meyveler, yemişler, pastalar, kekler ve yenebilecek her türlü güzel şeyle doluydu.

Arkadaşları kötü cadının esaretinden kurtulmalarını kutlamak için bölgedeki en zengin Kıtırsoyun evinde toplanmışlardı ve Dorothy’yi kibarca karşılayıp akşam yemeği ve geceyi onlarla geçirmesi için davet ettiler. Doyurucu bir yemek yiyen Dorothy’ye adı Boq olan zengin Kıtırsoy eşlik etti. Sonra bir kanepeye oturup dans edenleri izledi.

Boq gümüş ayakkabılarını gördüğünde şöyle dedi: “Büyük bir büyücü olmalısınız.”

“Neden?” diye sordu kız.

“Çünkü gümüş ayakkabıları giyiyorsunuz ve Kötü cadılar ve büyücüler beyaz giyer.”

“Elbisem mavi beyaz ekoseli,” dedi Dorothy, kırışıklıkları düzelterek

“Bunu giymek nezaketinizi gösteriyor,” dedi Boq. “Mavi Kıtırsoyların rengi, beyazsa cadıların, bu yüzden biliyoruz ki siz dost bir cadısınız.”

Herkes onun cadı olduğunu düşünüyordu ama o bir kasırga tarafından bu yabancı diyarlara sürüklenmiş sıradan bir kızdan başkası değildi, bu yüzden nasıl bir yanıt vereceğini bilemedi. Dans edenleri izlemekten yorulduğunda, Boq onu, içinde güzel bir yatak bulunan bir odaya götürdü. Çarşaflar mavi kumaştan dokunmuştu, Dorothy, mavi halının üstüne kıvrılan Toto ile birlikte güzel bir uyku çekti.

Doyurucu bir kahvaltı yaptı ve gülerek Toto’nun kuyruğunu çekiştiren bir Kıtırsoy bebeğini keyifle izledi. Daha önce hiç köpek görmediklerinden Toto herkeste büyük bir merak uyandırmıştı. “Zümrüt Şehir ne kadar uzakta?” diye sordu kız.

“Bilmiyorum oraya hiç gitmedim,” diye yanıtladı Boq, üzüntüyle, “Onunla bir işin yoksa Oz’dan uzak durmak en iyisidir. Ama günlerce süren uzun bir yol olduğunu biliyorum. Burası bereketli ve güzel ama yolculuğunun sonuna gelmeden önce zorlu ve tehlikeli bölgelerden geçmek zorundasınız.” Bu Dorothy’yi biraz endişelendirse de Kansas’a geri dönebilmesi için yalnızca Oz’un yardım edebileceğini bildiğinden kararından vazgeçmedi.

Arkadaşlarına veda etti ve yeniden sarı tuğla döşeli yola koyuldu. Birkaç kilometre yürüdükten sonra biraz durup dinlenmek için yolun yanındaki çitin üstüne tırmanıp oturdu. Çitin öbür tarafında büyük bir mısır tarlası vardı ve kuşların mısırı yememesi için yüksek bir direğe dikilmiş korkuluğu gördü. Dorothy çenesini avucuna yaslayıp korkuluğu dikkatle inceledi. Yüzüne insana benzemesi için ağız, burun ve gözler çizilmiş, saman dolu bir çuvaldı. Başına eskiden bir Kıtırsoya ait olan, sivri uçlu, mavi bir şapka tutturulmuştu, gövdenin geri kalanıysa yine samanla doldurulmuş, yırtık, solgun, mavi bir elbiseden oluşuyordu. Ayaklarında, bölgedeki herkesin giydiği gibi, mavi konçlu eski botlar vardı ve gövde, sırtı direğe bağlı olduğundan, mısırlardan yüksekte duruyordu

Dorothy garip, boyanmış yüzüne bakarken, Korkuluk’un ona göz kırpmasıyla şaşırdı. Kansas’taki korkuluklar göz kırpmadığı için yanıldığını düşündü, ama buradaki kendisine arkadaşça başını sallıyordu. Çitten indi ve ona doğru yürüdü, bu arda Toto direğin etrafında dönerek havlıyordu.

“İyi günler,” dedi Korkuluk, kısık bir sesle. “Sen mi konuştun?” diye sordu kız, merakla. “Elbette,” diye yanıtladı Korkuluk, “nasılsınız?”

“Çok iyiyim, teşekkür ederim,” diye yanıtladı Dorothy, nazikçe, “siz nasılsınız?”

“Pek iyi değilim,” dedi Korkuluk, gülümseyerek, “gece gündüz kargaları korkutmak için burada bağlı durmak çok sıkıcı.”

“İnemiyor musun?” diye sordu Dorothy.

“Hayır, direk sırtıma bağlı. Beni bu direkten kurtarırsan sana minnettar kalırım.”

Dorothy, samanla doldurulduğundan oldukça hafif olan gövdeyi, iki eliyle tutup kaldırdı.

“Çok teşekkür ederim,” dedi Korkuluk, yere bastığında. “Şimdi kendimi bir insan gibi hissediyorum.”

Doldurulmuş bir adamın konuşması, selam vermesi ve yanında yürümesi garip olduğundan

Dorothy’nin kafası karışmıştı.

“Sen kimsin?” diye sordu Korkuluk gerinip esnerken, “ve nereye gidiyorsun?”

“Adım Dorothy,” dedi kız, “ve büyük Oz’un beni Kansas’a yollaması için Zümrüt Şehir’e gidiyorum.”

“Zümrüt Şehir nerede?” diye sordu, “Ve Oz kim?”

“Yoksa bilmiyor musun?” diye yanıtladı kız, şaşkınlıkla.

“Hayır, gerçekten, hiçbir şey bilmiyorum. Gördüğün gibi doldurulmuşum bu yüzden beynim yok,” diye yanıtladı, üzüntüyle.

“Ah,” dedi Dorothy, “senin için çok üzgünüm.”

“Sence,” diye sordu, “Zümrüt Şehir’e birlikte gidersek Oz bana beyin verir mi?”

“Bunu bilemem,” diye yanıtladı, “ama istersen benimle gelebilirsin. Oz sana bir beyin vermese de şu andakinden daha kötü bir durumda olmazsın.”

“Bu doğru,” dedi Korkuluk. “Görüyorsun,” diye devam etti, sakince, “Hiçbir şey canımı yakmadığı için bacaklarımın, kollarımın, gövdemin doldurulmuş olmasına aldırmıyorum. Birinin ayağıma basması ya da iğne batırması fark etmez çünkü hissetmem. Ama insanların bana aptal demelerini istemiyorum, başımın içinde seninki gibi beyin değil saman olursa her hangi bir şeyi nasıl öğrenebilirim?”

“Neler hissettiğini anlıyorum,” dedi küçük kız, onun için gerçekten üzülmüştü. “Benimle gelirsen, Oz’dan senin için elinden geleni yapmasını isteyeceğim.”

“Teşekkür ederim,” diye yanıtladı, minnetle.

Yola çıkarlarken Dorothy çiti aşmasına yardım etti ve yeniden Zümrüt Şehir’e giden sarı tuğla yola koyuldular.

Toto, ilk başta aralarına katılan bu yabancıdan hoşlanmamıştı. Doldurulmuş adamı sanki samanın içinde fare yuvası olmasından şüpheleniyormuş gibi kokluyor ve hiç de dostane olmayan bir ifadeyle hırlıyordu.

“Toto’ya aldırma,” dedi Dorothy, yeni arkadaşına, “hiç ısırmaz.”

“Ah, korkmuyorum,” diye yanıtladı Korkuluk, “samana zarar veremez. İzin ver de sepeti ben taşıyayım. Hiç yorulmadığım için buna aldırmam. Sana bir sırrımı söyleyeceğim,” diye devam etti, yürürlerken, “dünyada korktuğum tek bir şey var.”

“Nedir o?” diye sordu Dorothy, “seni yapan Kıtırsoy çiftçi mi?”

“Hayır,” diye yanıtladı Korkuluk, “yanan bir kibrit.”

Benzer İçerikler

Hayatı Emen Karanlık-Stephen King

yakutlu

Alejo Carpentier -Bu Dünyanın Krallığı

gul

İçimizde Bir Yer Ahmet Altan

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy