BİTİK ADAM -THOMAS BERNHARD

BİTİK ADAM
Uzun süre tasarlanmış bir intihar, diye düşündüm, umutsuzluğun birden ortaya çıkarttığı bir eylem değil.
Lokantaya girerken, dostumuz ve yüzyılın en önemli piyano virtüözü Glenn Gould’un da yalnızca elli bir yaşına kadar yaşadığını düşündüm.
Ne var ki o, Wertheimer gibi kendini öldürmedi, o bildik deyişle, kendi eceliyle öldü.
Dört buçuk ay New York ve durmadan Goldberg Varyasyonları ve Füg Sanatı, dört buçuk ay Glenn Gould’un her zaman Almanca olarak piyano egzersizleri diye andığı parçalar, diye düşündüm. Tam yirmi sekiz yıl önce Leopoldskron’da oturmuş ve Horowitz’in yanında eğitim görmüştük (Glenn değil doğal olarak, Wertheimer ve ben) ve tamamen yağışlı bir yaz boyunca Horowitz’ten, Mozarteum ve Viyana Akademisi’nde sekiz yıl boyunca öğrendiklerimizden daha fazlasını öğrenmiştik. Horowitz bizim tüm profesörleri ezip geçmişti. Ama o korkunç öğretmenler Horowitz’i kavramamız için gerekli olmuşlardı. İki buçuk ay hiç durmamacasına yağmur yağdı ve biz kendimizi Leopoldskron’daki odalarımıza hapsedip gece gündüz çalıştık, uykusuzluk (Glenn Gould’unki!) belirleyici bir durum oluşturdu, gündüz Horowitz’in bize öğrettiklerini, gece çalışıyorduk. Hemen hemen hiçbir şey yemiyorduk, eski profesörlerimizden eğitim aldığımızda bize her zaman ıstırap veren sırt ağrılarımız da tüm o süre içinde yok olup gitmişti; Horowitz’leyken bu sırt ağrıları hiç ortaya çıkmamıştı, öylesine bir yoğunlukla çalışıyorduk ki, ortaya çıkmaları olanaksızlaşmıştı. Horowitz’ten aldığımız dersleri bitirdiğimizde, Glenn’in artık Horowitz’ten de iyi bir piyanist olduğu açıktı, bende birden Glenn’in Horowitz’ten daha iyi çaldığı etkisi oluştu ve o andan sonra Glenn benim için dünyadaki en iyi piyano virtüözü oldu, o andan sonra birçok piyanist dinledim, ama hiçbiri Glenn gibi çalamıyordu, her zaman sevmiş olduğum Rubinstein bile daha iyi değildi. Wertheimer ve ben aynı derecede iyiydik, onun yüzyılın en iyisi olduğunu söylemeye henüz cesaret edemiyorsak da, Wertheimer de hep Glenn’in en iyi olduğunu söylüyordu. Glenn Kanada’ya geri döndüğünde, Kanadalı dostumuzu gerçekten kaybetmiştik, onu bir daha görebileceğimizi düşünmüyorduk bile, sanatına öylesine saplanmıştı ki, onu daha da ileriye götüremez ve kısa süre sonra ölür, diye düşünüyorduk. Oysa onunla birlikte Horowitz’te eğitim görmemizden iki yıl sonra Glenn, Salzburg Festivalinde iki yıl önce bizimle birlikte Mozarteum’da gece gündüz çalıştığı, hiç durmadan etüt ettiği Goldberg Varyasyonlarim çaldı. Gazeteler konserinden sonra, şimdiye kadar hiçbir piyanistin Goldberg Varyasyonlarim bu derece sanatsal çalmadığını yazdılar, yani bizim daha iki yıl öncesinden savunduğumuz ve bildiğimiz şeyi Salzburg konserinden sonra yazdılar. Konserden sonra Glenn’le buluşacaktık, eski, sevdiğim bir lokanta olan Maxglan’daki Ganshofta. Su içtik ve bir şey konuşmadık. Yeniden karşılaştığımızda Glenn’e hiç çekinmeden bizim, Wertheimer (Viyana’dan Salzburg’a gelmişti) ve benim bir an bile onunla, Glenn’le, tekrar karşılaşabileceğimizi düşünmediğimizi, bizim bir tek düşüncemiz olduğunu, bunun da Glenn’in Salzburg’dan Kanada’ya döndükten sonra kısa sürede sanat saplantısı, piyano radikalizmi yüzünden mahvolacağı olduğunu söylemiştim. Gerçekten de piyano radikalizmi sözcüğünü kullanmıştım ona. Piyano radikalizmim, dedi Glenn sonradan hep, onun bu sözü Kanada ve Amerika’da da hep kullandığını biliyorum. Daha o zamanlar, yani ölümünden nerdeyse otuz yıl önce Glenn besteciler içinde en çok Bach’ı sevmişti, ikinci olarak da Hândel’i, Beethoven’i küçümsüyordu, benim herkesten çok sevdiğim Mozart bile sanki aynı kişi değildi hakkında konuştuğunda, diye düşündüm lokantaya girerken. Glenn şarkı partisiz bir tek tını çalmazdı, diye düşündüm, başka hiçbir piyanistte böyle bir alışkanlık yoktu. Ciğer hastalığından sanki ikinci sanatıymış gibi söz ederdi. Aynı anda ikimizde de bu hastalığın oluşu, sonradan da hep devam edişi, sonunda Wertheimer’in de bu hastalığa yakalanışı, diye düşündüm. Ama Glenn bu ciğer hastalığı yüzünden mahvolmadı, diye düşündüm. Bir çıkış yolunun olmaması onu öldürdü, nerdeyse kırk yıl boyunca bu çıkışsızlığa oynadı, diye düşündüm. Doğal olarak da piyano çalmayı bırakmadı, diye düşündüm, oysa Wertheimer ve ben piyano çalmayı bıraktık, çünkü biz Glenn gibi bu işi o akıl almazlığa kadar götürmedik, o artık bu akıl almazlığın dışına çıkamadı, bu akıl almazlığın dışına çıkma isteğini de göstermedi. Wertheimer kuyruklu Bösendorfer’ini Dorotheum’da açık arttırmaya koydu, bense Steinway’imi bir gün, artık piyanonun bana ıstırap çektirmesini istemediğimden, Altmünster yakınındaki Neukirchen’de yaşayan dokuz yaşındaki bir öğretmen kızma armağan ettim. Öğretmen çocuğu kısa sürede Steinway’i çökertti, bu durum bana acı vermedi, tam tersine, bu ahmakça çökertişi sapıkça bir haz duyarak izledim. Wertheimer, kendisinin de durmadan yinelediği üzere, düşünce bilimine dalmış, ben körelme sürecime başlamıştım. Birdenbire artık dayanamadığını müzik olmadan gelişme olanağımı yitirmiştim, uygulamalı müzik olmadan, kuramsalı zaten ilk andan itibaren üzerimde yıpratıcı bir etki yapmıştı. Bir anda piyanodan nefret etmiştim, kendi piyanomdan, artık kendimi çalarken dinleyemez olmuştum, artık kendi enstrümanımla yanılmak istemiyordum. Böylece günün birinde öğretmeni, ona vereceğim armağanımı, Steinway’imi bildirmek için aradım, kızının piyanoya yeteneği olduğunu duyduğumu söyledim, Steinvvay’in onun evine nakledileceği haberini verdim. Öğretmene tam zamanında virtüözlük kariyerine uygun olmadığım inancına vardığımı söyledim, her işte doruğa ulaşmak istediğimden enstrümanımdan ayrılmam gerekiyor, birden fark ettiğim üzere onunla doruğa erişmem kesinlikle söz konusu değil, bu yüzden de piyanomu, onun yetenekli kızına sunmam doğal, bundan sonra piyanomun kapağını bir kez bile açmayacağım dedim, şaşkın, oldukça ilkel bir adam olan ve gene Altmünster yakınındaki Neukirchenli daha da ilkel bir kadınla evli olan öğretmene. Taşıtma masraflarını doğal olarak ben üstleneceğim! dedim çocukluktan beri tanıdığım ve bana yabancı olmayan öğretmene, onun budalalığını dememek için, basitliği diyelim, bilmediğim bir şey değildi. Lokantaya girerken, öğretmenin armağanımı hemen kabul ettiğini dükündüm. Ben bir an bile kızının yeteneğine inanmamıştım, öğretmenlerin taşralı çocuklarının hep yetenekli, özellikle de müziğe yetenekli oldukları söylenir, ama aslında hiçbir şeye yetenekleri yoktur, bu çocukların hepsi tamamen yeteneksizdir, böyle bir çocuk flüt çalar ya da kitara zımbırdatır ya da piyano takırdatırsa bile, bu yetenek kanıtı değildir. Ben değerli enstrümanımı kesinlikle işe yaramazlığa attığımı biliyordum ve işte bu yüzden zaten onu öğretmene yolladım. Öğretmen kızı enstrümanımı, ki en iyilerinden, en ender bulunanlardan, bu yüzden de en çok arananlardan ve dolayısıyla en pahalılarındandı, kısa sürede mahvetti, kullanılmaz duruma soktu. Ama ben sevgili Steinway’imin işte bu biçimde mahvedilmesi sürecini istemiştim. Wertheimer her zaman söylediği gibi düşünce bilimlerine dalmış, ben körelme sürecime başlamıştım ve enstrümanımı öğretmen evine taşıyarak bu körelme sürecini kendim en iyi biçimde başlatmıştım. Oysa Wertheimer, ben Steinway’imi öğretmen kızına verdikten yıllar sonra da piyano çalmıştı, çünkü daha yıllarca piyano virtüözü olabileceğine inanmıştı. Ayrıca, piyano virtüözü olarak tanınan bizim birçok piyanistimizden bin kere daha iyi de çalıyordu, ama Avrupa’daki tüm diğer piyano virtüözleri gibi olmak onu tatmin etmediğinden düşünce bilimlerine dalmıştı. Bense Wertheimer’den daha iyi çaldığıma inanıyordum, ama asla Glenn gibi iyi çalamazdım ve bu yüzden (Wertheimer’le aynı nedenden ötürü!) piyano çalmaktan bir anda vazgeçmiştim. Glenn’den daha iyi çalmak zorundaydım, ama bu olası değildi, olanaksızdı, ben de böylece piyano çalmaktan vazgeçtim. Hangi gün olduğunu bilmediğim bir Nisan günü uyandım ve kendi kendime artık piyano çalmak yok, dedim. Enstrümana da bir daha dokunmadım. Hemen öğretmene gidip piyanonun nakledileceğinin haberini verdim. Bundan sonra kendimi felsefeye vereceğim, diye düşündüm öğretmene giderken, oysa doğal olarak bu felsefenin ne olduğu hakkında en ufak birbilgim yoktu. Asla bir piyano virtüözü değilim, dedim kendi kendime, yorumcu değilim, röprodüksiyoncu bir sanatçı değilim. Sanatçı da değilim. Düşüncemin bozulmuşluğu beni hemen kendine bağlamıştı. Öğretmene giden yolda durmadan şu üç sözü tekrarlayıp durdum: Asla sanatçı değilim! Asla sanatçı değilim! Asla sanatçı değilim! Glenn Gould’u tanımasaydım herhalde piyano çalmaktan vazgeçmezdim ve piyano virtüözü olabilirdim ve belki de dünyanın en iyi piyano virtüözlerinden biriydim şimdi, diye düşündüm lokantada. Birinci olana rastladığımızda vazgeçmek zorundayız, diye düşündüm. Glenn’i, garip bir biçimde, çocukluğumun dağı olan Mönchsberg’de tanıdım. Aslında onu daha önce Mozarteum’da görmüştüm, ama Mönchsberg’deki bu karşılaşmadan önce onunla hiç konuşmamıştım, bu dağa intihar dağı da denir, çünkü her şeyden çok intihara elverişlidir ve her hafta en az üç ya da dört kişi kendini oradan derinliklere atar. İntiharcılar dağın içindeki asansörle tepeye çıkarlar, birkaç adım atarlar ve kendilerini aşağıdaki kente doğru fırlatırlar. Caddenin üzerinde parçalananlar beni her zaman büyülemiştir, ben de (ayrıca Wertheimer de) çok sık Mönchsberg’e yürümüşümdür ya da asansörle çıkmışımdır kendimi oradan aşağıya atma niyetiyle, ama kendimi aşağıya atmadım (Wertheimer de atmadı!). Ben birçok kez (Wertheimer de!) atlama durumuna geçtim, ama ben, aynı Wertheimer gibi atlamadım. Geri döndüm. Doğaldır ki, şimdiye kadar atlayanlardan daha çok kişi geri döndü, diye düşündüm. Glenn’e Mönchsberg’de Richterhöhe denilen yerde rastladım, Almanya en iyi oradan gözükür. Onunla konuşmuştum, ikimiz de Horoıvitz’ten ders alıyoruz, demiştim. Evet, diye cevaplamıştı. Aşağıya Alman düzlüğüne baktık ve Glenn hemen Füg Sanatı’nı tartışmaya başladı. Çok zeki bir bilim adamıyla karşılaştım, diye düşünmüştüm. Rockefeller burslusu olduğunu söyledi. Ayrıca babası da zengin bir adammış. Deri, kürk, dedi, Avusturya taşrasından gelen sınıf arkadaşlarımızdan daha iyi Almanca konuşuyordu. İyi ki Salzburg burada ve dört kilometre ötede, aşağıdaki Almanya’da değil, Almanya’ya gitmezdim, dedi. İlk andan başlayarak bir düşünce dostluğu oluşmuştu. En ünlü piyano çalıcılarının bile sanatlarından haberleri yok, dedi. Zaten tüm sanat dallarında durum aynı, dedim, resim de öyle, yazarlık da öyle, dedim, felsefeciler bile felsefenin bilincinde değil. Sanatçıların çoğu sanatlarının bilincinde değil. Acemi bir sanat anlayışları var, ömür boyu bu acemiliğe takılıp kalıyorlar. Dünyaca ünlüleri bile. Birbirimizle hemen anlaşmıştık, doğal olarak aynı olan sanat anlayışımızın diğerlerininkinden aykırılığı ve gerçekten de ters oluşu bizi ilk andan başlayarak birbirimize bağlamıştı. Mönchsberg’deki bu karşılaşmadan ancak birkaç gün sonra Wertheimer bize katılmıştı. Glenn, Wertheimer ve ben, ki ilk iki hafta Eski Kent’te tamamen uygunsuz evlerde ayrı ayrı kalıyorduk, Horowitz kursu süresince Leopoldskron’da birlikte bir ev kiraladık, orada istediğimizi yapabiliyorduk. Eski Kent’teki her şey üzerimizde felç edici bir etki yapmıştı, hava solunamıyordu, insanlar dayanılır gibi değildi, duvarlardaki nem bize ve enstrümanlarımıza bulaşıyordu. Horowitz kursunu sürdürebilmemizin tek nedeni kentten taşınmamız oldu, kent aslında insanın aklına gelebilecek en büyük sanat ve düşünce düşmanı, aptal insanlar ve soğuk duvarlarla dolu kalın kafalı bir taşra kasabasıdır, zamanla orada her şey kalın kafalılığa dönüşür, istisnasız her şey. Pilimizi pırtımızı toplayıp kent dışına, Leopoldskron’a taşınmamız kurtuluşumuz oldu, o zamanlar orası yeşil çimenlikti, inekler otlar, yüzbinlerce kuş orayı mekan edinirdi. Bugün en ücra köşelerine kadar yeniden boyanan Salzburg kenti, yirmi sekiz yıl önce olduğundan daha da iğrençleşti ve o zaman olduğu gibi şimdi de insanın içindeki her şeye karşı ve onu zamanla çökertiyor, bunun farkına hemen varmış ve oradan kaçarak Leopoldskron’a gelmiştik. Salzburglular da iklimleri gibi her zaman korkunçtular, bugün de bu kente gittiğimde bu savımın doğruluğu onaylanmakla kalmıyor, her şeyin daha da korkunçlaştığı görülüyor. Ne var ki, bu düşünce ve sanat düşmanı kentte Horowitz’in öğrencisi olmak en büyük kazançtı. Öğrenim gördüğümüz yerdeki çevre bize düşmansa, bize dostça bakan çevrede olduğundan daha iyi çalışırız, öğrenim gören kişi ona dost olan çevre yerine, düşman olan çevreyi seçerse daha iyi eder, çünkü ona dost olan çevre eğitimine vereceği dikkatin büyük bir bölümünü alıp götürür, düşman çevre ise ona yüzde yüz bir eğitim sağlar, çünkü o bu eğitime yoğunlaşmak zorundadır, umutsuzluğa kapılmamak için, böyle bakıldığında Salzburg büyük bir olasılıkla tüm öteki güzel denilen kentler içinde eğitim için mutlaka önerilir, ama yalnızca güçlü bir kişiliği olana, zayıf biri orada kısa sürede kuşkusuz yitip gider. Glenn bu kentin büyüsüne üç gün boyunca çıldırmış, ama sonra birden, dendiği üzere, bu büyünün çürük olduğunu, bu güzelliğin aslında itici olduğunu, insanların bu itici güzellik içinde hain olduklarını görmüş. Ön Alpler’in iklimi hasta ruhlu insanlar yaratıyor, bunlar erkenden ahmaklaşıyor ve zamanla hainleşiyorlar dedim. Burada yaşayan kişi, eğer namuslu ise bilir bunu, buraya gelen de kısa sürede görür ve henüz çok geç olmadan çekip gitmek zorundadır, burada yaşayan ahmaklar gibi olmak istemiyorsa, bu ruh hastası, ahmaklıklarıyla henüz kendileri gibi olmayan her şeyi öldürmek isteyen Salzburglular gibi olmak istemiyorlarsa. Önceleri burada uyanmanın ne kadar güzel olduğunu düşünmüş, ama gelişinden henüz iki üç gün geçtikten sonra, burada doğmuş olup burada yetişmek ona karabasan gibi görünmüş. Bu iklim ve bu duvarlar duyarlılığı öldürüyor, dedi. Benim buna ekleyecek bir şeyim yoktu. Leopoldskron’da bu kentin kötü ruhu artık bizim için tehlikeli olamazdı, diye düşündüm lokantaya girerken. Aslında bana piyano çalmanın en yüksek düzeyini öğreten yalnızca Horowitz değildi, Horowitz kursu sırasında Glenn Gould’la olan her günkü ilişkiydi, diye düşündüm. Benim için müziği, müzik kavramını olası kılan yegâne kişiler bu ikisiydi, diye düşündüm. Horowitz’ten önceki son öğretmenim Wührer’di, o insanı orta derece içinde boğan öğretmenlerden biri, daha önceki mezunlardan ve hepsinden müthiş isimler olarak söz edilen, her an büyük kentlerde sahneye çıkan ve ünlü akademilerimizde yüksek maaşlı kürsüleri olan, gerçekte ise piyano çalan yıkımcılardan başka bir şey olmayan, müzik kavramından habersizlerden hiç söz etmemek daha iyi olur, diye düşündüm. Her yerde bu müzik öğretmenleri çalar ve görev başındadırlar, binlerce ve yüzbinlerce müzik öğrencisini mahvederler, genç müzik insanlarının olağanüstü yeteneklerini henüz bu yetenekler filizlenirken boğmak, sanki bunların hayattaki görevleridir. Artık kendilerini müzik üniversitesi diye adlandıran bu bizim müzik akademilerindeki gibi bir sorumsuzluğa başka hiçbir yerde rastlanmaz, diye düşündüm. Yirmi bin müzik öğretmeninden yalnızca biri ideal olanıdır. Horowitz bu ideal olandı, diye düşündüm. Kendisini bu işe verseydi Glenn de onun gibi olurdu. Glenn’in de bu eğitim için ideal duygusu ve ideal aklı vardı, bu sanat aracılığı amacı için. Yılda onbinlerce müzik yüksek lisans öğrencisi müzik yüksekokulu ahmaklığı yolunu izler ve kalitesiz öğretmenler tarafından mahvedilir, diye düşündüm. Belki ünlü de olurlar, ama gene de hiçbir şey kavramamışlardır, diye düşündüm lokantaya girerken. Gulda ya da Brendel olurlar, ama gene hiçtirler. Gilels olurlar, ama hiçtirler. Wertheimer de eğer Glenn’e rastlamamış olsaydı, mutlaka en önemli piyano virtüözlerimizden biri olurdu, diye düşündüm, o da tıpkı benim felsefeciliği kötüye kullandığım gibi düşünce bilimlerini kötüye kullanmak zorunda kalmazdı, çünkü benim onlarca yıldan beri felsefeyi ya da felsefeciliği kötüye kullandığım gibi, Wertheimer de sonuna kadar düşünce bilimleri denen şeyi kötüye kullandı. Pusulalarını yazdıklarıyla doldurmazdı, benim düşünce suçları olan metinlerimi doldurduğum gibi, diye düşündüm lokantaya girerken. Piyano virtüözleri olarak yola koyuluyor ve düşünce bilimlerinin ve felsefenin Stöberer’ine ve Wühler’ine dönüşüp yok oluyoruz. En uç noktaya ve onun ötesine geçemediğimizden kendi alanımızdaki bir dâhi ile karşılaşınca vazgeçtiğimizden, diye düşündüm. Doğrusu ben asla piyano virtüözü olamazdım, çünkü gerçekten de hiçbir zaman piyano virtüözü olmak istemedim, virtüözlüğe karşı her zaman büyük çekincelerim vardı, körelme sürecim içinde piyano virtüözlüğünü yalnızca kötüye kullandım, evet, piyanistliği başından beri gülünç olarak algıladığımdan, tamamen olağandışı olan piyanodaki yeteneğin baştan çıkarıcılığı ile piyano çalmanın içine sürüklendim ve sonra on beş yıllık bir işkenceden sonra bu yeteneği kovdum, birdenbire, insafsızca. Varoluşumu duygusallığa feda etmek benim tarzım değildir. Kahkahalarla güldüm ve piyanoyu öğretmenin evine taşıttım, piyanonun taşınması üzerine attığım kahkahalarla günlerce eğlendim, gerçek bu, bir saniyede yıkıp attığım kendi piyano virtüözlüğü kariyerimle dalga geçtim. Belki de, diye düşündüm lokantaya girerken, bu birdenbire tarafımdan yıkılan piyano virtüözlüğü kariyeri körelme sürecimin gerekli bir yanıydı. Her türlü şeyi deneriz, sonra da hep yarıda bırakırız, birdenbire onlarca yılı çöpe atarız. Wertheimer her zaman daha yavaştı, hiçbir zaman kararlarında benim gibi kararlı olamadı, piyano virtriözlüğünü benden yıllar sonra çöpe attı ve benim tersime, hiçbir zaman da bunun üstesinden gelemedi, onun hep yakındığını duydum, piyano çalmaktan vazgeçmemeliymiş, sürdürmeliymiş, bu belli bir ölçüde benim suçummuş, önemli sorunlarda, yaşamsal kararlarda, bir kezinde belirttiğine göre, ona ben örnek olmuşum, diye düşündüm lokantaya girerken. Horowitz’e gitmek benim için olduğu gibi Wertheimer için de öldürücü, Glenn için ise dehalığmm ortaya çıkması oldu. Wertheimer ve beni piyano virtüözlüğü ya da salt müzikle ilgili olarak Horowitz değildi öldüren, Glenn’di, diye düşündüm. Piyano virtüözlüğümüze tam da iyice inandığımız sırada, Glenn piyano virtüözlüğünü bizim için olanaksız kıldı. Glenn’i tanıdığımız anda ölmüş olan virtüözlüğümüze Horowitz kursundan sonra daha yıllarca inandık. Kim bilir, Horowitz’e devam etmeseydim, yani hocam Wührer’i dinleseydim, belki de bugün piyano virtüözü idim, hani o ünlü, bütün yıl boyunca Buenos Aires ve Viyana arasında sanatlarıyla oradan oraya seyahat edenlerden biriydim, diye düşündüm. Wertheimer de. Ama kendi kendime hemen kesin bir hayır, dedim, çünkü başlangıçtan beri virtüöz olma durumu ve onun yarattığı görüntülerden nefret ediyordum, en çok da kalabalık önünde sahneye çıkmaktan, ayrıca hiçbir şeyden alkıştan nefret ettiğim gibi nefret etmiyordum, buna daya namıyordum, uzun süre, konser salonlarındaki kötü havaya mı, alkışa mı, yoksa her ikisine de mi dayanamadığımı bilemedim, virtüöz olma durumuna ve her şeyden önce de piyano virtüözü olma durumuna dayanamadığımı açıkça kavraymcaya kadar. Seyirciden ve seyirci ile ilgili her şeyden, dolayısıyla da virtüözden (ve virtüözlerden) hiçbir şeyden nefret etmediğim gibi nefret ediyordum. Zaten Glenn de iki ya da üç yıl dinleyici önünde çaldı, sonra artık bu duruma dayanamadı ve evde kaldı ve orada, Amerika’daki evinde tüm piyanistlerin en iyisi ve en önemlisi oldu. Biz on iki yıl önce onu ziyaret ettiğimizde, o on yıldır dinleyici önünde konser vermemişti. Bu arada tüm delilerin en ileriyi göreni olmuştu. Sanatının doruğuna ulaşmıştı, beyin kanamasının onu yakalaması an meselesiydi. Wertheimer de o zaman aynı duyguya kapılmıştı, Glenn bundan sonra çok kısa yaşardı, beyin kanaması geçireceğini bana o söylemişti. Biz Glenn’in evinde iki buçuk hafta kaldık, evinde kendisine bir stüdyo düzenlemişti. Tıpkı Salzburg’da Horowitz kurşundayken olduğu gibi hemen hemen gece gündüz piyano çalıyordu. Yıllarca, on yıl boyunca. Ben iki yıl boyunca otuz dört konser verdim, bu da tüm yaşamım için yeterli, demişti Glenn. Wertheimer ve ben, Glenn’le birlikte öğleden sonra saat ikiden gece saat bire kadar Brahms çalmıştık. Glenn evinin önüne, onu insanlardan korusunlar diye üç bekçi dikmişti. Biz önce onda bir gece kalarak onu rahatsız etmek istememiştik, ama sonra iki buçuk hafta kaldık, ben de, Wertheimer de piyano virtüözlüğünü bırakmakla ne kadar yerinde davrandığımızı bir kez daha kavradık. Benim sevgili bitik adamım, diye selamlamıştı Glenn Wertheimer!, bir Amerikalı-Kanadalı soğukkanlılığı içinde Wertheimer! hep bitik adam diye nitelemişti, bana ise son derece kuru bir biçimde filozof derdi, bundan rahatsız olmazdım. Bitik adam Wertheimer Glenn’in gözünde hep bitiyordu, durmadan bitiyordu, bense Glenn’in ağzında her an, belki de dayanılmaz bir sıklıkla filozof oluyordum, böylece biz onun gözünde doğal olarak bitik adam ve filozoftuk diye düşündüm lokantaya girdiğimde. Bitik adam ve filozof Amerika’ya piyano virtüözü Glenn! yeniden görmeye gelmişlerdi, başka bir amaçla değil. Bir de New York’ta dört buçuk ay geçirmeye. Bunun büyük bir bölümünü de Glenn’le birlikte. Avrupa’yı özlemiyormuş, selâmlaşırken hemen bunu söylemişti Glenn. Avrupa onun için artık söz konusu değilmiş. Kendisini evinde korumaya almışmış. Ömür boyu. Kendimizi korumaya alma isteğini üçümüz de yaşamımız boyunca hissettik. Üçümüz de doğuştan korunma fanatiği idik.Ama Glenn kendi korunma fanatikliğini en ileriye götürenimiz olmuştu. New York’ta Taft Oteli’nin yanında oturduk, amaçlarımız için daha iyi bir konum olamazdı. Glenn Taft’ın arka odalarından birine Steimvay’ini koydurmuştu, orada günde sekizle on saat arası çalıyordu, çoğunlukla geceleri de. Piyano çalmadan geçirdiği bir tek gün yoktu. Wertheimer ve ben, New York’u hemen sevdik. Dünyanın en güzel kenti, aynı zamanda da en iyi havaya sahip deyip duruyorduk, dünyanın başka hiçbir yerinde daha iyi bir hava soluyamazdık. Glenn hissettiklerimizi onayladı: New York, bir düşünce insanının oraya gelir gelmez tedirgin edilmeden soluk aldığıdünyanın tek kentidir. Glenn üç haftada bir yanımıza geliyor, bize Manhattan’m gizli köşelerini gösteriyordu. Mozarteum kötü bir okuldu, diye düşündüm lokantaya girerken, öte yandan da bizim için en iyisiydi, çünkü gözümüzü açtı. Bütün yüksekokullar gözümüzü açmaya yaramazlarsa kötüdür, bizim gittiklerimiz ise en kötüleridir. Ne berbat öğretmenlere dayanmak zorunda kaldık, kafamızı yediler. Hepsi sanat yoked idleriydiler, hepsi sanat yıkıcıları, beyin öldürücüleri, öğrenci katilleriydi. Horowitz kuraldışı biriydi, Markewitsch, Vegh de, diye düşündüm. Yeteneksizler egemen binaya, dünyada hiçbir akademi onun kadar ünlü değildi, bugün de öyle, Mozarteum’danım dediğim anda milletin gözü fal taşı gibi açılır. Wertheimer de Glenn gibi iyi durumda olmadan öte, zengin bir ana babanın oğluydu. Benim de maddi sorunum yoktu. Aynı çevreden ve aynı ekonomik koşullardan olan kişilerle dost olmanın yararı vardır, diye düşündüm lokantaya girerken. Temelinde para sorunumuz olmadığı için, kendimizi yalnızca eğitimimize adamamız olanaklı olmuştu, eğitimimizi olabildiğince radikal uçlara itebildik, zaten kafamızda başka bir şey yoktu, bir tek gelişmemizi engelleyenleri yolumuzdan uzaklaştırmamız gerekiyordu, profesörlerimizi ve onların alçaklıklarını ve iğrençliklerini. Mozarteum bugün dünyaca ünlü, ama akla gelebilecek en kötü müzik okulu, diye düşündüm. Ama Mozarteum’a gitmemiş olsaydım asla Wertheimer ve GlennTe, bu can dostlarımla tanışamazdım, diye düşündüm. Nasıl olup da müziğe ulaştığımı söylemem bugün olanaksız, ailemde hiç kimse müzikal değildi, hepsi sanata karşıydı, yaşamları boyunca sanattan ve düşünceden nefret ettikleri gibi hiçbir şeyden nefret etmediler, belki de günün birinde önceleri nefret ettiğim piyanoya âşık olmamın dürtüsü buydu, aileden kalma değerli piyanoyu gerçekten müthiş olan Steinway ile değiş tokuş edip, nefret ettiğim aileye başından beri dehşetle baktıkları yola saptığımı göstermek istedim. Ne sanat yapma, ne müzik, ne piyano çalmaktı benimki, sırf bizimkilere muhalefet etmekti, diye düşündüm. Değerli piyanoda çalmaktan nefret ediyordum, ailede herkesin zorlandığı gibi b^n de anam babam tarafından zorlanmıştım buna, bu değerli şey onların sanat odağı idi ve onda Brahms ve Reger’in en son parçalarına kadar çalmayı başarmışlardı. Bu ailevi sanat odağından nefret etmiş, ama babamın edindiği, en korkunç koşullar altında Paris’ten getirtilen Steinvvay’i sevmiştim. Onlara kanıtlamak için Mozarteum’a gitmek zorunda kalmıştım, yoksa ne müzik kavramım ne de piyano çalma isteğim vardı, hiçbir zaman da olmamıştı, ama onu, anneme ve babama ve de tüm aileye karşı güttüğüm amaca ulaşmak için bir araç olarak kullandım, onlara karşı faydalandım ondan ve onlara inat öğrendim, günden güne daha iyi, yıldan yıla daha büyük bir ustalıkla. Onlara inat gittim Mozarteum’a, diye düşündüm lokantada. Bizim değerli aracımız müzik odası diye adlandırılan odada duruyordu ve onların sanat odağı idi, cumartesi günleri öğleden sonra güderlerdi onunla. Steinvvay’den kaçındılar, hepsi geri çekildi, Steinway değerli aracın dönemini sona erdirdi. Steinvvay’de çalmaya başladığımgünden sonra ana babamın evinde artık sanat odak noktası diye bir şey kalmadı. Lokantada durup çevreme bakarken, Steinway’in bizimkilere karşı konuma geçtiğini düşündüm. Mozarteum’a onlardan intikam almak için gittim, başka hiçbir nedenle değil, bana karşı işledikleri suçların cezasını onlara çektirmek için. Onların gözünde iğrenç bir yaratık olan oğulları artık bir sanatçıydı. Mozarteum’u onlara karşı kullandım, tüm olanaklarını onlara karşı devreye soktum. Onların inatlarını sahiplenip tüm yaşam boyu onların o eski ‘değerlilerinde çalsaydım mutlu olurlardı, bir servete mal olan ve gerçekten de evimize Paris’ten nakledilmek zorunda kalman ve müzik odasına konan Steinvvay ile kendimi onlardan ayırmıştım. Önce Steinvvay’de ısrar etmiştim, sonra da Steinvvay için gerekli olan Mozarteum’da. Asla itiraz kabul etmediğimi bugün söylemeliyim. Bir gecede sanatçı olma kararını almıştım ve her şeyi istiyordum. Lokantada çevreme bakarken, onlara baskı yaptım, onları gafil avladım, diye düşündüm. Steinvvay benim için onlara karşı, onların dünyalarına, aileye ve dünya karşısındaki dar kafalılıklarına karşı silahımdı. Ben, Glenn, hatta belki de Wertheimer gibi, ki yüzde yüz emin değilim gene de, doğuştan piyano virtüözü değildim, ama kendimi buna zorladım, inandırdım, oynadım bunu, benimkilere karşı, hem de en büyük acımasızlıkla diyebilirim. Steinvvay ile birdenbire onlara karşı durmam olanaklılaştı. Onlara karşı duyduğum güvensizlik yüzünden kendimi sanatçı yaptım, en ulaşılabilir olanı buydu, piyano virtüözlüğü, mümkünse de hemen dünya çapında bir virtüözlük, müzik odamızda duran değerli bana bu düşünceyi verdi ve ben bu düşünceyi onlara karşı silah olarak kullanarak, bunu yüksek, en yüksek ustalığa doğru geliştirdim. Glenn’in durumu da değişik değildi, Wertheimer’inki de, o yalnız sanat, yani müzik okumuştu babasını incitmek için, biliyordum bunu, diye düşündüm lokantada. Piyano eğitimi almam babam için bir felaket, demişti bana Wertheimer. Glenn bunu daha radikal açıklamıştı: benden ve piyanomdan nefret ediyorlar. Bach dediğim anda kusacak gibi oluyorlar, demişti Glenn. Dünya çapında olmuştu, ama ana babası ona hâlâ dargındı. O ise tutarlı kalmış ve sonunda ölümünden iki üç yıl önce de olsa onları dâhiliğine inandırabilmişti, Wertheimer ve bense, ana babamıza virtüözlüğümüzde başarılı olamamamızdan ötürü hak verdik, babamın sık sık bana söylediği üzere utanç verici biçimde çok erken başarısız olmuştuk. Ama piyano virtüözlüğünde başarısız olma durumu beni Wertheimer’i üzdüğü gibi üzmüyordu, o ömür boyu, sonuna kadar vazgeçmiş oluşundan ve kendisini düşünce bilimlerine adamış olmasından acı duydu, sonuna kadar da bu bilimlerin ne olduğunu kavrayamadı, tıpkı benim bugüne kadar filozofluğu, hatta felsefenin ne olduğunu kavrayamadığım gibi. Glenn zafer kazanan, biz kaybedenleriz, diye düşündüm lokantada. Glenn varoluşunu tek doğru noktada sona erdirdi, diye düşündüm. Ve o Wertheimer gibi kendi eliyle son vermedi yaşamına, Wertheimer’in başka seçimi yoktu, kendini asmak zorunda kaldı, diye düşündüm. Glenn’in sonu nasıl çok önceden belli olduysa, Wertheimer’in sonu da çok önceden belli oldu, diye düşündüm. Glenn Goldberg Varyasyonlarının ortasında beyin kanaması geçirmiş. Wertheimer Glenn’in ölümüne dayanamadı. Glenn’in ölümünden sonra hayatta olmaktan utanç duydu, yani dâhiden daha uzun yaşıyor olmaktan, bütün yıl boyunca bu duygu ona acı verdi, biliyorum. Gazetede Glenn’in ölümünü okumamızdan iki gün sonra, Glenn’in babasından oğlunun ölümünü haber veren bir telgraf almıştık. Piyanonun başına oturur oturmaz kendi içine dalardı, diye düşündüm, o zaman bir hayvana benzerdi, daha yakından bakıldığında bir sakata, daha yakından bakıldığında ise asıl kendisi olan o uyanık, o güzel insana. Anneannesinden Almanca öğrenmişti Glenn, daha önce de değindiğim gibi su gibi konuşuyordu. Şivesi ile tüm Alman ve AvusturyalI arkadaşlarımızı utandırıyordu, onlar Almancayı en savruk biçimde konuşuyorlardı ve bu tamamen savruk Almancayı ömür boyu konuştular, çünkü dillerine karşı hiçbir duyguları yoktu. Ama bir sanatçının nasıl olur da anadiline karşı duygusu olmaz! diyordu Glenn sık sık. Yıllar yılı aynısı değilse de, benzer pantolonu giydi, yürüyüşü hafifti, babam olsa saltanatlı derdi. Açık tanımlamadan hoşlanır, aşağı yukarılıktan nefret ederdi. En sevdiği sözcüklerden biri özdisiplindi, durmadan kullanırdı Horowitz derslerinde, anımsıyorum. En sevdiği şey, gece yarısından hemen sonra sokağa fırlamak ya da hiç değilse evden dışarı çıkmaktı, daha Leopoldskron’da iken gözlemlemiştim. Sürekli temiz hava almak zorundayız, diyordu, yoksa ilerlememiz engellenir, en yükseğe ulaşma amacımızda felce uğrarız. Kendisine karşı en acımasız insandı. Hiçbir kesinsizliğe izin vermezdi. Söylediği şeyleri salt düşündüklerinden oluştururdu. Sonuna kadar düşünülmemiş şeyleri söyleyen insanlardan iğrenirdi, bu yüzden de nerdeyse tüm insanlardan iğrenirdi. Ve bu iğrendiği insanlığın önünden de sonunda, yirmi yıl önce geri çekti kendini. Dinleyicisinden iğrenen dünyaca ünlü tek piyano virtüözüydü ve bu iğrendiği seyircinin önünden gerçekten ve kesinlikle kendini çekendi. Onlara gereksinimi yoktu. Orman içinde bir ev aldı ve bu eve yerleşti ve kendini kusursuzlaştırdı. O ve Bach, Amerika’daki bu evde ölümüne kadar birlikte yaşadılar. Bir düzen delisiydi. Evindeki her şey düzenliydi. Ben oraya Wertheimer’le birlikte ilk kez girdiğimde artık yalnızca ona has olan özdisiplin kavramını düşünür olmuştum. Örneğin evine adım attığımızda bize susamış olup olmadığımızı falan sormadı, piyanonun başına geçti ve bize Leopoldskron’dan Kanada’ya gideceği günden bir gün öncesinde çaldığı Goldberg Varyasyonlarının aynı partisyonlarını çaldı. Çalışı o zaman olduğu gibi, şimdi de kusursuzdu. O anda dünyada hiç kimsenin onun gibi çalamayacağını kavramıştım. Kendi içine gömülüp başladı. Yani aşağıdan yukarıya doğru çalmaya başladı denilebilir, diğerleri gibi yukarıdan aşağıya doğru değil. Bu, onun sırrıydı. Yıllarca onu Amerika’da ziyaret etmenin doğru olup olmayacağı düşüncesiyle işkence ettim kendime. Zavallı bir düşünce. Wertheimer önce istemedi, sonunda onu ikna etmek zorunda kaldım. Wertheimer’in kız kardeşi, erkek kardeşi için tehlikeli bulduğu dünyaca ünlü Glenn Gould’u ziyaret etmesine karşı çıktı. Wertheimer sonunda kız kardeşini razı edip benimle Amerika’ya Glenn’e geldi. Kendi kendime hep, Glenn’i görmek için bu son fırsat deyip durdum. Gerçekten de onun ölümünü bekliyordum ve onu mutlaka bir kez daha görmek, dinlemek istiyordum, diye düşündüm lokantada dikildiğim ve lokantanın daha önceden tanıdığım kötü havasını soluduğum sırada. Wankham’i biliyordum. Wankham’da hep bu otele inerdim Wertheimer’i ziyarete geldiğimde, çünkü Wertheimer’in evinde kalmazdım, gece yatısına kalan konuklara dayanamazdı. Lokantacı kadına baktım, ama bir şey duyulmuyordu. Wertheimer gece yatısına kalan konuklardan nefret ederdi, iğrenirdi onlardan. Genel olarak da konuklardan, hangisi olursa olsun, onları karşılar ve iltifatlar yağdırır, ama geldikleri anda onları gene dışarıya kışkışlardı, doğal olarak beni hemen dışarıya kışkışlayamazdı, çünkü biz çok yakındık, ama birkaç saat sonra benim kalkıp gitmem, kalmam ve gece yatmamdan daha çok işine gelirdi. Onun evinde asla gece yatısına kalmadım, kalmak da aklımın köşesinden geçmezdi, diye düşündüm lokantacı kadına bakınırken. Glenn büyük kent insanıydı, tıpkı benim gibi, Wertheimer gibi, aslında büyük kente has her şeyi seviyor, kırsaldan nefret ediyorduk, ama kırsaldan (tıpkı büyük kentten de kendi tarzında olduğu gibi) fazlasıyla faydalanıyorduk. Wertheimer ve Glenn sonuç olarak hasta ciğerleri yüzünden kırsala gitmişlerdi, Wertheimer Glenn’e göre daha isteksiz olarak, Glenn ise son kertede tüm insanlığa dayanamadığı için, Wertheimer kentte durmadan öksürük krizi geçirdiği için ve iç hastalıkları uzmanı ona büyük kentte yaşama şansının asla kalmadığını söylediğinden. Wertheimer yirmi yıldan fazla Kohlmarkt’ta kız kardeşinin yanında bir sğınak buldu, Viyana’nın en büyük ve en lüks evlerinden biriMHP. Ama kız kardeşi sonunda büyük sanayici diye anılan biriyle İsviçre’de evlenip kocasının yanına, Chur yakınındakiZizers’e gitti. Üstelik de İsviçre’ye, bir kimya holdingi sahibi ile, diye inleyip durdu Wertheimer. Birden boşalan evde ilk zamanlar kötürüm olmuş gibiydi, kız kardeşinin taşınmasından sonra günlerce bir koltukta hareketsiz oturmuş, sonra deli gibi odalarda oradan oraya koşuşturmuş vesonunda babasından kalma Traich’daki av evine çekilmişti. Ana babasının ölümünden sonra, ne de olsa yirmi yıl kız kardeşi ile yaşamış ve bu kız kardeşe hükmetmişti, biliyordum, yıllarca onun erkeklerle ve de özellikle toplumla ilişkisini olanaksız kılmış, onu kapatmış, yani kendisine zincirlemişti. Gene de kaçmıştı kız ve onu birlikte mirasına kondukları, bozulmuş mobilyalar içinde bırakıvermişti. Bunu bana nasıl yapabildi, demişti bana, diye düşündüm. Onun için her şeyi yaptım, kendimi onun için feda ettim, oysa o beni terk etti, öylece bıraktı, o yeni zengin yaratığın arkasından İsviçre’ye koştu, o iğrenç herifin ardından, dedi Wertheimer, diye düşündüm lokantada. Hem de Chur’a, o korkunç, Katolikliğin gerçekten leş gibi koktuğu yöreye. Zizers, ne iğrenç bir yer adı! diye bağırdı ve bana Zizers’e hiç gidip gitmediğimi sordu, ben Sankt Moritz’e giderken birçok kez Zizers’ten geçtiğimi anımsadım, diye düşündüm. Ahmaklık, manastırlar ve kimya sanayii, başka hiçbir şey yok, dedi. Birçok kez, piyano virtüözlüğünü kız kardeşi yüzünden bıraktığı savını abartarak ileri sürdü, onun yüzünden son verdim, kariyerimi feda ettim, dedi, her şeyi feda ettim, benim için tek ve her şey olan her şeyi. Böylece mutsuzluğunu yalanla örtmeyi denedi, diye düşündüm. Kohlmarkt’taki daire üç katlıydı ve akla gelebilecek tüm sanat yapıtlarıyla tıka basa doluydu, dostumu ziyaret ettiğim her defasında sıkmıştır beni bu eşyalar. Kendisi bu sanat yapıtlarından nefret ettiğini iddia ediyor, onları kız kardeşinin yığdığını, kendisinin nefret ettiğini, onlarla hiçbir ilişkisinin olmadığını söylüyor, onu büyüklük budalası bir İsviçreli yüzünden terk eden kız kardeşinin üzerine tüm mutsuzluğunu yıkıyordu. Aslında bana bir keresinde, Kohlmarkt’taki bu evde kız kardeşi ile birlikte yaşlanmayı düşündüğünü söylemiş, onunla birlikte burada, bu odalarda yaşlanacağım, demişti. Başka türlü oldu, kız kardeşi elinin altından kaçtı, ona sırtını döndü, büyük bir olasılıkla da son dakikada, diye düşündüm. Kız kardeşi evlendikten ancak aylar sonra sokağa çıktı, yani oturan birinden gene yürüyen birine dönüştü. En iyi olduğu zamanlarda Kohlmarkt’tan yirminci mahalleye yürür, oradan da yirmibirinciye geçer ve Leopoldstadt’tan dönüp birinciye gelir, sonra birincide saatlerce, artık dayanamayıncaya kadar oradan oraya giderdi. Kırsalda donup kalıyordu. Orada ormana doğru birkaç adım bile atmazdı. Kırsaldan sıkılıyorum, derdi hep. Glenn bana asfalt aşındırıcı demekte hep haklı, diyordu Wertheimer, ben yalnızca asfaltta yürürüm, kırda yürümem, müthiş canım sıkılır, kulübede oturur kalırım. Kulübe dediği ana babasından miras kalan on dört odalı av evi. Gerçek şu ki, bu av evinde sabahtan, sanki elli ya da altmış kilometre yürüyecekmiş gibi uzun bağlı ayakkabıları, kalın lodenleri giyinir, başına keçe bereyi geçirirdi. Ama dışarıya gitmek için keyfi olmadığını saptamak için evden çıkar, sonra gene soyunur ve aşağıdaki odada oturur ve karşısındaki duvara gözlerini dikerdi. İç hastalıkları uzmanı kentte bir şansım olmadığını söylüyor, ama burada da hiç şansım yok. Kırsaldan nefret ediyorum. Öte yandan iç hastalıkları uzmanının önerilerine uyma niyetindeyim ki, kendime sitem etmek zorunda kalmayayım. Ama dışarıya çıkamam, hele kırda hiç mi hiç yürüyemem. Benim için en saçma şey bu, bu saçmalığı yapamam, bu delilik suçunu işleyemem. Düzenli olarak giyinirim, diyordu, evin önüne çıkarım ve geri dönüp gene soyunurum, hangi mevsimde olursa olsun, hep aynı şey. Hiç değilse deliliğimi gözleyen biri yok, derdi, diye düşündüm lokantada. Tıpkı Glenn gibi, Wertheimer de çevresinde insanlara dayanamıyordu. Böylece zamanla çekilmez oldu. Ama ben, diye düşündüm lokantada ayakta dururken, ben de kırsalda yaşamayı beceremiyordum, bu yüzden de zaten Madrid’de yaşıyorum ve Madrid’den ayrılmayı düşünmüyorum, bu bütün kentlerin en görkemlisinden, orada dünyanın sunduğu her şeye sahibim. Kırsalda yaşayan kişi zamanla kendi farkına bile varmadan aptallaşır, bir süre bu yaşamın özgün olduğuna, sağlığı için gerekli olduğuna inanır, ama kırsal yaşam hiç de özgün değildir ve kırsalda doğmamış ve kırsal yaşam için yaratılmamış biri için tatsız tuzsuz bir şeydir ve sağlığına yalnızca zarar verir. Kırsala giden kişiler, kırsalda eriyip giderler ve en azından garip bir yaşam sürerler, bu yaşam onları önce aptallaştırır, sonra da gülünç bir ölüme götürür. Bir büyük kentliye hayatta kalabilmesi için kırsala gitmesini önermek, iç hastalıkları uzmanınca bir hainliktir, diye düşündüm. Büyük kentten kırsala orada daha iyi ve daha uzun yaşamak için giden insanların tüm örnekleri korkunç örneklerdir, diye düşündüm. Ama sonuç olarak Wertheimer yalnızca iç hastalıkları doktorunun kurbanı değil, kız kardeşinin sırf onun için var olduğuna olan inancının da kurbanıydı. Gerçekten de birçok kez, kız kardeşinin onun için, onun yanında kalsın diye, yani onu korusun diye doğduğunu söylemişti. Hiç kimse beni kız kardeşim gibi hayal kırıklığına uğratmadı, diye bağırdı bir kez, diye düşündüm. Kız kardeşine ölesiye alışmıştı, diye düşündüm. Kız kardeşinin onu terk ettiği gün, ondan ömür boyu nefret etmeye yemin edip Kohlmarkt’taki evin tüm perdelerini bir daha açmamak üzere kapattı. Neyse ki bu tasarısına on dört gün dayanabildi, ondördüncü gün Kohlmarkt evinin perdelerini gene açtı ve kendini deli gibi yemek ve insan açlığı içinde sokağa attı. Ama bitik adam hemen Graben’de yığılıp kaldı, bildiğim üzere. Şansına oradan bir akrabası geçiyordu, hemen gene evine götürülmesini ona borçluydu, diye düşündüm, yoksa onu herhalde Steinhof tımarhanesine naklederlerdi, çünkü görüntüsü bir çılgının görüntüsüydü. İçimizde en zor olan Glenn değildi, Wertheimer’di. Glenn güçlüydü, Wertheimer en güçsüzümüzdü. Glenn hep ileri sürüldüğü ve sürüleceği gibi deli değildi, Wertheimer deliydi benim ileri sürdüğüm gibi. Kız kardeşini yirmi yıl kendisine bağlamıştı, binlerce, evet yüzbinlerce bağ ile, kız sonra kaçtı ondan ve öyle sanıyorum ki, hani derler ya, iyi bir parti de vurarak. Zengin doğmuş olan kız kardeş korkunç zengin bir İsviçreli ile evlendi. Bundan sonra artık ne kız kardeş ne de Chur sözcüklerini işitebilirmiş, böyle söyledi Wertheimer son görüşmemizde. Bana bir kart bile atmadı, dedi, diye düşündüm lokantada çevreme bakarken. Ondan gizlice kaçmıştı ve evdeki her şeyi bırakmıştı, hiçbir şey almamış, diyordu durmadan. Beni terk etmeyeceğine söz verdiği halde, hiçbir zaman, böyle diyordu, diye düşündüm. Üstelik de kız kardeşim dönek biri, diye nitelendirdi, kurtarılamaz derecede Katolik, dedi. Ama bu sofular, koyu Katolikler, yolundan sapanlar böyledir işte, dedi, hiçbir şeyden korkmazlar, en büyük suçtan bile, kendi erkek kardeşlerini terk edip, nereden çıktığı belirsiz, rastlantıyla ve vicdansızca para yapmış yarı İsviçreli birinin koynuna atarlar kendilerini, demişti son ziyaretimde, diye düşündüm. Gözümün önünde görüyorum onu, dikkatlice duyuyorum dediğini, tam ona uygun, hep kullandığı kesik cümlelerle. Bizim bitik adam fanatik bir insan, demişti Glenn bir keresinde, kendi kendine duyduğu acıma duygusu ile nerdeyse durmadan ölüyor, Glenn’in bunları söyleyişini görüyorum hâlâ, nasıl söylediğini duyuyorum, Mönchsberg’deydi, Richterhöhe denilen yerde, Glenn’ le sık sık Wertheimer’siz, Wertheimer herhangi bir nedenle yalnız kalmak, çoğunlukla da kırgınlıklar nedeniyle bizsiz olmak istediği zamanlarda gittiğimiz yerde. Ben onu sürekli kırgın adam olarak nitelendirirdim. Kız kardeşinin taşınmasından sonra gittikçe daha sık olarak Traich’a çekildi, Traich’dan nefret ettiğim için Traich’a, derdi. Kohlmarkt evi tozlandı, çünkü kendisi yokken kimseyi içeriye sokmadı. Traich’da çoğunlukla günlerce evde kalır, uşağına yalnızca bir güğüm süt, tereyağı, ekmek, bir parça füme et getirtirdi. Ve filozoflarını okurdu, Schopenhauer, Kant, Spinoza. Traich’da da orada bulunduğu sürece perdelerini kapalı tutardı. Bir keresinde, yeniden bir Bösendorfer alsam, diye düşündüm, dedi, ama sonra bu düşünceden vazgeçtim, doğrusu bir çılgınlık olurdu bu. Ayrıca ben on beş yıldır hiçbir piyanoya el sürmedim, dedi, diye düşündüm lokantada seslensem mi, seslenmesem mi diye kararsız dururken. Sanatçı olabileceğime, sanatçı yaşamı sürdürebileceğime inanmak en büyük hataydı. Ama hemen düşünce bilimlerine sığmamazdım, bu dönüşü sanatçılık üzerinden yapmalıydım, dedi. Büyük bir piyano virtüözü olabileceğime inanıyor musun? diye sormuştu bana, doğal olarak da bir cevap beklememiş ve korkunç bir asla ile kahkaha patlatmıştı. Sen evet, dedi, ama ben değil. Sende vardı o, dedi, gördüm ben, senden bir

Benzer İçerikler

Şeytanın Balosu – Victoria Schlederer – Online Kitap Oku

yakutlu

Dünyanın En Pis Sokağı | Tarık Buğra

yakutlu

DA VINCI ŞİFRESİ DAN BROWN

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy