Filistin cephesindeki subay arkadaşlarının “Cehennem Topçu” dedikleri, Yüzbaşı Cemil, dürbünü indirmeden kısa kısa gülünce, teyzesinin kızı Neriman gözlerini örgüsünden kaldırıp pencereden baktı:
— Neye güldünüz?
— Hiç…
— Kuzum neye güldünüz?
— “Bataryateeş” diye bağırsaydım, korkar mıydın?
— Ödüm kopardı.
— Dalmışım. Cemil dürbünü indirdi. Bizim bölükler karşı tepeye saldıracaklarmış da koruma ateşi açacakmışım, gibi geldi.
— Nedir koruma ateşi?
— Düşman siperlerine gülle yağdırırsın, başlarını çıkarıp ateş edemezler!
Neriman bir an daldı:
— 31 Mart’ta toplarınızı oraya koymuştunuz aklınızda mı? Duvardaki genç subay fotoğrafına bakıp gözlerini hemen indirdi. Nazmi’ye sormuştum, “Üstümüzden aşar mıydı mermileriniz?” diye…
— Aşardı! El yordamıyla cigara paketini arayan Cemil de gözlerini fotoğraftan kaçırdı. Nazmi’nin topları soldaydı, benimkiler sağda… “Abdülhamit’in muhafız tümeni çarpışmazsa… ” diye kıvranıyordu Nazmicik…
— Çarpışsın mı istiyordu?
— Çarpışsın ki, birkaç mermi savurup herifin sarayını başına yıksın…
— Yıkabilir miydi?
— Sanmıyorum! Hiç mermi yakmadan topçu olduk biz… Manevra bile görmemiştik. Acemi topçu palavracıdır. Cigarayı derin derin çekti. On yıl geçti 31 Mart’tan bu yana… Nazmi rahmetli yirmi ikisindeydi 31 Mart’ta… Demek ben de yirmi üçümdeymişim…
— Ya ben?
— Sen mi? Cemil dürbünü bıraktı. Saçlarından tutup Neriman’ın başını yavaş yavaş büktü. Dur bakayım! On altına yeni girmiştin güzelim…
— Çekme… Ay saçlarım… Neriman biraz direndi, sonra gözlerini kapayarak kendisini bıraktı, öpüş uzayıp soluğu kesilince inleyerek ağzını kurtardı. Delirdiniz mi Cemil ahi?..
— Abi demeyecektin ya!..
— Bırakın… Biri girse içeri?.. Annem anladı valla… “Bu soğukta, her gün yıkanmak neyin nesi… ” dedi geçende…
— “Temizlik imandan” diyemedin mi? “Evleniyoruz” deseydin!
— Bırak saçlarımı… Örgü şişiyle Cemil’in eline yalancıktan vurdu. Dün konuşuyorlardı Saraylanımla… Baytar Salih Bey’in damadı geldi ya esirlikten… Evde kıyamet kopuyormuş… Giderken kundakta bıraktığı oğlan beşini bitirecek… “İstemem bunu. Gitsin evimizden” diye paralıyormuş kendini… “Alıştırmak gerekti çocuğu… İçlenir, günah… ” diye laf dokundurdu annem…
Enver, ne demiş, bilin bakayım! “Annanne, Cemil dayımın yanında, başını niçin örtmüyor annem, nikâh düşmez de ondan mı?” demiş…
— Vay bacaksız vay!..
— Benimle yatmaya alışık… Korkuyor yerini alırsın diye…
— Yedi yaşında nikâha aklı eren oğlan, eğleniyordur bizimle… Elini Neriman’ın yanağından boynuna, boynundan göğsüne, göğsünden oyluğuna indirdi. Benim korktuğum başka…
— Neymiş?
— Gelecek arkadaşı düşünüyorum. Kalacak birkaç gece…
— Evet?
— Evetmiş… N’aparız?
— Uslu dur… Neriman bacaklarını istekle sıktı, gerindi. Çek… Çek elini… Asıl düşünecek şeyi düşünmüyorsun da…
— Neymiş?..
— Ödüm kopuyor gebe kalırım diye… Uykularım kaçıyor.
— İyi ya… İster istemez söylersin teyzeme… “Biz hemen evleniyoruz, ” dersin… “Nerden çıktı, sipsivri bu?.. Neden bu kadar acele?” derse, “Tanrı buyruğu… ” dersin…
— Alay edeceğine düşünsene biraz beni…
— Sen niçin düşünmüyorsun?
— Ben düşünebilir miyim? Erkeksin sen… Güçlüsün… Düşünmek sana düşer… Çek elini… Bak ne diyeceğim… Subay mı beklediğiniz arkadaş?
— Değil…
— Nerede kaldı?.. “Dokuzda” dememiş miydiniz? Duvardaki saate baktı. Dokuz buçuk… Kızarım gelmezse… Mutfakta canım çıktı… İçki içmeyin olur mu öğleüstü…
Aşağıda bir kapı açılıp örtülünce Cemil elini çekti, Neriman hemen dürbünü aldı:
— Gelir değil mi yüzde yüz?.. Pencereye döndü. Dürbünle bakmak hoşuma gidiyor. Siz yokken alıp oturuyorum buraya… Görmediğim yerleri gösteriyormuş gibi avutuyor beni… İnsanların yüzlerini iyice seçiyorum karşı düzlükte… Bütün dürbünler güçlü müdür bu kadar?
— Eh…— Savaşa giderken mi almıştınız bunu?
— Hayır… Von Kres Paşa’nın armağanı…
— Kimin?
— Von Kres… Bir Alman paşası… Topçu atış okulunda komutanımızdı. Kanal’a da beraber gittik.
— Niçin armağan etti?
— Bizim batarya, Süveyş Kanalı’nda bir gemi yakmıştı da…
— Çok pintiymiş… Öyle bir işe bu armağan az… Karşı tepeden mi gelecek beklediğiniz arkadaş?
— Bilmem…
— Nasıl adam?
Cemil az kalsın bu soruya da “bilmem” diyecekti.
Bıyıklarını çiğneyerek gülümsemesini sakladı. “Arkadaş”ın yüzünü hiç görmemişti. İttihatçıların kodamanlarından, eski Diyarbakır Valisi Doktor Çerkez Reşit Bey’i bekliyordu. Reşit Bey, Ermenileri öldürme işinin belli başlı suçlularındandı. Kapatıldığı Bekirağa Bölüğü’nden kaçırılmıştı on iki gün kadar önce…
— A… A… Nedir o? Birini kovalıyorlar Cemil abi… Silah çekmiş polis…
— Silah mı? Ver bakayım? Cemil dürbünü aldı. Nerede hani? Birden davranıp çömelime gelmişti. Tabanca mı herifin elinde parlayan?
— Tabanca… İyi gördüm. Hırsız mı kovalıyor? Hırsızı vururlar mı kaçarsa?
Kaçan adam kara paltoluydu. Cemil suratını seçmeye çalıştı. Gözlüklüydü. Düzlüğün bitimindeki ağaçlardan birinin gövdesine tutunup bir an duralamış, sonra kaygan yokuşu inmeye başlamıştı.
Kovalayan polis, kaçanı gözden kaybedince durup döndü, konağın köşesinden koşarak çıkan arkadaşına, Bulgar mandırasını dolaşması işaretini verdi. Sonra düzlüğün bitiminde iki büklüm yaklaştı. Kara paltolunun kaçmaktan başka bir şey düşünmediğini anlayınca doğruldu, bacaklarını açtı, sol koluyla silahı destekleyerek nişan aldı.
— Vuracak Cemil abi… Vuracak göz göre… Eyvah vurdu!
Kaçan adam kurşun sesiyle sendelemiş, dengesini bulmak için kollarını havada çevirerek topukları üstüne biraz kaymıştı.
— Vuruldu. Vurdular değil mi zavallıyı?
Cemil, savaşa ilk giren genç arkadaşların telaşına karşı kullandığı kalın sesiyle Neriman’ı payladı:
— Sus bakalım… Yok bir şey!..
Adam düze inmişti. Karla örtülü tarlada bata çıka koşarken mandırayı dolaşan polis, kırk adımda ateşe başlayınca eğilerek elini beline attı:
— Vurulmuş değil mi Cemil abi?.. Kamından vurulmuş…
— Sanmam… “Silah çekiyor” diyecekti, vazgeçti. Vurulmadı, hayır…
Adam doğrulup döndü; tabancasını yukarıdan aşağı indirerek, poligondaymış gibi rahat, iki kurşun attı. Tarlanın ortasındaki ağaca kadar gerileyip eski hasırların arkasına siperlendi.
— Gözlüklü, gördünüz mü Cemil abi, serseri değil…
Tepenin düzünde, üniformalı polisler meçlerini tutarak koşuyorlardı.
Mahallede kadın çığlıkları, çocuk bağırtıları başlamıştı.
Cemil dürbünü atıp sıçradı:
— Kapıya Neriman… Koş kapıya…
— Kapıya mı?
— Koş diyorum… Aç kapıyı… Hayır, açma büsbütün… Aralık dursun… Sedirden atlayıp yüklüğe yetişmişti. Dur kız… Teyzem farkına varırsa korkar. Büyük çaplı mavzer tabancasını kılıfından çekerken sordu. Komşu bahçeye geçebilir miyiz arkadan?
Karşılık beklemeden kapıya atılınca Neriman yetişip koluna sarıldı:
— Hayır Cemil abi… Hayır olmaz…
— Delirdin mi? Çekil… Bırak diyorum!.. Neriman’ı iki kere silkeledi, vurup düşürmezse kurtulamayacağını anlayarak duraladı. Bırak…
Aşağıdan Selimanım’ın sesi duyuldu:
— Ne var Neriman? Sen mi bağırdın?
— Kapıyı kapatın anne… . Kol demirini vurun… Olmaz, hayır…
— Bırak saçmalıyorsun… Üst üste kurşun sesleri gelince, pek de farkında olmadan, Cemil, tabancayı vurmak için kaldırdı. Bırak diyorum, bırak. .
Neriman tabancanın neden kaldırıldığını anlamadığı halde, Cemil’in gözlerindeki parıltıdan ürkerek bir an geriledi, sonra yeniden atılıp bağırdı:
— Dur Cemil abi… Silah boş…
— Hay Allah kahretsin…
Cemil tabancanın sürgüsünü çekti. Neriman’ın oğlu Enver kurcalar diye eve gelince şarjörü kilitliyordu. Boş silahı karyolanın üstüne atıp dolaba koştu.
Selime teyze basamakları gıcırdatarak çıkarken söyleniyordu:
— Buraları dağ başına döndü yavrum… Sofa pencerelerinden birini sürdü. Dur bakalım, gene kimler vuruşuyor gündüz ortası…
Cemil, bavuldan şarjörü alıp doğrulduğu zaman, baytar emeklisi Salih Bey’in umursamaz sesi sokaktan duyuldu:
— Kendini vurdu herif…
Cemil şarjörü sürerek pencereye gitti.
Kara paltolu adam, ağacın beş adım berisinde yüzükoyun yatıyordu.
Baytar penceredeki kadınlara anlattı:
— Üç kurşun attı arka arkaya… Sonra doğruldu, elini kaldırdı. Teslim olacak sandım. Tabancayı ağzına sokup tetiğe bastı.
— Kimmiş?. Neden kovalıyorlarmış?..
— İlahi Selimanım… Bu zamanda, sorduğun şeye bak…
— Koşsanıza Salih Bey… Belki daha ölmemiştir.
Polisler parmakları tetikte yaklaşmışlardı. Birisi potinin burnuyla dokundu. Selime teyze bağırmaya başladı:
— Ölüyü tekmeliyor bu edepsiz… Şuna bir şamar indirecek yiğit yok mu?
Şubat güneşini yavaş yavaş bulut kaplıyor, ince bir esinti, tarlanın ortasında yatan ölüyü sise benzeyen boz bir dumanla örtüyordu.
Neriman inledi. Cemil şaşkın döndü. Koparacak gibi sıktığını anlayınca kızın kolunu hemen bıraktı, özür dilemeye benzeyen bir gülümsemeyle sedire oturdu. Tabancayı boşalttı. Ömründe ilk defa görüyormuş gibi, şarjörü bir zaman evirip çevirdi. İçi titriyordu. Gerilen bir sinir, sol omzundaki eski şarapnel yarasını, belli belirsiz sızlatmaya başlamıştı. Mangalı önüne çekti, ateşi açıp bir cigara yaktı. İçini çeker gibi içti.
— Kim olabilir bu adam Cemil abi?
— Bilmem.
— Sorup geleyim mi? il
Neriman karşılık beklemeden çıkınca, Cemil elini yüzünden geçirerek pencereye döndü.
Ölünün üstüne çekilen yırtık hasın savrulan karlar yavaş yavaş kapatıyor, küçük tümseği, daha şimdiden, bir taze mezara benzetiyordu. “Deli bunlar… Gündüz gözü çıkarılır mı adam, saklandığı yerden?.. Kendilerini hükümette mi sanıyorlar? Yok canım! İşini bilir Patriyot… Hayır, Doktor Reşit Bey değildir bu… ”
Cigarayı ağzında unutmuş, fişeği şarjöre sokup çıkararak dalmıştı.
Neriman’ın oğlu Enver soluk soluğa içeri girdi:
— Dayı… Dayıcığım! Öldü adam… Kendini vurdu. Gördünüz mü siz?
— Yok…
— Ben gördüm… Dudakları soğuktan morarmıştı. Kara gözleri parlıyordu. İttihatçıymış…
Cemil önce bir şey anlayamadı, sonra irkildi:
— İttihatçı ne demek?
— İttihatçı mı? Savaşta bunlar yendirmiş bizi… Vatan hainiymiş bunlar… Bildiğin, gâvur…
— İttihatçıların gâvur olduğunu kim söyledi sana?
— Hacı Bakkal…
Hacı Bakkal, Abdülhamit’in aşçılarındandı. 31 Mart’ta, başına ak sarık sarıp çok oyunlar göstermiş, ortalık yatıştıktan sonra “Kâbe’den geliyorum” diyerek köşe başına bakkal dükkânı açmıştı. Savaş yıllarında, İaşe Nezareti’ndeki bazı kodamanlarla toptancı Rumlara aracılık edip para yaptığı söyleniyordu.
— Sevindi mi Hacı Bakkal, adamın kendini vurmasına?..
— Çok sevindi, “oh olsun” bile dedi. İmansız gidermiş kendini vuran, öyle mi Cemil dayı, cehennemi boylarmış… Enver şarjörü görüp atıldı. Nedir o? Ver bakayım, ver azcık n’olur?
— Yaramaz işine…
— Ben biliyorum, kurşun bunlar… Tabanca kurşunu… Sen bunlardan hiç attın mı savaşta gâvurlara Cemil dayı?.. Hiç İttihatçı öldürdün mü sen?
— Haydi yavrum, annen çoraplarını değiştirsin… . Islatmışsın bak, üşüyeceksin…
Enver, gönülsüz, çıkınca Cemil duvardaki fotoğrafa baktı.
Kendisini İttihat Terakki Cemiyeti’ne Patriyot Ömer sokmuştu. Yıl 1906… Manastır’da, yağmurlu bir gece, yola çıkmışlardı. Bir köşebaşında, Patriyot özür dileyerek gözlerini bağladı, elinden tutup çamurlu sokaklardan geçirdi, bir kapıyı üç kere çaldı. İçerden üç kere “Muin”, üç kere “Hilâl” dediler. Patriyot üç kere “Hilâl”, bir kere “Muin” diye karşılık verdi. Gözlerindeki bağ alındığı zaman, karşısında kızıl cüppeli, kara maskeli üç kişi, ortada bir masa, masada bir tabancayla bir kitap vardı. Tanıdık bir sesin -Eyüp Sabri’nin sesi “Cemiyete girmek için iyice düşündünüz mü? Hâlâ kararlı mısınız?” sorusuna, “Evet” demiş; “Yasaları tutmayan idam olur, ” sözüne, “Peki” diye karşılık vermişti. Yemin etti. Böylece ölüme söz vermiş, karşılığında 9-2 numarayı almış oldu.
Bu yolun ucu, kötüsü gelirse, belki de ölene kadar sürece Fizan, Taif, Yemen sürgünlerine bağlıydı. O zaman bu yola girenler padişah damatlıklarım, en büyük başkentlerdeki ataşe militerlikleri, müşir paşalıkları peşin peşin tepmiş sayılıyordu. Kazanırlarsa hürriyete kavuşacaklardı. Neydi bu hürriyet? Herkesin dilediğini yapması… Nasıl uyuşur askerliğin sıkı düzeniyle, peki?.. Bunu bile düşünmeye vakit kalmadan, akıl almayacak kadar kısa zamanda, iki yıl sonra, akıl almayacak kadar kolaylıkla, birkaç telgraf çekilerek, kazanıldı hürriyet… Cemil duvardaki resme daldı bir zaman… Tuna’dan Basra’ya, Sinop’tan Trablus’a uzanan koca İmparatorluğun uzanan koca imparatorluğun gerçekten sahibi oluverdiklerini anlayamadan öldü Nazmi, yirmi altı yaşında, çevrilmiş Edirne şehrini savunurken… Aç, hasta, umutsuz…
Fotoğraftaki Nazmi hep öyle kederle gülümsüyordu, oğlunun kendisine “İttihatçı gâvuru” dediğini duymuş gibi…
Neriman, suratı kül gibi, çıktı yukarı:
— Doktormuş… Adı, Reşit Bey… Valiymiş… Geçenlerde cezaevinden kaçmış… Yaklaştı, sesini alçalttı. Bu muydu beklediğiniz arkadaş?
— Arkadaş mı? Yok canım…
— Tanıyor musunuz Vali Reşit Bey’i?
— Hayır, tanımıyorum…
— Tanımıyorsunuz da, niçin “kapıyı aç” dediniz? Komşuların bahçesine geçilip geçilemeyeceğini sordunuz? Korku, boğazından yukarıya, seğirme halinde, gözle görülür gibi çıkarak dudaklarını titretmeye başlamış, bakışlarındaki dargınlığı birden sıyırmıştı, izini sürüp buraya girdiğin görseydiler. . Evi çevirseydiler… Vuruşacaktınız değil mi? Cemil gözlerine bakmak için eğildi, dizlerinin üstüne çökerek yumruğunu ağzına götürdü. Vuruşacaktınız Cemil abi… Ölecektiniz siz de…
— Daha neler?.. Cemil gülmeye çalıştı. Saçmalıyorsun… Yok öyle şey… Elini uzattı ama, Neriman’ın sarsılan omzuna koyamadı. Neyin nesi bu ağlamak?.. Nerden çıkarıyorsun bunları?..
— Ben çocuk muyum Cemil abi?.. Başını kaldırdı. Anlamaz mıyım ben? Arıyorlarmış kaç gündür. Ölü diri tutamasaymışlar, kaçarken yanında bulunan subayı asacaklarmış bunun yerine… Gözlerinin ucunda iri yaş damlaları göründü. Niçin bize acımıyorsun hiç? Yolunuzu bekledik bunca yıl…
— E peki… Geldik ya işte… Parmağıyla kızın burnuna dokundu. Ağlanır mı vara yoga?.. Yok öyle şey diyorum… Kes artık…
— Geldiniz ama alışamadınız bize… Yerleşemediniz bir türlü… Kulağınız hep kirişte… Gece yarısı, sokaktan adınızı çağırsalar, silahı kapıp koşacaksınız…
— Koşacak mıyım? Cemil bu soruyu, sanki kendisini sormuştu. Gözlerini kırpıştırarak karşılığını aradı. Yanılıyorsun… Beni yerimden, Alman vinçleri kaldıramaz artık…
— Ben anlamaz mıyım?.. Yapmayın… Bırakın boğuşmayı… Başkaları gibi muhtaç değilsiniz aylığa… Bize yetecek paramız var Allah’a şükür… Yanağını Cemil’in eline sürerek yalvardı. Acıyın bize… Acıyın n’olur! Biraz düşündü. Dün gece gelen subay, “Kaçan adamı saklar mısın?” dedi, “Saklanın” dediniz, değil mi?
— Allah Allah… Sapıttın sen iyice… Yok öyle şey… Yok, inan olsun.
— Siz bu adamı bekliyordunuz… Şarjöre bakarak sayıklar gibi konuştu. Vuruşacaktınız… Yüzünüz nasıl değişti birden… Bu kadar alıştınız mı boğuşmaya?.. Duramaz mı oldunuz dövüşmeden? Daha ne kadar sürecek bu ölüp öldürmeler?.. Hesapladım geçenlerde… Hapse girdiğinizden bu yana, on yedi yıl geçmiş… O zamandan beri, Makedonya’da vuruştunuz… Trablus’ta vuruştunuz… Balkan Savaşı’nda vuruştunuz… Dört yıl da seferberlik sürdü… Bu dört yılda bizi dört saat düşündünüz mü?
— Haksızlık ediyorsun… Bak bana… Neriman’ın yüzünü avuçlarının içine aldı, öpmek için eğildi. Kimim var benim senden başka?.. Kaç kere söyledim… Seni düşünürdüm her zaman, en sıkışık sıralarda… Sen aklıma gelince, ödüm kopardı ölümden… Seni nasıl özlediğimi…
— Özlerdiniz de niçin dönmediniz savaş biter bitmez?.. Neden geciktiniz, aylarca?
— Anlattım ya…
— Üstünüze vazife değilmiş ki o silahları oraya getirmek…
— Yol üstü, bırakıverelim, dedik…
Neriman kendini öptürmemek için bir ses duymuş gibi kalkıp kapıya döndü:
— Yemeklere bakayım…
— Dur kız… Şurda biraz konyak vardı galiba… Ver de öyle git…
Neriman kapıda durdu:
— Gündüz içilir mi?
Araştıran bakışlarla sıkıntılı baktı biraz… Gözlerine, önce bağışlayan, sonra beğenen bir gülümseme geldi. Bu gülümsemede, küçük çocukların sevimli haşarılıklarını hoş gören genç annelerin övüncü vardı. Başını iki yana sallayarak dolaba gitti, konyak şişesini aramak için eğildi. Entarisi gerilmiş, belinin inceliğini, kalçalarının tıkız yuvarlaklığını meydana çıkarmıştı.
Cemil dilini dudaklarından geçirdi. Cephedeymiş de sıçrayarak yer değiştirecekmiş gibi toplandı.
— Nereye koydunuzdu?.. Bulamıyorum…
Neriman’ın sesinde, dişi bir çağırış, istekli bir kışkırtma vardı.
Cemil, elinin tersiyle ağzını silerek, gürültüsüz yaklaştı, arkadan sarılıp diri göğüsleri kocaman elleriyle kavradı.
— Bırakın Cemil abi… Sapıttınız mı gündüz ortası?..
Neriman hızla doğrulmuş, sağ omzunu ileri atarak gerinir gibi, nazla dönmüştü. Kurtulmak için gövdesini arkaya atınca bel kemiği çatırdadı.
Cemil bu sesle ürpererek kırmızı dudaklı yarı açık ağza, menekşeye benzeyen kadın kokusuna eğildi.
— Bırakın, hayır…
— Dur, bak ne diyeceğim… Belli etmemeye çalışarak yatağa doğru itiyordu. Yok bir şey. .
— İstemem… Neriman karyolaya dayanınca, bir an, gerçekten direndi. Hayır istemiyorum Arka üstü düşerken korkudan gözleri büyümüştü. Burada olmaz, hayır…
Nazmi’nin resmi asılı bu odada, şimdiye kadar hep ışıksız yatmışlar, Enver’le Selime teyzeye duyurmamak için, hırsızlar gibi ürkek, dilsizler gibi konuşmadan, büyük bir günah işliyorlarmış gibi tutuk, sevişmişlerdi. Cemil erkeklik onurunu yaralayan bu pısırıklığı üstünden atmak için, çamaşırları, sabırsız, hoyrat, sıyırmaya çalışırken, Neriman’ın, utançsız, iştahlı kendisini sevişmeye çoktan bırakmış olduğunu sezemiyor, biricik tutkusuna karşı geliniyormuş gibi kızdığını, böylece de, gerçekten günahsız bir sevişmeyi, düşmanca bir boğuşmaya çevirdiğini anlayamıyordu.
Neriman kollarıyla yüzünü kapatmış, Cemil de, birine meydan okumak duygusuyla aydınlığı istediği halde, gergin kamın çıplaklığını görünce suratına vurulmuş gibi, gözlerini yummuştu.
Belli etmemeye çalıştılar ama, ilk defa suç ortaklığının alçaltılmışlığın, kirlenmişliğini, tedirginliğini duydular.
Neriman gözleri yerde, hızla çıktı.
Cemil, ne yapacağını kestiremeden, odanın ortasında durup uzaklaşan ayak seslerini dinledi. Artık canı içki istemiyordu. Gene de dolaba gidip şişeyi aldı. Duvardaki fotoğrafa bakmamaya çalışarak pencereye geldi.
Doktor Çerkez Reşit Bey, İttihatçıların astığı astık, kestiği kestik valisi eski hasırın altında uslu uslu yatıyordu. Şubatın dondurucu soğuğunu sanki duyabilirmiş gibi, onun yerine Cemil’in içi ürperdi. Reşit Bey giderayak, bir av hayvanı gibi kovalanmanın, bir çıkmazda kıstırılmanın ne demek olduğunu iyice öğrenmiş, başkalarına bol bol verdiği ölüm korkusundan kendisi de payını almıştı.
Cemil, şişenin mantarını dişleriyle çekerken, yaşama denilen didinmeyi, umutları umutsuzlukları, güvenleri güvensizlikleri, övünmeleri utançlarıyla, bir anda bitiren mini mini bir kurşunun akıl almaz gücüne, ömründe belki ellinci defa gerçekten şaşıyordu.
Gözleri, tarlanın ortasında yatan ölüde, şişeyi kaldırdı. Az kalsın boş bulunup, her savaştan sonra, ilk kadehi içerken, yeni ölmüş arkadaşlara yaptıkları gibi, hazırola gelip “Şerefine!” diyecekti.
Tanımadığı bir başıbozuk için, bunu saçma bularak sedire oturdu. Şişeyi kafasına dikip soluğu kesilene kadar içti.
Sertleşen rüzgâr karları savurmaya, camın ötesindeki görüntüleri, lastikle siler gibi donuklaştırmaya başlamıştı.
Kanına yayılan rahatlandırıcı sıcaklık, damarlarından geçerek yüreğini kaplıyordu.
Cigara ararken konyağın kekremsi tadını üst üste yutkundu.
— Nedir bu öttürdüğün?..
— Bu mu? Bir bedevi havası, teyzecigim!..
— Hep böyle mi gider, yoksa yalnız bir yerini mi öğrendin sen?
— Size göre hep böyle gider ama bedeviler için farklıdır.
— Sakın maval olmasın, Arap’ın yalellisi?
— Eh… Yalelli de sayılabilir… Hediye adlı bir kadın söylerdi bunu… Şam’a gittikçe dinlerdik! Dışarıya kulak verdi. Bir gürültü geldi de… Rüzgârmış… Coşardı Araplar, kendilerini yerden yere atarlardı. Yakalarını yırtıp göğüslerini tırnaklarıyla yolanlar olurdu, şanoya koşup kafalarını tahtalara vuranlar…
Selime teyze suratını astı:
— Belki coşturucuymuştur sözleri…
— Sanmam! Herif sevdiği kadını, doğuramamış körpe deveye benzetiyor. Bildiğimiz deveye değil, ak deveye… Gözleri sürmeliymiş… Ayak bilekleri ince… Karnı gergin yuvarlakmış da…
— Yeter, anladım!
— Hem sorarsınız, hem de anlatmaya meydan vermezsiniz.
— Selime teyze gazeteye döndü, Cemil, damarına basmak için sordu:
— Önemli haberler var mı?
— Yok! Hep bildiğimiz şeyler… Yangın yerlerinde, karmanyolacılık sürüp gidiyor. Kalpazanlar yakalanmış gene para basarken… Nuriye Hanım adında bir utanmazı polisler tutmuş, reaya kadınları gibi açık saçık gezerken Şehzadebaşı’nda… Başka bir şıllık, asker elbisesi giymiş, oynaştığı herifle sinemaya gitmiş… Foyası meydana çıkınca, ahali az kalsın paralayacakmış… Başımıza taş yağmadığına şükür… Bunca savaş oldu, kan gövdeyi götürdü, Allah bize niçin acımaz? Neremize acısın? Köprüden Kadıköy’e giden vapurda Türk hanımlarına yabancı askerler, sarkıntılığa kalkışmışlar. Biz bir yandan birbirimizi öldürüyoruz sokak ortasında, bir yandan da, Harp Divanlarımız asacak Müslüman arıyor.
Selimanım, sanki arananlardan biri de Cemil’miş gibi, ürkek bir sesle sordu:
— Bugün sokağa çıkacak mısın?
— Yok. Hayır!
— İyi, bu havada kovulan çıkmaz. Otur sıcacık… Sırtüstü uzan da kemiklerin dinlensin!..
Selime teyze gözlüklerinin üstünden yeğenine dargın dargın bakarak cigara yaktı.
Ak saçlı, pembe yanaklıydı. Etine dolgundu. Kışın romatizmaları azdığı için, köşe minderinden pek kalkmıyor, yaz gelene kadar, bu alt odada kalıyordu. Gittikçe sertleşen rüzgâra, bir zaman kulak verdi. Cemil, “Şimdi denizde olanlara Allah’tan destek isteyecek” diye bekledi.
— Öldürdükleri adamı tanıyor musun?
— Yoook… Mahpustan kaçmış… Bekirağa Bölüğü’nden…
— Kaçmadı, kaçırdılar. Yanına kattıkları subayı, kaçıran vuracaklarmış da, “Olmaz” demiş… Bugün de polislere, kıyasıya atmamış.
— Kim söyledi?
— Polisler… Şaşılacak şey… “Merhametli” desem, Ermeni sürgününde binlerce insan öldürtmüş, çoluk çocuk…
— Belki öldürtmemiştir.
— Öldürtmese yargılanmaktan niçin korksun da, canına kıysın? Neriman çok üzüldü. Azarlarsın diye sana göstermedi ama ağladı bir zaman, “Saklandığı yerden çıkmasaydı ölmezdi, yaşamakta olurdu, şimdi bizim gibi… ” diye avundu. Susup rüzgârı dinledi. Oğlanı çağırmaya çıktıydı… Oturup ağlamasın! Gelse de bize birer kahve pişirse. .
— Sesleneyim mi?
— Bırak! Vara yoğa ağlaması hiç hoşuma gitmiyor. Kıyametleri koparacağım, ama sokak ortasında, güpegündüz, takır takır adam öldürülen bir yerde, hadi sen ol da ağlama bakalım!
previous post