Zaman Zaman Güneşli | Aslı Ilgın Kopuz


Toz duman çökünce hayat yeniden dönmeye başlıyor orta yerde. Tüm yaralara aynı ilgiyi göstermeye çalışarak, çırpınarak, aceleyle. Bazen acıları dindirmeyi başarabiliyor. Ama arada sırada ne yönden estiği belli olmayan rüzgâr, tüm yaraların yeniden açılabileceğini hatırlatarak türlü sanrıya neden oluyor, huzur bırakmıyor. Paranoya rüzgârı bol bir mevsim.

Aslı Ilgın Kopuz, genellikle bulutlu, zaman zaman güneşli hayatlarımıza kendi açtığı pencereden cesur bir gözle bakıyor. Şehrin insanının gürültücü ama özünde sakil, pespaye yaşamını bu kısa ama üzerinde uzun uzun konuşulması gereken romanla otopsi masasına yatırıyor.

İçeride, yeni zamanların yalnızlığı üzerine çok da duymak istemediğimiz gerçekler var.

Bir

Dünyaya geleli on yıl olmamıştı. Bir sabah erkenden uyandın. Sessizce evden çıktın. Pedalları çevirdin. Ormana vardın. Taş evin gölgesini geçtin. İskelenin ucuna koştun. Sazlıklar durgundu. Ardın ormandı. Önünde güzelim göl. İskeleye oturdun. Öylece suya baktın. Başka bir niyetin yoktu. Tam o sırada gördün onu. Aniden. Hikâyesini bilirdin. Bütün çocuklar bilirdi ama hiçbiri inanmazdı. İşte tam karşındaydı. Yalnızca senin için. Sana özel. Zamanla rüyalarına karıştı. Sonunda unutulmuş bir rüyaya dönüştü.

*

Hayatını bir acının etrafında mı büyüteceksin? Bu sürekli kendine sorduğun bir soru mu? Yoksa bir yerde mi okumuştun? Hatırlamıyorsun. Hatırlayamadığın birçok şey gibi. Yine de başlamak gerek. Çünkü zaman geçtikçe hikâyeler de kararıyor. Hâlâ yaz kokuyordu. Ekimdi. Yerkürenin kadim gezgini, meşhur kalp avcısı sadağında oklarıyla hiçlikten çıktı geldi. Bir kıyıda buldu sizi. Nefis bir gülüş, yakıcı bir bakış. Hadi, dedi, olun. Fırlattı oklarını. Belki böylece başlardı aşkınız. Tabii bu bir masal olsaydı.

Ama doğum misaliydi. Çığlıklarla ve kanayarak. Bir sürü his peyda oldu. O hislerden biri baştan ayağa tereddüttü. Seni mahvetmek için haklı çıkacağı günü bekleyecekti. Hatırlıyorsun o geceyi. Vapura binişini, süzülerek, başın dik, dünyalar senin, sanki tastamamsın. İki parçaydın halbuki. Bir cebinde tüyler, diğerinde taşlarla. Vapurdan da önceydi. Anımsamadığın bir sokakta onunla yürüdüğünüz sırada ikiye bölündün sen. Gözlerini çıkarıp sana verdiğinde. Dünyaya böyle bakıyorum işte, dediğinde. Kısa süre için dünyayı onun gözleriyle görebildiğinde. O uçsuz bucaksız serbestliği ve cüreti, o hoyrat, duvarsız, nizamsız âlemi görüp korktuğunda. Geri verirken ona gözlerini içindeki sesleri bastırdığında, itirazları susturduğunda, kendine meydan okuduğunda. Gülümsediğinde her şey yolundaymış gibi.

Sana hiçbir şey olmaz sandığında. Evlenelim mi diye sormuştu o gece, vapura binmeden hemen önce. Evlenelim dedin. Tek başına eve dönerken güvertede oturdun, gece göğüne baktın. Kesik bir kahkaha yükseldi göğsünden, biraz hıçkırığa biraz çığlığa benzeyen, gayriihtiyari, senden hiç beklenmeyen. Nasıl mutluydun. Öteki yanın uzaklaştı o zaman. Demir parmaklıklara yaslanıp karanlık suya baktı. Kahkaha kanatlanıp güverteyi şöyle bir dolaştı. Gece göğünde beyaz bir ele dönüştü. Bir çırpıda gönderdi dalgalara bütün kaygıları. Yıllar önceydi bu. Bir yüzyılın ilk çeyreği bitmeden hakiki bir vedanın vakti geldi. Hatırla. Sona vardığında dilinden birkaç harf döküldü. Yanyana durup bir isim oldular. Senin de peşine düştü aşk. Yakalandığında bir su birikintisine uzandın. Çünkü ılık bir su birikintisinde başlayabilir yaşam ve yaşam ipliği kim bilir kimlerin elindedir. Hatırla.

*

Onun gibilerin dünyası başkadır. Üzer seni. Böyle söylüyor annen. İstemiyor evlenmenizi. Sana söz geçiremeyince yorganı kafasına çekip çocuk gibi ağlıyor. Saçlarını okşuyorsun onun. Aşk bu, diyorsun, korkmasana anne. İniltiye benzeyen bir ses çıkarıyor. İtiyor ellerini. Kendinden emin gülümsüyorsun. Öfkeleniyor sana. Reddediyor seni. Ama kovamıyor. Elinden hiçbir şey gelmiyor. Sağı solu kırıp dökemez. Hiç ona göre işler değil. Gülümsüyorsun.

*

Düğünden önce rengârenk perukların arasında geziyorsunuz. Teyzen şeker pembesi bir peruk takıyor. Gülüşleriniz ağzınızda eriyor hemen. Teyzenin doğal saç rengine en yakın olan sarı peruğu nihayet buluyorsunuz. Onun kemoterapi sonrası çıkan minik, kır saçlarını çok güzel buluyorsun oysa. Teyzense sevmiyor halini. Biricik yeğeninin düğününe oğlan çocuğu gibi gidemez. Mevsim bahar ama temmuz sıcağı var. Kavaklardan lapa lapa kar yağıyor. Minibüste teyzenle yan yanasınız. Bir şeylere yetişebilme telaşıyla kasılıp kalmış yarım yüze bakıyorsun çaktırmadan. Peruğun altından yanağa doğru bir ter damlası, elli küsur yılı sırtlamış, ağır ağır süzülüyor.

Evin sokağına yürürken teyzen etrafta kimse var mı diye bakıp hızlıca çıkarıyor peruğu. “Aman be, kafamda kedi oturuyor sanki!” Sarı tüylü bir hayvanın ölüsünü andıran peruğu çantasına tıkıyor aceleyle. Kol kola girmiş kahkahalarla gülerken bir yandan altlarına kaçırmamak için bacak aralarını kıstıran iki kız kardeşe bakıyorsun. Zamanın tüm canlılardan ve bütün evrenden apayrı olan hızına lanetler yağdırıyorsun. Annenin bakışları soluyor sonra. Sen yoktun ki o gün yanımızda. Sen kaçarsın ölümden. Kendi küçük ülkenin acılarından vakit ayıramazsın başkalarına. Dedeni toprağa verdiğimiz günü hatırla. Daha duası okunurken odaya kapanıp tırnaklarını boyamıştın. Bunları annen mi söylüyor yoksa sen mi? Yine de hak veriyorsun ona. Bazı anılara ancak sonradan ya fotoğraflarla ya da anlatılanlarla dahil olabiliyorsun. Haliyle iki kız kardeş eve girerken haddini bilerek kareden siliniyorsun.

*

Düğün biter bitmez gelinlikten kurtuluyorsun. Kot pantolonunu, tişörtünü, spor ayakkabılarını giyiyorsun hemen. Bu acelede sana ait olmayan bir şeyler var. Ama çok havalı. Gelinliğin beyaz yüzüne fermuar çekiliyor. Kılıfın içinde karanlık bir dolaba yollanıyor. Sonraları gelinliğe yangından kaçar gibi veda ettiğin için biraz pişman oluyorsun. Ama fazla tutunamıyor bu his. Savuruyorsun saçlarını. Adımların sarsıyor yeri. Neyi başardınsa başardın. Yeni evinizin eşiğinden girerken kucağına alıyor seni. Bak anne, belki o kadar da başka başka değilizdir diyorsun içinden. Senin saçların salkımsöğüt. Onun başında çam dalları. O gece kitaptaki tohumlar ağacını gördüğünüze inanmıştın, sabah çiy damlalarıyla uyandığınızda.

*

Sevgilin bir edip. Sana göre bir kâhin aynı zamanda. Olağanüstü sezgileri var. Aklındakini önceden tahmin edebiliyor. Nasıl sevileceğini, nasıl daha çok seveceğini, nasıl sevineceğini, neyin sana iyi geleceğini, neyin seni gülümseteceğini, nelerden vazgeçemeyeceğini biliyor. Onun yanındayken hayatın başka bin bir rengi beliriyor. Hangi günlerin iyi geçeceğini önceden tahmin edebiliyor kâhin. Güzel bir gün yaşanacağı zaman sesine başka bir ışık vuruyor. Keyifle konuştuğunda ruhun düğümleri birer birer çözülüyor. Kelime yığınlarının içinden en iyi cümleleri kolayca çıkarabiliyor üstelik. Okuyanın kalbine doğacakları önceden hissedebiliyor. Bu yüzden de çoğu zaman yorgun kâhin.

Gövdesinde galaksi büyüklüğünde bir kitap taşıyor. Daima eşikte, bir yanı hep mutsuz. Kâhinin mutlu zamanlarının peşinden koşuyorsun. Henüz yakalayabilmiş ama tadına doyamamışken yazı dönümleri gelip çatıyor. Bir kara delik yutuyor edip sevgilini. Doğal olarak seni her seferinde dışarıda bırakıyor. Dönüşlerini gözlüyorsun. Beklemekten nefret edersin oysa. Ama bu güzel bir bekleyiş. Saygı duyuyorsun yazı dönümlerine. Bir gün belki ben de diyecek oluyorsun. Sonra ateş basıyor yüzünü, ruhun ufalıyor. Eğri büğrü, çelimsiz cümlelerin yastık altlarında, giysi ceplerinde, kitap aralarında, çanta diplerinde yok olsunlar istiyorsun. Neyse ki günlerinden gecelerine ağrılı bir omurga, yorgun gözler, mecalsiz bir dimağ kalıyor sadece. Rüyalar yetişiyor ara sıra, hiç değilse.

Benzer İçerikler

Reşat Nuri Güntekin-Dudaktan Kalbe

yakutlu

Temmuz Çocukları | Menekşe Toprak

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy