Bana her şeyi anlatmana gerek yok. Beni bu boka bulaştıran Hikmet Usta, bu lağımın nasıl çalıştığını da anlatmıştı. Siyah Paltolu Adam’a doğrudan ulaşılamadığını biliyorum. Ben sana geldiğimde, sen bir başkasına gidiyorsun, o da bir başkasına gidiyor ve sonra belki bir başkası daha. Bana tek söylemen gereken senden sonra kime gideceğim. Sonra tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi birbirimizi bir daha görmemek üzere ayrılacağız.
Çürük evler, bakımsız sokaklar, ne kadar yaşlı olduğunu bilmeyen dükkânlar ve ağır ağır yanan ruhlar… Kendi yarattığı gölgelerin içinde gezinen bir adam… Siyah Paltolu Adam… İblis, avladığı hayvanı çiğnerken ağlarmış.
Bülent Çallı, yalın ve merak uyandırıcı bir sesle, tekdüzeliğin, arzunun ve baştan çıkarılışın hikâyesini anlatıyor.
Simsiyah, fantastik bir sessizliğin, güneşin doğuşunu bekleyen açgözlü insanların romanı…
Her şey, zifiri bir siyahlığın içine gömülüyor.
1
İstanbul’da, Sarayburnu’nun karanlık dalgalarının içinden kıyıya çıkıp kalbinizin olduğu yöne doğru yürürseniz, bizim artık evimiz diyegeldiğimiz Samatya semtini bulursunuz. Sarayburnu dediğimiz yer, Marmara Denizi’nin Haliç’e doğru döndüğü yerde, adı üstünde Topkapı Sarayı’nın önündedir. İstanbul’u kurduğu rivayet edilen Byzas’ın tam da burada durup karşı kıyıdaki Halkedon şehrine baktığı ve “Burası dururken karşı kıyıya şehir kuranların aklına edeyim,” dediği söylenir. Bilemem. Ben o kadar eskisine yetişemedim. Ama Samatya’yı bilirim. Sarayburnu’ndan çıkıp dediğim gibi yürürseniz Ahırkapı, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı derken Samatya’yı bulursunuz.
Samatya’nın varlığı, şehir kuran Byzas’tan bile öncedir. Böylesine kadim bir yer olduğu için de binbir tane yüzü vardır. Her anlatan, kendi bildiği Samatya’yı anlatır derler. Ben size Samatya’yı anlatacak değilim ama Samatya, bu sebepten bana benzer. Belki de o yüzden kendimi yüzyıllardır burada saklarım. Bu semt işimi kolaylaştırır. Samatya’nın denize yakın bir mahallesinde, yerin altında bir birahane vardır. Buradakiler, belki de yüz yıllardır içi karanlık, dışı kirli, boyaları artık dökülmüş, merdivenleri çoktan aşınmış bir binanın bodrum katında pislik ve ahlaksızlık içinde yuvarlanırlar. Ahlaksızlık görecelidir tabii ama sizler –şüphesiz lekesiz insanlarsınız– yine de buraya uzaktan bakıp günah yuvası der geçersiniz. Oysa birazcık günah işlemenin kime, ne zararı olur? Birahanenin üzerinde yükselen bu çürük apartman onların değildir. Bir sahibi vardır elbette ama kimdir bilmezler.
O yüzden bugün varız yarın yokuz diye düşünürler. Şimdiye kadar geçmişi ya da geleceği pek kafaya takmamışlardır. Yine de bu binanın içinde zaman, ezelden beri akan ve ebediyen de akmaya devam edecek olan bir nehir gibidir. Akıp giden zamanın ve ezip geçen hayatın insanın dişlerine, saçlarına ve kemiklerine neler yaptığını bir tek oradakiler bilirler. Kazandıkları günah parasıyla her ay düzenli bir şekilde ev sahiplerine kira öderler. Ev sahibi her kimse, ne bir kerecik olsun gelip onları ziyaret etmişliği vardır, ne de herhangi bir sebepten telefonda bile olsa onlarla konuşmuştur. Söylentilere bakacak olursanız, mülkün sahibi bir genelevler zincirini yöneten Ermeni bir kadındır.
Sadece birahanenin değil, tüm apartmanın ve hatta mahallenin sahibi de odur. Bazıları ise zamanın bir yerinde ev sahibinin değiştiğini ve mülkün yeni sahibinin emekli bir paşa olduğunu söylerler. Tebdili kıyafetle gezer, arada birahaneyi de denetlermiş. Öyle derler. Birahanenin işletmecisi de en az ev sahibi kadar gizemli birisidir. Ondan laf arasında “Patron” diye bahsederler. O da –sağ olsun– tıpkı ev sahibi gibi uğramaz, etmez. Bugüne kadar Müdür haricinde kendisini gören olmamıştır. Müdür de ser verir ama sır vermez. Belki o bile görmemiştir Patron’u ama görmüş gibi yapar. Bu kadar bilinmezliğine rağmen birahanemiz başıbozuk bir yer değildir hani. Başlarında herkesin “Müdür” dediği bir adam durur. Alıştıkları rutinin dışında bir karar vermek zorunda kaldıkları zaman bütün çalışanlar onun ağzına bakarlar. Müdür her ağzını açtığında doğru bir karar vermek zorundadır. Veremezse gider.
Çünkü buranın müdavimleri belki pek kibar değildirler ama haksızlıklara da izin vermezler. Yine de ola ki burada okudunuz diye heveslenip bu mekâna bir uğramak istediniz, ha deyince bulamazsınız ya yine de diyelim ki buldunuz, sakın ola yabancı olduğunuzu belli etmeyin. Beylik bir laf olacak belki ama burada yabancıları pek sevmezler. Sizi yabancı yapan oraya ilk kez gidiyor oluşunuz değildir. Bugün artık bu mekânın mobilyası olmuş pek çok müdavimin ürkek bakışlarla adımlarını içeriye ilk kez attıkları, mekânımızın çürük havasını ilk kez solukladıkları bir ilk gün vardı elbette. Kimse burada doğmamıştır. Onlardan biriyseniz bunu anlarlar ve ilk gününüzdeki kabahatlerinizi bağışlarlar. Eğer onlardan biriyseniz iki büklüm geldiğiniz bu mekânda, sizi dik tutan görünmez bir el gibi sırtınıza dokunurlar.
Eğer anlatırsanız derdinizi dinlerler, belki ilk hesabınızı size ödetmezler. Böylece buraya her gece gelmek istersiniz. Sonunda bir bakmışsınız ki onlardan birisiniz. Buradakilerin yabancı dedikleri hayatın hiçbir yerinde katrana, balçığa, kana ve safraya bulanmamış, temiz elli meraklılardır. Kimi zaman tez hazırlayan öğrencilerdir bunlar, sosyoloji ödevi zannederler burayı: “İstanbul’un Koltuk Meyhanelerine Egzistansiyalist Bir Yaklaşım.” İlgiden koltuklarımız kabarsa da ser verip sır vermediğimiz gibi üstüne bir de yalan söyleriz. O tezden hayır gelmez. Bazen sözüm ona araştırma yapan gazeteciler gelir. Yol yordam bilmeyeni çoktur bunların. Aralarında, kulağımıza çalınanlarla beslediğimiz candan insanlar da vardır ama çoğu kalpsiz otlakçılardır. Bazılarını döverek dışarıya attığımız çok olmuştur. Yazmaya hevesli tipler gelir bazen. Kelimelerin onlara kendiliğinden geleceğine inanan ahmaklardır hepsi. İnsanlarımıza bakarlar, önlerindeki biradan bir fırt alırlar. Sonra doğru kelimeler belki oradadır diye tavana bir göz atılır. Nihayetinde not defterine bir şeyler karaladıklarını görürüz. Kamyon şoförü ya da vinç operatörü olacağına bir anda gözü kesmez insanın ama yazarlıkta bir sorun yoktur.
“Nedense herkes yazar olacağına emindir,” der iyi bildiğimiz pis bir moruk. Bir biraya olacak iş midir bu? Birahanenin halkına göre yabancı olmak böyledir. Yolu ilk kez düşse de, buraya kalmak için gelen asıl günahkârlar hemen belli olur zaten. Onlar bizdendir. Bakışlarında sizlerdeki gibi tedirginlikle karışık acemi bir heyecan değil, yolun sonuna gelmenin ve dibe vurmanın berraklığı vardır. Birahanede ömrünü tüketenler o bakışı bilirler, biliriz. Gözünüzde o bakış varsa, vardır. Geriye kalanlar yabancıdır. Yabancı olduğunuzu anlarlarsa ki anlarlar, o zaman canınızı sıkarlar, sizi üzerler. Kırılan kalbinizin karşılığında benim adımı verecek olursanız…
Vermeyin! Tanımazlar beni orada. Anlatacaklarımdan öğreneceğiniz isimlerle tanımazlar en azından. Bir tek isim vardır beni onlara anlatacak. Onu da siz söylediğinizde bilmezlikten gelirler. Gerçi boşuna çene yoruyorum. İsteseniz de bulamazsınız orayı. Tıpkı ev sahibi gibi, tıpkı Patron gibi ve tıpkı benim gibi oranın yeri ve adı da aslında muallaktır. Sadece bilenlerin bildiği bir adı vardır elbet ama oraya gidenler için bu önemsizdir. Hem neden önemli olsun ki bir birahanenin adı? Ben, adı için gidilen bir birahane hiç duymadım. İçmek için gidilir genellikle. Kafayı bulmak ve bir şeyleri unutmak için gidilir. Bir şeylerden kaçmak ve eninde sonunda o kaçtığın şeye geri dönmek için gidilir. Bu bahsettiğim yerin içkisi, mezesi desen, o da bir şeye benzemez. Büyük beklentileriniz olmasa da sunulan yiyecek ve içeceklerde azıcık bir lezzet ahlakı beklersiniz. Bizde o yoktur. Bizde her şeyin tadı kötüdür. Artık havasından mı suyundan mı bilmiyorum ama müşterilere lezzetli yiyecekler, tadı tam kıvamında içecekler sunmayı bir türlü beceremedik. Birasının tek iyi tarafı pek çok yere göre ucuz olmasıdır. Baş ağrısı yapar, hemen sarhoş etmez. Güvenilirdir ama: Her zaman sıcaktır. Bu mekân yerin altındadır dedim.
Kaba lale şekilleri ile belli belirsiz bir estetik katılmaya çalışılmış kahverengi bir kapı gözyaşları içinde karşılar sizi. Bu kapının kirini pasını gizlemek için arada bir boyarız ama yeni boyanmış hali size denk gelmez. Önünde yaşlı bir dut ağacı bekler; boynu bükük, âdeta size kapıyı işaret eder. Merdivenle aşağıya inersiniz. Her adımınız sayılır. Her adımınızın değeri vardır. Her adımda aşağıya biraz daha yaklaşırsınız ve aydınlık arkanızda kalır. İçerisi havasızdır, loştur ve rutubet kokar. Çirkin duvarlarının tavana yakın yerlerinde karanlık bir ara sokağa bakan küçük pencereleri vardır.
Bin tane adamın sigara dumanını sadece ufacık bir pervane döndürür, dışarı üfler. Bu yüzden havası da hep dumanlıdır. Ben oradayım şimdi. Gün sonunda bitti. İnsanlar iş yerlerini terk ettiler. Adına hayat denen bu çarkın onlardan alacak bir şeyi bugünlük kalmadı. Yorgun, yıpranmış vücutları, kırık dişleri ve tırnakları ile toplu taşıma araçlarını doldurup bu tarafa doğru geliyorlar. Müdavimler birer ikişer görünmeye başladılar bile. Aramızda hiç yabancı yok. Olsa anlarız. İçeridekilerin hepsi bizden. Karanlık bir köşeye çekildim ve biramı yudumluyorum. Bu zindanın en sadık hizmetkârlarından Eyüp, elinde kirli mi kirli bir urba kalıntısını bir sopaya gelişi güzel dolayarak yaptığı derme çatma bir paspasla sözüm ona yerleri temizliyor. Kışın, buraya çıkan bütün caddeler ve sokaklar çamur olur.
Merdivenlere büyük bir inançla serpilen kutsal talaş, girip çıkan müşterilerin ökçesi erimiş, dikişleri fırlamış ayakkabılarının vasıtasıyla bir çamur akıntısı gibi içeriye sızıyor. Eyüp ise zemini temiz tutmaktan çoktan vazgeçmiş, bu çamuru elinden geldiğince yüzeye dağıtıp eşit bir kirlilik yaratmaya çalışıyor. Yeni silinen yere basanın izi bastığı yerde kalıyor. Eyüp mecburen dönüp bir kez daha siliyor orayı. İçinden en ahlaksız küfürleri uç uca ekliyor. Soğuk ve kirli betonun üzerinde balerin gibi süzülüyor ve talaşlı çamura ebru ustası gibi şekil veriyor, can veriyor. Bu daha bir şey değil. Birazdan içki yetiştirmekten, boş bardak toplamaktan ve kül tablası temizlemekten anası ağlayacak. Bunu da biliyor. Televizyonda akşam haberleri var. Sesi sadece dinlemek isteyenlerin duyabileceği kadar açılmış. Ekranda güzelliği mutluluk veren bir kadın, kimin gücü kime yetmiş, kim kimi becermiş güzelce anlatıyor.
Birkaç erkenci, mermer tezgâhın orada dikilmiş ilk biralarını yemek borusundan aşağıya, vücutlarının karanlık yerlerine doğru indiriyorlar. Bütün gün boyunca bu anı beklediler. Kimileri direksiyon başında, kimisi dökülmeye başlamış bir masanın arkasında, kimileri nasıl çalıştığını sadece kendilerinin bildiği makinelerin üzerinde ama mutlaka bir şeyler kaybederek bu anı beklediler. Bir tek atıp gidecekler. Bir tanesinin gözü mermerdeki şekillere takılmış. Kafası karışık. Bir şeyin ödemesini yetiştirememiş, tepesine binmişler. Yürüdüğü yolun sonuna gelmiş bir diğeri. Memeler görüyorlar tezgâh taşının sonsuz gri ve beyaz damarlarının arasında. Mermerden kadın memeleri… Biraz daha uzun baktıklarında ise yüzler görmeye başlıyorlar. Kendilerine geri bakan lekeli, gölgeli yüzler. Meme görmek yüz görmekten iyidir. Sana bakan yüzlere diyecek bir sözü olmuyor insanın. Oysa bir sözün olmalı. Memeler ise herhangi bir söz duymak istemezler. Bir diğeri elinde kürdan, az önce yediği salçalı patateslerin kalıntılarını sıyırıyor ayrık dişlerinden. Çok şükür o, şekiller falan görmüyor tezgâhta. Onun için dayandığı bu tezgâh soğuk bir taştan fazlası değil.
Derken kapı açılıyor, Ünal giriyor içeri. Kendisi yerleri silmekte olan Eyüp’ün ekürisidir. Elinde iki koca torba dolusu tuzlu fıstık var. Altılı takımlar halinde iki paket de meşrubat bardağı almış. Burnu soğuktan kızarmış, morarmış. İskarpinlerinin üzerine cenaze örtüsü gibi yayılmış kumaş pantolonunun paçaları ıslak. Yerde Rorschach testini anımsatan ayak izleri ve onları çevreleyen nazik çamur baloncukları bırakarak evine dönen bir güvercin gibi mutlu, mutfağa doğru yöneliyor. “Lan oğlum basmasana, yeni sildik,” diye sızlanıyor eli belinde ve gücü ancak Ünal’a yeten Eyüp. Eyüp ile Ünal, bu çürümüş ve kokuşmuş enstitünün çatısı altında, en altta ama eşitler. Bir gün fındık, fıstık, bardak, peçete gibi ıvır zıvırları almaya biri giderse diğeri yerleri siliyor, masaları hazır ediyor. Ertesi gün tam tersi oluyor.
Bu işi kendi aralarında bu şekilde paylaştılar çünkü dışarıya, alışverişe gitmek kıyak bir iş. Önceden Ünal, Eyüp’ün çömeziydi. O yüzden dışarıya hep Eyüp giderdi. Belli bir zaman geçip Ünal’ın da beli yeteri kadar kırılınca eşit oldular. Mesai saatinde birahaneden dışarı çıkmak onlar için tam bir piyango. Bu delikten dışarıya kafanı uzatıp temiz hava almak, yol boyunca güzel arabalara, vitrinlere ve kadınlara bakmak bir yana en az bir saat kaytarma fırsatı da oluyor. Üstelik alışverişten artakalan bir iki kuruşu, üç beş ufaklığı cebe indirmek de var.
Yine de belli bir saatten sonra, hele de kışın ismi lazım değil olan bu birahane, Nuh’un Gemisi gibi ağzına kadar dolduğunda ikisinin de anaları eşit ağlıyor. Gecenin geç vakitlerine kadar o masadan bu masaya, mutfaktan tezgâha koşturup duruyorlar. Ünal, Eyüp’ün sızlanmasına prim vermiyor. “Uçarak mı gireyim toprağım,” deyip, mutfağa kaçıyor. Bunlar beni biraz oyalıyor ama asıl beklediğim başka. Vakit daha erken. Beklediğim kişi henüz buraya gelmedi. Gelecek. Ondan bir adım önde olmak, onun gideceği yerlere bir adım önceden gitmek ve onu beklemek nasıl hoşuma gidiyor, anlatmam. Üstelik o zavallının beni arıyor olduğunu düşününce, bazen geceleri sefil ve ızdıraplarla dolu yatağımda sinsice gülümsüyorum buna. Yani, bir düşünsenize: Beni aradığı ve izlerime rastladığı yerlerdeki izler beni orada aradığı için varlar. Canım insanlar, gülmeyin. Bu hepinize oluyor şu an. Zaman benim umurumda değil. Yine de alışkanlıktan saatime bakıyorum. 10’u geçmiş derken taksici İlker damlıyor.
Beklediğim kişi o değil. Yanında iki tane konsomatris var, takmış onları peşine. Buralarda bu işlere İlker bakar. Bu muhitte tanımadığı kadın yoktur, derler. Şimdi sıradışı yüzlerine yeni yeni alışmaya başladığımız diğer iki kadının neden bir süredir ortalarda olmadığı anlaşıldı. İlker ayaklarını kaydırmış, yenilerini getirmiş meğerse. İlker avantasını alacak birazdan Müdür’den. Burada hiçbir şey bedava değildir. Müdür ayağa kalktı zaten İlker gelince. Çocuğu gelmiş gibi sevindi. Müdür’ün bir kat üstte olduğu, karşılıklı bir saygı ve sevgi var aralarında. İlker’in sevgisi yalan ama saygısı gerçek. Müdür’ün ise saygısı yalan, sevgisi gerçek. İkisi de mahkûm oldukları bu bok dolu kovanın içinde tutunacak bir şeyler arıyorlar.
Bir mürekkep balığı gibi süzüyor kadınları isimsiz Müdür. Beğenmiş olacak ki sırtını sıvazlıyor taksici İlker’in. İlker’in de ağzı kulaklarında, bir sakal hareketi yapıyor ki sorma gitsin. “Tamam, tamam. Seni görürüz biz,” gibisinden başını sallıyor Müdür. Kadınlar dağılıyor kalantorların biriktiği duvar kenarındaki masalara. Müşterilerin kimi yüz veriyor bunlara, kimi vermiyor. Yine de bu yeni kadınlar eskilerine göre cazibeli sayılırlar. Nitekim uyduruktan da olsa bir viski açtırıyor bir masa. Müdür taşaklarını avuçluyor eli cebinde. Genç denilebilecek yaşına rağmen kendisine duyulan tuhaf bir saygıdan dolayı bu işleri başkalarına bırakmış olan eski konsomatrislerden Meral, İlker’e garip bir yaratıkmış gibi bakıyor. “Malzemeyi toparlamışsın yine. Roma’daki köle tacirleri ancak senin kadar şanlı idi,” diyor aşağılayarak ama İlker bunu bir takdir cümlesi zannediyor. “Eyvallah ablam,” diyor. “Aman, abla deyip durma bana ya.” Ünal viski şişesini taşıyor bir tepsi içinde. Eyüp evrendeki bütün fıstıkları dayıyor o masaya dünya sona erecekmişçesine.
Viskinin parasını ödeyecek olan adamın eli yeni konsomatrisin poposunu avuçluyor coşkuyla. Sesini çıkartmıyor kadın. Neden sonra alıyor adamın elini oradan, bardağı tutuşturuyor aceleyle ve içki içirtmeye devam ediyor. Kadın dâhil dört kişiler masada. Viski şişesi dibini buldu bile. Yarım saat bile olmadı ulan. Masanın sahibi biraz tereddütlü, sonra belli ki satayım anasını diyor ve bir şişe daha yola çıkıyor tezgâhın oralardan. Dış çemberlerde yer alan aç kalabalık masayı kesiyor bir süre daha. Sonra sıkıntı veriyor görüntüler. Her gece aynı şey değil mi nasılsa. Kadının kalçasını avuçlayan sen olmadığın sürece istersen kıyamete kadar seyret bir şey değişmez. Sonunda televizyona dönüyor yüzleri. Haberler bitmiş, güzel kadın gitmiş, bir tartışma programı başlamış: Bizden daha akıllı on tane insanı toplamışlar; konu yine belirsiz. Başından beri izlemiyorsanız anlamanıza imkân yok. Biri bağırıyor diğerine, kravatını gevşetiyor öbürü. Bir profesör bir şarkıcının elini sıkıyor. Bir diğeri hafif kımıldayınca eteği açılıyor, bacakları görünüyor. Hareketleniyor televizyon önündeki grup. Aynı ve tek bir varlığın uzuvlarıymışlar gibiler. Araya reklamların gireceği anons ediliyor. Kamera, yayın makyajından balmumu heykeline dönmüş meşhur bir köşe yazarının boncuk boncuk terlerine odaklanırken yayın sona eriyor.
Saat gece yarısını geçti. Ekmek teknemiz hâlâ kalabalık. Oysa herkesin ertesi sabah erkenden işi var. Kırbaçlar, koşum takımları, semerler onları bekliyor ama –belki de bu yüzden– kimsenin eve gidesi yok. Neyse ki şu an sıkıcı dertleri ve küçük kaçışları umurumda değil. Çünkü beklediğim adam sonunda geldi. Size onu nasıl anlatsam bilemiyorum. Çünkü iki ayrı kişiden bahsediyoruz burada. Eskiden olsa güneş görmemiş soluk derisinden, boş bakan düşünceli gözlerinden bahsederdim size. Çökük omuzları ve ayakta dururken kamburunu çıkartması yüzünden kısa boylu göründüğünü söylerdim. Her zaman yeni kesilmiş gibi görünen saçlarının ve ütülü, temiz kıyafetlerinin verdiği rahatsız edici hijyen duygusunu anlatmaya çalışırdım. Varlığı ve yokluğu belirsiz bir adamı tarif ederdim.
Ama artık her şey değişti. Şimdi hiç de öyle biri değil bu adam. Elbiseleri sonunda kirlenmiş ve saçları karışmış. Ama adam dimdik duruyor. O yüzden artık uzun boylu diyebiliriz onun için. Kemikli ve bir haftadır kesmediği sakalları ile kaplanmış büyük çenesinin üzerine yerleşmiş, yüzünde daha önce görmediğimiz bir ifade taşıyor. Boynunda onu bir kolye gibi sarmış incecik bir yara izi var. Bir hafta önce kendini asmaya çalıştığında oldu bu.
…