Duman Otel | Bülent Çallı


Sadece konuşarak ya da yazarak kahraman olmak çok kolaydır. Niyeyse gece olduğunda herkes susuyor. Sadece yer değiştiren şeylerin sesi duyuluyor geceleri ve ellerini duvara sürten insanların yakarışları. 204 numaranın önünde duruyorum. Nurdan’la birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Cebimden her kapıyı açan anahtarı çıkarıyorum ve kapıyı yavaşça açıyorum. Hakikat hepimizden önce dalıyor içeriye. Sessizce sehpaya tırmanıyor. Aynanın önünde kendisine bir yer buluyor. Oda karanlık.

Garip ve uğultulu, karlı, yağmurlu, fırtınalı bir İstanbul… Hele gece olunca o karanlık sokaklardan gelip geçenler. Yolcular, âşıklar, yarım kalan arzular… Öyle tutkulu, öyle zifiri… Kaybolan müşteriler, konuşan bir fare, esrarengiz bir kadın… Melekler kımıldamadan uyurlar. Çık ortaya Galip Işık!

Duman Otel, uzun bir hesaplaşmanın, zindana dönüşen bir muammanın romanı…

Bülent Çallı, ustaca, nefes nefese, tekinsiz ve coşkulu bir dille anlatıyor. Önce karanlık vardı.

1

Önce karanlık vardı. Sonra, eski bir fotoğraf makinesinin tepesinden ateşlenen magnezyum tozu ve potasyum klorat gibi, gecenin içine patlayan olağanüstü bir şimşek karanlık patikayı aydınlatıyor. Bir anlığına bile olsa önümde uzanan yolu görebiliyorum. (Not: Potasyum klorat, magnezyum tozu, şeker ve amonyak karışımını birinin üzerine döküp tutuşturursanız, o kişi sonsuza dek şap gibi yanar.) İşçilerin lastik botlarıyla basılmaktan sertleşmiş, denize giden şu patikadan aşağı ineceğim. Gündüzleri, gözüme üç beş adımda kolayca inilebilecek tatlı bir bayır gibi görünen bu patika, gecenin karanlığında ve aşağıdaki deniz, boyum kadar dalgalarını üzerime salarken, daha dik, daha uzun ve daha gaddar görünüyor. Bir zamanlar içinde mutlu, mutsuz her türden insanın dolaştığı küçük bir park olan, koca şehrin dibindeki bu yerde şimdilerde buna dair neredeyse hiç emare kalmamış. Sadece ağaçlar duruyor. Yaşlı kıçların oturduğu bankları, çocukların sevdiği kaydırakları, salıncakları kaldırmışlar.

Onların yerine patikanın sağında solunda, düzenleme, yenileme, yeniden yapılandırma, istasyon, restorasyon, renovasyon, atmasyon, topluma kazandırma, halka açma, kanatlandırma, uçurma, kaçırma, rant, peşkeş, bağış, beleş ve buna benzer temaları olan diğer kentsel bilmemneleştirme inşaatlarından artakalan, terk edilmiş, kırık dökük barakalar ve kimi kâğıt gibi eğilmiş, bütünlüğü bozulmuş, yıkılmış ve çürümüş metal duvarlar, korkuluklar ve çitler var. Patika, denize kadar bu barakaların ve barikatların arasından bir labirent gibi kıvrılarak ilerliyor. Dimdik, dosdoğru da aşağıya inebilirmiş ama hayır. İlla daireler çizecek, köşeleri dönecek ve doğal gözüken (ama hepsi bilinçli ve insan elinden çıkma) bir dolu kaypaklıkla yolu uzatacak. İnsanlar işleri zorlaştırmayı sever; bayır aşağı inerken bile işleri yokuşa sürmeye bayılır. Varoluşun, daha en başından hepimizi içine attığı zorluklar da hesaba katılırsa kendi kendine iş çıkaran insanoğlunun ne kadar aptal olduğu anlaşılır. Ne var ki malzemesi insan olanın elindeki de sadece budur. Uğraşır durursunuz.

Sekiz yıl felsefe okudum, şu dolambaçlı patikayı en az beş kere indim çıktım. Çıkardığım sonuç budur. Bu gece İstanbul’da karla karışık yağan manyak bir yağmur var. (Not: Bir hikâyeyi anlatmaya hava durumu ile başlamayın.) Rüzgârın önüne kattığı yağmur damlaları her yöne saldırıyorlar. Toprağa sızmayı başaramayanlar ise küçük bir dere oluşturmuş ve benim patikadan aşağı, denize doğru şarıldayarak akıyorlar. Arabayı park edip, dışarıya adımımı atar atmaz montum ıslanmaya başlıyor ve evden çıkarken şapkamı yanıma almadığıma anında pişman oluyorum. Yağmurun soğuk dili, rüzgâr her estiğinde yüzümü yalıyor. Islanıyorum. O yüzden bir an önce işe koyulmak gerekiyor. Öte yandan bu işler aceleye gelmez. Her şey sırasıyla. Arabanın bagajını açıyorum. Eldeki imkânlar dahilinde bu bile kolay iş değil.

Dede yadigârı emektar arabamın –1964 model bir İmpala bagaj kapağına birkaç yıldır bir haller oldu. Bagajı açmadan önce bütün ağırlığınızla kapağın üzerine abanmak ve anahtarı çevirirken kilidin döndüğü o tatlı noktayı el alışkanlığı gerektiren bir tür içgüdü ile bulmak gerekiyor. Ben alıştım artık, azıcık vaktimi alsa da bir seferde açıyorum. Bagajın içinde, şimdi gözüme olduğundan daha da ağır gözüken, içi dolu, siyah bir çuval yatıyor. Birazdan bu çuvalı denize taşıyacağım ve bu sırada kimselere görünmemeliyim. Ufak tefek bir adam da sayılmam. Nasıl olacak bilemiyorum ama çuval siyah, montum siyah, geceye karışmak için her türlü önlemi aldım. Buna rağmen, korkaklık mı dersiniz yoksa fazla temkinli olmak mı bilemiyorum vicdan muhasebesi değil kesinlikle yağmurun altındaki bekleyişim epey bir sürüyor.

Sonunda yağmuru yedikçe, günahlarım gibi ağırlaşan kara çuvalı, sırtında kefaretini taşıyan şu meşhur Celileli marangoz misali yüklenip, denize doğru yürüyorum. Saat sabaha karşı bilmem kaç. Ben aşağıya inerken, yukarıda kalan caddeden geçen arabalar var hâlâ, uğultularını duyuyorum ama bu saatte kimse durmaz burada. Aşağıya da kimsecikler gelmez. Buraya kaçıncı gelişim, artık eminim bundan. Gelse bile, o gelen de muhakkak karanlık bir iş çevirmek için buradadır. Aynı yolun yolcusuyuzdur yani, birbirimizi tanırız, idare ederiz.

Zaten gecenin uğursuz bir vakti, kara bir çuvalı yüklenmiş, benim gibi kara ve kararlı bir gölgeyi görmezden gelmeniz, hayrınızadır. Kendime bunları telkin ederek yürüyorum. Bakmayın öyle ahkâm kestiğime, bu karanlık işlerden hiç anlamam. Başka şeyler bilirim ben. Bolca kitap bilgisi, çoğu yüzeysel, lüzumsuz, elle tutulamayan şeyler. Gecenin sokaklarını, patikalarını ve insanlarını pek tanımam. Sadece önüne geçemediğim, engel olamadığım bir olaylar silsilesi sonucunda arada bir geceleri beni kimseler görmesin diye şüphesiz– buraya, yani Sarayburnu’na gelirim. Hepsi bu. Patikadan aşağı indiğimde, fırtınanın kollarında ‘bırak beni gideyim’ diye ağlayan, çürük çarık bir iskelenin ucuna varıyorum. Sanki etrafımdaki her şey, tıpkı bu iskele gibi, kaçmak istiyor.

Ama sanki hepimizi evet, ben de dahil, kaçma isteğinden kaçış benimkisi– burada zorla tutan boyun eğmek zorunda olduğumuz bir sözleşme var. Kaçamıyoruz, sadece istiyoruz. Elimizden gelen tek şey ise mutsuz sesler çıkarmak. Üzerine bastığım tahtalar her adımda gacırdıyor. Bazı tahtalar kırılmış gitmiş, altta kıpır kıpır deniz gözüküyor. Bu gece ya da bir dahaki sefere ben üstündeyken çöküp denizin dibini boylamazsa bile zaten yakında bu eski iskeleyi yıkacaklar. İnşaat yavaş da olsa ilerliyor. İskeleyi yıkıp, denizin bu kısmını er ya da geç kumla, taşla, toprakla doldurup, betonla kapatacaklar. Bazen kendimi Ege’de, küçük bir kasabada hayal ediyorum. Herkes, hayatında bir kere de olsa bu hayali kurmuştur.

Adına hayat denilen bu tuzaktan mekân değiştirerek kurtulamayacağımızı bilsem de, ben de herkes gibi, kendimi tutamayıp hayaller kuruyorum. Bu hayallerimin birinde, o hep anlatılan köy kahvesinde oturmuşum, sabah demli çayımı içerken oradaki ahali ile tanışıyorum. Merhaba ben Emin. Sisifosluktan emekliyim. Ya siz? Siz nerelerden geldiniz? Elleriyle dizime vurup eksik dişlerini göstere göstere gülüyorlar bana. Sisifosluktan emekli olunur mu hiç diyorlar. Ben de bütün içtenliğimle onlara katılıyorum. Günahlarımın, pişmanlıklarımın ve kâbuslarımın beni takip etmediklerini hayal ediyorum. Onları aklımın içinden her kovaladığımda, keşke bir daha geri dönmeseler de, ben de bu çuvaldan ve içindekinden kurtulabilsem. İşte o zaman ne karanlık ve soğuk geceyi, ne başka insanları, ne de şu Allahın belası, çürük iskeleyi dert ederdim. Ama ne yaparsam yapayım, sonunda kendimi yine burada buluyorum. Gecelerden bir gece ve işte ben, bir adım öncesi İstanbul, bir adım sonrası deniz, iskelenin kenarındayım.

Benzer İçerikler

Kırık Hayatlar

yakutlu

Akıl Kalbi Ararken

yakutlu

Başka Dilde Aşk – Mia Sheridan Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy