“‘Geçmiş’, ‘bugün’ dediğimiz şeyin içinde saklı duran bir anılar yumağı. Aynı zamanda gelecekten de kehanetler içeren bir yumak bu. Yaşadığımız her şey, ardımızdan yuvarlanıp birikerek ‘şimdi’yi oluşturduğu için geçip gitmiş; kaybedilmiş bir şey de yok aslında. (…) Zamanın kendine ait bir şiddeti ve gücü var. Hatırladığımızda bize acı ve keder veren şeyler saklı içinde. Ama yaralarımızın merhemi de kabuğunun altında ve ne yazık ki Mısri’nin dediği gibi; bizim dermanımız, yine derdimizden başkası değil.”
Ercan Kesal’ın yirmi yılı aşan yazı serüveninden, renkli bir seçki… Bellek üzerine ve hatıralar üzerine çok şey var bu metinlerde… Ercan Kesal’ın sinema ve yazma deneyimine dair ve yaşama deneyimine dair, hayatında (bazıları, birçoğumuzun hayatında) iz bırakmış insanlarla ilgili küçük hikâyeler, anekdotlar, ayrıntılar var. Bir minnet, sevgi ve saygı hasılatı var.
Ama bir hatıra kitabı değil bu. Belleği yardıma çağırarak, hayat ve insan olmak hakkında, acılar sızılar hakkında yeniden yeniden düşünmenin kitabı. “İnsan kalacağız!” ısrarının, “Başın öne eğilmesin!” direncinin kitabı…
İÇİNDEKİLER
501 Numaralı Oda………………………………………………………………………………………………..9
Ankara Rüzgârı……………………………………………………………………………………………………15
Ben Burada Çok Ağladım Abi!……………………………………………………………….21
Benim Kemal Tahir’im………………………………………………………………………………….27
Kelimeler Ne İşe Yarar?……………………………………………………………………………….33
Felaket Günlerinde Edebiyat……………………………………………………………………39
İnsan Kalacağız Biz!……………………………………………………………………………………….43
Edebiyat, Senaryo ve Yazmak Üzerine…………………………………………49
Prensin Ölümü……………………………………………………………………………………………………..55
Tanpınar ve Kieslowski…………………………………………………………………………………61
Andrey Tarkovski ile Geç Kalmış Bir Röportaj…………………………67
“Motor” Demesini Biliyor musun?……………………………………………………..79
Sinema ve Bellek……………………………………………………………………………………………….85
Sinemada Senaryo…………………………………………………………………………………………….91
YAŞAYIP GİDERKEN
Bahar Karşılaması……………………………………………………………………………………………..97
Başın Öne Eğilmesin……………………………………………………………………………………. 105
Benim Neyim Var? ………………………………………………………………………………………… 111
Bozkırda Futbol Hikâyeleri…………………………………………………………………….. 117
Buz Üstünde Yürür Gibi …………………………………………………………………………… 127
Çok Kaynamış Sular Gibiyiz …………………………………………………………………. 133
Çünkü Çok İstiyoruz!………………………………………………………………………………….. 139
Hatırladıklarım…………………………………………………………………………………………………. 145
Kan Aktıkça Biraz Sızlıyor……………………………………………………………………… 151
Uyku Ölümmüş Meğer……………………………………………………………………………….. 157
MEKTUP – Hiç Derdim Değilsin………………………………………………………………. 165
MEKTUP – Kaybettiğimiz Bir Abiye
Gecikmiş Bir Mektup…………………………………………………………… 169
MEKTUP – Çok mu Zordu?………………………………………………………………………….. 175
EDEBİYAT, SİNEMA, YAZMAK
501 Numaralı Oda
Ahmet Erhan’a… 501 numaralı oda. Bizim hastanenin en şık odası. Torpilli yani. Çoğunlukla benim ya da hekim arkadaşlarımın yakınlarının hastalandıklarında konuk edildikleri oda. 1997 yılında gelmiştim Okmeydanı’na. İçinde düğün salonu, kamyon tamirhanesi, et lokantası, kıraathane, oto galerisi, muhasebe bürosu ve hafriyatçı olan altı katlı bir binaydı ve benim hayalimde çoktan “hastane” olmaya başlamıştı. Binanın sahibi Erzincanlı Hasan Amca’yla haftalar süren konuşmaların nihayetinde, “mutlu son”a yaklaştığımızı hissetmiştim. Hasan Amca son buluşmamızda, “Tamam Doktor Bey, ben anlaşmaya menfi bakıyorum,” deyince, bir süre korkuyla bakakalmıştım adama. Ama, şimşek hızıyla, onun “menfi”yle “müspet”i karıştırdığını fark ederek, “Tamam Hasan Amca, ben de menfi düşünüyorum! O zaman hayırlı olsun,” diyerek binanın anahtarına kavuşmuştum. Hastaneyi kurarken, başımdan envai işler geçti:
Tepemde hiç durmadan sallanan bürokrasi kılıcı, bitmeyen banka kredileri, ne zaman batacağımı bekleyen meslektaşlarım, akılsız dostlarım, kalbinden kötülüğü silememiş budalalar vs… Ağzımda kaşıkla yemek masasında uyuduğum gecelerin sonunda ve galiba sadece anamın hayır dualarıyla, onun “Çok istersen olur kuzum,” düsturuyla hastaneyi ortaya çıkarabildim. Aslında baştaki soruyu sormanın tam sırası: Ben bu hastaneyi niye kurmuştum? Makinelerin sahibi olacaktım öncelikle. Patron olacaktım bir nevi. Ama, farklı bir patron! “Bakın; hastanecilik, üstelik özel hastanecilik başka türlü de yapılabilir,” diyebilmek içindi tüm çektiklerim. En sevdiklerimin son yolculuklarından önce uğradıkları zorunlu bir istasyon olacağını ise hiç aklıma getirmemiştim. 501 numaralı oda. Babamın, Metin Erksan’ın, Tuncer Necmioğlu’nun, doktor arkadaşım Aydın’ın ve son olarak da Erhan’ın yattığı oda. Ahmet Erhan’ın yani…
Resim aynı. Acilin önünde yaptığım mutat cenaze konuşması ve oradan cenaze aracıyla gönderilen cenazelerimiz. Kendime soruyorum, “Ben bu hastaneyi; dostlarımla, sevdiklerimle, yakınlarımla, son günlerinde temiz ve soğuk çarşafların arkasından hüzünlü bakışmalar ve sessiz ağıtlar yaşayayım diye mi kurdum?” Ne büyük bahtsızlık ve ne çaresiz bir hayal kırıklığı…
Ankara
Yıl 1976… Üniversiteyi kazanmıştım ve taşradan Başkent’e gidiyordum. Ankara’ya yani… Hayatımda hep soluk ama yakıcı fotoğraflarla yer alan kente. Nevşehir Lisesi’nden mezun olup Siyasal’ı kazandığım sene, abimin, Anadol kamyonetin arkasına koyup getirdiği üç beş eşyayla birlikte, İç Cebeci’de somyamın bile zor sığdığı küçük bir daireye yerleşmiştim. İlk gece hiç uyumadan, odamın penceresinden korku ve şaşkınlık içinde, karanlık ve sisli bir Ankara’ya baktığımı hatırlıyorum. Ertesi gün yaptığım ilk iş ise Zafer Çarşısı’na giderek, kulağımda Che Guevara marşlarıyla kitapçıları dolaşmak olmuştu. Büyülenmiş gibi ve büyük bir hayranlıkla. Ankara benim resimle, müzikle, kitapla ve en önemlisi politikayla gerçek manada tanışıp etkilendiğim ilk şehirdir. Aradan yıllar geçti. Kavga ve koşturmayla geçen, toz duman içinde bir on yıl.
Sonra, 1984’te bir doktor olarak döndüm Ankara’ya. Şehre geldiğim ilk gün yaptığım iş, yine Zafer Çarşısı’na gitmek oldu. Ama bu sefer genç bir şairle tanışmaktı derdim; Akdeniz Lirikleri ve Alacakaranlıktaki Ülke kitaplarının şairi Ahmet Erhan’la. Onu ilk gördüğüm andan aklımda kalan fotoğraf, çarşı içindeki bir sahafın önüne oturmuş, sessizce kitap okuyan, güzel yüzlü bir delikanlı. Ahmet Erhan. Ahbaplarının bildiği haliyle bizim “Erhan” yani. Yavaş yavaş, sessizce konuşmuş, sohbet etmiştik. İlk görüşte de ısınmıştık birbirimize. Sonra… Sonrası binlerce hikâye, anı ve fotoğraf işte. Şiir, türkü, içki, müzik, dostluk, keder, coşku… Sümer Sokak buluşmaları. Sohbetler, sonsuza kadar sürecek zannedilen arkadaşlıklar. Behçet, Akif, Adnan, Murat, Oktay, Ahmet Telli, Tolga… Oğlu Deniz’in doğumu. Sivas. Behçet’i kaybedişimiz. Azer’in ölümü.
İstanbul
1990 yılına kadar Ankara’da kaldım. Sonra da İstanbul… Erhan, İstanbul’a da geldi sonra. Kaldı ve yerleşti üstelik. Ama aklı hep Ankara’daydı sanki. Sevgili Hacer’in olağanüstü gayreti ve çabası Erhan’a ömür kattı. Ama yetmedi. Erken sabah ziyaretlerimin birinde, 501 numarada üç kadın, Erhan’ın rutin vücut temizliğini yapıyordu. Biri, cefakâr eşi Hacer, diğerleri hemşire ve temizlik görevlisi. Bir süredir yatağa bağımlı olan Erhan, sessizce ve tepkisizce yapılanları izleyerek yatağında yatıyordu. Kapıda durdum ve biraz bekledim. Sonra fark etti beni ve bakıştık bir süre…
“Ah kardeşim!” dedim içimden, “Yan yana yürüdüğümüz, sarhoş olup ağladığımız, kucaklaşıp coştuğumuz; uykulu, uykusuz, hiç bitmeyecek zannettiğimiz, gençliğimiz, gecelerimiz…” Bir hinlik geldi aklıma. Yatağın yanına gelerek, “Tamam birader,” dedim ve sırıtarak devam ettim: “Evet, böyle bir hayalimizi hatırlıyorum. Etrafımızda kadınlar olacaktı. Onlar fır döneceklerdi. Biz yan gelip yatacaktık. Keyif keka. Ama sanki bu değildi.” İnce, kararmış dudaklarını güçsüzce açıp, gülümsedi. Birkaç gün sonra da kaybettik…
A. Erhan, her şeyden önce benim dostum ve kardeşimdi; ona dair tarafsız olamam. Ama bütün objektifliğimle söyleyebilirim ki, dünyanın en iyi şairlerinden biriydi. Hayatı da şiiri gibiydi ve hep yazdığı gibi yaşadı. Acil önündeki mutat cenaze törenine dönelim. Şöyle dedim orada: “Namık Kemal’in bir dizesi geliyor aklıma: Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl, kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına.” “Bizim şikâyet etmemizin sebebi içinde bulunduğumuz hüzün atmosferidir, gönlümün derdinden bahsetmek asla aklıma gelmez” diyor Namık Kemal.
Evet… Erhan tam da böyleydi işte. Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk. Erhan yerini, yazdığı şiirlerle belli ediyordu. Kısacık ömür denizinde bir deniz feneri gibi ses verdi hep. Kaybolmuş, yitip gitmiş vücuduna, ancak çıkardığı iniltilerden, yani şiirlerinden ulaşabilirdiniz. Dünyanın en içten, en yakıcı, en sade ve pürüzsüz şiirleriydi bunlar. Bulduğunuzda kaybolan ve yeniden bir başka sisin içinden, yeni iniltiler çıkaran bir deniz feneriydi Erhan. J. Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sında roman kahramanı, ölen yoldaşını toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir:
“O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!”
Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim.
Ot dergisi, Eylül 2013
Ahmet Erhan’ı 4 Ağustos 2013 yılında uzun süredir tedavi gördüğü ve kurucusu olduğum hastanenin bir odasında kaybettim. 501
no’lu oda onun kederiyle yazılmış bir yazıdır.
…