Zihin bedeni etkiler, bunu biliyoruz. Bir melodiyle tüylerimiz diken diken olur, bir görüntü karşısında gözyaşı dökeriz ve bir temas kalp atışlarımızı değiştirir. Ama soru zihin bedeni iyileştirebilir mi olduğunda, umut taciri yeni çağ guruları tarafından istila edilmiş, bırakın inanmayı, üstüne kafa yormanın bile akıldışı görüldüğü bir sahada buluruz kendimizi.
Doğru, zihnimiz kimilerinin pazarladığı gibi kanseri yenecek mucizevi bir ilaç değil ama bir ağrı kesici ya da antidepresan işlevi görebildiğini gösteren bilimsel araştırmaları nereye koyacağız? Jo Marchant’a göre insanlığın ortak çıkarı bu alanı yok saymaktan değil, tersine şüpheciliği elden bırakmadan merak ve inatla gerçekle masalı birbirinden ayırmaktan geçiyor.
Büyük yankı uyandıran ve Kraliyet Akademisi Ödülü finalisti olan kitabı ŞİFA’da, heyecan verici araştırma ve vakaların peşinden dünyayı dolaşarak şu sorulara cevap arıyor: Alternatif tıbba yönelmek hepten bir yanılgı mı, yoksa bir fark yaratabilir mi? Düşüncelerimiz, inançlarımız ve duygularımız fiziksel sağlığımızı etkileyebilir mi? Zihnimizi bedenimizi iyileştirmek üzere eğitebilir miyiz?
İÇİNDEKİLER
Yazarın Notu ix
Giriş xi
1. MIŞ GİBİ YAPMAK: Hiç Neden İşe Yarar? 1
2. SAPKIN BİR FİKİR: Anlam Her Şey Olduğunda 25
3. PAVLOV’UN GÜCÜ: Bağışıklık Sisteminizi Nasıl Eğitirsiniz? 49
4. YORGUNLUKLA SAVAŞMAK: Son Firar 71
5. TRANS HALİNDE: Bağırsağını Bir Nehir Gibi Düşün 91
6. AĞRIYI YENİDEN DÜŞÜNMEK:
Buz Kanyonundan Geçerken 113
7. KONUŞ BENİMLE: İlgi Neden Önemli? 133
8. SAVAŞ YA DA SIVIŞ: Öldüren Düşünceler 155
9. ÂNI YAŞA: Beyninizi Nasıl Değiştirirsiniz? 181
10. GENÇLİK PINARI: Dostların Gizemli Gücü 205
11. ELEKTRİK SİNYALİ: Şifa Veren Sinirler 231
12. TANRIYI ARARKEN: Lourdes’un Gerçek Mucizesi 255
Sonuç 283
Notlar 301
Teşekkür 345
GİRİŞ
Geçen yaz hafta içi bir sabah parka gitmiştim. Neşeli bir güney Londra manzarasında çocuklar fıskiyelerden etrafa su sıçratıyor, çimenlerin üzerinde futbol oynuyorlardı. İki anneyle birlikte kum havuzunun kenarına tünemiş, elimizde güneş kremi ve pirinç patlakları, renkli plastik küreklerle yamuk kaleler yapan çocuklarımızı seyrediyorduk. Kadınlardan biri, daha yeni tanıştığım zeki ve kültürlü bir anne, homeopatik tıbbın uzun zamandan beri başına dert olan egzamayı nasıl iyileştirdiğini anlatıyordu. “Homeopatiyi seviyorum!” diyordu. Bilim insanı olarak karşı çıkmak zorundaydım.
Homeopati dediğiniz şey, zarif şişelere konmuş sudan (ya da şekerli haplardan) başka bir şey değildir aslında; etkin madde o kadar seyreltilmiştir ki orijinal halinden bir molekül belki var belki yoktur içinde. “Ama homeopatik remedilerin içinde bir şey yok ki,” diyecek oldum.
Yeni arkadaşım küçümseyen gözlerle baktı bana. Sanki homeopatinin iyileştirici özelliklerinin, bilim insanlarının ulaşabildiği sınırların ötesinde tanımlanamaz bir öze bağlı olduğunu kavrayamayacak kadar ahmakmışım gibi “İçinde ölçülebilir bir şey yok,” diye karşılık verdi. Bu kısacık cümleyle günümüz tıbbındaki en büyük felsefi mücadelelerden birini özetlediği hissine kapıldım. Bir yanda konvansiyonel batı tıbbının taraftarları var: rasyonel, indirgemeci ve maddesel dünyadan köken alan. Onların para digmasına göre beden bir makine gibidir. Düşünceler, inançlar ve duygular tıbbi bir sorunun tedavisinde çoğunlukla rol almaz. Bir makine bozulduğunda onunla diyaloğa girmezsiniz. Doktorlar görüntüleme yöntemleri, testler, ilaçlar ve cerrahi gibi fiziksel yöntemlerle soruna tanı koyup bozuk olan neyse tamir ederler. Aslına bakılırsa geriye kalan herkes diğer saftadır: kadim, alternatif ve doğu kökenli tıbbın takipçileri.
Bu holistik gelenekler; maddi olmayan dünyayı maddi olanın, insanları hastalıkların, öznel deneyimi ve inançları nesnel çalışma sonuçlarının üstünde tutar. İlaç yazmak yerine akupunktur, spiritüel şifacılık ve reiki uygulayan terapistler, fiziksel varlığı olmayan enerji alanlarını kullandıklarını iddia ederler. Homeopatiyi savunanlar için remedilerin içinde etkin maddenin fiziksel izinin bulunmaması önemli değildir çünkü onlar ilacın saptanamaz nitelikteki “belleğinin” bir şekilde remedinin içinde kaldığına inanırlar.
Batıda konvansiyonel tıbbın hâkimiyeti söz konusu olsa da milyonlarca insan alternatif tıbba kucak açmıştır. ABD’de spiritüel şifacılık ve reiki mucizeleri televizyon haberlerine konu oluyor. Erişkinlerin neredeyse %38’i (duayı da sayarsanız %62’si) bir çeşit tamamlayıcı ya da alternatif tıp uygulamasından faydalanmaktadır. Bunun için her yıl yaklaşık 34 milyon dolar harcanmakta,1 alternatif tıp uygulayıcılarına 354 milyon başvuru olmaktadır (birinci basamak hekimlerine başvuruların sayısı 560 milyondur).2 Yaşadığım yer olan Londra’da anneler, diş çıkaran bebeklerini rahat ettireceği inancıyla bebeğin boynuna kehribar kolye takar.
Aklı başında eğitimli anneler arasında, çocuklarına önemli aşıları yaptırmayı reddedenler ve arkadaşım gibi, bilimsel açıdan hiçbir mantığı olmayan tedavileri benimseyenler var. Bilim insanlarının karşı atağa geçmesi hiç de şaşırtıcı değil. Atlantik’in her iki yakasından profesyonel şüpheciler James Randi ve Michael Shermer gibi, sahtekârlıkları ortaya çıkaran kuşkucular; Steven Salzberg ve David Gorski gibi bilimsel blog yazarları; biyolog yazar Richard Dawkins dini, sözdebilimi ve özellikle de alternatif tıbbı saldırgan bir dille açıkça suçlamakta dırlar. Epidemiyolog Ben Goldacre’ın, bilimi, sağlıkla ilgili doğruluğu kanıtlanmamış iddialarına alet edenleri kınadığı, 2009 yılında yayımlanmış kitabı Bad Science [Kötü Bilim] 22 ülkede yarım milyondan fazla satmıştır. Tim Minchin’den tutun Dara Ó Briain’a, komedyenler bile bu kavgaya katılarak esprilerini rasyonel düşünceyi yüceltmek ve homeopati gibi tedavilerin saçma olduğunu vurgulamak için kullanıyorlar.
Takipçileriyse bu mantıksızlık dalgasına toplantılar, makaleler, protestolar ve Birleşik Krallık’ta yüzlerce doktorun Ulusal Sağlık Hizmeti’nin homeopatik tedavilere para harcamaya son vermesi talebiyle imzaladığı dilekçe gibi bilim muhabiri Steve Silberman’ın tabiriyle “sözdebilim karşıtı sınır çizgileri çizerek” karşı çıkıyorlar.3 Şüpheciler, klinik çalışma sonuçlarının, alternatif çarelerin çoğunun plasebodan (yalancı tedavi) daha iyi olmadığını kanıtladığını ve bunları kullananların faka bastığını vurguluyor. Birçok kişi bu düzmece tedavilerin kökünü kazımak gerektiğini savunuyor.
Onlara göre sağlık hizmetleri kapsamında kanıta dayalı konvansiyonel tıp dışında bir şeye ihtiyacımız yok. Ben rasyonel bakış açısını savunuyorum. Bilimsel yönteme tutkuyla bağlıyım. Londra’nın önde gelen hastanelerinden birinde üç yılımı hücrelerin işleyiş mekanizmalarını inceleyerek geçirdim, genetik ve tıbbi mikrobiyoloji alanında doktora yaptım. Doğadaki her şeyin doğru soruları sormak koşuluyla bilimsel olarak incelenebileceğine, güvendiğimiz tıbbi tedavilerin kılı kırk yaran çalışmalarla test edilmesi gerektiğine inanıyorum. Şüpheciler haklı: Bilimi bir kenara bırakıp her şeyi hayra yorarsak cadıların boğulduğu, hacamat yapılan, Tanrı’ya yakarmanın bizi vebadan kurtaracağına inandığımız karanlık çağlara geri dönebiliriz.
Fakat çözümün alternatif tıbbı yok saymak olduğundan emin değilim. Bir bilim yazarı olarak modern tıbbın sadece şifaya kavuşturduğu insanlarla değil, şifaya kavuşturamadıklarıyla da karşılaşıyorum: bağırsak sorunları ya da yorgunluk nedeniyle hayatı mahvolduğu halde “gerçek” bir sorunu yokmuş muamelesi gören hastalar; kronik ağrı ya da depresyon nedeniyle, bağımlılık yaratan ve yan etkileri olan ama altta yatan sorunu çözmeyen ilaçların verildiği insanlar; yaşam süresini uzatmaya dair makul bir umut olmadığı halde defalarca agresif tedavi uygulanan kanser hastaları.
Ayrıca maddesel gerçekliği olmayan bazı soyut tedavilerin gerçek fiziksel etkiler gösterebileceğini düşündüren, kimi zaman haber başlıklarına yansıyan ama çoğunlukla uzmanlık dergilerinde saklı kalan bilimsel bulgularla karşılaşıyorum. Ameliyattan önce hipnotize edilen hastalar daha az komplikasyon yaşıyor ve daha hızlı iyileşiyor. Meditasyon, hücrelerimizde moleküler değişiklikleri tetikliyor. Bu kitabın ilk bölümünde göreceğimiz gibi, eğer bir tedavi plaseboya üstün değilse, bu, o tedavinin işe yaramadığı anlamına gelmez; etkili bir tedavi uygulandığına inanmanız bile başlı başına çarpıcı bir biyolojik etki gösterebilir.
Kehribar bileklik ve homeopatik haplar kullanan anneler cahil ya da aptal değil; tecrübelerine dayanarak bütün bunların gerçekten de yardımı olduğunu biliyorlar. Dolayısıyla alternatif tıp taraftarlarının, suyun belleği ve şifa veren enerji alanlarıyla ilgili konuşmalarının yanıltıcı olduğuna inanmakla beraber, şüphecilerin de meseleyi bütünüyle doğru anladığını düşünmüyorum. Bu kitabı yazmaya başladım çünkü konvansiyonel doktorların yanı sıra şüphecilerin de fiziksel sağlığın hayati bir bileşenini gözden kaçırıp kaçırmadığını ve bu nedenle kronik hastalıklardaki artışta rol oynayarak aklı başında milyonlarca insanın alternatif tıp uygulayıcılarına gitmesinde sorumluluğu olup olmadığını merak ediyordum. Hayati bileşen derken, zihni kast ediyorum elbette.
Hiç karşıdan karşıya geçerken kıl payı ezilmekten kurtulduğunuzda içinizde bir adrenalin dalgasının kabardığını hissettiğiniz oldu mu? Sevgilinizin sesini duyduğunuzda tahrik oldunuz mu hiç? Ya da çöpteki kurtçukları görünce öğürdünüz mü? Öyleyse, zihnin fiziksel bedeni nasıl etkilediğini tecrübe etmişsiniz demektir. Zihinsel durum bilgimiz, biz farkında olmasak da vücudumuzun çevreye sürekli uyum sağlamasına yardımcı oluyor. Aç bir yırtıcı –ya da üzerimize doğru gelen bir kamyon gördüğümüzde bedenimiz kendini çabucak yoldan çekilmeye hazırlıyor. Biri yemeğin hazır olduğunu söylediğinde hoş ve rahatlatıcı sindirim sürecine hazırlanıyoruz.
Bu kadarını biliyoruz. Ama konu sağlık oldu mu, konvansiyonel bilim ve tıp, zihnin beden üzerindeki etkisini ya görmezden geliyor ya da önemsemiyor. Stres ya da kaygı gibi negatif zihinsel durumların uzun vadede sağlığa zarar verebileceği kabul ediliyor (halbuki yirmi otuz yıl önce buna şiddetle karşı çıkılıyordu). Oysa tam tersinin de doğru olabileceği, yani duygusal durumumuzun hastalıklarla mücadelede önemli rol oynayabileceği ya da zihnimizin “iyileştirici güçlere” sahip olabileceği fikrine son derece güvenilmez gözüyle bakılıyor.
Batı tıbbında zihinle beden arasındaki ayrışmadan genellikle Fransız düşünür René Descartes sorumlu tutulur. Plasebo etkisinin ötesinde fazla bir şey yapamayan kadim zamanların hekimleri, zihin ile bedenin iç içe geçmiş olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Genellikle tıbbın babası olarak anılan Yunan hekim Hipokrat “içimizdeki doğal iyileştirici güç”ten bahsederken, ikinci yüzyılda yaşamış bir hekim olan Galen “güven ve umudun ilaçtan fazlasını yaptığını” düşünüyordu.
Fakat on yedinci yüzyılda Descartes iki temel madde arasında bir ayrım yaptı: Beden gibi fiziksel cisimler bilimsel yöntemle incelenebilirken, Tanrı’nın bir lütfu olduğuna inandığı zihinsel ruh gibi somut olmayan bir şey bilimsel olarak incelenemezdi. Bu iki madde türünün, aralarında bir iletişim olsa bile (Descartes bunun beyindeki epifiz bezi aracılığıyla gerçekleştiğini düşünüyordu) bunların birbirinden bağımsız var olduğu sonucuna varmıştı. Ölünce bedenimiz ortadan kalksa bile müstakil ruhumuz yaşamaya devam ediyordu. Düşünürlerin ve sinirbilimcilerin çoğu artık zihin-beden ikiliği fikrini reddediyor. Onun yerine beyindeki her durumun nöronların her fiziksel konfigürasyonunun esasen belli bir düşünce ya da zihinsel durumla ilişkili olduğuna ve bu ikisinin asla ayrılamayacağına inanıyorlar. Yine de Descartes’ın kendinden sonraki dönemde bilim ve felsefe üzerinde çok büyük bir etkisi olmuştur.
Günümüzde hâlâ, öznel düşünce ve duyguların fiziksel ve ölçülebilir şeyler kadar bilimsel olmadığı –titiz çalışmalara pek uygun olmadığı, hatta pek “gerçek” olmadığı– düşünülür. Tıbba gelince, uygulama alanındaki ilerlemeler zihni belki de felsefe alanında olduğundan çok daha uzaklara sürgün etmiştir. Bilim insanları mikroskop, stetoskop, tansiyon aleti gibi tanı araçlarını ve on dokuzuncu yüzyılda Paris’te otopsiyi geliştirdiler. Daha öncesinde doktorlar hastalıklara, hastanın belirtilerle ilgili beyanına dayanarak tanı koyuyorlardı; oysa artık vardıkları sonuçları gözle görülür yapısal değişikliklere dayandırma şansları vardı. Hastalık artık hastanın öznel deneyimi olarak değil, bedenin fiziksel durumu olarak tanımlanıyordu. Tıp öyle bir noktaya ulaşmıştı ki hastanın hissettiği ama doktorun göremediği bir soruna gerçek bir hastalık değilmiş gözüyle bakılıyordu.
Öznel deneyimden uzaklaştıran bir başka aşama, 1950’lerde randomize kontrollü çalışmaların devreye girmesi oldu. Yeni tedavileri sınarken bireysel yanlılığın önüne geçmek için bu çalışmalarda ne doktorlar ne de hastalar uygulanan tedaviyi bilir ve sonuçlar titiz istatistiksel tekniklerle analiz edilir. Güvenilmez insan deneyiminin yerini tarafsız sayılar alır.
Bunun, modern zamanların en önemli entelektüel fikirlerinden biri olduğu söylenebilir. Hangi tedavilerin işe yaradığını belirleyen bu nesnel yöntem sayesinde şüpheli tedavi yöntemleri artık doktorları tavlayamıyor. Genel olarak tıpta modern maddeci yaklaşım sayesinde, mucizelerden aşağı kalmayan sonuçlar alınmaktadır. Artık elimizde enfeksiyonların tedavisinde kullanılan antibiyotikler, kanserle mücadelede kemoterapi, çocukları çocuk felcinden kızamığa, öldürücü hastalıklardan koruyan aşılar var. Hastalıklı organların yerine sağlıklı olanları nakledebiliyor, Down sendromuna doğum öncesi tanı koyabiliyoruz ve bilim insanları göz, kalp ve beyindeki hasarlı dokuları onarmak için kök hücreler üzerinde çalışıyorlar.
Fakat bu paradigma, ağrı ve depresyon gibi karmaşık sorunları çözmede ya da kalp hastalığı, diyabet ve demans gibi kronik hastalıklardaki artışı önlemede daha az başarılı oldu. Dahası doktorların ve bilim insanlarının, vücudun işleyişi konusunda çoğu normal insana sağduyulu gelen yaklaşımı göz ardı etmesine yol açtı. Fiziksel ölçülebilir olan üzerine odaklanmak, zihnin daha soyut olan etkilerini devre dışı bıraktı.
Bu kör nokta, hayal dünyasında yaşayanlarla kinik tüccarların, düşünce ve inançların iyileştirici gücü fikrinden çıkar sağlamasına izin vermiştir. Bilimsel kanıtlar göz ardı edilmiş ya da büyük ölçüde çarpıtılmıştır. Kişisel gelişim kitapları, internet siteleri ve bloglar abartılı iddialar ortaya atmaktadır: duygusal çatışmaların çözülmesinin kanseri iyileştirdiği (Yeni Alman Tıbbı’nın kurucusu Ryke Hamer); zihnimizin DNA’mızı kontrol edebildiği (hücre biyoloğu Bruce Lipton’ın çoksatan kitabı The Biology of Disbelief [İnançsızlığın Biyolojisi]); düşüncelerin ahenk içinde olduğu bir bedende hastalığın barınmayacağı (Rhonda Byrne’ın milyonlarca satan ve bir fenomen haline gelen kitabı The Secret [Sır]) gibi.
Zihin, dünyayı toz pembe görmek dışında herhangi bir çaba harcamayı gerektirmeksizin hastalıkları iyileştiren, her derde deva bir şey olarak pazarlanıyor. O nedenle zihnin iyileştirici gücü ya da bu güce sahip olmadığı meselesi– irrasyonel düşünceye karşı verilen büyük mücadelede önemli bir cephe haline gelmiştir. Sorun şu ki, şüpheciler mantık, kanıt ve bilimsel yöntem üzerinden giderek asılsız iddiaların ipliğini pazara çıkarmaya çalıştıkça, fikrini değiştirmeyi umdukları insanları daha da fazla tecrit ediyorlar. Pek çok kişiye apaçık gelen bir durumu (zihnin sağlığı etkilediği; alternatif tıbbın birçok vakada işe yaradığı) inkâr ederek bilime karşı, inatçı bir direnişi değilse bile, en azından güvensizliği körüklüyorlar. Bilim insanları bu gibi çarelerin değersiz olduğunu söylüyorlarsa, bu sadece onların ne kadar az şey bildiğini kanıtlar.
Peki ya farklı bir yaklaşım izlersek? Zihnin sağlık konusundaki rolünü kabul ederek onu sözdebilimin pençelerinden kurtarabilir miyiz? Bu kitabı yazarken, şu anda bu alanda devam eden öncü araştırmalardan bazılarını incelemek için dünyayı dolaştım. Amacım, zihnin beden üzerindeki etkilerini incelemek için ana akım düşünceye karşı kürek çeken bilim insanlarının izini sürmekti. Zihin gerçekten ne yapabilir? Nasıl ve neden öyle çalışır? En son bulguları hayatımızda nasıl kullanabiliriz? Zihnin beden üzerindeki etkisinin belki de en katışıksız örneği olan plasebo etkisiyle ve sahte ilaçlar aldığımızda neler olup bittiğini inceleyen bilim insanlarının çalışmalarıyla başlayacağız.
Daha sonra, bağırsak kasılmalarını yavaşlatmak için hipnoza başvurmaktan tutun, bağışıklık sistemini tat ve kokuya yanıt verecek şekilde eğitmeye varan, zihni hastalıkla mücadelede kandırmak için kullanılabilecek bazı hayret verici yöntemleri inceleyeceğiz. Hastanın kendisiyle ilgilenen kişiden doğru sözleri duymasının ameliyata ihtiyacı olup olmadığını, hatta ne kadar yaşayacağını dahi belirleyebildiğini öğreneceğiz. Kitabın ikinci yarısında, düşünce ve inançların hemen ortaya çıkan etkilerinin ötesinde, zihinsel durumumuzun ömür boyu hastalık riskini nasıl biçimlendirdiği konusuna geçeceğiz.
Meditasyondan biyolojik geribildirime çeşitli zihin beden terapilerinin bizi gerçekten de daha sağlıklı kılıp kılmadığını sınamak için beyin görüntüleme tekniklerinden ve DNA analizinden yararlanan bilim insanlarını ziyaret edeceğiz. Etrafımızdaki dünyayı algılayış biçimimizin, fiziksel yapımızı gen aktivitesi düzeyine kadar nasıl etkilediğini göreceğiz. Ayrıca psikolojik hilelerin ve tedavilerin sınırlarını öğreneceğiz. Zihin neyi yapamaz? Holistik şifacıların iddiaları ne zaman haddini aşar? Zihin nedeniyle bir şeyler kötü gitmeye başladığında neler olur?
…