Kişilik ve Şahsiyet Eğitimcisi Sn. Erol Erbaş, kırk yılı aşkın süredir insanın kişilik ve şahsiyet yapısını araştırıp incelemiş ve incelemektedir. Dünyada ilk defa, insanın tanınmayan öz yapısını kendi yaşantısında tespit etmiş ve ortaya koymuştur. Kişilik ve şahsiyet eğitimlerini meslek haline getirmiş, bu konuda eğitimciler yetiştirmiş ve yetiştirmektedir. Yaşadığını konuşur, konuştuğunu yaşar. An’da ve dikkatinde yaşadığı için söylemleri doğmandır. Pek çok insanın hayatını dikkat, özgüven, sade zihin, güçlü zekâ, fikir üretimi ana beşlisinin altında sistem, prensip, tasarruf, düzen ve intizam yönünden düzene sokmuş; ahlaki, ailevi, ekonomik ve sosyal yönde değiştirmiştir. Kişileri çalışkan, üretken, kararlı, başarılı insanlar haline getirmiştir. Kendisinden eğitim almış birçok kişinin kalemlerine yansıyan beş yüz farklı huy, alışkanlık, tutku, acizlik, tembellik gibi birçok yönün değiştiği görülmüştür. İnsan yapısında bu gibi olguların olmasını kabul etmez. Kendisiyle tanışanlar değişir, gençleşir, güzelleşir, zihinleri sadeleşir, hafifler. Kainatta doğal halini yaşamayan tek varlık insandır. Erol Erbaş Bey’in özelliği insanı doğal haline döndürmektir. İnsanın doğal halini; “ kendi gövdesini ve evreni, yetki ve sahipliğiyle yönlendirip düzene sokarak verimli hale getirmek” olarak tanımlar.
İnsanda benzetme, yorumlama, uydurma, hayalcilik, hikayecilik, taklitçilik ve şekilciliği yaşayış devrini bitirmiş; yerine, anını yaşa kendini yaşa, dikkat, müspet, verimlilik, başarı, güven, saygı ve sevgiyi yaşayış devrini başlatmıştır. Kendinde tespit edip yaşamadığı hiçbir şeyi sunmaz. Kendi canlı kitabını okur, okutur, yaşar, yaşatır. Dünyada gerçek sevgiyi yaşayış fikri bilinmemektedir. Kendisi bunu yaşantısıyla ortaya koyar. Dünyada mahlûk ve gövde medeniyeti çözüldüğü halde insan medeniyeti çözülememiştir. Kendisi maddenin ve enerjinin ötesinde insan medeniyetinin çözülmesinde müspet yaşantılar ortaya koyar. Teknik ve gövde medeniyeti çok gelişmiş ve ileri olmasına rağmen gönül ve zihin medeniyetine dair hiçbir elle tutulur yaşantı bulunmamaktadır. Sn. Erol Erbaş gönül ve zihin medeniyetini net bir şekilde yaşantı halinde ortaya koyar. Geçmiş gelecek düşüncesiyle yaşamayı kaldırıp; Anını yaşa kendini yaşa, oku – okut, yaşa – yaşat fikir silsilesini ortaya koymuştur. Ekonomiye bakış açısı; doğayı insan yararına dönüştürüp sunmasıdır. O’nun fikrî yaşantısına göre insan mutlaka üretici ve meslek sahibi olmalıdır. Ekonomide emek ve zekânın karşılığının dışında hiçbir şeyi kabul etmemektedir. Sermaye kesinlikle kabul görmemektedir. Çünkü sermayenin olduğu yerde dürüstlük olmaz. Sermayenin olduğu yerde aracılar türer. Aracıların olduğu yerde üretici ve meslek sahipleri yok olur. Sermayenin olduğu yerde kalite ve üretim bozulur. Aileye bakış açısı: O’nun yaşattığı fikir yapısına göre öncelikle kendi vücut yapısının ailesi, daha sonra neslin devamlılığı için olan aile kutsaldır. İnsan anlayışında kadın–erkek ayrımı kalkar, herkes üstüne düşen vazifesini yapar. Hanım hanımefendi, bey de beyefendi olur. Güven ve saygının olmadığı yerde aile mefhumu olmaz. Sosyal hayata bakış açısı: İnsan demek sosyal hayat demektir. İnsanın gövdesiyle vücuduyla, duyularıyla, duygularıyla, duyumlarıyla yani hal ve hareketleriyle kendisine ve etrafına faydalı olmasıdır. Doğaya bakış açısı; nebatata, hayvanata gereken ilgiyi gösterip bunlardan insanlığa gereken faydayı sunmasıdır. İnsan her türlü nebatatı ve hayvanatı insanın yararına kullanmayı çözer ve uygular. Ziraata, tarıma elverişli topraklara asla inşaat yapılamaz. Onun dine bakış açısı ve tanımlaması: her varlığın doğal halini yaşaması dindir. Dinsiz hiçbir zerre olamaz. Din demek her varlığın kendisini ispatlayıp ortaya koyması demektir. Bundan dolayı da din ayrı insan ayrı diye bir mefhuma yer vermemektedir. İnanç ise müspet yaşantı demektir.
Ona göre siyaset; Doğal insanın öz kültürünü, yaşayışını, hukukunu, adaletini, milli şuurunu, aile yapısını, ekonomisini, sosyal yönünü her an tekâmül ederek ve yenileyerek başkalarına sunması ve hizmettir. Bu hizmet yarışlarından da güzellikler zuhur eder. Bu da insanları mutlu eder. Evrenin ve tabiatın bir bütün olduğunu, bu bütünlüğün yetkili ve sahip kısmının İNSAN olduğunu ortaya koymuştur. Yüzeyde bakıldığında önce hayal, sonra madde, atom, enerji, hayat, can ve son olarak da yetki ve sahipliği olan İnsan’ın geldiğini tespit etmiştir. Bütün evrenin de kendini insanda bütünleştirmiş olduğunu ispatlamıştır. Onun için evren kendi insanıyla işlerini görür, kendini yeniler ve düzenini kurar. Teknik ve gövde medeniyetini insanın görünen kısmıyla düzene sokar. Zihin ve gönül medeniyetini de görünmeyen kısmıyla düzene sokar. İnsan görünen ve görünmeyen yapılarıyla bir bütündür. Özünden kaynaklanan insan, gövdesiyle evreni; adalet, güven, saygı, sevgi ve güzellikle düzene sokar, bütün insanlık mutlu yaşar.
ÖNSÖZ
Toplumda şahsımızla, ailemizle, sosyal grubumuzla bir var olma mücadelesi içerisindeyiz hepimiz. Kendi kendimizi kabul ettirebilmek için yaşıyoruz. Tüm hareketlerimizin, konuşmalarımızın, davranışlarımızın, düşüncelerimizin tabanına baktığımızda, sürekli bizi zorlayan bu isteğimizi buluruz. İsteriz ki herkes bizi beğensin, bizi sevsin, bize saygı duysun, bizi takdir etsin, bizi anlasın. Kısacası, kabul edilmektir bu hayattaki amacımız. Hem de saygıyla kabul edilmek. Peki ama biz kendi kendimizi ne kadar kabul ediyoruz ki başkalarından bizleri kabul etmelerini bekliyoruz?
İnsanın bu temel ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için ilk önce yapması gereken, istek ve arzularının kaynağına inip kendisiyle tanışmak. Öyle ya, bir istek yapan yerimiz var, bir de bu isteği uygulamaya koyan. Ama adresler belli değil. Bugüne kadar yapımızdaki bu adresler müspet olarak tanımlanmamış. Yanlış yerlerde tatmin aranmış. Bu yüzden insanoğlu içinden duyduğu isteklerini tatmin etmek derdindeyken, deniz suyu ile susuzluğunu gidermeye çalışan birisi misali, tatminsizliği giderek çoğalmakta, kendisiyle olan mesafesi de giderek artmakta. Bu soruna çözüm ancak, kendi yapısını bir ustanın kendi eserini tanıdığı gibi tanımış, kendi içindeki bu ikiliği kaldırıp tekleşmiş, içi dışı bir olmuş bir insandan gelebilir.
İşte Kişilik ve Şahsiyet Eğitimcisi Erol Erbaş Bey, kırkdört yıldır kendisini tanımayı, yapısını çözmeyi, çözdüklerini insanların hizmetine sunmayı ve onların kişisel, ailesel, toplumsal ve kutsal ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlamayı meslek edinmiştir. İnsanlığın her yönlü ihtiyaçlarına çözüm olacak fikrini insanlarla paylaşmaktadır.
Kişilik ve Şahsiyet Eğitimcisi Erol Erbaş Bey’in seminerlerinde katılımcılar tarafından insana ve insanın yaşantısına ait her konuda merak edilen sorular sorulmaktadır. Kendisi AN’da ve dikkatinde yaşadığı için, AN’da gelen, yaşayışını yansıtan doğman söylemlerini dinleyicilerle paylaşır. Her söylediği katkısız, AN’daki doğman konuşmalardır. Doğman konuşma, dikkatinde olan insanın an’daki zuhuratıdır. Erol Erbaş Bey yaşadığını konuşur, konuştuğunu yaşar. Bu kitapta yer alan söylemler, seminerlerinde kendisine insanın yapısını tanımak amacıyla sorulan sorulara yaşayışına göre verdiği cevaplardan, üzerinde herhangi bir düzenleme, sözlerine bir katkı yapılmadan, kendisinin doğman olarak dile getirdiği şekliyle sunulmuştur. *
GİRİŞ
“Burada bizim anlattığımız yepyeni bir fikir. Çünkü ortada insan hakkında müspet bir fikir yok. Artık teknolojiden dolayı yeni bir fikre ihtiyaç hissediliyor, insanın iç yapısının ortaya çıkması lazım. Çünkü bu teknoloji artık o sözlerle tatmin olmuyor. Artık manevi yönün de açılması, gelişmesi lazım ki teknoloji onun ayağının altında kalsın. Şimdi teknoloji başa çıkmış, insan ayağa düşmüş. İşte sıkıntı burada. Sıkıntı dengesizlik verir. Dış yapımız çok ileri, iç yapımızdan haber yok. Dış doymuş, şişmiş; iç açlıktan ölüyor. Bu nedenle diyoruz ki; biraz da kendimize bakalım artık. Kim olduğumuzu tanıyalım, anlayalım, hal ve hareketimizi ona göre tabii olarak yapalım. İnsan olarak kendinizi tanıdığınız zaman; kötülük, tembellik, pısırıklık, yalan, hile, dalavere olmaz. Çünkü insan yapısında bunlar yok, hayvan yapısında var. Hayvan yaşamak için yaşar, insan yaşatmak için yaşar. Hayvan sömürür, kendi çıkarını düşünür. İnsan başkalarını düşünür. Arada çok fark var.”
“Şimdi soruyorum, bugün akşama kadar bir dakika olsun kendinizi düşündünüz mü? İşi gücü düşündünüz, parayı düşündünüz, koskoca insanı hiç düşünmediniz. Bu kadar garibanlık olmaz ki. Akşama kadar çalıştınız, tembellik ettiniz, üzüldünüz, sevindiniz, öfkelendiniz, bağırdınız, ağladınız, güldünüz, keyfiniz kaçtı, zevk aldınız. . . Siz bunlardan hangisisiniz? Sizi tanımlayan vasıf ne? Su içtiğimiz bir bardak hiç bozuluyor mu? Yüz yıl geçse de “ben bardağım” diyor. Vasfını hiç bozmuyor. Biz beş dakika bir tipte duramıyoruz. Kendi kendimize yön veremiyoruz. Niye? Karar verip istediğimizi yapacak gücümüz yok. Zihinlerimiz yanlış bilgilerle ve inançlarla kirlenmiş. Zihinlerimizi temizleyip, ihtiyacımız olan gücü elde edeceğiz.”
“Bu gövdenin içindeki varlık şeref, haysiyet, onur, vakar, yücelik, icat, buluş, yenilik istiyor. Araştırma, geliştirme istiyor. Oranın gıdasını veremiyoruz. Hepimiz güven hastasıyız. Bakın hiç güvendiğiniz kimse var mı? İnandığınız kimse var mı? Bakın boştasınız. Hepiniz şöyle bir gözünüzü yumsanız, yalnızsınız. Yaşanır mı bu hayat böyle? Sıkıntıyla, korkuyla yaşanır mı? Oraların ihtiyacını karşılamak lazım. Artık kağnı devrinin metotları da doyurmuyor, bitti. Yeni bir metot lazım. Yeni bir metot da bulundu. İNSAN ÇAĞI açılacak. Mecburen açılacak çünkü yedi milyar insan bunalımda.”
“Bunun için önce size insanın yapısını tanıtıyoruz. İnsanın gövdesi olan kul kısmına insan diyorsunuz. Halbuki biz insan dediğimiz zaman; bu göz değil gözden gören, ağız değil ağızdan konuşan, kulak değil kulaktan duyan, seni yediren, içiren, uyutan ama kendi uyumayan varlığa insan diyoruz. O varlığı hemen size ispat edelim. Şu anda moraliniz iyiyken, sevmediğiniz birisini düşünün. Bakın hemen renginiz değişti. Gövdeniz buradayken, bir yeriniz bir yerlere gitti ve moraliniz bozuldu. Giden yer nereniz? Gezen. Biz kendimiz deyince bu Gezen’i söylüyoruz.” “Gezen, Can’dan, yani Nefes Alıp Veren’den türedi. Ona tekrar bağlanacak ki güç alabilsin. Bağlanamazsa kendinden uzaklaşıyor.”
“Biz şunu tespit ettik ki bu üç yapımız, yani Gezen, Nefes Alıp Veren ve Gövde birleştiği zaman yaşanan çok güzel bir hayat var, tatlı bir yaşantı var. Bu fiziken bir emek, zeka, zaman falan istemiyor. Kendimizde arızalı birkaç yer var, oralarda bağlantı yapılacak, hepsi o kadar. Hani yabani meyvalar vardır ya dağda. İşte onları aşılar gibi bu Gezen’i de bir aşıyla evine/ Yaşatan’ına bağlayacağız. Bu bağlantıyı yapınca da baktığını gören, işittiğini duyan, her yönüyle zengin, örnek bir insan olacağız.”
GÖVDE
“Gövdeyi biliyoruz, et ve kemik parçası. Hayvanda olan yeme, içme, yatma, kalkma, tuvalet, üreme hepsi bu gövdede var. Gövde yer, oturur, gezer, dolaşır, uyur. Gövdenin tüm ihtiyacı maddeseldir. Bunu da doğa tabii olarak veriyor.”
“Bizim gövdemiz esas büyük evrendir, dışarısı değil. Çünkü bütün elementlerin özünden meydana gelmiştir ve her şey havadan, enerjiden gelir döner, bitki olur, hayvan olur, insanda hücre olur.”
“Biz bu gövdeyle iş yapacağız. Bu gövde, eldiven. Cerrahın ameliyatta eline giydiği eldiven ameliyatı ben yaptım diyebilir mi? Biz de, gövdemiz olan eldiveni kendimiz zannedip iş yaptık diyoruz. Can kendi üzerine bedeni giysi yapmış. Bu giysiler canın emrinde çalışırsa ne âlâ. Can kendini çekti mi yığılıp kalırız, elden çıkarılmış eldiven gibi.”
“Gövde, dış dünyaya ifade aracıdır. İç dünyada gerekli bir araç değildir. Kulaksız dinleyebilir, gözsüz görebiliriz. Dinlemek ve görmek hissetmek demektir, işitmek ve bakmak değil. Konuşmadan da anlaşabiliriz.”
“Siz kendinizi insan deyince gövde, et kemik kısmı zannediyorsunuz, sıkıntı orada. Biz diyoruz ki bu göz değil gözden gören, ağız değil ağızdan konuşan, kulak değil kulaktan duyan insandır. Yediren, içiren, yatıran, uyutan kısmımız insandır.”
“Gövdemiz; hayvan, kul, mahlûk, ne derseniz deyin, ama bütün kâinatın özünden meydana gelmiştir. İspatı; otları, bitkileri, hayvanları yiyoruz gelişiyoruz. Gövde topraktan, bitkiden, hayvandan oluştu, geri onlara dönecek.
Yine ot olacak, kurt olacak, böcek olacak, et, süt olacak, domates olacak, salatalık olacak, sen yiyeceksin. Yün olacak giyineceksin. Hava olacak, yağmur olacak, su olacak, içeceksin. Geri bize dönecek.”
Gövdedeki hayvan fiilleri
“Bu gövde, içinde sahibi olan insan varsa onun emrindedir. Sahibi içinde yoksa, gövdedeki hayvan fiilleri kendi başına icraata geçer. Siz gövdenin yaptığı zuhuratları insan diye düşündüğünüzden sıkıntıya giriyorsunuz. Gövde diyor ki: “ya beni kullan, ya yoksa ben kendi fiilimi ortaya koyarım”. Eğer biz makamımızı terk eder de dışarılarda gezersek, gövdeyi oluşturan atomların hayvancıkları da, kendi fiiliyatlarını göstermeye başlıyor. Bunları her an yaşıyorsunuz. İzleyin kendinizi akşama kadar; kâh kuzu olup uysallaşıyorsunuz, kâh güvercin olup haber taşıyorsunuz, kâh tilki olup kurnazlık yapıyorsunuz, deve olup kinleniyorsunuz, keçi olup inatlaşıyorsunuz, tavuk olup yeni bir şeyler yumurtluyorsunuz. Bir sürü hallere girip çıkıyorsunuz.”
“Bazen yılan oluyor birilerini zehirliyorsunuz. Bazen kurt olup birilerini parçalıyorsunuz. Bazen karga olup birilerini didikliyor, dedikodu yapıyorsunuz. Köpek olup ısırıyorsunuz. Bülbül olup şakıyorsunuz.
Bunlar hep bizdeki hayvan hücreleri işte.”
Âdem bütün hayvanattan sonra zuhur etti
“Bütün hayvanatlar zamanını, yerini doldurdu ondan sonra Âdem olup çıktı. Bakın âdem (gövde) diyorum. Şu âdemde bütün hayvanatın alametleri var. Element de diyorsunuz ona. Bütün dünyadaki her şeyin elementleri, özü var. İnsan nütfesi dünyanın en kıymetlisi, merkezin özüdür. Özünün de özüdür. Gövde, elementlerin tamamından meydana gelmiştir. Bütün elementlerin, bütün hayvan sıfatlarının tümünden meydana gelmiştir. Bunu şöyle de izah ederiz. Hava sıkışmış toz olmuş, sıkışmış toprak olmuş, sıkışmış bitki olmuş, sıkışmış hayvan olmuş, hepsinin zuhuratının sonunda bu gövde meydana gelmiş. Gövde olmuş ama, insan değil.”
Tekamül/Evrim
“Dünyanın altını üstüne getirdiler, insan maymundan olmuş diye. Var mı öyle bir şey? İnsanın gövdesi bütün hayvanlardan meydana gelmiş. Darvin’in dediği gibi maymundan değil. Maymunda bir tek maymun hücresi var. Sen hiç maymunun sinekleştiğini gördün mü? Köpekleştiğini gördün mü? Yılanlaştığını gördün mü? Ama sende var bunlar. Dedikodu yapmak sineklik demektir. Hırlamak, yani en yakınına dalavere düşünmek köpeklik demek.
Maymun benim gövdeme yetişemez ki. Bütün hayvanların tekâmülünden bu gövde olmuştur. Artı, senin yalan söyleyince yüzün kızarıyor değil mi? Maymunun kızarır mı? Hayır. O zaman nasıl maymundan olmuşuz biz?”
“Âlem yokken Allah’la insan var. Bunlar muhabbetleşmek için, bu evin (gövdenin) olması için kâinatı oluşturuyor. Önce hava yığınlama yapıyor toz duman oluyor, yığınlama yapıyor bitki oluyor, o yığınlama yapıyor hayvan oluyor. İşte bu gövde bütün hayvanatın özüdür. O yüzden ilk doğduğunda bir tek insanın yavrusu ayağa kalkmaz. Bütün hayvanlar bir saatte, bir günde ayağa kalkar. Ama küçük bebekler sürünür, emekler, bütün hayvanları yaşar, ne zaman ki doğrulur, dirilir, insan olur.”
“Biz bu gövdedeki sahiplik makamımızda olmazsak, hücreler “madem ki sen beni doğru amaca kullanmıyorsun” der, gövdede isyan çıkarır. Kandaki durum da böyledir. Hücreler isyan edince hastalık oluyor. İşte biz evimize gelip, bu hücreleri düzene sokarak sahipliğimizi yapacağız. Bunu yapınca tüm kâinatı da düzene koyarız. Niye? Çünkü bu gövdedeki hücre ve atomcuklar, kâinatın tekâmül etmiş şeklidir.”
Yedi milyar insan Yaşatan’ın sevgilisidir
“Yedi milyar gövde Yaşatan’ın sevgilisidir. Biz diyoruz ki, yedi milyar insandan kim olursa olsun, bir Rus’a da, bir Amerikalı’ya da kafanda atsan simsiyah olursun. Çünkü yedi milyarı özendi de yarattı, kimse gık diyemez. Suratınız ekşir. Suça kızmak başka bir şeydir, gövdeye kızmak başka bir şey. Siz gövdeye bozuluyorsunuz. Gövdeye bozulursan Allah müsaade etmez. Suratını hemen ekşitir. Niye? Aklına gövde geldiği için. Suç ayrı bir şeydir. Suça kız ama gövdeye dokunma. Siz gövdelere bozuk çalıyorsunuz. Ondan sinirleniyorsunuz. Suçu yok etmek ayrı bişey, gövdeye mal etmek ayrı bir şeydir. Ben düşünceye diyorum. Sen direk adama hücum ediyorsun ve sohbet yapamıyorsunuz. Hemen birbirinize çatıyorsunuz, bozuluyorsunuz. Demek ki biz gövdelere değil, olaylara bozuk çalacağız.”
“Evde olsun, çocuğunla olsun, nerede olursa olsun. Sinirlendiğin olabilir. O zaman, “gene kaçtın üçkağıtçı” deyip kendini yakalayacaksın. Bu hal neşe verir. O tür, yani gövdeye, sinirlendiğiniz zaman üzüntü duyuyorsunuz. Birisini üzdüğünüz zaman üzüntü duymuyor musunuz? Tekrar affettirmek için bir sürü numaraya, dalavereye giriyorsunuz.”Anlamadın” da, “şöyle demek istedim” de. Biz ne diyoruz. Bir yalan kırk mahcubiyet getirir. Kırk mahcubiyet tekrar kırk yalan getirir. Bunlarla uğraşmaktansa, gövdeye kızmak yerine olaylara tepki veririz, sıkıntı kalmaz.”
“Bizim fizik yapımız dünyayı çözecek yapıdır. Bu fizik yapı, kainatın tümünün atomlarının özünden meydana geldiği için çok güçlü yapıdır. Maddeyi darmadağın eder. Nitekim enerjiye kadar geldi, tıkandı. Şimdi enerjiden arkasını bulamıyorlar. Niye? Madde en son enerjide biter. Ondan sonra hayat başlar. İşte o zaman maneviyata girmek lazım.”
NEFES ALIP VEREN (CAN, YAŞATAN)
“Nefesi sen mi alıp veriyorsun, yoksa bir alıp veren mi var? O senin elinde mi, sen onun elinde misin? Nefes kendini çektiği zaman bizim haberimiz var mı? Yok. Peki gövdeden çekince biz ne oluyoruz? Ölüyoruz. Demek ki benim en büyük yerim, beni bende yaşatan Nefes Alıp Veren. Çekti mi bitiyorum. Doğru teneşire gidiyorum. Elimi bile kaldıramıyorum. İşte bu gücün adı Nefes Alıp Veren. Yaşatan diyoruz, Can diyoruz, Nefes Alıp Veren diyoruz, mesele kelimeler değil, mesele bu yapıyı tanımak.”
“Seni bir yaşatan var. Kendini gövdeden çekti mi bitiyorsun. O geri girse dirilirsin. O, Nefes Alıp Veren. Bir insan, Nefes Alıp Veren kendini gövdeden çektiği zaman niye görmüyor, duymuyor, konuşmuyor, hareket etmiyor? Gözü var, ağzı var, beden yerli yerinde ama işlem görmüyor. Demek ki; gören, konuşan, hareket eden, duyan Nefes Alıp Veren, Can. Ölüyle dirinin arasındaki tek fark, Nefes Alıp Veren’dir, başka bir fark yok. Nefes Alıp Veren tekrar bedene girse beden yine canlanacak. Demek ki bütün sıfatlar, fiiller onun elinde.”
Dayanak
“Benim bir yere dayanmam lazım. Ağaca dayansam, bitkiye dayansam benden küçük. Havaya dayansam benden küçük, hayvana dayansam benden küçük, adama dayansam benden küçük değil mi? Benim bende bir yere dayanmam lazım. Bende bir yere, çünkü meçhulde bir yer yok. Hedef müspet ister, meçhul istemez. Peki benim en güçlü yerim nerem ona bakacağız. Benim en güçlü yerim ağzım, gözüm değil çünkü onlara bir hakimiyet kuran var. Gücüm aklıma da yetiyor, zihnime de yetiyor, ama Nefes Alıp Veren’e gücüm yetmiyor. Nefes Alıp Veren’i tutamıyorum, bir dakika, iki dakika sonra patlatıyor. Onun öyle bir gücü var ki kendini gövdeden çekti mi benden bütün sıfatlar, fiiller kayboluyor, görmeler, işitmeler, duygular hepsi kayboluyor. O zaman bende bu yapıda en güçlü yer Nefes Alıp Veren. Nefes değil, Nefes Alıp Veren! Ona biz Yaşatan diyoruz, Can diyoruz. Çünkü Can’ın belirtileri var, gövdeden çekti mi onlar yok oluyor.”
“Bizim güçlü olmamız için, gücümüzün yetmediği, bizde bizi yaşatan Nefes Alıp Veren’e dayanacağız. Başka bir şeye değil. Şimdi, elektriğin merkezi neresidir? Baraj, değil mi? Bir lamba, direkt barajdan elektriği alabilir mi? Alamaz. Ama barajdan gelen elektrik fişe taktığında senin işini görüyor değil mi? Biz de Yaşatana, bizde Allah’ın varettiği yere bağlanıp fişi takacağız. O fiş de bizde bizi yaşatan, kimsenin gücünün yetmediği Nefes Alıp Veren’dir. Ona bağlandık mı cereyanımız yanar. Cereyan yandığı zaman ihtiyaçlarımın hepsini görürüm, gayet doğal. Siz mevzuları büyütüyorsunuz. Tembelsem, erken kalkmayı mevzu ediyorum. Düzensiz intizamsızsam, prensibi mevzu ediyorum. Müsrifsem tasarrufu mevzu ediyorum. Bunlar sıradan işler, o kadar kolay ki. Ben, Nefes Alıp Veren’in bendeki yaşatıcı gücüne bağlantı kuracağım cereyan almak için.”
“Nefes Alıp Veren’e gücün yetmiyor. Yetmediğine göre ona tabi olacaksın. Var mı buna gücü yeten? Hücreleri, hidrojeni, atomu, her şeyi konuşuyorlar ama Nefes Alıp Veren’i konuşamıyorlar. Duydunuz mu hiç bir yerde? Niye araştırma geliştirme yok Nefes Alıp Veren üzerinde? O kadar hidrojeni, atomu patlatıyorlar da, şuna bir baksalar ya bu neyin nesidir? Niye yok? İnanç sisteminde bu olmayınca burası doğal, tabii kabul edilip kapatılıyor.”
“Nefes Alıp Veren’in kendisinden güçlü bir şeyi yok. O kaynak enerji. Kendine insanı zırh yapmış. Yine kendisi.
Diyor ki, “ben seninle benim hazinemi yönlendireceğim”. Sana da “o kadar büyüksün ki“ diyor -kendi büyük, sen değil-. Uyarsan beraber yaparız, uymazsan ben işimi yürütüyorum ama sen ortada kalıyorsun diyor.”
Evren bütün işini insan ile yapıyor
“Evren, kâinat tek bir varlık. Evren diyelim de rahat konuşalım. Evrenin, tabiatın özel yeri de insan. Evren bütün işini insan ile yapıyor. Bu da belli. Ama evren yapıyor, dikkat edin, sen yapmıyorsun. Sen ona, yani Yaşatan’a, Can’a uyarsan mutlu oluyorsun. Beraber oluyorsun. Uymazsan o yine işini görüyor. Senden lastik fabrikası kurmuyor mu? Kuruyor. Sen de diyorsun ki ben yaptım. Neyi sen yaptın?
Akla getiriyor, düşünüyor, yapıyor. Ama zevkini alamıyorsun. Düşünsen ki, sen onu Can’la yapsan, “bu kadar insanın lastiğini ayarlıyorum, onları yolda koymayacağım” diye, zevkten dört köşe olursun.”
“Sizler hiç kendinizi araştırmamışsınız. İnsan merak eder, bu düşünceler nereden geliyor diye. Konuştuğumuz bu sözler nereden geliyor? Bir adresi, bir kaynağı olmalı değil mi? Bir plan, proje yapıyoruz, bunların da bir kaynağı olmalı değil mi? İşte o kaynağın geliş yerinden haberimiz olacak. Haberiniz olduğunda, dış etkiler kendiliğinden kaybolur, dış akıl biter, hayal de biter.”
“Neremiz konuşuyor? Sesin geldiği yeri biliyor muyuz? Başlangıç noktası neresi? Ses; harfsiz ve hecesiz bir yerden gelip konuşma organlarında şekillenerek dışa çıkıyor. Aldığınız nefesin bittiği bir yer var. İşte o merkez “Can”dır. Can her yeri yaşatıyor. Can kendini bedenden çektiği an, bütün hayat fonksiyonları duruyor. O tekrar geri gelse, yine her taraf hareketlenir. Can bedeni terk edince kendisi yaşamaya devam ediyor. Can, her yeri sevk ve idare ediyor, yaşatıyor.”
Her bir nefeste kainatı soluyoruz
“Hiç hayatınızda kendi gözlerinizden görenle baktınız mı? Hiç biriniz, şu ağızdan nefes alıp verilen havanın ne dediğini duydunuz mu? Bak, “hu” diye alıyor, “hay” diye veriyor.”Hu” ne demek? Bütün kainatı içine alıyor. Âdem’den beri bütün konuşulan sözleri, hareketleri topluyor; Aldığımız nefesle Âdem’den bugüne bütün hareketler, düşünceler, sözler giriyor ağzımıza. Hayırlı ve şerli giriyor. Merkezdeysek hayat veriyor, aşkla geri sunuyor. Eğer güzel ayardaysak nefes bozuk giriyor, içeride güzelleşiyor, nurlaşıyor. Bozuk ayardaysak nefes senin bozukluğunu da alıyor, dışarı öyle çıkıyor.”
“Bak, dünya kuruldu kurulalı gözünden gören hiç ihtiyarlıyor mu? Konuşan hiç ihtiyarlıyor mu? Onda zaman, mekan yok. Şu anda senden gören göz, o gün de Peygamberimden görüyordu, Mevlana’dan görüyordu, Mustafa Kemal’den görüyordu, o hiç değişmez. Ceket değiştiriyor. Bugün bunu giyiyorsun, yarın onu. Hücre değişiyor. Esas varlık değişmez. O her zaman aynı. Zaman, mekan yok onda. Zaman, şu madde aleminin düzenlenmesi için ayarlanmıştır.”
Unutma
“Şu nefesi alıp verenin Yaşatan olduğuna, Can olduğuna inanmalıyız. İnanmak da yetmiyor, O’nun gücünü kullanmalıyız. Gerçekten bu nefesi alıp verenin, beni ve bütün kainatı sevk ve idare ettiğine inanacağım ki, ondan ayrılmayacağım. O hep benimle beraber, beni hiç unutmuyor, hep nefesi alıp veriyor. Biz bir an unutsak nefesi, gider elden. Ama bak o seni hiç unutmuyor. Nasıl seviyor, “hadi yetkiyi size verdim” dese, nefesi bize bıraksa, bir anda gideriz. Dalarız, o da küt diye gider. Bu kadar bizi sevenden biz niye uzaklaşıyoruz?”
GEZEN
“Sen öyle bir büyüksün ki haberin yok. O yıldızlar, galaksiler gözünün merceğinde küçücük kalıyor. Bak hepsi içine giriyor da boşluk kalıyor. Öyle büyük bir varlıksın da haberin yok. Bütün kâinatın sahibi ve
büyüğüsün sen. Sen büyük evrensin, o küçük evren. Ama altmış okkalık gövde akla gelince “neremiz büyük” diye düşünüyorsunuz.”
Kendimizi gövde zannediyoruz
“Bir kendimizi tanısak. Siz kendinizi gövde zannediyorsunuz. Biz diyoruz ki iki ebedi varlık var. Bir Nefes Alıp Veren, bir de Gezen. Bunlar yemez içmez. Bunlar duvar, hudut tanımaz. Bak, gözünü yum dünyayı içine alırsın. Gezen bir anda arş-ı âlâyı dolaşıyor. Onun maddi bir şekli yok. Onda zaman mekan yok. Nereyi konuşursan, o Gezen oraya gider. Bak bir anda otuz sene evvelini düşünüyorum. O kadar büyük varlıklar ki.”
“İşte o Gezen sensin. O nereden türedi? Nefes Alıp Veren’den, Can’dan türedi. O; Can’ın yetki ve sahiplik fiilidir.
Biz o sağda solda gezeniz. Gece rüya görürüz, gündüz de gezeriz. İşte o gezdiklerimizden zihnimiz bozuluyor. O Gezen evinde, yerinde olmayınca her yandan bizi bozuyor. İnsanın doğal hali kaybolmuş, yeryüzünde insandan başka bütün varlık doğal halini yaşıyor. Bir tek insan doğal halinin dışına çıkmış. Kedi kediliğini yapıyor, ben köpeğim demiyor, doğal halini yaşıyor.”
Kainatın sahibi insan
“İnsan Yaşatan’ın yetki makamına hizmet ediyor. Yaşatan, bütün kainatın sahipliğini Gezen ile yapıyor. Siz biliyor musunuz ki; güneşi, ayı, yıldızları, bulutları hep siz ayarlıyorsunuz. Isıyı, verimi hep siz ayarlıyorsunuz. Yaşatanla beraber olursak zevkini yaşıyoruz, yoksa Yaşatan zaten bizden işini görüyor.”
“Kimse bu Gezen’in kendimiz olduğunu, büyük olduğunu söylememiş. Dini sözler hep hayal ve meçhulde kalmış. Bizi mahveden şu Gezen. Herkes daldı mı kupkuru kalıyor, gezen buraya geldi mi yüzünüz parlıyor. O çok büyük. Çok çabuk gider, dünyayı dolaşır gelir. Daldık mı gidiyoruz. Allah insana o kadar aşık ki, o kadar kıskanç ki, dalınca kurutuyor. Benden başka bir yere gitme diyor, türediğin yere gel gir diyor.”
Sıkıntılarınız o Gezen’den
“Sıkıntı şurada, gövdeniz burada duruyorken Gezen’iniz kaçıyor. O sağa sola gittiği zaman baktığınızı göremiyorsunuz, işittiğinizi duyamıyorsunuz, okuduğunuzu anlamıyorsunuz. Sizin sıkıntılarınız Nefes Alıp Veren’den değil, o Gezen’den. Bugün kimin Gezen’i kötü bir yere gittiyse onun canı sıkılmıştır. Kim kafasında ummaya, küsmeye, beklentiye gittiyse hep sıkılmıştır. O kendinde olmadığından dalıyor, çarpıyor, maç ediyor. O evinde olsa canı sıkılmaz. O Gezen’e Nefes Alıp Veren de hiç karışmıyor, karışsa gel evine der, getirir, ama karışmıyor.”
“Gezen’in içeriye girme çıkma kudreti var. Girince büyük gücü alır. İçeri girince zihnin, kalbin, ellerin, ayakların, gövden rahatlar. Demek ki biz de hayat tarzı olarak, eve girince dışarıyı kapatacağız. İçeriye girince bütün kâinat senin oluyor. Kâinat senin bu fizik yapındır. Biz o Gezen’i eve (gövdeye) getirdik mi insan oluruz. O dışarı gitti mi nefis olur, suç işler. Çünkü o dışarı çıktı mı felekle uğraşır. Yani maddi alem. Felek dediği, eflaktır, maddi alemdir. Dışarıdayken onunla uğraşır. O içeri girdi mi insan olur.”
“Gezeni dışarıda olan insanın belirtilerini sayalım. Korkaklık, pısırıklık, acizlik, zavallılık, tereddüt, şüphe, tembellik, kadercilik, çıkarcılık, dalgınlık, dikkatsizlik, say Allah say. Bu Gezen dışarıdayken gücü bulamaz. Siz dışarıda iken cesaretli olabilir misiniz? Korkak olursunuz. Ani bir ses gelince sıçramıyor musunuz? O korkaklığın alametidir işte. Bu kim olursa olsun. Gezen dışarıdaysa bunalıma girer, mutlu olamaz. Onun dışarıda çarpıştığı, kızdığı yerler var, onlar hazır onu bekliyor. Gezen dışarıda hep kötü yerlere gidiyor, daha ziyade. Hep kir alıyor, sıkıntı alıyor. Onu hakimiyetimiz altına alabilirsek çok rahat ve verimli oluruz. Hele hele onu sürekli bir hedefte tutarsak, çok başarılı bir insan oluruz. Bu yüzden de hepimizin ilk yapması gereken şey, kendimizi tanımak.”
Gezen üç yaşından sonra aslından kopuyor
“Gezen’le Nefes Alıp Veren (Can), anne karnında kırk günlük iken birleşirler. Gezen çocukken kopuk değil, üç yaşına kadar Nefes Alıp Veren’le beraber. O yüzden küçük çocukları çok severiz. Çocuk net, safiyette yaşıyor. Çocuğun en net gördüğü üç yaşına kadardır. Onun için üç yaşına kadar çocukların yanında dikkat edin. Yalan, hile, döküklük yapmayın. O yaşa kadar çocuk yalan nedir bilmez, sonra bozulur. İşte o bozulmadan sonra bu Gezen hayale, meçhule, hikâyeye gider. Çocuklara dikkat edin; hiç korkmaz, hiçbir şeyden çekinmez. Biz ne yaparız? Aman, dikkat, yapamazsın, edemezsin, her taraf tehlike dolu. Böylece gezen dış dünyaya kaçıyor. Ondan sonra yetişme anındaki düşüncelerden dolayı çocuk değişiyor.”
“Gezen üç yaşında korku anlarında kopmaya, ayrılmaya başlar. Korkuyla, korkutmayla kendinden kopuyor. Anneler, halalar, teyzeler cinli, perili hikayeler anlatmış bize. Kafamızda onlar kocaman olmuş, içimizde de bizi sıçratmış. Gezen’i dışarı kaçırmış. Mesela kocaman insanlar gece mezarlıktan geçemez. İşte o cin, peri, mezarlık korkuları hep çocukluktan kalmadır. Duman eder sizi. Ondan sonra da içeri girmez bu Gezen, çatallaşır. Senin kafanda elli, yüz tane tilki var böyle.”
“O Gezen “kendiniz” demek, “nefis” demektir. Sizi sıkıntıya sokan, çıkaran odur. İspat edelim. Şimdi size düşman olan birini düşünün. Nasıl oldu? Renginiz kaçtı değil mi? Şimdi de çok sevdiğiniz birini düşünün. Bakın, yüzünüz güldü. Bakın, aynı anda oldu ikisi de. Gövde aynı, oturduğunuz koltuk aynı. Nasıl oldu da bir anda kapkara, bir anda neşeli oldunuz? Bu işi yapan Gezen. Beden değil. O halde sen Gezensin, beden değilsin. Bu işlemde gövdenin hiç fonksiyonu yok. Her şeyi Gezen yapıyor.”