“Bu büyüleyici roman, tadına sözcük sözcük varılası bir ziyafet sofrası.”
New York Journal of Books
Nelere kadirdir bir yemek?
Hangi baharat kılavuzdur kalbe giden yola?
Kamer, Şems, Merih ve Zühre;
Hangi yıldızlar saklıdır sıcak bir tencerede?
Ve cevza ve mizan ya da kavs;
Hangi burcun kokusudur bir tutam tarçın?
Sarmısak deva mıdır yoksa bela mı?
İsmi nedir taze ekmek kokusunun?
Bir bardak şerbet unutturur mu acıları?
Ya da bir yudum çorba açar mı kapıları?
Yıldızlar ve fısıltılarla çevrili, Topkapı Sarayı’nda başlayıp İskenderiye’ye uzanan bir serüven…
Yeryüzüne ender gelen bir yeteneğin, tatlara ve kokulara hükmederek zihinleri ve duyguları etkisi altına aldığı, aşk dolu bir destan…
Dünya çapında ilgi gören, 14 dile çevrilen Pir-i Lezzet…
Gastronomi ile harmanlanmış, aşkla tatlandırılmış bir tarih yolculuğuna çıkıyoruz!
“Cevherlerle dolu bu romanı adeta içtim ve her lokmasından ayrı zevk aldım. Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı, kraliyet sarayının entrikaları ve siyaseti, ağız sulandıran yemekler ve çarpıcı karakterler… Şiddetle tavsiye edilir.”
Historical Novel Society
”Bu tutkulu ve karşı konulamaz hikayenin atmosferine baharatlar ve gastronomik lezzetler hakim!”
BookRiot
”Ersin’in kıvrak metni beş duyuya birden hitap ediyor. Sadece iştahınızı değil, hayal gücünüzü de kabartan bir roman.”
Booklist
*
1
KONAĞIN EFENDİSİ
O akşam, İstanbul’un namlı tüccarlarından Zümrützade Hüsnü Bey’in konağı, endamı da unvanı gibi kallavi bir misafiri ağırlamaktaydı. Silahdar-ı Hazret-i Şehriyari, yani Devletli Padişah’ın Silahdar Ağa’sı Siyavuş Ağa, akşam taamında Hüsnü Bey’in fakir konağını şereflendirme lütfunda bulunmuştu.
Sofra konağın görkemli selamlığına kurulmuş, dört devasa sini, hardal rengi ve gümüş işlemeli sofra bezlerinin üstüne, birbirlerine değmeyecek ama çok da ayrı durmayacak şekilde yan yana dizilmişti. Sinilerin etrafındaki minderler, tıpkı selamlığın üç duvarı boyunca uzanan geniş sedirlerin minderleri gibi mavi kadifedendi. Duvarlara raptedilmiş, her biri üçer kollu yirmi bir gümüş şamdanda yanan mumların şavkı, konukların ipek esvaplarının altın işlemelerinde oynaşıyor, sofradaki billur bardakların kesmelerinde kırılıp porselenlerin mavili yeşilli narin işlemelerinde parıldıyordu.
Bu ziyafet için haftalar öncesinden hazırlanmaya başlayan ve günlerden beri kulakları efendilerinin tenbihlerinden başka bir şey duymayan konak hizmetlileri görevlerini saraylara has bir zarafet ve maharetle yerine getiriyorlardı. Konağın kâhyasının nezaretindeki hizmetli oğlanlar, selamlığı boydan boya kaplayan Acem halısının üstünde kedi adımlarıyla süzülerek sofraya yaklaşıyor ve ellerindeki büyük porselen kapları en ufak bir çıt sesi dahi çıkartmadan bakır sinilerin üstüne bırakıyorlardı. Her biri kusursuz iş görüyordu. Hele içlerinden çakır gözlü, genç bir oğlan, baş misafirin bardağını öyle usturuplu, öyle kararında doldurmuştu ki
Silahdar Ağa’nın hafiften çektiği “Maşallah”, suyun nağmeli şırıltısına karışmıştı.
Silahdar Ağa’nın hemen solunda bir başka sıfatlı misafir, Divan-ı Hümayun üyesi Defterdar Halil Paşa oturmaktaydı. Beklenti, böyle bir konuğun sofranın azametine azamet katması yönündeydi, lakin Paşa’nın gerek bedeni gerekse ruhu talepleri karşılamaktan çok uzaktaydı. Yıllar boyunca, her üç ayda bir yeniçeri ulufelerini denkleştirme tasasından yıpranan yüreği artık en ufak bir buhranı bile kaldıracak durumda değildi. Yemekler değil de sofranın kendisi ağır gelmişti Defterdar Paşa’ya. Sürekli terliyor, her an fücceten teslim-i can edecekmiş gibi, kısa ve sık soluklar alıp duruyordu.
Halil Paşa’ya kalsa, Siyavuş Ağa ile yemek yemek, sofraya cennet taamları gelecek bile olsa katlanılmayacak bir sıkıntıydı. Silahdar Ağa elbette nüfuzluydu. Koca Saray-ı Cedide’de Padişah’ın huzuruna kimseden destur almadan girebilen dört zat-ı âliden biriydi. Sözü ikbal ve istikbal demekti ama bugüne kadar çıkar ummadığı bir kula tek bir hayrının dokunduğu görülmemiş, duyulmamıştı.
Daha da fenası, huysuzluğu ve mızmızlığı ile meşhur bir adamdı Siyavuş Ağa. Asırlardan bu yana memnun edilmesi birbirinden zor nice padişahlar, valide ve haseki sultanlar gören Saray, bu herif kadar naletine herhalde hiç şahit olmamıştı. Her şeyi mükemmel olmalıydı Ağa Hazretleri’nin. Kallavi kavuğunun tülbent sarığı, kirlenmesini beklemeden her akşam çözülüp yıkanmalı, her sabah kavuğuna mis gibi sabun kokan yeni bir tülbent sarılmalıydı. Hamam suyu tam istediği derecede olmalıydı. Geçtiği ve yattığı yerlerde sade mumlar değil, kokulu kandiller yanmalı, bıyıkları bademyağı ile burulmalı, en kaliteli sabunlar ve zeytinyağları Ağa’nın saçlarının ve cildinin bakımı için ayrılmalıydı. Kusuru asla kabul etmez, cezasını misliyle keserdi. Sırf kaftanı yanlış katlandı diye Seferli Odası’ndan bir oğlana bayıltana kadar değnek vurdurması, böyle bir nice vukuatından en sonuncusuydu.
Damağının titizliği ise apayrı bir meseleydi ki herkese illallah dedirtmişti. Koca cihan devletindeki en mahir aşçıların bıçak salladığı Saray mutfağından çıkan o cânım yemeklere bile ne yapar eder bir kulp takardı. Yemekten öyle aman aman anladığı falan da yoktu üstelik. Hazretin memnun kalıp kalmaması tamamen o günkü keyfiyle alakalı olduğundan, aşçılar artık uğraşmaktan vazgeçmişler, yemekleri bildikleri gibi pişirip gerisini Allah’a bırakır olmuşlardı. Toy bir yamağın yüzüne gözüne bulaştırdığı neredeyse hiç pişmemiş güvercin kebabını takdir edip bahşiş gönderdiği de oluyordu, Hünkar’ın kendisini bile zevkten bayıltacak lezzette bir hünkârbeğendiyi daha bir lokma almadan tutup yere çaldığı da…
Siyavuş Ağa’nın damak zevkiyle ilgili kesin olarak bilinen tek bir şey vardı, o da pırasadan ölesiye tiksindiğiydi. Bu sebzeye karşı nefreti öylesine büyüktü ki Ağa’nın şerrinden çekinen Padişah’ın, canı çok çekmesine rağmen pırasa istemekten imtina ettiği rivayet olunurdu.
Eh, hal böyle olunca, Defterdar Halil Paşa için Silahdar Siyavuş Ağa ile sofraya oturmak ayı ile yorgan altına girmek gibi bir şeydi. Sofraya gelen her kâsenin kapağı açıldığında zavallı adamcağızın yüreği ağzına geliyor, Silahdar Ağa’nın yüzünden geçen her gölgede, içinden “Yaktın beni Zümrützade” diye geçiriyordu. Hiç de haksız değildi. Bugün, bu saatte, bu sofrada olması tamamıyla ev sahibi Zümrützade Hüsnü Bey’in emrivakii yüzündendi. Hemen yan sininin etrafındaki dört konuktan biri olan Yakup Efendi, Hüsnü Bey’in kayınbiraderiydi ve diğerleri gibi buğday ticareti ile meşguldü. Yaz kurak geçmiş, kıtlık baş göstermiş, Divan-ı Hümayun fiyatları sabit tutmak için başta buğday olmak üzere birçok malın ihracatını yasaklamıştı. Ambarları ağzına kadar buğday dolu olan ama her gelene yemin billah ederek “Evde pişirmelik unum bile yok” diye ağlayan Yakup Efendi, Padişah’tan özel bir ihracat imtiyazı koparmak istiyordu. Hünkâr’a yakın olan Silahdar Ağa aracılık yaparak fermanı çıkarttıracak, karşılığında da yüklüce bir komisyon alacaktı.
Zümrützade Hüsnü Bey, bu imtiyazın verilmesine Divan’da itiraz edecek tek kişi olan Defterdar Halil Paşa’yı, bu sofraya biraz cebren dahil etmişti. Çekingen mizacına rağmen Halil Paşa becerikli ve tecrübeli bir devlet adamıydı. Özellikle maliye konularında…