Bir Başka Düğün Gecesi farklı sınıftan iki ailenin hayatının çakışmasını ve Menekşe’nin başına gelenleri konu alıyor. Eril tahakkümün boyunduruğundaki bir toplumda meydana gelen ve büyük bir travma etrafında dönen olayları, değişen, parçalanan hayatları, hesaplaşmaları ve her şeye rağmen yeni başlangıçlar yapma cesareti bulanları anlatıyor. İnsan psikolojisinin derinliklerine, travmalara, şüphelere, toplumsal ideallere ayna tutarak toplumca göz ardı edilen bir hikâyeyi aktarıyor Erendiz Atasü; alıkonulma, sırt çevirme ve vicdan azabını; çaresizlik, güvensizlik ve edilgenlik gibi zor durumları irdeliyor bu çarpıcı romanında. Dahası günün çetin gerçeklerine Bir Düğün Gecesi’nin merceğinden bakarak, modern edebiyatımızın bu başyapıtına bir saygı duruşunda bulunuyor.Edebiyatta 40. yılını dolduran Erendiz Atasü, Bir Başka Düğün Gecesi’yle yazın dünyamızdaki yerini pekiştiriyor.
1
Başkentin şehre yeni katılmış bir mahallesindeyiz. 1960’larda hatta 70’lerin başında ilkbaharda doyum olmazdı buralara. Göz alabildiğine uzanan inişli çıkışlı yemyeşil çayırlar insanı güven dolu bir sonsuzluk duygusuyla esinler, doğanın her yıl tazelenen o bitimsiz gücüne –farkına vararak varmayarak beslenen inancı pekiştirirdi. Mis kokulu taze otların üstüne serpilmiş altın gözlü papatyalar… Dolgun dudakları andıran taçyapraklarıyla, o baygın ve balsı kokularıyla ballıbabalar eflatunla mor arası bir ışık katarlardı, filizî yeşil çayırlara.
Mevsimlerden yazsa gelinmez buralara; sarı sıcak, susuz kalmış çıplak toprağı yol yol çatlatır, ülkenin yoksulluğunu haykırırdı genç vicdanlara. Hazan, aynı şarkının hazin sonu gibi geçer; kış ise, acımasız soğuğuna rağmen gizli merhametiyle, yoksul toprağın bağrındaki tohumları, kar örtüsünün altında gizli gizli beslerdi. Sonra bir şeyler değişti, insan kitlelerinin doğayı ve şehirleri değiştiren hareketi başladı. Çerden çöpten barınaklarla doldu çayırlar ama hâlâ kırsal görünümünü koruyordu arazi, gecekonduların arasında meyve ağaçları vardı ve pencerelerde teneke saksılar içinde renk renk çiçekler yetiştirilirdi. Köpek havlamaları, kümeslerden gelen tavuk gıdaklamaları manzaraya köysel bir çeşni katardı.
Yeni değişimlere gebe gibi dururdu, el ele vermiş kır ve köy dokusu. 21. yüzyıl arifesinden başlayarak değişim kendini dayattı. Gelişim miydi bu? Yoksa, ancak züccaciye dükkânına dalan fillerin ya da düzeni bozulduğu için öfkelenen doğanın kahredici gazabıyla temizlenebilecek yıkıcı bir yığıntı mıydı? Her neyse, çayırlar yok olmuş, toplu bir düzenden ve herhangi bir güzelduyudan yoksun betonsu bir labirentin kargaşası kaplamıştı Orta Anadolu’nun kadim toprağını. Şehir, yabanıl bir görüntü aldı mı, insan ürkmeli! Bu tuhaf beton yaratığın altında ezilmiş, yetersiz temiz su ve daha da yetersiz atık kanallarının çürümüşlüğünü düşünmeli, oralarda köpüren gazların pis kokulu patlayıcılığını anımsamalı…
Yeryüzünde hiçbir toprağın insan elinin azimli okşayışına cevap veremeyecek kadar kısır olmadığını, çöllerin bile icabında tahıl ambarlarına dönüştürülebileceğini ama betonun asla ve asla açları doyurabilecek döl bereketine ulaşamayacağını hesaba katmalı. Ve asıl, bunların hiçbirini aklına getirmeden bu binaları inşa eden ve buralarda oturmaktan rahatsız olmayan insanlara karşı temkinli olmalı… Ama gençlik sakınımsızdır, çabuk güvenir, doğanın bedenindeki tazelenişiyle coşar. Toprak görünmez olmuş, su kıtmış, yapılar çürükmüş onu ırgalamaz; emeksiz paraya alışmayagörsün kişi, iradesini kolay kazanca teslim etmeyegörsün; eroinden beter bir efendidir kirli para ama habersizdir bunlardan masum gençlik; kanar. İşte o gençlerden biri karşımızda, bir genç kız. Başkentin yeni mahallelerinden birinde yaşayan, yeni orta sınıfın bir üyesi. Adı Menekşe olsun. Yaşı henüz yirmi, eğitimi orta, bir çocuk yuvasında çalışıyor ve işini seviyor.
Babası minibüs şoförüydü, erken kocadı, çalışmıyor, arada içiyor. Annesi evlerde temizliğe giderdi, hâlâ arada sırada gidiyor çünkü para yetmiyor, borç sağa sola, bak kala çakkala ve bankaya boğazlarına çökmüş boğuyor; saçlarını çocukluğunda köyünde gördüğü gibi oyalı yemeniyle toplardı eskiden, şimdi komşularından öykündüğü üzere, kara koyun olmama içgüdüsüyle türbanla örtüyor. Gecekonduya sığınmışlardı, karı koca şehre göç ettiklerinde; tapuyu ele geçirdiklerinde düğün bayram ettiler, sonra müteahhitler dadandı mahalleye ve tapuyu verip bu beton tuzaklarda birkaç daire sahibi oldular; küçücük bir arazi parçasının üstünde kaçak yaşarken mal mülk sahibi olmuşlar, kira gelirine konmuşlardı, nasıl sevinmesinler, alafranga tuvaleti bile vardı yeni dairelerin, banyosunda fayanslar.
Dalından kopartılan meyveyi yemeler, kümes ve taze yumurtalar gitmişti, gitmişti pencerelerdeki saksılar ama “yaşam kalitesi” denen şey yükselmişti, kim yadsıyabilir. Yoksa sadece eşya mı değişmişti? Eskiden mahalleli birbirini tanır, amca, teyze diye seslenirdi; yüz yüzden utanır, herkes komşusunun çocuğuna mukayyet olur, kızına kızanına yan gözle bakmaya çekinirdi. Şimdi satılan ya da kiralanan dairelere bambaşka yörelerden insanlar dolmuştu; kimisi hayli varlıklıydı, kimi orta halli, eğitimli; kimi bilgiliydi, kimi cahil; kimi soyguncuydu, kimi namuslu, kim bilsin… Aldatıcı ve uğursuz bir titreşim vardı havada… Uğursuzluğu yaratan sesti, sözcüklere, söyleme aykırı düşen ses… İçtenliğini yitirmiş sözlerin boş takırtısı… Herkes gene amca, teyze diye sesleniyordu birbirine, abla, ağabey; herkes gene güya sahipleniyordu, esirgiyordu birbirinin kızını kızanını sözlere bakılacak olursa… “Başım gözüm üstüne, ağabeyim” –ya da “ablam”–, “yabancı mıyız şunun şurasında” gibi laflar uçuyordu havada. Kendini gerçekleştirmeye muhtaç genç gövde ve genç zihin havadaki uğursuz titreşimi hissetmiyordu –yoksa kıpırdayamazdı ürküntü ve kuşkudan– ve sözlere tutunuyordu.
İşte Menekşe, akşamüstü çalıştığı yuvadan çıkmış, çantasını omzuna asmış, saçları rüzgârda uçuşuyor, pürneşe evine yürüyor; mini eteğinden güzel ve sağlıklı bacakları görünüyor tüm gençlik ışıltısıyla. Bir an önce evde olsa. Komşu kızı Kübra ile onun odasına kapanıp Kübralar daha varsıl, evlerinde iki televizyon var, biri Kübra’nın odasında– televizyondaki diziyi seyredecekler ve birlikte hayal kurup dizideki varsıl insanların kirli aşkları üstüne kıkırdamalı bir sohbeti saatlerce sürdürecekler, ta ki Menekşe’nin anasının sesi apartmanın merdiven boşluğunda, “Menekşee, kız Menekşee, boyu bosu devrilmeyesi, gel de sofrayı kur!” diye çın çın ünleyinceye kadar.
O ne! Bir kamyonet, Menekşe’nin yürüdüğü kaldırıma yanaşıyor, Menekşe kendini korumasını bilmez mi, “Höst ayı, git yoluna,” diye bıçkın şoföre had bildirmeye hazırlanıyor ki ayol bu bizim komşu Hıdır Ağabey ve onun kamyoneti değil miymiş! Hıdır Ağabey, Menekşe’nin çalıştığı yuvanın servis şoförü, hem de Menekşelerin kapı komşusu; yuva bebelerini evcağızlarına dağıtmış evine dönmekte. Menekşe rahatlıyor, o rahatlıkla güzel ve sağlıklı dişlerini göstererek gülüyor: “İlahi Hıdır Ağabey, korkuttun beni.” Menekşe’nin annesi pek sever Hıdır Ağabey’in eşini. “Taze, biraz hasta,” deyip pişiriverdiği aştan –artık Allah ne verdiyse, mercimek aşı mı olur, kuru fasulye mi– götürüverir tazeye de çocukları gıdasız kalmasın diye. “Atlayıver bizim kız, götüreyim seni eve.” “Zahmet olmasın be Hıdır Ağabey, hava güzel, yürüyorum.” “Yahu bizim kız, yemek buldun ye, araba buldun bin, nazlanma.”
…