Göğsünde bir diken büyüyordu. Kökleri akciğerinin dalları arasında karışmış, kalbinin hemen yanından boy veren kaba sapı kızıla dönmüş diken. Tuğ çıkarmış. Muzaffer mor uçları var topuzunun. İçindeki kafayı koruyan sert zırh, ölümcül oklarla donanmış. Metal ruhlu diken büyüyordu göğsünde. Onu bıraktıkları ağacın dibinden doğruldu. Sırtını dayadı akasyaya. Dibinden avuçladı toprağı. Ağır ağır çiğnedi. Yuttukça rahatladı. İçindeki açlığın atları sakinleşti.Alnı Mavide, öyküleriyle sıradan insanı gözlemleyen, öyküye yakışacak ayrıntıları yetkinlikle aktaran Ahmet Büke’nin yirmi dört öyküsünü bir araya getiriyor. Bu öykülerin kahramanları, yaşamın dayattığı acı, karanlık yazgıyı tüm varlıklarıyla resmediyorlar. İnsanın aslında kendi gizli sesini bulduğu, bu nedenle okurken sarsıldığı, huzursuzluğa kapıldığı önemli bir kitap, Alnı Mavide.
İçindekiler
“Biz” ………………………………………………………………………. 15
Sessizce Rakı İçtiler ………………………………………………….. 53
Ölü Har …………………………………………………………………. 57
Dönüş ……………………………………………………………………. 61
Aniden …………………………………………………………………… 65
Zaman Çürüğü ………………………………………………………… 69
Yıldız’ı Bulmalıyım ………………………………………………….. 74
Yirmi Beş Kuruşluk Yaram …………………………………………. 86
“Bürrssst”…………………………………………………………………. 91
Leyla Gitmez Bir Yere… ……………………………………………. 95
Alnı Mavide, Elleri Kanda ……………………………………….. 100
Şehrin Sesini Duydum ……………………………………………. 106
Aslında Son Gün Oldu Her Şey ……………………………….. 109
Sumru Bu ……………………………………………………………… 113
Melek Çok Güzel Uyuyor ……………………………………….. 115
Açlık Sarkacı …………………………………………………………. 119
“Kış Neden Var?” ……………………………………………………. 123
“Alo! Burada Bir Sorunumuz Var.” …………………………….. 126
Düş Bulma Kurumu ……………………………………………….. 129
Son Peygamber ………………………………………………………. 139
Masamtelefonumvesarkacımınaşkı ……………………………. 144
Gâvurun Çakısı ve Pişi ……………………………………………. 148
Ayşegül Teyze’nin Hâlâ Açık Perdeleri ………………………. 152
Yaz da Gör Ebenin Şeyini…………………………………………. 156
“BİZ”
Bir… Arkadaş Salih “Biz eskiden çok zenginmişiz.” Gün batıyordu. Sıcaklık ağırdan çekilmeye başlamıştı. Bileğimle alnımı kaşıdım. Kaşlarıma yapışmış siyah tüyler döküldü. Üfürdüm. Birkaçı havalanıp kendi etraflarında hızlı daireler çizdi, yerdeki kan birikintilerine düştü. “İki nehrin doğduğu gözde yüksek duvarlı evimiz varmış. Kaya gibi bir kapı, arkasında tırnağına kadar silahlı adamlar… Salih, dinliyor musun, beni?
Ulan Salih, bakmasana suratıma öyle aval aval.” Çenesi düşmüştü yine. “Sus” desen gücüne gider şimdi. Ama çok da güzel namussuz. Bunca pisliğin içinde bile gözleri parlıyor. İçimden kalkıp yanına varmak geçiyor. Sıcak suyla ellerini yıkamalı, parmaklarını ovuşturup siyaha dönmüş kirleri akıtmalı. Kalkıp dişlerinden öpsem. Sevsem ne çıkar ki? Bu boktan bodruma sızan iki parmak ışıktan başka kimin haberi olur? Akşamları iş bitimi çıkarken görürdüm onu. Kumraldı. Şimdi esmer. Nasıl oluyor bu? Karanlıkta rengimiz koyulaşıyor bizim. Dar paçalı kot giyerdi. Ayağında her daim boyalı, parlak siyah ayakkabılar. Hava soğuduğunda ince yağmurluğunu atardı omuzlarına. Atölyeden yorgun, yıkılmış çıkan ötekilerinin tersine o hep neşeli olurdu. Hemen karşıdaki ihtiyar bakkala girer, Ballıca sigarasının yanına gazete kâğıdına sardırdığı bir şişe ispirtoyu koynuna alırdı.
“Hazan, sen her akşam bu şişeyi devirsen ayağa kalkamazsın. Kime alıyorsun bunları, allasen?” Gülümseyerek konuyu değiştirirdi: “Amca, yine senin duvara yazmışlar, ha?” İnsan, duvarına yazılmasına neden bu kadar kızar. Anlamak mümkün değil. Kaç sabah beni de yoldan çevirmişti. “Evlat, az dur bakalım.” Ellerini pütürlü yüzeye sürer, yüzünü yaklaştırıp koklardı. “Ne yazıyor burada?” Ondan nefret ediyordum. Göz çukurları iki kuru kuyu gibi koyulaşan, titreyen parmaklarında yosunlu, yeşili dövmeler olan bu ihtiyar ölüm gibi soğuk geliyordu bana. “Konuşsana be adam! Seni tanıyorum. Pençeli ayakkabılarınla geçiyorsun dükkânımın önünden. Her sabah, her akşam. Topal seni!” Onu orada, merak ettiği duvarının önünde boğmayı kaç defa istedim. “Okusana…” Bakkalın kızı içeriden çıkıp kör adamı zorla içeri çekene kadar küfürlerini sürdürürdü. “Baba yok orada bir şey.” “Yalan! Orospu, yine ismini yazmışlar.
Seni yazmışlar duvara.” Kızın müthiş kuvvetine şaşırırdım. Babasının koltukaltlarından geçirdiği iki kolunu kelepçe gibi sıkar, arkaya doğru sürüklerdi. İhtiyar kapının eşiğine tutunduğunda ise çözdüğü sol elini yumruk yapıp yorgun bileklere geçirirdi. Ağzı köpükler içinde kalan adam, içerideki karanlığa doğru kaydığında onun orada boğazını kesmesini dilerdim. Hazan bütün bunları umursamazdı. “Hayat beni şaşırtmıyor.” Hazan, ihtiyar adamın aslında gördüğüne inanıyordu. Daha doğrusu onunki farklı bir körlüktü. “Her akşamüzeri, siparişlerimi raflardan eliyle koymuş gibi buluyor, paketliyor. Para üstünü eksiksiz veriyor. Hatta bazen dükkâna girdiğimde onu gazete kâğıtlarının üzerine eğilmiş buluyorum.” Peki ya o duvar? “İhtiyarın gözleri sadece içeride görüyor. Dışarıdaki dünya onun için karanlık.” İtiraz etmezdim. Çünkü Hazan’la tartışılmaz. Hemen gözleri buğulanır.
Ben kıyamam ki o yeşil sulara. İş bitimi peşini bırakmazdım. Kör bakkalı ardında şüphelerle bırakıp çamurlu sokağa yeniden çıkardı. Kemaraltı’nın en berbat sokağındaydık. Atölyenin tıkadığı çıkmazın on adım ötesinde bakkalın yıkılmak üzere olan kirli camekânı uzanır, bel vermiş elektrik direğinin dayandığı o meşhur duvarla birlikte sokak çürümüş bir paçavra gibi kıvrılıp giderdi. Hazan kartal omuzlarıyla aşağıya doğru kendini bıraktığında bu zavallılık açılır gibi olurdu. İki yanda çarpılmış eski evlerin cumbaları çoktan yıkılmıştı. Haraplık önce buradan başlar. Kim bilir kaç kadının pembe topuklarıyla esneyen o taban tahtaları iri topuzlu çivilerden kıymık kıymık ayrılmadan önce uçan çatıdan aldığı nemle gevşer; yağmur suyu getirdiği çamurla ağacın özüne işlerken küçük çıtırlar doğurur. Ev ölürken cumbasına ağlar. Hazan da her gün biraz daha bel veren evlere bakarken üzülürdü galiba. Bunu tam anlayamazdım. Ama beni fark edemeyeceği mesafeden onu izlerken durup dalgınca bakmasından bunu çıkarırdım.
En çok kapısı aşı boyalı Kumrulu Mescit’in önünde oyalanır. Kırmızı pasın aktığı demir kapının parmaklıklarına başını dayayıp uzun uzun içerisini izlerdi. Hazan’ın parmakları incedir. Kapıya dayanıp ittiğinde kırılacaklar diye ödüm kopardı. “Sakın girme. Çık oradan.” Çoğu zaman sayıklamalarım işe yaramaz. Kumrulu Mescit’in iç avlusuna doğru kayıverirdi. Benim korkum yıkıldı yıkılacak gül ağacından oymalı çatı değildi. Ne de avluda akan ve mahallelinin zehir-i zıkkım akıttığına inandığı yılanbaşlı çeşmeden ürkerdim. Çünkü belki bin defa eğilip kanıncaya kadar çeşmeye yapışmış, ardından titreyen ahşap merdivenleri çıkarak mescidin içinde kaybolmuştu.
Esas korkum boğuk ağlamalarının etraftan duyulmasıydı. O gün Kıstırın Nazmi onu fark etti. Gözlerine inanamadı önce. Etrafa bakındı. Başını eğip duvara sürtünerek yaklaştı. Parmaklıkların arasından içeriye baktı. Saklandı. Yeniden doğrulup baktı. Ardından sıçrayıp uzaklaştı. Köşeyi döndü tozun içinde. Birazdan geri geleceklerini biliyordum. Elleri bellerinde, öfkeli adımları ve küfürbaz bıyıklarıyla sokağa dolacaklardı. Kaynayan mırıltılarıyla aralarında konuşup içeriye dalacaklardı. Mescidin yanındaki boş eve girdim. Cam kırıkları ayaklarımın altında patlıyordu. Sidik kokan koridoru koşarak aştım. Mutfak. Yerde kırık sandalye ölüsü. Telleri paslanmış çerçeve patladı önümde. Ateşten çemberin içinden geçen bir soytarı gibi uçtum. Dize kadar büyümüş otların arasında buldum kendimi. Evin arka bahçesine ulaşmıştım. Kalktığımda omzuma gömülü ince bir demir parçası ve boyunca fışkıran kanı gördüm. Bu benim acım olamazdı. Çıkarıp attım. Bahçe aniden mora kesti. Etrafımdaki hava ağırlaştı. Koyu bir çorbanın içinde koşmaya başladım. Bahçeyi çeviren kırık duvarlara ulaştığımda Nazmi’nin mavi gömleğini gördüm. Önümden geçiyordu. Elimi uzattım. Beni çevreleyen yoğunluk ona ulaşmama izin vermeyecek gibiydi. Ama her şey çözülüverdi. Bahçeye çektim onu. Hazan esrar zulalarını patlatmıştı. İçinde son namaz kılanın kırk sene önce öteki dünyayı boyladığı ve belki de Tanrı’nın bile unuttuğu bu mescit, mükemmel ateş tuğlalarının arasında önce tülbente, ardından paket bandına sarılmış ağır tozları saklıyordu.
Oysa o gün Hazan kim bilir aklında hangi güzellikle içeriye sızıvermişti. Kaç defa mescidin önünde durup içeriye uzun uzun bakışından içim cız etmişti. Ama her defasında başını eğip yoluna devam etmişti. Nazmi çırpındı önce. Göğsümü göğsüne bastırıp uzun otların arasına çektim. Korkusu ter olup üzerime bulaştı. Fısıltıyla yalvardı. Biliyordu ki bağırırsa boynunu zahmetsizce kıracaktım.
Ağlamaya başladı. Omzumdan damlayan kan büzülmüş dudaklarına iri lokmalarla dolsa da saygıyla yutuyordu hepsini. Gördüklerini unutmaya hazırdı. Hatta hemen o gün bu mahalleyi terk edebilirdi. Zaten eski bavulundan ve içine doldurduğu çizgi romanlarından başka neyi vardı. Erketelikten kazandığı üç kuruşu biriktirememişti. Bunun için çok üzgündü. Tekrar tekrar söyledi bunu. Keşke bu kadar savruk olmasaymış ki rahmetli anası bu nedenle gözleri açık gitmiş. Bedenimde biriken ağırlığı avuçlarıma verdim. Bastırdım. Gözleri büyüdü. Beyazın arasında titreyen kırmızı damarları çatlayıp dağıldı.
Geriye döndüğümde Hazan ortada yoktu. Arkasında bıraktığı cehennemden habersiz yoluna devam etmişti. Ardından deli gibi koştum. Nefes nefese yetiştim. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Geriye yürüdük beraber. Birbirimizle konuşmadan ne yapacağımızı anlamıştık.
İki… Rehber girer
Bu çatıların hepsi bana ait. Şu çıkmazdan başlayan ve yan yana akan üç sokak, koca mahalle, Mezarlık Başı’ndan suya kadar olan tekmil ev ve çirkini ve şehlasıyla bütün bu çöp bana zimmetli. Elimde görülmez bir davul ve kiraz ağacından tokmakla sabah sayımına çıkıyorum. Büyük hapishane. Duvarları bir ben biliyorum. Kimse uyanmadan herkesin hücresini açıyorum. Orta sokağın sonunda gürültülü sesler çıkaran atölye en sevdiğim yer. Karşı evin damından izliyorum. Kucak dolusu çarşaf taşıyorlar. Makineler, bağlanmış hayvanlar gibi höykürüyor.
Gidip gelen demir taraklar, pırıltılı ışıklar saçan vidalar, ağır yağları akan sarılı teller. Çalışan her şey iyidir. Elektrik hayat veriyor bu eski mahalleye. Hatta yürüyen ceset Halit Bey bile o kalabalığın arasında kanlanıyor. İşçilerine bakıyor oturduğu masadan. Koşturan küçük kızları, eğilip kalkan sepetlere doldurdukları çorapları taşıyan çırakları, bıçak kesiği parmaklarını sıcak çay bardaklarıyla ısıtan ustabaşını gözünü kırpmadan izliyor. Halit Bey geniş kolçaklı koltuğunun hemen arkasında, çerçevelenmiş siyah beyaz eski fotoğrafını indirir, “Gençliğim, kudretim…” diye fısıldar. Ses yükselir. Tezgâhtaki kızlar tedirgin güvercinler gibi kulak kabartır, ardından başlarını omuzlarına gömerler. Hava buza keser. Herkes tozun ve işin arasında kaybolmaya çalışır. Ayağa kalkar. Mahallede beni deli diye çağıran tek kişi Halit Bey’dir. “Lan Deli Rehber, gel buraya…”
Çaresiz boynumu bükerim. Atölye boşalmış olur. Vücuduma sardığım naylon torbaların hışırtıları altından içeri süzülürüm. Kalkıp perdeleri kapatır, ışıkları söndürür; masa lambasının kirli sarısı kalır geriye. Sandalyemi kendim sürükleyip getiririm köşeden. Ellerimi arkada birleştiririm. Soğuk kelepçenin bileklerime oturuşunu hissederim. “Lan Deli Rehber, tat vermiyorsun aslında bana.” Halit Bey, tıknaz adamın birisidir. Kemerli burnunun indiği yerde kibrit çöpü kadar ince bir bıyık kıvrılır. Yüzü kireç beyazıdır. Ama beni omuzlarımdan tutup sarstığında gri gözlerindeki tül biraz yırtılır.
Çıplak başından sıyrılıp gelen ve şakağında çatallaşıp kaybolan damarının atmaya başladığını hissederim. Halit Bey’in içi hafiften uyanıyordur artık. Elinin tersiyle vurur; arka arkaya. Hafif bir giriş. “Neden böyle naylon torbalar içinde geziyorsun? Neden sarıyorsun bunları vücuduna?” Önceleri, buna sinirleneceğini bilemezdim elbette; yanıt vermeye çalışırdım. İki eliyle ağzımı kapatmıştı kaç kere. Konuşmamı istemiyordu. Aslında karşısına oturtup eziyet ettiği adam ya da adamlar ben değildim. Bunu bana haykırdığı anlamsız sorulardan anlamıştım. “Sen kime bağlısın?” “Nerede buluşuyorsunuz?” “Ev nerede?”
“Bu anahtarlar nereye ait?” “O adamın gerçek ismi ne?” O her sorunun ardından yumuk gözleriyle kırıştırdığı alnını yere döküyor, kendince verdiğim ama aslında ağzımdan dökülmeyen cevapları tartıyor, eğer tatmin olmamışsa yeniden üzerime yıkılıyordu. Bu mahalleden kaçıp gidebilirdim. Kumrulu Mescit’in bitişiğinde kırık beliyle yükselen o metruk evin ikinci katındaki üç parça kirli çaputumdan başka neyim vardı ki?
Ama bir türlü kopamıyordum buradan. Evlerin tozlu çatılarında dolaşıp çöpleri karıştırmaktan, ışık sızan her odayı, her ayak tıpırtısını izlemekten kendimi kurtaramıyordum. Bütün bunların ötesinde bu rezil adamın ayağına gitmeyebilir, bana doğru uzattığı titrek kolları büküp çatırtılı seslerle kırabilirdim. Mümkünü yoktu. Ağır dudaklarından çıkan sesini duyar duymaz tüm kaslarım çözülüyordu. Ona boyun eğiyordum. Belki de bu çaresizliğimin altında o iğrenç sandalyeye çöker çökmez hissettiğim garip duygu yatıyordu. İlk birkaç saniye içerisinde her zaman içinde yüzdüğüm pelteleşmiş zamanın zarı yırtılıyor ve vücuduma sıvaşan kanlı peltenin içinden sıyrılıp nefes alıyordum. Sanki kalın renkli camlar ardından baktığım dünya gerçek oluyordu. Avuçlarıma geçirdiğim tırnaklar etime batıyor, yüzümden yayılan ateş beni yakıyordu. Acı bana kendimi geri veriyor gibiydi. Oysa normal zamanlarda dalgacı adamın tekiydim. Saat Kulesi’nin dibindeki midyeci çocuklara takılırdım gece yarısından sonra. Onlar benden korkmazdı. Hepsinin severken öldürebileceği kadınları vardı. Kocaman elleri gülerken titrerdi.
…