Kora ile Kelebek | Hanzade Servi


Duygu tarlanda ne yetiştiğini öğrenmek ister misin?

Sözcüklere yaptığı küçük mizahi dokunuşlarla kendine has bir üslup yakalayan Hanzade Servi’nin, Gülten Dayıoğlu İlkgençlik Roman Ödüllü Kora ile Kelebek’i, nostaljik aile filmlerine şapka çıkartan bir anlatı…

Dünyaya bambaşka gözlerle bakan iki genç kızın kaderlerini sürpriz bir evlilik bağı ile kesiştiren yazar; biriyle iyi anlaşmak için illa ki birbirine benzemek gerekmediğine, farklı şeyleri aynı dilde sevmenin güzel ilişkiler kurmak için yeterli olacağına vurgu yapıyor.

Zamanın getirdiklerine ve götürdüklerine önyargıyla yaklaşmanın yarardan çok zarar vereceğine işaret eden eser, ilkgençlik çağında hissedilen duygusal dalgalanmaların sosyal yaşantı üzerindeki yansımalarını da ustalıkla resmediyor.

“Bizim Aile filminde bile, Münir Özkul’la Adile Naşit’in çocukları hemen kaynaşmamıştı.”

Yurt dışında yatılı okulda büyüyen, rahatlığına düşkün Kora ile kurallara sıkı sıkıya bağlı, takıntılarla örülü bir yaşam süren Kelebek’in, on üç yaşında olmaktan başka hiçbir ortak noktaları yoktur. Ta ki, anne babaları hayatlarını birleştirme kararı alana dek. Aniden kardeş olan iki gencin dünyası bir daha asla eskisi gibi dönmeyecektir. Bir yanda türlü çeşit tehdide karşı önlem almaktan kendini alıkoyamayan, düzen timsali Kelebek; öte yanda kimin ne diyeceğine hiç aldırış etmeden gönlünün her istediğini yapan, keyfine düşkün Kora… Zıt kutuplardaki karakterlerimiz için geçmişle hesaplaşma ve geleceğe bakma vaktidir. Ürkek ama emin adımlarla birbirlerine yakınlaşmaya çalışırken karşılarına çıkan umulmadık olaylar, Kora ile Kelebek’i hayal bile edemeyecekleri çok özel bir dostluğa sürükler. Hem de kardeşlikten bile öte bir bağla…

Hayatı yaşamaya değer kılan “an”lara ve “anı”lara temas ederek ruhumuzun derinlerine akan bu duygu yüklü kitap, hem aile birliğinin önemine değiniyor hem de müthiş bir kardeş dayanışması inşa ediyor.

Hüzünle eğlenceyi harmanlayan hikâyesinin satır aralarında toplumun huzurunu bozan kimi sorunlara karşı farkındalık yaratmayı hedefleyen Kora ile Kelebek, okurların duygu tarlasını sevgiyle yeşertmeyi başarıyor.

Bölümler

1. Merak Ettiklerim………………………………………………………. 7
2. Duygu Tarlası …………………………………………………………. 33
3. Sürpriz!……………………………………………………………………….60
4. Biz Kardeş Falan Değiliz!…………………………………….80
5. Çöpteki Bileklik………………………………………………………99
6. Kayıp Çocuklar……………………………………………………..120
7. Budak Nerede?………………………………………………………136
8. Umut’un Oyuncak Ayısı…………………………………….155
9. Bilinmezliğe Giden Gemi ………………………………….174
10. Ben Tuttum!……………………………………………………………186
Kelebek Kanatları Kitabı …………………………………..199

1. Bölüm
Merak Ettiklerim

Kelebek

“Nikâhtan sonra, Mor Salkım Restoran’da yemek vereceğiz. Menüye çipura koyduk. Ama ben vejetaryen olduğum için, annem özel salatalar da hazırlatıyor. Zaten deniz ürünlerine alerjim var. Masaları gülle süslemek tehlikeli diyorum. Dikenler birilerinin eline batabilir. Aslında restoranda her ihtimale karşı birkaç tetanos aşısı bulundurabiliriz. Gerçi çoktan karanfil sipariş ettim. Karanfil kokusuna alerjisi olan birini tanımıyorsun, değil mi? Orkestranın çalacağı müzik enstrümantal olacak. Yine de birilerinin başı ağrırsa diye iki kutu aspirin alacağım.” “Bence nikâh yemeğine gitmekten vazgeçersen, kimsenin başı ağrımaz.” “Annem evleniyor. Nasıl ‘ben gelmiyorum’ derim ki?” Birkaç saniye sonra “Ah!” diye mırıldandım. “Sen bana laf sokuyordun.” Nedime gözlerini devirip önündeki dergiye tekrar dalınca, ilk sayfasına “Seven Kanatlı ve Uzay Solmaz nikâhı, 25 Nisan 1990” yazdığım deftere baktım. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamadığımda, hayatın kontrolünün elimden kaçacağı duygusundan kurtulamıyordum.

Sınıfta biri öksürünce, önce o çocuğun kötü bir hastalığa yakalandığını, sonra da hastalığın bulaşıcı olduğunu ve birkaç gün içinde tüm kasabanın karantinaya alınması gerekebileceğini düşünmenin nesi mantıksızdı? Gazetede, kafasına inek düştüğü için ölen birinin haberini okumuştum. Gece kulağınıza garip bir böcek yuva yapabilir, uzaylılar sizi kaçırıp ensenize mikroçip yerleştirebilir, sirkteki bir palyaço aklını kaçırıp, üzerinize zehirli boya fışkırtabilirdi. Her an her şeye karşı hazırlıklı olmak zorundaydınız. Annemin müstakbel kocası Uzay Solmaz, geçen gün “Sadece on üç yaşındasın,” demişti. “Sen doğana kadar, dünya bir şekilde kendini döndürmeyi başardı. Varlığının önemsiz olduğunu kastetmiyorum. Ama tüm felaketlerle başa çıkamazsın. Hayatı akışına bırakmayı hiç denedin mi?” Bir yanım ona hak veriyor, öbür yanım ise, iki aydır tanıdığın birine mi güveneceksin, diyordu.

Uzay Solmaz iki ay önce annemin çiçekçi dükkânından içeri girdiğinde, kravatsız takım elbisesi, gözlükleri, uzun boyu ve yüzüne sonradan eklenmiş gibi duran hafif eğri burnuyla, gayet normal bir adama benziyordu. Ta ki etrafındaki çiçeklere şöyle bir bakıp “Saintpaulia ionantha var mı?” diyene kadar. Normal insanların bırakın ‘saintpaulia ionantha’ aramayı, o kelimeleri telaffuz etmekte bile zorlanacağını biliyordum. Tabii bu, bitkilerle ilgilenenlerin anormal olduğu anlamına gelmezdi. Ama yine de adam ‘Afrika menekşesi var mı?’ deseydi, bu daha mantıklı görünürdü. Annem, çok farklı konularda araştırma yapmayı sevdiğim için bana yardım isteyerek bakmış, ben de adama “Afrika menekşesi mi arıyorsunuz?” diye sormuştum.

Adam, “Evet, örümceğim akşam yemeği konusunda biraz seçici,” demişti, ciddi bir ifadeyle. “Hayatımda hiç vejetaryen örümcek duymadım. Böceklerin dışında küçük kuşları ve bazı omurgalıları avlayanlar var. Hatta balık ve kurbağayla beslenenlere bile rastlanıyor. Eminim bir yerlerde Afrika menekşesi seven örümcekler yaşıyordur, ama henüz keşfedilmediler.” “Sanırım örümcek şakasını, böceklerle ilgili fazla bilgisi olmayan birine yapmalıydım. Tabii bu, insanların yüzüne bakarak anlayabileceğiniz bir şey değil.” Tam o anda, KKK’nin on altıncı maddesini çiğneyerek, Uzay Solmaz’ı sevmiştim. (KKK, yani Kelebek Kanatları Kitabı. Kendinize kurallar koymadığınızda, hayat gerçekten karmaşık hâle gelebiliyordu.) 16. Yeni tanıdığın bir yabancıya asla güvenme ve onu hemen sevme! Not: ‘Yeni tanıdığın yabancı’ doğru bir tanım mı? ‘Eskiden beri tanıdığın yabancı’ diye bir şey olabilir mi?

Türkçe öğretmenine sor. Sormuştum. Tam o ara nişanlısından ayrılmış olan Berna Hoca da, “Yıllardır tanıdığın biri bile, bir yabancıya dönüşebilir,” demişti. Bu, tam olarak aradığım cevap değildi. O yüzden, on altı numaralı kurala iliştirdiğim notun kenarında hâlâ, fosforlu bir soru işareti vardı. Annem, Afrika menekşesi arayan adama elinde hiç kalmadığını, ama yarın geleceğini söylemişti. Adam da yarın tekrar uğrayacağına söz verip gitmişti. Anneme saksı çiçeği satmadığımızı hatırlattığımda, “Ay sanki bilmiyorum!” deyip, telaşla volta atmaya başlamıştı. “Yarına kadar nereden ‘santüpila iyonya’ bulacağız?” sorusunun cevabı ise, yan komşumuzdaydı.

Salonunun yarısı Afrika menekşeleriyle dolu olan Esma Erüstün, on üç yaşındaki bir kızın niçin acilen Afrika menekşesine ihtiyaç duyduğunu anlayamamıştı. “Toz alerjisine iyi geliyormuş,” demiştim, saksıyı yaşlı kadının elinden alıp eve doğru koşarken. “Yani ne yapınca iyi geliyormuş güzel yavrucuğum?” Kadının sesindeki panik, çiçeğinin pişirilip yenmesi ihtimalini bile düşündüğünü gösteriyordu. “Yanında şarkı söyleyince!” Ertesi gün adam, saat onda dükkânın kapısında belirmişti. Onun, sırf çiçek almak için şehirden buraya kadar bir saat araba sürdüğünü öğrendiğimizde, şaşırmıştık. “Koskoca şehirde, bir saksı bile Afrika menekşesi kalmadığını mı söylüyorsunuz?

” Annem, saygısızlık ettiğimi düşünerek beni dürtecek gibi olmuş, ama son anda vazgeçmişti. Cevabı onun da merak ettiği belliydi. “Elbette bir sürü menekşe var,” demişti adam. “Ama ben, baktığımda ‘İşte bu!’ diyeceğim bir tane istiyorum. Fesleğenlerin de hepsi aynı görünür. Oysa insanlar gibi, onlar da birbirinden farklıdır.” “Peki, bu istediğiniz gibi bir menekşe mi?” Annemin sesi endişeli çıkmış, adam “Hiç şüphesiz!” diye gülümseyerek onu rahatlatmıştı. Adının Uzay Solmaz olduğunu öğrendiğimiz adam, bu küçük yolculuğa gerçekten de menekşe aramak için çıkmasına rağmen, onu Gölayna kasabasına ikinci kez getiren şey, kesinlikle annemdi. Birkaç buluşmadan sonra, evlenmeye karar verdiler. Nikâh hazırlıkları konusunda hâlâ huzursuzdum. “Yemeği ayarlaması gereken kişi sen değilsin,” dedi Nedime. Sonunda, başını dergiden kaldırmıştı. “Okulda yangın çıkarsa nasıl kurtulacağımızı düşünmek de senin görevin değil. Pantolonunun fazla sıkı olduğunu söylemek için Bon Jovi’nin menajerini bulmaya çalışmak da…

Kimse senden, bir gök cismi keşfettiğini sanıp NASA’ya mektup yazmanı beklemiyor. On üç yaşındasın ve şu hâline bak!” “Ne varmış hâlimde? Her zamanki gibiyim.” Nedime, beni kolumdan çekip aynanın önüne getirdi. “Belki de sorun budur. Artık başka birine dönüşmenin zamanı gelmiştir. İşe, iki saç örmekten vazgeçerek başlayabilirsin, sana hiç yakışmıyor. Gözlük çerçevelerin de çok büyük. Sanki az sonra bir filmde yaşlı bir kadını oynayacaksın. Giyim tarzın ise… felaket! İsmi Kelebek olan biri için tam bir hayal kırıklığısın. Bence kelebekten çok, kozasının içinde bekleyen sıkıcı bir tırtıla benziyorsun.” “Bana böyle şeyler söylediğine inanamıyorum!

Güya en iyi arkadaşımsın.” “En iyi arkadaşın olduğum için bunları söylüyorum. Senden hoşlanmayan kızlar, hâlinden çok memnun. Çünkü kendine azıcık çekidüzen verirsen, gerçek bir kelebeğe dönüşeceğini biliyorlar ve inan bana, bunu hiç istemezler.” Nedime, yerdeki çantasını alırken “Bana, yavrusu göle düşmüş inek gibi bakmayı keser misin?” dedi. “Gerçekten, artık endişelenmeye ve merak etmeye biraz ara vermelisin. Çok fazla şeyi kaçırıyorsun.”

“Buzağılar yüzebilir mi?” “Ne?” “Buzağılar yüzebiliyorsa, yavrusu göle düşen inek endişelenmez. Böylece asıl suya düşen, senin yaptığın benzetme olur.” Hemen, kapağında ‘Merak Ettiklerim’ yazan defterimin sayfalarını çevirerek boş bulduğum bir yere “Buzağılar yüzebilir mi?” diye yazdım. Başımı kaldırdığımda, Nedime bana öfke ve şaşkınlıkla bakıyordu. Önce bir şey söylemek için ağzını açtı, sonra vazgeçerek gitti. “Merak etmek iyidir!” diye, arkasından seslendim. “Beynini dinç tutar. Böylece Alzheimer hastalığına yakalanma riskin azalır.” Artık beni duyamayacağını biliyordum. Telefon çalınca, koşarak salona indim. “Seven ve Kelebek Kanatlı’nın evi? 25 Nisan çarşambadan itibaren Uzay Solmaz da burada yaşayacak ve Seven Kanatlı, Seven Solmaz’a dönüşecek. Kiminle görüşmek istemiştiniz?”

“Mor Salkım Restoran’a gidip, aşçılara nikâh yemeğinde pişirecekleri balıkları birlikte tutmayı mı teklif ettin?” “Bugüne kadar kaç kişi bayat balıktan zehirlendi, biliyor musun anne? Vejetaryen olduğum için tadarak kontrol edemeyeceğim. Ancak böyle emin olabilirim. Gerçi vejetaryen olmasaydım da tadamazdım. Deniz ürünlerine alerjim olduğu…” “Senin deniz ürünlerine alerjin yok!” “Elbette var. Anne? Anne?” Annemin telefonu kapattığını anlayınca, şaşkınlıkla kendimi koltuğa bıraktım. Annem aslında çok sakin bir kadındı. Son üç yılda, beş ayrı alerji uzmanına gidip sayısız testler yaptırdığımız için, galiba bu konuda biraz hassaslaşmıştı. Doktorların hepsi, ciddi bir alerjim olmadığı konusunda hemfikirdi. Vücudumun gösterdiği bazı tepkilerin, psikolojik olduğunu düşünüyorlardı. Annem son testten sonra “İşte, hiçbir şeyin yok,” demişti. O saniyelerde ben de, alerjinin değişkenliğinden bahsediyordum.

“Yıllarca pırasaya alerjin olabilir ve sonra aniden geçer. Ya da at kılına hiç alerjin yokken, bir sabah kalktığında, artık Fırtına’ya havuç yediremeyeceğini öğrenirsin. Şimdiye kadarki alerji testlerimin temiz çıkması neyi kanıtlıyor ki? Şu an yeni bir test yaptırsak, eminim at kılına bile alerjim olduğunu öğreniriz. Ya atımız olsaydı anne? Onu atmayı hiç istemezdim. Atı atmak ne garip ve hüzünlü bir deyiş, değil mi? Hem bir atı nereye atarsın ki?” Çantamdan alelacele çıkardığım ‘Merak Ettiklerim’ defterine “Bir at nereye atılır?” diye yazarken, annem “Bu son,” demişti. “Bir daha alerji doktoruna gitmiyoruz.” Ama bu, dünya üzerindeki seksen beş şeye alerjim olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Ki hepsi, ‘Alerjilerim’ defterinde türlerine göre gruplanarak listelenmişti. Kimse bana inanmıyor diye, karides yiyince anafilaktik şok geçirmeyecek değildim. Aniden, annemin Uzay Solmaz’la evlendikten sonra değişecek olan tam ismini düşündüm: Seven Güller Solmaz. (Güller, annemin kızlık soyadıydı.) Acaba evlenince, annem gibi şiire dönüşen başkaları da var mıydı? Tam bunu not almak için kalkacakken vazgeçtim. Belki de gerçekten biraz yavaşlamalıydım. Odama gidip, ‘Merak Ettiklerim’ defterinin sayfalarını çevirerek, “İsimlerle soyadları insanın kaderini etkileyebilir mi?”

sorusunu buldum. Annem, babam Onat Kanatlı’yla evlendiğinde, Seven Kanatlı’ya dönüşmüştü. Ama okuduğum bir yazıda, isimlerin kadere etkisinde kızlık soyadının da rolünün olduğu yazıyordu. Yani annem, Seven Güller Kanatlı’ydı. Sadece fotoğraflarından tanıdığım ve aktör Michael Sarrazin’e şaşılacak derecede benzeyen babam, 1979’un mart ayında, kendisi yirmi yedi, kızı iki yaşındayken, ani bir kalp kriziyle, soyadına yakışır bir şekilde kanatlanıp gitmişti. İsimlerle soyadlarının kaderi etkileyebileceğiyle ilgili yazıyı okuduğumdan beri, kendimi bu tezin neresine koymam gerektiğini düşünüyordum. Kelebeklerin ömrü sadece bir gündü. Ve Kanatlı, insanın aklına uçup gitmeyi getiriyordu.

Nedime, o yazının saçmalık olduğu görüşündeydi. “Benim ismimin anlamına bak,” demişti isimler sözlüğünü okuyarak. “Saygıdeğer ve zengin bir kadına arkadaşlık eden kadın. En iyi arkadaşım sensin. Zengin olmadığını biliyoruz. Eh, pek saygıdeğer de sayılmazsın. Demek ben, ismimin yarattığı kaderi yaşamıyorum. Soyadımdan bahsetmiyorum bile.” Nedime’nin soyadı Ayıboğan’dı. Bugüne kadar hiç ayı boğmamış olması, bundan sonra da boğmayacağı anlamına gelmezdi. Tabii böyle bir şey yaparsa, onunla bir daha asla konuşmazdım. Annem artık Seven Güller Solmaz olacaktı. Yeni soyadı, mutluluğu tekrar bulacağının kanıtı gibiydi. Kendi üzerimde dolaştığına inandığım küçük kara bulutun nasıl dağılacağı konusunda ise hiçbir fikrim yoktu. Tam o anda cama küçük bir taş çarptı ve düşüncelerimden sıyrılarak bahçeye çıktım.

“Sana kaç kere cama taş atmamanı söyledim?” “Yüz elli yedi? Altı yüz kırk beş? Acayip şeylerin hesabını tutmak senin işin. Eminim kapağında ‘Budak’ın cama attığı taşlar’ yazan bir defterin vardır.” “Çok sinirsin!” “Sazan avlamaya gidelim mi?” Budak’ın kastettiği, gerçek bir sazan avı değildi. Kasabaya adını veren Gölayna gölünün kıyısında oturup, balıkların suyun yüzeyine zıplamasını bekliyorduk. Zıplayan bir balığı ilk gören, “Ben avladım!” diye bağırıyordu. Balıkların küçük bir ‘şıp’ sesi çıkararak suya daldıkları ana bayılıyordum.

Nedime, “On üç yaşındaki hiçbir oğlan, böyle saçma bir şeyden zevk almaz,” demişti. “Besbelli ki, senin saçma şeyleri sevdiğini bildiği için sazan avını uydurmuş. Bence Budak senden hoşlanıyor ve asıl sazan, bunun farkında olmayan sensin.” Bu ihtimal karşısında dehşete düşmüştüm. ‘Sevebileceğim Birinde Bulunması Gereken Özellikler’ defterimde, şimdilik sadece altı madde vardı ve Budak, bunların hiçbirine uymuyordu. 1. Yeşil renkli giysileri olmasın. (Budak’ın yeşil bir pantolonu, iki yeşil gömleği ve yeşil ayakkabıları vardı. Birkaç ay önce üzerime konan devasa yeşil böceği, elbisem yeşil olduğu için fark etmediğimden beri, o renge karşı alerji geliştirmiştim. Aslında kütüphanedeki araştırmalarımda, renk alerjisi diye bir şey bulamamıştım. Ama bu, ne zaman yeşil bir şey görsem kaşınmaya başladığım gerçeğini değiştirmiyordu.)

Benzer İçerikler

Dan Ve Buzdan Piramit | Thomas Taylor

yakutlu

Ustanın Çocukları

yakutlu

Bach Yürürken | Göknil Özkök

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy