“İcat çıkarma başımıza!” demeden önce bir kez daha düşünmeli insan!
Koray Avcı Çakman’ın, “icat çıkarmak” deyiminden esinlenerek kaleme aldığı İcat Çıkar, çocukları hayal kurmaya, yaratıcı olmaya ve yeni şeyler üretmeye yüreklendiren masal tadında bir hikâye.
Kalıplaşmış düşünce ve davranışları özgün fikirleriyle bertaraf eden Hıkkırk adında bir çocuğun, azimle çalışarak nasıl başarılı bir mucide dönüştüğünü anlatan kitap; değişime ve yeniliğe karşı direnmenin gelişmeyi ve ilerlemeyi engelleyeceğini vurguluyor.
Gündelik hayatımızı kolaylaştıran hemen her aletin bir zamanlar ortaya çıkan icatların meyvesi olduğunu hatırlatan bu neşeli hikâye; merak eden ve keşfetmeyi seven çocukların içindeki küçük mucidi uyandırmayı hedefliyor.
Tembel Teneke köyünde sesler, renkler ve kokular sürekli değişse de aslında değişmeyen çok şey var. Mesela, köyün sakinleri düşünmeyi pek sevmez; gün boyunca uyur, oturur, sedire uzanır, boş boş etrafa bakınır, canları sıkılınca da kaşınır. Hah, bir de köyde en çok söylenen söz “İcat çıkarma başımıza!”dır. Özellikle Hıkkırk, günde en az kırk kez bunu duysa da telleri büker, yayları gerer, farklı icatların peşine düşmekten hiç vazgeçmez. Derken bir gün, Hıklarla Mıklara bir hâller olur; betleri benizleri solar, tatlı tatlı kaşınamaz, öhü öhü öksürürler. Yoksa tüm bunlara sebep olan dağın ardına kurulan fabrika mıdır? Bunun üzerine Hıkkırk köylülere yardım etmek için heybesini icatlarıyla doldurur ve fabrikaya doğru yola koyulur…
Dilimize pelesenk olmuş bazı söylemler üzerine düşündüren İcat Çıkar, isteyip çabalayan herkesin insanlık ve doğa için faydalı buluşlar yapabileceğini gösteriyor.
Zengin deyim kullanımı, yineleme ve ikileme sözcüklerle çocuklar için ahenkli bir okuma deneyimi sunan kitap, Zeynep Dağgüden’in sıcacık resimleri eşliğinde “SEN de OKU” koleksiyonundaki yerini alıyor.
Tembel Teneke köyü…
Etrafta uçuşan karahindiba tüycükleri vardı, bir derenin uğultusu, rüzgârın keskin kokusu… Köyde görüntüler, sesler ve kokular sürekli değişirdi. Ama değişmeyen çok şey de vardı. “İcat çıkarma başımıza!” dedi Hıkon. Hıkkırk, umutsuz gözlerle ona böyle diyen babasına baktı. Anlaşılan Tembel Teneke köyünde sıradan bir gün daha yaşanıyordu. Tembel Teneke köyü nerede miydi?
Falanca Dağ’ı aşıp, Filanca Dere boyu yürür, biraz sağa, biraz da sola saparsanız bir gün mutlaka bu köye varırdınız. Köy, adını tembel bir tenekeden alıyordu. Tembellik yapmayın da dinleyin, hikâyesini anlatayım size. Düşlere gerçeklerin bulaşmadığı, Kırmızı Başlıklı Kız’ın kurtla karşılaşmadığı zamanlarda köyün bir adı yokmuş. Keloğlan Kaf Dağı’nı aşarken, Pamuk Prenses mutlu mesut yaşarken de adsızmış köy. Aslında köyde isimler, hem sorunmuş hem de değil. Yumurta, yumurta imiş; hindi, hindi; karga, karga; çorap, çorap; kabak, kabak…
Köylüler “Aman buna ne ad koyalım? Şuna nasıl seslenelim?” diye düşünmezlermiş. Zaten düşünmeyi de hiç mi hiç sevmezlermiş. Sevdikleri şeyler belliymiş; uyumak, oturmak, sedire uzanmak, boş boş etrafa bakınmak, canları sıkılınca da kaşınmak… E onlara göre, zaten tüm bunları yapınca gün bitiverirmiş. Hâl böyle olunca, köyde yeni doğan bir bebeğe isim bulmak başlı başına bir sorunmuş. Neyse ki köyün en yaşlısı Hık buna bir çözüm bulmuş: “Öyle uzun uzun düşünmeye gerek yok! Erkek çocuklarının adı Hık, kız çocuklarının adı Mık olsun. Hıkbir, Hıkiki, Hıküç; Mıkbir,Mıkiki, Mıküç diye gitsin. Anlaşıldı mı? Hık! Mık!” Nasıl olduysa Bilge Hık’ı tam o sırada hıçkırık tutmuş.
“Hık mık! Hık mık! Hık mık!..” “Anladııık, erkekler Hık, kızlar Mık. Hık ve Mık… Kendini yorma,” demiş köylüler. Söylenenlere göre Bilge Hık, “Hık mık… Hık mık…” diyerek tam üç gün üç gece aralıksız hıçkırmış. Öyle ki uyurken, horlarken, otururken, yemek yerken, boş boş etrafına bakınırken, kaşınırken bile… O hıçkırırken bir çocuk doğmuş. Köyün üzerinden güçlü bir fırtına geçmiş, bulutların arasından şimşekler çakmış. Karahindiba tüycükleri toprağa tutunup köklenmiş. Takvimlerden yapraklar eksildikçe köyün nüfusu çoğalmış. “Hıkbeş doğdu yaşasın!”
“Nur topu gibi bir Mıkon’umuz oldu!” “Aman da pek ciciymiş Mıkonsekiz!” Köyün sakinleri mutluymuş. Bebeklerin isimlerini durup düşünmeden pat diye koyuveriyorlarmış. Doğrusu bu, büyük bir rahatlıkmış. Varsın köy adsız olsun, aman canım!
Geceleri tanıdık nesneler karanlığa gömülmüş, gündüzleri doğayı tatlı bir telaş sarmış. Cuma cumartesiyi kovalamış, pazartesi pazarı geride bırakmış. “Salı salıncak olur sallanır, çarşamba bilye gibi yuvarlanır,” derken haftalar geçivermiş. Aylar sabırsız birer kedi yavrusu gibi birbirini kovalamış. Bir öğle vakti yaşlı Hık avluda dolaşıyormuş. Ayağı bir teneke kutuya takılmış. Bilge Hık tenekeye şöyle bir tekme savurup söylenmiş: “Off şu tenekeler! Çok tembeller! Niçin insanın ayağının altından çekilmezler?” “Haklısın,” demiş Hıkbilmemkaç.
Karısı Mık’a göre de Hık, yine bilgece bir laf etmiş. O günden sonra biri köyü tarif ederken şöyle demiş: “Hani Şu Tembel Teneke’nin olduğu köy!” Bir diğeri de: “Hık’ın ayağına Tembel Teneke’nin takıldığı köy!” Öyle, böyle, şöyle derken köyün adı Tembel Teneke kalmış. Hım… Daldan dala atladık. Köyün ismiydi, tenekenin tembelliğiydi diyerek lafı iyice uzattık. Nerede kalmıştık? Durun, hatırladım. Tembel Teneke köyünde sıradan bir gün yaşanıyordu.
Hıkların ve Mıkların çoğu, gün ışığına aldırmadan yataklarındaydı. Fokurdayan birer çaydanlık gibi sesler çıkararak uyuyorlardı. Kimi rüyasını beğenmediği için soldan sağa dönüyor, kimi açıkta kalan yerlerini kapatmak için yorganını çekiştiriyordu. Hepsinin de yataklarının altından bozuk yaylar sarkıyor, biri kıpırdadıkça gıcırdıyordu. Gıcır gıcır… Gıcır gıcır… Tembel Teneke köyünde sanki Gıcırdayan Eşyalar Orkestrası kuruluydu. Yataklar, döşemeler, sedirler ve kapı menteşeleri başı çekiyordu.
Gıcır gıcır… Gıcır gıcır… Onca şey, gıcırdamayı çok sevdiğinden gıcırdıyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Eşyalar dile gelseydi, “Çook sıkıldım bu sesleri çıkarmaktan!” derlerdi. O hâlde niye mi gıcırdıyorlardı? Hiçbiri bakım, tamir yüzü görmemişti de ondan! Menteşeler hiç yağlanmamış, döşemeler gözden geçirilmemiş, yatakların fırlayan yaylarını umursayan olmamıştı. Hıkkırk’tan başka…