13 yaşındayken “dünya öğretmeni” seçilen Krishnamurti, hayatını dünyayı dolaşarak, insanlarla, yaşama ve dünyaya dair konuşarak geçirdi. Kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Onun için, karşılaştığı herkes başlı başına bir “birey”di. Bu nedenle öğretmekten çok paylaşmayı ilke edindi. Yine de dünya üzerindeki milyonlarca kişi ondan çok şey öğrendi.
Otoriteyi reddedebiliyor musunuz? Reddedebiliyorsanız, nesillerdir içinizde taşıdığınız yanlış bir şeyden kurtulmuşsunuz demektir. O zaman ne olur? Daha çok enerjiniz, daha çok kapasiteniz, daha çok gayretiniz olur, kuvvetiniz ve canlılığınız artar.
Kendimizi anlamak, hiçbir otorite gerektirmez. Kendimizi anlamak için ne dünün otoritesi gerekir ne de bin yılın. Çünkü biz canlı varlıklarız, devamlı hareket eden, akan, hiç durmayan.
Kendimize dünün ölü otoritesiyle baktığımızda yaşam denen hareketi, o hareketin güzelliğini ve niteliğini anlayamayız.
İster kendinizin ister başkasının olsun, her tür otoriteden kurtulmak, düne ait her şey karşısında bir ölü gibi tepkisiz olmaktır; böylece zihniniz daima taze, daima genç, daima masum, hayat ve tutku dolu kalır.
***
İÇİNDEKİLER
1. BÖLÜM • 9
• İnsanın Arayışı • Acı Çeken Zihin • Geleneksel Yaklaşım
• Saygınlık Tuzağı • İnsan ve Birey • Varoluş Savaşı
• İnsanın Temel Doğası • Sorumluluk • Gerçek
• Kendi Kendini Değiştirmek • Enerjinin Dağılımı
• Otoriteden Kurtuluş
2. BÖLÜM • 23
• Kendimizi Tanımak • Sadelik ve Alçakgönüllülük • Şartlanma
3. BÖLÜM • 33
• Bilinç • Hayatın Bütünlüğü • Farkındalık
4. BÖLÜM • 41
• Zevk Arayışı • Arzu • Düşünceyle Ayartma • Hatıralar
• Sevinç
5. BÖLÜM • 49
• Kendini Düşünmek • Mevki Arayışı
• Korkular ve Topyekûn Korku • Düşüncenin Parçalanışı
• Korkunun Sonu
6. BÖLÜM • 61
• Şiddet • Öfke • Haklı Çıkarma ve Kınama • İdeal ve Gerçek
7. BÖLÜM • 73
• İlişkiler • Çatışma • Toplum • Yoksulluk • Uyuşturucu
• Bağımlılık • Karşılaştırma • Arzu • İdealler • İkiyüzlülük
8. BÖLÜM • 85
• Özgürlük • İsyan • Yalnızlık • Masumiyet
• Kendimizle Yaşamak
9. BÖLÜM • 93
• Zaman • Keder • Ölüm
10. BÖLÜM • 101
• Sevgi
11. BÖLÜM • 113
• Bakmak ve Dinlemek • Sanat • Güzellik • Sadelik
• İmgeler • Sorunlar • Mekân
12. BÖLÜM • 123
• Gözlemci ve Gözlenen
13. BÖLÜM • 129
• Düşünmek Nedir? • Fikirler ve Eylem • Zorluk
• Madde • Düşüncenin Başlangıcı
14. BÖLÜM • 137
• Dünün Yükü • Sessiz Zihin • İletişim • Başarı • Disiplin
• Sessizlik • Gerçek ve Gerçeklik
15. BÖLÜM • 145
• Deneyim • Tatmin • İkilik • Meditasyon
16. BÖLÜM • 153
• Tam Devrim • Dindar Zihin • Enerji • Tutku
Bu kitap Krishnamurti’nin önerisi ve onayıyla hazırlanmıştır. Kitapta yer alan metinler Krishnamurti’nin dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı, daha önce yayımlanmamış konuşmalarından oluşmaktadır. Konuşmaların seçimi ve sunuluş sırası benim sorumluluğumda gerçekleşmiştir.
Mary Lutyens
1
İNSANIN ARAYIŞI
ACI ÇEKEN ZİHİN
GELENEKSEL YAKLAŞIM
SAYGINLIK TUZAĞI
İNSAN ve BİREY
VAROLUŞ SAVASI
İNSANIN TEMEL DOĞASI
SORUMLULUK GERÇEK
KENDİ KENDİNİ DEĞİŞTİRMEK
ENERJİNİN DAĞILIMI
OTORİTEDEN KURTULUŞ
İnsan çağlar boyunca kendisinin ve maddi refahın ötesinde olan, olayların, düşüncelerin ya da insanlardan kaynaklanan yozlaşmanın bozamadığı bir şeyi -doğru ya da Tanrı ya da gerçek dediğimiz bir şey, zamanı olmayan bir varoluş hali- bulma arayışı içinde olmuştur.
İnsan hep şu soruyu sormuştur: Bütün bunların anlamı nedir? Hayatın bir anlamı var mıdır? İnsan hayatın akıl almaz karmaşasını, vahşetleri, isyanları, savaşları; dinin, ideolojilerin ve milliyetin getirdiği bilinmeyen anlaşmazlıkları görmüş ve derin, bitmek bilmez bir boşa kürek çekme hissiyle kendi kendine sormuştur: Ne yapmalı? Yaşamak dediğimiz bu şey nedir? Ötesinde bir şey var mıdır?
Ve hep arayıp durduğu bu bin bir adı olan isimsiz şeyi bulamayınca da inanç olgusunu geliştirmiştir -bir kurtarıcıya ya da ideale duyulan inanç- ve inanç da her zaman şiddeti doğurur.
Yaşam dediğimiz bu süregelen savaşta, yetiştirildiğimiz toplumun özelliklerine bağlı olarak bir davranış biçimi geliştirmeye çalışırız, bu ister komünist bir toplum olsun ister sözde özgür bir toplum; belli bir davranış standardını bir Hindu, Müslüman, Hıristiyan ya da başka bir şey olarak sahip olduğumuz geleneğimizin parçası olarak kabulleniriz. Bize neyin doğru ya da yanlış bir davranış olduğunu, neyin doğru ya da yanlış bir düşünce olduğunu başkalarının söylemesini bekleriz ve bu şablona uyarken davranışlarımız ve düşüncelerimiz mekanik bir hal alır, tepkilerimiz otomatikleşir. Bunu kendimizde kolayca gözlemleyebiliriz.
Yüzyıllardır her şey bize öğretmenlerimiz, yetkililerimiz, kitaplarımız, evliyalarımız tarafından hazır lokma olarak sunuluyor. “Bana her şeyi anlat – dağların, tepelerin ve dünyanın ardında ne var?” diyoruz ve onların tanımlamaları bizi tatmin ediyor, bu da demek oluyor ki kelimelere dayalı bir yaşam sürüyoruz ve hayatımız sığ ve boş. Biz ikinci el insanlarız. Hayatımızı bize anlatılanlarla devam ettirdik; ya heveslerimizin ve eğilimlerimizin gösterdiği yönde gittik ya da olaylar ve çevre tarafından dayatılanları kabul etmek zorunda bırakıldık. Bin bir çeşit tesirin ürünüyüz ve içimizde yeni bir şey yok, kendi başımıza keşfettiğimiz hiçbir şey yok; özgün, bozulmamış, lekesiz herhangi bir şey.
Dinbilim tarihi boyunca dini liderler tarafından, bazı ibadetlerde bulunur, bazı duaları veya mantraları tekrarlar, bazı şablonlara uyarsak, arzularımızı bastırırsak, düşüncelerimizi kontrol altında tutarsak, tutkularımızı yüceltirsek, isteklerimizi sınırlarsak, cinsel arzularımızdan uzak durursak zihnimiz ve bedenimiz yeterince acı çektikten sonra, bu küçük hayatın ötesinde bir şeyler bulacağımız konusunda temin edildik. Ve dindar denen milyonlarca insan da yüzyıllar boyu aynen denildiği gibi yaptı; kâh inzivaya çekilip, çöle dağlara, bir mağaraya ya da elinde bir dilenci tasıyla köyden köye dolaşarak, kâh gruplar halinde bir manastıra girerek, zihinlerini, önceden belirlenmiş bir şablona uydurmaya zorladılar. Ama acı çeken bir zihin, kırık dökük bir zihin, bütün karmaşalardan uzaklaşmak isteyen, dış dünyayı inkâr etmiş, disiplin ve itaat yüzünden körelmiş bir zihin – böyle bir zihin, ne kadar uzun süre ararsa arasın, sadece kendi çarpıtılmış bakış açısına uyan şeyler bulacaktır.
Onun için, bence insanın endişe, suçluluk, korku ve rekabet hisleriyle dolu bu yaşamın ötesinde bir şey olup olmadığını keşfetmek için tamamen farklı bir yaklaşıma sahip olması şart. Geleneksel yaklaşım, dıştan içe doğru ilerlemek ve zaman içinde, pratik yaparak ve bir şeylerden feragat ederek içimizdeki o çiçeğe, o iç güzelliğine ve sevgiye yavaşça ulaşmaktır – aslında kendini dar kafalı, adi ve bayağı hale getirecek her şeyi yapmak demektir bu; azar azar soymak; acele etmemek; yarın da olur, öbür hayatta da olur – ve insan en sonunda merkeze vardığında orada bir şey olmadığını görür çünkü zihni artık yetilerini kaybetmiş, körelmiş ve hissizleşmiştir.
Bu süreci gözlemleyince insan kendine soruyor, bambaşka bir yaklaşım olamaz mı – yani içten dışa doğru bir patlama mümkün değil mi?
Dünya geleneksel yaklaşımı benimser ve ona göre hareket eder. İçimizdeki karmaşanın temel nedeni bir başkasının vaat ettiği gerçekliği arıyor olmamızdır; bize huzurlu bir manevi hayatın güvencesini veren birini robot gibi takip ederiz. Çoğumuz zalim hükümetlere ve diktatörlüğe karşıyken bir başkasının zihnimizi ve yaşam biçimimizi çarpıtan otoritesini, diktatörlüğünü içten içe kabul etmemiz gerçekten de çok şaşırtıcı bir durumdur. Dolayısıyla, ruhani otorite olarak adlandırılan her şeyi, bütün törenleri, ritüelleri ve doktrinleri sadece aklımızda değil, gerçek hayatta da tamamen reddedersek, tek başımızayız ve şimdiden toplumla bir zıtlaşma içine girmişiz demektir; artık saygıdeğer insanlar olduğumuz günler geride kalmıştır. Saygıdeğer bir insanın o sonsuz, sınırsız gerçekliğe yaklaşması mümkün değildir.
Böylece tamamen yanlış bir şeyi -geleneksel yaklaşımı- reddederek bir başlangıç yapmış bulunuyorsunuz ama onu sadece tepkisel olarak reddederseniz içinde kısılıp kalacağınız başka bir kısırdöngü yaratmış olursunuz; aklınızdan bu reddedişin çok iyi bir fikir olduğunu geçirir ama bu konuda hiçbir şey yapmazsanız, o noktadan ileri gidemezsiniz. Ama bu yaklaşımı, ne kadar ahmakça ve çocukça olduğunu anladığınız için rededersiniz, özgür olduğunuz ve korkmadığınız için onu müthiş bir akıllılıkla reddederseniz, kendi içinizde ve çevrenizde büyük bir kargaşaya neden olursunuz ama saygınlık tuzağından da kurtulursunuz, işte o zaman artık bir şeyleri aramadığınızın farkına varırsınız. Öğrenmeniz gereken ilk şey de budur: Aramamak. Ararken aslında bütün yaptığınız vitrinlere bakmaktır.
Bir Tanrının ya da hakikatin ya da gerçekliğin -ya da her ne derseniz- olup olmadığı sorusu kitaplar, rahipler, filozoflar ya da kurtarıcılar tarafından asla cevaplanamaz. Sizden başka hiç kimse ve hiçbir şey bu soruyu cevaplayamaz, işte bu yüzden kendinizi taramanız gereklidir. Toyluk ancak kendinden tamamen bihaber olmaktan doğar. Kendini anlamak bilgeliğin başlangıcıdır.
Peki ‘kendin’ nedir, birey olarak ‘sen’ nedir? Bence insanla birey arasında bir fark var. Birey yerel bir varlıktır, belli bir ülkede yaşar, belli bir kültüre, topluma, dine aittir, insan yerel bir varlık değildir. Her yerdedir. Birey hayat denen âlemin sadece belli bir köşesinde faaliyet gösterirse faaliyetinin bütünle hiçbir ilgisi yoktur. Öyleyse parçadan değil bütünden bahsettiğimiz unutulmamalıdır çünkü küçük olan büyük olanın içindedir ama büyük olan küçük olanın içinde değildir. Birey küçük, şartlanmış, zavallı, hedefine ulaşamamış bir varlıktır, küçük Tanrılarından ve küçük geleneklerinden memnundur ama insanın tasası dünyadaki bütün refah, sefalet ve karmaşadır.
Biz insanlar milyonlarca yıldır nasılsak yine öyleyiz: İnanılmaz derecede açgözlü, haset dolu, saldırgan, kıskanç, vesveseli ve ümitsiz, arada sırada da anlık neşe ve sevgi parıltıları saçan varlıklarız. Nefret, korku ve şefkatin tuhaf bir karışımıyız; hem şiddetiz hem de barış. Dışarıdan bakılınca öküz arabasından jetlere doğru bir ilerleme var ama psikolojik anlamda birey hiç değişmemiştir ve dünyanın her yerinde toplumun yapısını yaratan bireylerdir. Dıştaki sosyal yapı bizim insan olarak kurduğumuz ilişkilerin psikolojik iç yapısının bir sonucudur, çünkü birey insanın tüm deneyimlerinin, bilgisinin ve davranışlarının ürünüdür. Her birimiz geçmişi içinde barındıran birer depoyuz. Birey, bütün insan ırkını içinde barındıran insandır. İnsanlığın bütün geçmiş tarihi benliklerimizde yazılıdır.
İçinde yaşadığınız güç, makam, prestij, şöhret, başarı ve bunların dışındaki her şeyi arzulayan bu rekabetçi kültürde içinizde ve dışınızda neler olup bitiyor gözlemleyin – çok gurur duyduğunuz o başarıları, içerdiği her tür ilişkide nefrete, düşmanlığa, vahşete ve bitmek bilmeyen savaşlara yol açan bir çatışma barındıran yaşamak dediğiniz bu âlemi gözlemleyin. Bu alem, bu hayat, bildiğimiz tek şey ve bu müthiş varoluş savaşını anlayamadığımız için doğal olarak ondan korkuyor ve bin bir çeşit kurnazca yol bulup ondan kaçıyoruz. Bilinmeyenden de korkuyoruz; ölümden, yarının ötesinde bizi nelerin beklediğinden korkuyoruz. Yani bilinenden de korkuyoruz, bilinmeyenden de. Günlük hayatımız bundan ibaret ve içinde umuda yer yok, dolayısıyla her tür felsefe, her teolojik kavram, sadece var olanın gerçekliğinden bir kaçıştan ibaret.
Savaşların, devrimlerin, reformların, kanunların ve ideolojilerin yol açtığı bütün görünürdeki değişimler, insanın ve dolayısıyla da toplumun temel mizacını değiştirme konusunda tamamen başarısız oldu. Bu korkunç derecede çirkin dünyada yaşayan insanlar olarak, soralım kendimize, bu rekabet, vahşet ve korkuya dayalı toplum sona erebilir mi? Aklımızdan geçen bir fikir ya da bir ümit değil, gerçek bir olay olarak, insan zihni taze, yeni ve masum olabilir, tamamen farklı bir dünya yaratabilir mi? Bence bu ancak her birimiz şu önemli gerçeğin bilincine varırsak mümkün olur: Dünyanın neresinde yaşıyorsak yaşayalım ya da hangi kültüre ait olursak olalım birey olarak, insan olarak dünyanın genel durumundan bütünüyle sorumluyuz.
Her birimiz, kendi hayatlarımızdaki saldırganlık, milliyetçiliğimiz, bencilliğimiz, Tanrılarımız, önyargılarımız ve ideallerimiz -ki hepsi de bizi ayıran faktörlerdir- yüzünden bütün