“İçimizde toprağın altında saklanan tohumlar gibi hisler, marifetler mevcuttur. Atalarımızdan bize sirayet eden huylar, hastalıklar, renkler ve türlü türlü şeyler gibi. Bazı şeyler kanla geçer. Bazı şeyler hisle. Kanla geçenlerden ziyade hisle geçenler mühimdir. Zira insan kanıyla canıyla değil hisleriyle vardır. Hisleriniz, hissettikleriniz ayakta tutar sizi.”
Üzerine II. Abdülhamit’in gölgesi düşmüş, tedirginlikle dalgalanan İstanbul’da karşılıyor bizi Venüs. Önce doğuyla batının tam ortasında, Boğaz suları üzerindeki bir sandalda gözlerini dünyaya açan kahramanımızla tanışıyoruz. Bize 1908’de başlayan yaşamöyküsünü anlatıyor, anlatmalara doyamıyor. Doğumda ölen anne; oğlu değil de kızı oldu diye üzülen baba; aşkı, cinselliği, kendisini, erkekleri çok seven Şekina Hala. Ha bir de Nergis Kadın var ! Ailenin yedi kuşak hizmetkârı. “Bir ailede bir kişinin gördüğünü yedi göbek ötesi görürmüş,” diyen kahramanlarımızın izinde, köle avcılarının kol gezdiği Mısır’dan 1589 yılının büyülü İstanbul’una ve esrarlı saray hayatına duman gibi süzülüyoruz. Tatlı, muzip ama bir o kadar da hüzünlü ve kederli kahramanımızın ağzından, bir ailenin en mahrem sırlarına, eğlencelerine, kederlerine ve hayal kırıklıklarına tanık oluyoruz.
Aşk, evlilik, aile hayatı, cinnet halleri, kadınlık, annelik, arzular, insanın ta kendisi… Kahramanların kendi kafalarına göre çalıp oynadıkları, coşku dolu, müzikal bir roman bu. Kulağınızın dibinde gül lokumu kokulu, ılık bir nefes anlattıkça anlatıyor… Şebnem İşigüzel en şeker şurup, en iyimser romanını kaleme alarak okurunu yine şaşırtıyor.
Göbek Deliği
Göbek deliği annemizin hatırasıdır. Hem bağımlılığımızın hem bağımsızlığımızın işareti. Benim için biraz farklı tabii. Evet, sanırım buradan başlamak en doğrusu: Doğuyla batı- nın tam ortasında, İstanbul Boğazı’nda dünyaya geldim. 23 Temmuz 1908’de bir kayığın içinde. Hatta, “Neden erkek değil de kız!” diye öfkelenen babam ter ter tepinip kayık alabora olduğundan, suyun içinde.
Önce, ayak bileklerine kadar ıpılık suyla dolan kayığın batmakta olduğunu düşünmüş, korkmuşlar. Anacığım çığlığı koyverip ıkınmaya başlayınca dünyaya gelmekte olduğumu anlamışlar. Tam o sırada Istanbul Boğazı’nın güçlü akıntılarından birisine tutulmuşlar. Babamla aynı milletten iri yarı Arnavut kürekçi küreklere ne kadar asılırsa asılsın, bulundukları yerde firdönüp kıyıya varamamışlar. İşte bu durumun neticesinde doğuyla batının tam ortasında dünyaya gelivermişim.
Annem, ortadan ikiye ayrılır gibi acı çekerken, babam, anasına bu acıyı yaşatanın güçlü kuvvetli bir oğlan olduğu- nu düşünüp. “Oğlan geliyor bre!” diye seviniyormus.
Cok şükür, annemin gölgesi gibi yaşayan Nergis yanımızdaymış ve dünyaya gelmeme yardım etmiş. Ailenin bütün kadın- larını doğurtan Nergis’e rağmen, annemin feryatları Üsküdar’dan Galata’ya, şehrin her iki yakasında duyulmuş. Olacak şey değil ama aynı günün gecesi pek mühim bir karar alacak olan Sultan, Yıldız’daki yüksek duvarlı sarayının basılıp kendisinin kazığa oturtulacağı söylentisiyle, kim olduğu bilinip kendisine bir suikast daha tertip edilmesin diye alelade bir kayıkla Boğaz’da gezer gibi yapmaktaymış. Annemin çığlıklarını duymuş, merak edip kayığını bizden tarafa vira ettirmiş. O sırada annem Müslümanların eklediği minareleriyle Ayasofya’yı, yedi göbek öteden ninesinin ölüsünün çıktığı, şimdiki Sultan’ın oturmaktan korktuğu Saray’ı, bir diğer ninesinin buz tuttuğu bir kış üzerinde yürüdüğü Altın Boynuz’u tersten görmekteymiş. Af buyrun, Altın Boynuz deyip geçemeyecegim.
Denizin yumuşakça karanın karnına battığı körfezciğe verilen bu isime, bizim ailenin kadınları, müsteh- zi bir ifadeyle, hep itiraz etmişler. Hepsi birbirinden habersiz Altın Boynuz’u mahrem bir şeye benzetmişler. “Onun adı Altın Boynuz değil, olsa olsa…” demiş her biri. “Aman onun altından olanı var mıdır ki?” demiş içlerin- den birisi. “Belki Sultan’ınkisi altındandır!” İşte buna çok gülmüş hepsi. “Ben gördüm, altından değildi,” demiş Saray’ı görüp geçiren. “Üstelik boynuza hiç benzemiyordu!” “Hem Sultan’ın boynuzları başka yerde!” “Ha! Ha! Ha!” Annem gözlerini ninelerinin, annesinin ve pek tabii ken- disinin üzerine lakırdı etmeye doyamadığı Altın Boynuz’a mıhlamış, son bir gayret ikınmış.
Bu sırada kürekçi bunun çığlıklarına dayanamayıp kendisini atmış mı suya? Babam da “Bre deyyus nereye?” diye akıntıdan kurtulamayıp sandalımızın çevresinde biçare kulaçlar atıp duran kürekçinin kafasına boşta kalan küreği indirmesin mi? Nergis’in anlattığına bakılırsa, kürekçi son bir gayretle, karpuz gibi patlayan başını suyun üstünde tutmaya çalışmış. Sonra birazdan bizim de tecrübe edeceğimiz üze- re suyun dibini boylamış. Kafasından akan pelte pelte kan, sandalımızın çevresinde halka halka genişlemiş. “Ayol bütün Boğaz kana bulanacak sandım,” diye anlatırdi Nergis. “Bre amma kanı varmış, Boğaz, Kızıl Boğaz olacak bundan böyle,” demiş bulunmuş babam.
Demiş bulunmuş diyorum çünkü hafiyeliğe meraklı ve Kızıl Sultan lakaplı Sultan’ı taşıyan kayık bize doğru yaklaşmaktaymış. Sonuç: Sultan, babamı duymuş. Felaketin kulakları vardır, sizi duyar ve gelir. İşte tam bu sırada, kafam yerine kıçımı annemin apış arasın- dan çıkarmışım. Annemin iniltisi kesilmiş, sesi çıkmaz olmuş. Bu baygınlığın ne kadar sürdüğünü Nergis de bilmiyormuş. Duyulan tek ses, aheste çekilen küreklerden dökülen suların sesiymiş. Çünkü Sultan, suikast olmasa bile kendisine bir komplonun düzenlendiğini düşünüp “Aheste çek kürekleri kürekçi!” emrini vermiş. Bu sırada annem sağ olduğunu hissedip çığlığı basmış. Gözlerini, Altın Boynuz’dan başının üzerindeki gökyüzüne çevirmiş: “O yüksek, o şimdiye kadar bildiğim gökyüzü nerede?” Ne böyle bir acı duymadığını itiraf etmeye, ne de zaten hiçbir şey bilmiyormuşum demeye vakti olmuş. Nergis, “Neredeyim?” diye soran gözlerle bakan anneme “Ayol, on dört yıl önce ayak bastığımız İstanbul’dasın,” demiş. “Hani ayak basışımızla tir tir titreyen, minarelerinin önümüzde secde ettiğini gördüğümüz…