İyi şeyler yürekle algılanır. Yürek, öncelikle korunmalıdır. Çünkü; herşey ondan kaynaklanır ve gözler açılır.Eğer açabilirsek…
Ruh veya yürek, ilke ve kalıplara, programlara karşılık vermez.
O, şekil değil tutku arar. Yüreği uyandıran; sanat, şiir, güzellik, gizem ve çoşkudur. Ruhun dili budur.
Akılları meşgul etmekle olmaz,
ruhun ele geçirilmesi lâzım…
***
Gününü tam hatırlayamıyorum ama, 1975 yılının temmuz sonlarıydı. Iğdır Ovası’nı Erivan düzlüğünden ayıran ve siyasi sınırı çizen Aras Nehri’nin bizden taraf, kenarındaydım.
Büyük ve Küçük Ağrı Dağları yönü dışında, göz ufkuna kadar alabildiğine uzanan düz ova, baştan aşağı sapsarı, Güneş de, cehenneme nispet eder gibiydi…
Ana yatağı çok geniş olan nehrin bu mevsimde azalan suyu, ortalarına yakın bir yerden güneydoğu yönünde, İran topraklarına doğru acelesiz akıyordu. Suyun yüzeyi, rengârenk görüntüleri ile kaplamış olan ördekler sebebiyle, neredeyse, görülmeyecek haldeydi…
Çok yıllar önce babamın avlanmam için bana yaptırdığı tekli kırma 20 mm.’lik tüfeği biraz da nostalji için kendisinden istemiş, o da göndermişti. Ben deneme atışı için sadece bir fişek yanıma almıştım. Amacım av değildi, sıradan cansız bir hedef seçip ateş edecektim.. Gördüğüm, sayısız ördekten oluşan sürünün cazibesine kapılmamak elde değildi. Böyle bir imkân ve fırsat varken gelişigüzel bir hedefe ateş etmek de pek akıllıca sayılmazdı…
Nehrin kıyısındaydım fakat, yatağının eni geniş olduğundan ördeklerle aramda seksen yüz metreden fazla mesafe vardı.
Alan ise, yılgın denilen çalı kümeleri ve kumla kaplıydı. Sürüye yaklaşmak için bu mesafenin hemen hemen tamamını onlara görünmeden katetmek zorundaydım.
Nehrin kenarındaki seddi aştıktan sonra çalıları ve kum tepeciklerini siper alarak, büyük bir özenle su kesimine doğru sürünmeye başladım. O derece dikkatle yaklaşıyordum ki, bir yılan bile daha sessiz olamazdı…
Alınacak yolun büyük kısmını henüz bitirmek üzereyken ördeklerin yeri göğü inleten ötüş ve melodili çağrıları birden kesildi. Görmeleri ve ses duymaları imkânsız olmasına rağmen benim varlığımı sezmişlerdi. Ördeklerin bilinen saflık ve zayıflıkları yanında, böyle müthiş bir yetenekleri vardı. Bu onlara verilmiş tanrısal bir güçtü. Belki de ördeklerin milyonlarca yıldır dünyada soylarını devam ettirebilmelerinin sebebi bu yeteneklerdir…
Çok geçmedi, nehrin yüzeyinden yüzlerce kanadın suya çarpma sesi ortalığa yayılırken, ördeklerin telâşlarını anlatan tiz ötüşleri de gökyüzünü çınlattı. Ben de yattığım yerden, havaya dikey olarak yükselen onlarca ördeği görebiliyordum.
Artık yapacak fazla bir şey yoktu. Ayağa kalktığımda sürünün büyük bölümünün suyun yüzeyine paralel, nehrin akış yönünün tersine uçtuklarını fark ettim. Sağda solda, kenarda köşede, tek tük kalan ördek var mı diye baktığımda ise, bütün dikkatime karşılık bir tane bile göremedim…
Yürüyerek suyun kumsalla kesiştiği hatta kadar ilerledim. Nehrin suyla dolu kısmının üstünde seyrek aralıklarla küçük küçük kum ve çamur adacıkları vardı. Bir adacık da bana azami 25-30 metre uzaktaydı. Düşünüyor, biraz da elimde olmadan kaçan sürü için hayıflanıyordum.
Birden, sağ tarafımdan rüzgârı andırır şeklide kanat uğultuları duydum. Bir uçağın piste gövdesi üzerine iner gibi, iki dev kuş geldi ve önümdeki adacığın üzerine gürültüyle kondu. Başları akıntı istikametinde ileri doğru, gövdeleri yandan bana dönüktü. Bunlar kazdan daha iri, tüyleri kiremit kırmızısı olan, iki anguttu. Angutlar hakkında genel bir bilgim vardı, fakat, daha önce hiç karşılaşmamıştım…
Ben ayaktaydım ve tüfek de elimdeydi. Önce biri sonra diğeri bana baktı; tekrar başlarını eski istikametlerine çevirdiler. Avcı burunlarının dibindeydi ama onların umurunda değildi. Kanatlarını gererek gagalarıyla tüylerini didiklemeye, teleklerine üst üste vurarak süslenmeye başladılar. Bu hareketler kuşlarda rahatlık, huzur ve kaygısızlık demekti…
Şaşkınlığım çabuk geçti, hızla tüfeği doğrultup, bu derece kısa mesafeden, çok fazla nişan almayla uğraşmadan tetiği çektim. Tüfeğin patlamasıyla nişan aldığım angutun gövdesini kaplayan kalın kanatlarından hışırtılar halinde “sayır sayır” sesler gelmesi bir oldu.
Ne saçmaları yiyen ne de diğer angut tepki vermediği gibi, kıllarını bile kıpırdatmadılar. Anlaşıldı ki sıradan saçmalara angutlar bana mısın demiyordu! Fişeğin içindeki küçük saçmalar bunlara işlemiyordu. Ben, tüfek elde ayakta, angutlar önümdeki adada, öylece kalakaldık…
“Sen ne arıyorsun burada? Nereden çıktı bu da?” der gibi, bir kere bana doğru baktılar, yeniden eski işlerine koyuldular.
Amacım av olmadığı için başka fişek de yanıma almamıştım. Angutların mesafesi tabancamın menzili içindeydi. Onu da kullanmadım. Angutlar izlenmeye değerdi…
Ben de onu yaptım. Kafaları kadar gövdeleri de kalındı. Epey zaman sonra karşı kıyıdan homurtular yükseldi. Bağrış çağrışlar arasında aklıevvel birtakım insanlar nehre taş atmaya başladılar…
Angutlar taşları da umursamadılar, ancak burada kendilerini taciz etmeye çalışan kendileri gibi omurgalı başka cinsler olduğunu, ne kadar angut olsalar da sonunda anladılar, istemeye istemeye iri gövdelerini suyun üzerine doğru sürerek kaldırıp, alçak uçuşla, nehrin dirseğinde gözden kayboldular…
Oradan ayrıldım.. İkindiye doğru Koçkıran Köyü’ne geldim. Kahvehanenin ağaç altındaki uzun tahta masasında iki yaşlı dayı oturuyordu. Ben de masalarına oturdum. Çayları içerken onlara “bu angut işini” anlattım.. “Böylesini ilk defa görüyorum” dedim…
Güldüler ve:
“Sen dikkat etmemişsin beyim, günlük hayat bunlarla dolu!” dediler.
Hava kararmak üzereyken, teşekkür ederek yanlarından ayrıldım…