Ne anlatıyor bize Çöplük diye sorarsanız belki en doğrusu, “Birkaç hayat hikâyesi” demek olur. Soluk kesecek bir serüvenin izini sürerek günümüz İstanbul’unda kimi zaman hiç de aşina olmadığımız dünyalarda; çöplüklerde, yeraltlarında, kimi zaman da hepimizinki gibi olduğunu düşündüğümüz evlerde anlatılacak ve yazılacak kadar tuhaf hayatlara tanık oluyoruz. Bu hayatları taçlandıran geçmişle beraber elbette. Mutlu olmayı, sevilmeyi, anlaşılmayı, çocukluğu ve gençliği cennete çevirecek bir aileye sahip olmayı çok isteyen kahramanlarımızın anılar çöplüğünü karıştırdıkça burnumuza berbat kokular geliyor. Sonra bize kendi derinimizden başka bir yerde cennet olmadığını düşündüren bu hayat hikâyeleriyle birlikte sürüklenen serüven bitiyor ya da bambaşka bir şey oluyor!
Yazarına süphelerinin kaleme aldırdığı bu roman gerçek bir çöplük! Bulduklarımızla, tutup çıkardıklarımızla mutlu olacağımız, merak ve ilgi uyandırıcı, pis, şaşırtıcı, sarsıcı.
1
Çöplükte bir adam bulundu. Bulunduğu günü takiben, şuursuz, baygın, dünyadan habersiz yattığı yirmi sekiz günün sonunda Kafa Koparan adını alacaktı ama şimdilik onu bulan Çöplük Kraliçesi Leyla için çöplükte bulunan adamdı. Çöplüğün en yüksek tepeciğinin, çöplüğün zirvesinin üzerinde yatan bir adam. Allah katında haklanıp oraya düşmüş gibiydi, gökten düşmüş gibiydi, ölüden farkı yoktu. Zaten göğsünün, hatta tam kalbinin üzerine çöreklenmiş lağım faresi de bunu anlamaya çalışıyordu. Kuyruğu kıvrım kıvrım adamın kasıklarına doğru iniyordu.
Kedi büyüklüğünde fare, çamur rengi belki çamurlu fanilanın tramplen gibi gerili durduğu göğüs kafesinin üzerinde –rengi itibariyle kaybolmuş gibiydi. Leyla iyice yaklaştığı vakit onun bir fare olduğunu fark etti. Hatta adamı koklarken çıkardığı sesi duydu. Tepelerinde dönüp duran martılar bağırmayı kesmişlerdi çünkü. Atmaca gibiydiler mübarek, müjde çöplüğün bütün martılarına yayılmış olmalıydı: Çöplükte bir adam bulundu. Şu fare bir girişse, onlar da ikisine girişeceklerdi. Ama fare başını çevirdi, Leyla’yı gördü ve kaçtı. Leyla bu defa gökyüzüne baktı. Başını şöyle iyice arkaya atarak. Ah, biliyordu martılar onun elinden bir şey alamayacaklarını. Anında dağıldılar.
“Akıllısınız bugün,” dedi Leyla onlara. Martılar çekiliverince bir perde gibi açıldı gökyüzü. Bugün bir kez daha, tiril tiril ipek gibi, tül gibi göğe serilmiş duran bulutları gördü. Daha biraz önce şu çöplüğün ilerisindeki çalılıklardan yılbaşı üzeri pekâlâ satılır diye kokina dalları keserken, üzerine çullanan serseriyle boğuştuğunda, tam sırtı yere gelmiş, suratsız pislik elindeki palayı koltuk altına indirmişken de görmüştü bulutları. Zaten bulutların o güzelliği, onların sırf bugün için Allah tarafından kendisine doğum günü hediyesi olarak gönderilmiş olduğunu düşünmesi yüzünden boş bulunmuş, palayı koltuk altına yemişti.
Hiçbir şey düşünmemek ya da tek bir şey düşünmek gerekiyordu. Böyle söyleyen de on iki yaşındayken ders aldığı satranç hocasıydı. Demek satranç tahtasının siyah beyaz karelerinin üzerinden seke seke çöplüğü boylamıştı! Ne hayatmış be! Yoo, ben değil bizzat Leyla düşündü bunu. Kendisiyle alay etti. Sonra da elinde palasıyla, “Çöplük orospusu,” diye kovalayan adamın elinden kaçarken bir zamanlar en şahane şah ve mat’ları çeken ellerine batan kokina yaprakları ona şöyle düşündürttü: “Bu kokinalar şimdi benim kucağımda, bu akşam havalı bir evin salonunda, fırından çıkmış bir hindi dolmanın kuşbakışı seyrinde.” Allah’ın yarattığı kokinalar, çöplük seyreden dallarından kopup sıcak geniş ışıklı salonlara kurulurlarken, insanlar neden aynı salonlardan çıkıp çöplüğe düşmesinler?
Kaldı ki o zevk ve ziyafet günleri geçtikten sonra kırmızı minicik topları pıtır pıtır dökülen kokinaların da gideceği yer çöplüktür nihayetinde. Bunları düşünen de Leyla’ydı. Bugün doğum günüyken, ömrünün neredeyse yarısı çöplükte geçmişken, satranç bilen bir yetişkin olarak kendine, “Nerede tükettin ömrünü?” diye soracak hali yoktu. Çöplük, bir zamanlar en sevilen, en değerli şeylerle doludur. Bunu müteakip artık Leyla’nın bildiği tek şey vardı: Hayatta her şey çöptür! Tek istediği bütün kokinaların kendisine ait olduğunu söyleyen eli palalı o adamdan kaçabilmekti. Bu yüzden keçi gibi çöplüğün en yüksek tepesine, zirvesine tırmanmaya koyuldu.
Eli palalı öküz bunu yapamazdı. Korkardı o çöplükten. Çöplük Leyla’nındı. O, Çöplük Kraliçesi’ydi. Kendi ülkesinin topraklarına adım atmış, arkasını dönüp durduğu yerde palasını savurana bakmıştı. Gelemezdi peşinden. İstese bir el hareketiyle, bir ıslığıyla leş kargalarına, çöplük martılarına parçalatırdı adamı. Söylemiştik ya, atmaca gibiydiler hepsi. Hepsinin aynı yerde dönüp durmaları dikkatini çekmişti Leyla’nın. Bir hikâye vardı çöplüğün zirvesinde. Kaçmayı bırakmış, bu merakla yürümüştü en yüksek tepeciğe. Çöpün taş gibi basılıp sertleştiği yerlerini iyi biliyordu. Yoksa löök diye kayıverirdi çöp dağı. Kayar, çığ gibi akardı gözüne kestirdiği bir yere. Altı yıl önce tuhaf bir gürültüyle sanki pooof diye bir sesle Leyla ve Kama’nın yaşadığı barakanın kapısına kadar gelmişti. Turist’le Ejder’in barınağını yerle bir etmiş, başka da bir zararı olmamıştı. Kama ertesi gün tenekeden müteşekkil evlerini beş yüz metre daha ileri taşıttırmıştı.
O ne derse o olurdu ama bir yıldır ortalarda yoktu. Oysa hayatta hiçbir şey kaybolmuyordu. Çöp oluyordu ama yok olmuyordu. Gazıyla, külüyle, geri kalan pisliğiyle, dönüştüğü başka bir şeyle varolmaya devam ediyordu bu dünyada. Çöplüğünü, krallığını bırakıp bir yere gitmezdi ama gitmişti bir kere ve mutlaka bir yerlerdeydi, bu dünyada, bu hayattaydı. Rüyalarındaki gibi çıkıp gelecekti. Bakın, Leyla’nın bastığı yerlerden çıkan ses, bu hayatta ve dünyada kalmak için direnenlerin, yok edilemeyenlerin sesiydi. Her acı dünyanın yerine geçer ve her kedere başka bir evren gerekir. Çöpler ve Leyla yeni bir evrendeydi. O yok edilemeyenlerin sesi varsaydığımız sesler de bu evrenden gelmeydi.
O sesi size tarif etmek, Leyla’nın ve diğerlerinin çöplüğün ne büyüleyici, ne güzel bir yer olduğunu anlatmaları, sizi ikna etmeyi başarmaları kadar zor. Ama bir dakika, hayatta anlatılamayacak şey yoktur. İkna olmayanlar, tarihte de büyük romanlarda da hep kaybederler. Bu satrançta da böyledir. Leyla düşüşünün hikâyesini canı isterse anlatır. Ya da hatırlar. Geçmişimiz de bir çöplüktür nihayetinde. Sevgilinizin ağır ağır yürüyüşünü seyrettiğiniz bir an ile yerlerde sürüklendiğiniz bir an aynı hafıza çöplüğün de koyun koyuna kokuşur. En güzelini seçip hatırlamak isterken en kanlısı da kendini unutturmaz. Siz de Leyla’nın martıları gibi akıllısınız; bunun, anıları karıştırmanın, hatırlamanın bir çöplüğü deşer gibi yapıldığını anladınız. Leyla sokakları ve çöplüğünü, kaderinin 1988 yılında kendisine yarattığı yeni evreninin altında kalan eski evrenindeki geçmişinden daha fazla sever. Varlığımızın en derininden başka hiçbir yerde cennet olmadığını henüz bilemeyen sizin ve benim gibilerin geçmişinden farksız bir geçmişti onunkisi de…
Evet, kısaca siz, çöp dağının üzerinde yürürken çıkan sesi nereden bileceksiniz. Kabaca, basitçe tarif etmek gerekirse o ses şöyle bir şeydi: Fışş, fışşş, fışşşş. Bir cinayetin artıkları, bir ziyafetin artıkları, bir ihanetin artıkları, bir kutlamanın, sıradan bir günün, kendi halinde insanların, müptelaların, gamsızların, aşıkların, düğünlerin, ölümlerin, hastalıkların, sağlıklı insanların, son yemeklerin artıklarıydı Leyla’nın ayaklarının altında ezilen. Bütün insanlık, dünya ayaklarının altındaydı. Bütün hayat çöpten ibaretti, bu da onun sesiydi: Fışşş, fışşş, fışşşşş. Çöplüğünün zirvesindeki adamı işte böyle buldu Leyla. Martılar çekilip gidince, adamın göğsüne çöreklenmiş fare ilk ısırığını atmaktan vazgeçip kaçınca, daha dikkatli baktı ona. Çöpe düşmüş bir kavanoz havyar gibiydi adam.
Zengin sofrasından kalma, dibinde en kıymetli, en leziz havyarlardan epeyce kalmış olan kavanozlardan. Bu benzetmeyi yapmasına vesile olan şey paltosunun cebine davrandığında eline gelmişti. Daha o sabah, çöplüğün en kenarından kokina toplamaya giderken bir kavanoz yuvarlana yuvarlana ayağının dibine kadar gelmişti. Bu kavanozdu işte o! Doğum gününün ilk hediyesi. Zira kavanozun dibi serçe parmağı kalınlığında havyarla kaplıydı. Sahibi bir bıçakla sıyırmaya üşenmiş olmalıydı kavanozunun dibini. Bu haliyle Leyla’nın doğum günü hediyesiydi işte. Uzun işaret parmağını sallandırıvermişti kavanozdan içeri. Ah, o vaktiyle filleri, atları, hemen gözden çıkardığı piyonları, üstüne titrediği ama gambite sürmeyi alışkanlık edindiği vezirini en tepesinden yumuşakça tutan uzun parmaklarını. Parmaklarının uzunluğu satrançta işine yaramıyordu ama bak boş havyar kavanozunun en dibine inmekte ne marifetliydi o parmaklar. “Satrançta en önemsiz organ ellerimiz, parmaklarımızdır. Bilseniz, hiç işimize yaramazlar.
Taşları yerinden oynatan kafanızdır!” Satranç hocası tarafından, bizzat Leyla’ya karşı, 1975 kışında Moskova’da parmakları havyar kavanozlarının en dibine daha ulaşamazken edilmiş bir laftı bu. Her ders dönüşü bir tatlı kaşığı havyar alırdı ağzına. İksir gibi bir şey olduğunu düşünürdü bunun. Satranç için yaratılmış Ruslara karşı güç iksiri. 1963 İstanbul, Pakize Tarzi Doğum Kliniği’nde dünyaya gelmiş bir Türk’tü nihayetinde. Babasının meşguliyeti sebebiyle altı yaşından bu yana Rusya’daydı. Memleketinden bildiği tek köşe ikiüç yılda bir, yazları, o da taş çatlasa bir aylığına gittikleri Marmara Adası’ydı, o adanın mermerden mevcut kıyısıydı, mermer yamaçlarıydı, o mermerlerden Girit göçmeni Yakup Dede’nin kendisine yaptığı satranç takımıydı. Meğer Yakup Dede oynamaya Leyla’dan çok meraklıymış da 1950’de geldiği adada satranç bilen bir Allah’ın kulunu bulamamış. “Kendi başına da oynanır bu,” demişti Leyla. “Öyle mi?” demişti Yakup Dede de. Böyle olabileceğini hiç düşünmemiş gibi söylemişti bunu.
Bunu düşünemediğine yirmi beş çarpı üçyüz altmış beş gün kere pişmanlık duyarak neredeyse ağlamaklı olmuştu. Bütün çocuklar gibi doğal, doğal olduğu için de vahşiydi Leyla: “Başkası gibi düşünebilmektir mühim olan,” diye devam etmişti sonra. Bilse, Rusça Türkçesini nasıl da kaydırmıştı. Yine de aksanı epey kaykık Türkçesiyle böylesine basit bir şeyi düşünemeyen Yakup Dede’yi diri diri gömme arzusundaydı. Son söz olarak Moskova’daki satranç hocası Botwinnik’den öğrendiği şeyi söyledi. Ama her zaman yaptığı gibi, kendi fikriymiş gibi: “Böylece, üç, dört hamle sonrasına kadar olasılık hesaplayabilirsiniz. Ben bir defasında sekiz hamle sonrasını düşünebilmiştim. Ama rakibim çok, çok…”
“Aptal” ne demekti unutmuştu. Kötü bir aksanla olsa bile inci gibi dizilmiş, mükemmel seçilmiş kelimeler kullanıyordu kullanmasına da bazı kelimelerin Türkçesini unutuveriyordu. Bozuluyor, utanıyordu o zaman. Hırslı çocuktu ne de olsa. Adaya geldiklerinde kâhyalıklarını yapan Yakup Dede hâlâ onunla bir parti satranç oynamayı ümit ediyordu ama Leyla zihninde “aptal”ın Türkçesini arıyordu. Ayağa kalkıp annesine seslendi. Gözlerini Yakup Dede’den ayırmıyordu. Annesi duymadı. Bahçede ıhlamur ağacının altında kurulu masanın başındaydılar. Öyle güzel bir rüzgâr esti ki ıhlamur kokularını başlarından aşağı boca etti. Ama bu bile Leyla’yı yatıştırmaya yetmedi: “Seninle oynasam on beş hamle sonrasını hesaplarım!” dedi. Ardından “Da” dedi yavaşça. Rusça “evet,” en sık kullandığı kelime. Rusya’da satrançla avunan hastalıklı, içe kapanık, hiç sevilmeyen, bu yüzden hiç sevmeyen, sevmesini bilmeyen, eline fırsat geçtiğinde küstah ama fazlasıyla korkak ve mutsuz bir çocuğun en sevdiği kelime: Da, da, evet, evet. Elinin tersiyle vurmuştu Yakup Dede’nin ustalıkla işlediği satranç taşlarına. Ihlamurun dallarına kadar, kuş gibi havalanmıştı taşlar.
Zavallı Yakup Dede başını sakınmıştı da siyahlardan bir tanesi omzuna mı çarpmıştı ne? Leyla’nın da elinin üzeri kesilmişti, kanıyordu tıpkı şimdi olduğu gibi. Bütün kokinaları kendisinin sanan palalı öküz elindekini ölümüne sallarken, Leyla’nın parmaklarının üzerine bir çentik atıvermişti demek. Vaktiyle on iki yaşını sürdüğü yaz mermer satranç taşlarının kanattığı elinin üzerine, ay, hemen hemen aynı yere denk gelmişti pala. Çocuk elinin üzerinde kanayan o sıyrık, böyle derin değildi elbette. Canını fazla yakmamıştı.
O yaşlarda canını daha fazla yakan şeyler vardı. Sokaklarda lime lime olmuş, daha fazla kanamış ve kanatılmıştı. Vücudu izi kalmış yaralarla doluydu. Ayak parmakları çöplükte eksilmiş, bir kulağı bir gecede yok olmuş, mahrem yerinin iki dudağından birisi kopuvermişti. Yine de yirmi beş yaşına kadar sürdürdüğü herkesinki gibi olan hayatında; banyo küvetinde yıkandığı, ütülü elbiseler giydiği, kanayınca apış arasına yumuşak pamuklar koyduğu hayatında, canı daha fazla yanmıştı. Ruhu iflah olmaz yaralar almıştı. Kafasının içi, kalbi, tarumar olmuştu. Yakup Dede’nin canına okuduğu o yaz, yaptığı bütün kötülükler ve huysuzluklar, devam ettiği satranç okulundan alınmak istenmesindendi. Botwinnik Satranç Okulu’nda bir sürü erkeğin, Rusların arasındaydı. Kaşık kaşık ağzına doldurduğu havyarlar onu ne Rus yapıyor ne güç veriyor, sadece susatıyordu. Ne kadar sıska, ne kadar küçük, ne kadar sessiz ve silik olursa olsun, NATO üyesi, Amerikan yanaşması bir memleketin uyruğundan bir yabancı olarak şüpheci ve katı Sovyet yönetiminin dikkatini çekiyordu.
“Ruslar seni istemiyor,” demişti babası. “Alacağız seni Botwinnik’in antrenmanlarından.” Ama daha o gün 1975 Nisan’ında unvan maçını yapacak olan Karpov, Leningrad’dan gelmiş, Botwinnik’in yeni öğrencileriyle toplu bir satranç partisine katılmıştı. Otuz iki kişiye karşı oynamıştı Karpov ve on bir kişiyi iki hamlede mat ettikten, diğer yarısıyla da fazla uğraşmadıktan ve kalan sekizin, dördüyle kedi fareyle oynar gibi oynadıktan, diğer iki oyuncuyu tıpkı o lağım faresinin çöplükte bulunan adamı koklaması gibi koklayıp iş çıkaramayacağını anladıktan sonra geriye iki oyuncu kalmıştı. Karpov yirmi dört yaşındaydı. Ekonomi okuyordu. Yağdan pırıl pırıl parlayan kahverengi bir takım elbise giymişti. Çelimsiz ve küçücüktü ama elini taşlara uzattıkça büyüyordu. Leyla bir an bunu düşündüğünden, o küçücük Karpov’un her mükemmel hamlede uzadığını sandığından, tıpkı kokinaları toplarken kendisine palayla saldıran adamın altında bir an ipek gibi bulutlara bakıp yaralandığı gibi, bu usta satranççıya biraz daha dayanacakken atını dörtnala, hayallerinin üzerine sürdü ve Karpov’un onu tuzağa düşürecek iki hamleyi hazırlamasına olanak tanıdı. “Da, da” demişti Karpov atın ilerleyişini gördüğünde, “Evet, evet,” çok direndin ve başarılıydın.
…