Bu gece birini öldüreceğim. Kim olduğu fark etmeyecek. Kulağımı çekeni, ayağıma çelme takanı, kıçımı açıkta bırakanı, yüzüme tüftüf atanı, bana sidikli, bana aptal, bana moron, bana ezik diyeni, benim küçük parmağım terastaki oyun alanında demirin arasına sıkışıp morardığında hemen koşup acil yardım çağırmak yerine yüzüme katır gibi güleni. Önüme ilk çıkanı.
Yetimlik böyledir. Anan baban sağdır yine de yetimsindir. Şu dünyaya fırlatılmış da unutulmuşsun gibi. Hatırladıklarında çok geç olabilir, o zamana kadar kaç cinayet işlemiş, kaç okulu kundaklamış, kaç evden kaçmışsındır.
Hatice Meryem Yetim’i anlatıyor bu kez. Rüyalar gibi, masallar, cinaî romanlar gibi. Film gibi. “Varlığı zaten başlı başına suç” olan bu küçük kızla birlikte bütün o zorlu yolu katettiriyor bize. Karanlık yokuşlardan, ıslak çarşaflardan, soğuk avlulardan, arka bahçelerden geçiyoruz, değişip dönüşüyoruz. Yetimlik nedir, anlıyoruz.
1
Zenginlikle fakirliğin, iyilikle kötülüğün, inançla inançsızlığın yollarının ne zaman nerede kesişeceğini haşa Allah’tan başka kimse bilmez, bilemez. Misal benim dünyaya gelişimin beşinci yılında annemle babam boşanmasalar, annem o sıralar çok zengin bir muhitte yaşayan çok zengin, çok yaşlı ve de çok hasta bir kadının hastabakıcılığını yapıyor olmasa, bu kadın bir gece altına tuvaletini yapmasa, yapmak zorunda kalmasa, kalabilir çünkü insan, eh benim annem de çok genç, çok fakir ve de çok çalışkan biri olmasa, utanç içerisindeki bu kadıncağızı teselli edip onunla moralini yükseltecek şekilde konuşmasa, sonra hiç iğrenmeden altını ılık bezlerle temizleyip paklamasa, sonra ellerini lavaboda titizlikle sabunlamasa, üstüne bir de kolonyayla parmaklarının mikrobunu kırmasa, sonra geçip mutfağa iki fincan çay hazırlamasa, yüzünde saygılı bir ifadeyle getirip yaşlı kadına ikram etmese, sonra bu ikisi karşılıklı oturup sessizce çaylarını içmeseler, zengin kadın annemin yüzündeki ince kederi fark edip “senin bir derdin var anlat kızım” demese, annem önce boynun eğip susmasa, sonra derdin usul usul döküp yüreğini açmasa, yakında kocasından boşanacağını, baba evine zaten bir sığıntı olarak döneceğini, bir de çocuğunu yanında götüremeyeceğini, babasının evliliğini başından beri onaylamadığını, şimdi “peydahlarken aklın neredeydi, götür aldığın yere bırak” diyeceğini, eltiydi görümceydi kardeşti birkaç yakın akrabayla konuştuğunu, fakat hiçbirinin yavrusunu kendi çocukları arasına katıp da büyütmeye gönüllü görünmediğini söylemese, söylerken de yanaklarına yakıcı sıcaklıkta gözyaşları dökmese, eh bu manzarayı gören zengin ve hasta kadının da yüreği sızlamasa, benim çaresiz dertlere düşmüş yoksul anneme acımasa, “Ağlama kızım, benim bildiğim bir yer var! Fiyatı biraz tuzluca ama gençsin, kolunun gücü kuvveti yerinde, çalışır ödersin!” demese… Ne işim var benim bu okulda!
Bu gece birini öldüreceğim. Kim olduğu fark etmeyecek. Kulağımı çekeni, ayağıma çelme takanı, kıçımı açıkta bırakanı, yüzüme tüftüf atanı, bana sidikli, bana aptal, bana moron, bana ezik diyeni, benim küçük parmağım terastaki oyun alanında demirin arasına sıkışıp morardığında hemen koşup acil yardım çağırmak yerine yüzüme katır gibi güleni. Önüme ilk çıkanı. Yemekhanede kuyruktayız. Ben ve otuz kadar öğrenci. Bıçak tezgâhın sonundaki tepeleme ekmekle dolu sepetin içinde. Menüde etli güveç, şehriyeli pirinç pilavı ve kayısı kompostosunun yanı sıra tatlı olarak vişneli muhallebiyle birkaç da meyve seçeneği var. Tezgâhın arkasındaki beyaz kukuletalı aşçı, yemekleri doldurup tabakları öğrencilere uzatıyor. Sıra bana gelince uzatılan tabakları ben de aldım, tepsiye dizdim ve kaydırıp ilerledim. Bıçağa yaklaşırken heyecanlıydım. Kulaklarım zonklayıp düşecek gibi olduysam da kendimi tuttum. Düşmemem gerektiğini biliyordum. Düşersem elimden tutup kaldıracak kimsem yoktu. Annem yakın zaman önce feci şekilde öldürülmüştü.
Bıçaklanarak. Kafası taşla ezilerek. Boğularak. Piknik tüpüyle. Taşla. Sopayla. Baltayla. Altınbaşlıcüce de yoktu artık. Onlarsız hayat bana cehennemdi. Sepete yaklaşırken sakince sağa sola bakındım. Sakin olmak, dikkatleri üstüne çekmemek çok önemli. Neyse ki kimsenin benimle ilgilendiği yoktu. Hepsi kendi alemlerindeydiler de ondan. Yine hep aynı şımarık hareketler, birbirini ittirip kaktırmalar, saç çekmeler, kötücül hain şakalar. Rehber öğretmen de bunların arasında dolanıyor, kuduranların kafasına patlatıyordu birer tane. Gözüme tam bir cehennem tasviri gibi göründüler. Bıçağı çarçabuk aldım ve peçetenin altına sokuşturdum. Geçip boş bir masaya her zamanki gibi eteğimin arkasını edeplice düzelterek oturdum. İnsan suç işlerken de her zamanki gibi olmalı. Doğal olmalı. Bundan sapmamalı. Bu yüzden ben de sandalyemi yerde her zamanki gibi sürüklemeyip hafifçe kaldırdım, çatal bıçağı doğru ele aldım ve tabii uyulması gereken diğer tüm kurallara da uyarak yemeğimi yemeye başladım. Uyulması gereken kurallar şunlardı:
• Peçete gömlek yakasına sokuşturulacak ki yemek üstümüze dökülmesin.
• Ağız şapırdatılmayacak ki çevreye rahatsızlık vermeyelim.
• Her lokma minimum kırk elli defa çiğnenecek ki bağırsaklarımız rahat çalışsın.
• Yanaklarımız patlayasıya doldurulmayacak ve dudaklar
da peçetenin alt ucuyla sık sık silinip temizlenecek ki
çirkin görünmeyelim.
• Ağızlarımız doluyken konuşulmayacak ki yemek ağzımızdan fırlamasın.
• Sırtlarımız dimdik duracak ki yemek borumuz açık olsun ve yediklerimiz midemize hızla ulaşsın.
İşte tüm bu kurallara uyarak yemeğimi yiyip bitirdim. Tam peçeteyle ağzımı güzelce siliyordum ki birden gözüme tepsideki bıçak çarptı. Onu o ana kadar unutmuş olmama hayret ettim. O da sanki hatırlamamla beraber havalanıp kalbime saplandı. Aptallığıma yandım iyi mi. İçimden aptal aptal aptal dedim kendime. Arkadaşlarım haklıydılar. Aptaldım ben. Yok eğer öyle olmasam suç aletiyle yemek yer, güvecin içindeki eti kesmek için kullanır mıydım?
Böyle bir hatayı nasıl yapmıştım? Rehber öğretmenin görmemiş olması büyük bir mucizeydi. Bıçağı kapıp gerçekten kalbime batırmak istedim. Ama vazgeçtim. Kim yağlı ve salçalı bir bıçakla kendini öldürmek ister ki? Kendime hücum ettim. Sen daha basit bir hırsızlık suçunda bile böyle acemilik sergilersen bu gece nasıl katil olacaksın, nasıl birini öldüreceksin, diye sordum kendime. Yanıt veremedim. Düşünmek insanı her zaman yavaşlatıyor. Ben de düşünmeyi bırakıp aklıma ilk geleni uyguladım. Masa örtüsünü siper ederek bıçağı aşağı kaydırdım ve hareketin gövdemde en ufak bir kıpırtı yaratmamasına çok dikkat ederek başladım silmeye. Sil allah sil, sil allah sil.
Gerisi kendiliğinden geldi zaten. Bıçak yılan gibi kayıp girdi cebime. Eteğimin arkasını düzelterek doğrulup kalktım, tepsiyi bırakılması gereken yere bıraktım, kimsede şüphe uyandırmayacağını düşündüğüm sakinlikte adımlarla yemekhaneden çıktım ve derin oh çektim. Oh. Bahçe boştu. Tarihi okul binasına doğru yürürken kendimle gurur duyuyordum. Öyle ya da böyle daha önce hiç suç işlememiştim. Okulun demir işlemeli kapısının önüne gelince durdum. Külçe gibi ağır olduğunu hatırladım da ondan. Öyle tek elle itilip açılabilecek türden değildi. Ancak iki el ve tüm gövdenle abanarak ittirerek açabilirdin. Bunu yaptım. Yani abandım, ittirdim ve tam içeri giriyordum ki kanı gördüm. Kapının üstünde. Açık kırmızı renkte. Küçük parmak izleri şeklinde. Afalladım. Anlayamadım. Ellerime bakmayı akıl edince gördüm ki sağ avucumun içinde büyükçe bir yarık açılmış, etim dışarı pörtlemiş. Bunu bıçağın yaptığını anladım. Anlayamadığım onu hangi ara o kadar sıktığım oldu? Canım yanmamış mıydı? Suç insanı hissizleştiriyor muydu? Suç neydi, suç sevgisizlikti. Düşünmeyi bıraktım. Kazağımın koluyla kapıdaki kanı hızlı hızlı silmeye başladım. Sil allah sil, sil allah sil. Öğrenecektim. Öğrenmeliydim. Ne de olsa hafta sonu ziyaretlerine götürüldüğüm yoksul akrabalarımın konuşmaları arasında defalarca duymuştum. Benim varlığım zaten başlı başına bir suçtu.
…