Chocky | John Wyndham | Birazoku


Delidolu okurlarının Krizalitler ve Triffidlerin Günü adlı distopik romanlarından tanıdığı kült yazar John Wyndham’ın klasikleşmiş bilimkurgu eseri: Chocky

Chocky, on bir yaşındaki Matthew’nun, zihninde duyduğu sesle kurduğu sıradışı ilişkiyi merkezine taşıyan, gizemli ve tedirgin edici bir roman.

Televizyona da uyarlanan Chocky, okurla ilk buluşmasının üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen dünya ve insanlık üzerine yaptığı isabetli tespitlerle güncelliğini yitirmiyor.

Matthew bir gün zihninde, nereden geldiğini bilmediği bir ses duymaya başlar. Durmaksızın kendisiyle konuşan bu sesin adı Chocky’dir. Ailesi bu durumu başlarda pek önemsemez ve sıradan bir “hayali arkadaş” olarak nitelendirir; ancak zamanla işin rengi değişir. Matthew kendisinden beklenmeyecek üstün davranışlar sergiler, zorlu matematik ve fizik kuramlarından bahseder, harika resimler çizmeye başlar. Hatta yüzme bilmemesine rağmen hem kendini hem de kız kardeşini boğulmaktan kurtarır. Bu olağanüstü olayın ardından gazetelere de konu olan Matthew’nun hayatı bambaşka bir yöne evrilir. Artık herkes, Chocky’nin ne kadar “hayali” olduğunu sorgulamaya başlamıştır…

Sosyopolitik meseleleri bilimkurgu türüne başarıyla yerleştiren John Wyndham, teknoloji, uzay, evrim ve gelişim üzerine kaleme aldığı Chocky’de, büyüme çağındaki bir çocuğun gözünden dünyayı ve insanlığı irdeliyor.

Bazı korkular vardır; onlara artık inanmayacak kadar ilerlediğimizi ısrarla, inançla savunuruz. Ama yine de bu korkular hepimizin içinde uyumaktadır ve kritik bir anda, dikkatsiz ve beklenmedik bir sözle uyanabilirler.

1

Chocky’yi ilk kez, Matthew’nun on iki yaşına bastığı senenin baharında fark ettim. Nisan sonu ya da mayıs başıydı sanırım. Bahar olduğundan eminim, çünkü o cumartesi öğleden sonrası, bahçedeki barakada olduğumu hatırlıyorum. Yapmam gereken işlere hazırlık olarak hevessizce çim biçme makinesini yağladığım sırada, pencerenin hemen dışında Matthew’nun sesini duydum. Şaşırdım biraz, orada olduğunu fark etmemiştim. Açık seçik bir sinirle ve görünüşe göre nedensizce, şunları söylediğini duydum: “Neden, bilmiyorum.

Öyle işte.” Oyun arkadaşlarından birini bahçeye getirdiğini ve bu yanıtın sorusunun benim işitemeyeceğim bir yerde sorulduğunu varsaydım. Arkadaşının vereceği karşılığı duyabilmek için kulak kabarttım ama karşılık gelmedi. Bir duraksamadan sonra Matthew daha sabırlı şekilde devam etti: “Eh, Dünya’nın bir kez dönmesi için gereken süreye bir gün denir, bir gün yirmi dört saat eder ve…” Ben hiçbir şey işitmemiştim ama o, biri sözünü kesmiş gibi sustu. Sonra tekrarladı: “Neden, bilmiyorum. Neden otuz iki saat daha mantıklı olsun ki? Her neyse, yirmi dört saat bir gün eder, bunu herkes bilir. Yedi gün de bir hafta yapar ve…” Yine sözü kesilmiş gibi sustu. Bir kez daha itiraz etti. “Neden yedi, sekizden daha aptal bir sayı olsun ki…” Belli ki sözü yine kesilmişti. Sonra Matthew devam etti: “Kim, bir haftayı yarımlara ve çeyreklere bölmek ister ki? Ne anlamı olur? Bir hafta yedi gündür işte ve dört haftanın da bir ay etmesi gerek; ama genelde bir ay, otuz veya otuz bir gün çeke… Hayır, asla otuz iki gün olmaz. Otuz iki sayısını da pek seviyorsu…

Evet, bunu anlıyorum ama biz sekiz günlük hafta istemiyoruz. Dahası, Dünya, Güneş’in etrafında üç yüz altmış beş günde döner ve kimse bu dönüşü yarımlara ve çeyreklere bölünebilecek şekilde ayarlayamaz.” Bu tek taraflı sohbetin tuhaflığı beni o kadar meraklandırmıştı ki başımı açık pencereden, ihtiyatla dışarı uzattım. Bahçe güneşliydi ve barakanın o tarafı korunaklı ve sıcaktı. Matthew, pencerenin hemen altına, ters çevrilmiş bir tohum tepsisinin üstüne oturmuştu ve barakanın tuğla duvarına yaslanmıştı; sarı saçlı kafasını tepeden görüyordum. Matthew çimenlikte dümdüz önüne, ötedeki çalılara bakıyor gibiydi. Arkadaşından iz yoktu; saklanmış olabileceği herhangi bir yer de yoktu. Fakat Matthew devam etti: “Bir senede bu aylardan on iki tane var, böylece…” Yine sustu ve bir şeyi dinlermiş gibi başını biraz yana eğdi. Ben de dinledim ama bir başka kişinin sesine dair fısıltı bile yoktu. “Aptalca değil işte,” diye itiraz etti. “Bu şekilde düzenlenmiş. Çünkü ayların hepsi aynı uzunlukta olsa bir seneye sığmazlardı ve…”

Yine sustu. Fakat bu sefer sözünü kesen, apaçık işitilebilir bir sesti. Komşunun oğlu Colin yan bahçeden seslenmişti. Matthew’nun dalgınlığı hemen dağıldı. Dost canlısı bir bağırışla karşılık vererek ayağa fırladı ve bahçeleri birbirinden ayıran çalı çitteki aralığa koştu. Şaşkınlık içinde, makineyi yağlama işine geri döndüm. Yan bahçeden gelen normal çocuk sesleri içimi rahatlatmıştı. O an için olayı aklımdan çıkardım.

Ama aynı gece, çocuklar yatmak için üst kata çıktıklarında, her şey yine aklıma geldi ve işittiklerimin beni biraz huzursuz ettiğini fark ettim. Konuşmada rahatsızlık verici bir şey yoktu; bir çocuğun kendi kendine konuşması, olağan sayılabilecek bir şeydi. Beni huzursuz eden, konuşmanın tarzıydı. Matthew, karşısında gerçekten biri varmış gibi, tutarlılıkla konuşuyordu ve tartışmanın konusu da bir hayli tuhaftı. Bir süre sonra sordum: “Hayatım, son günlerde, Matthew’da bir tuhaflık… yok, tam olarak tuhaflık demek istemedim… Sıradışı bir şey fark ettin mi?” Mary örgüsünü indirdi ve üzerinden bana baktı. “Ah, demek sen de fark ettin?” dedi. “Ama katılıyorum. Doğru sözcük ‘tuhaf’ değil. Olmayan birini dinliyormuş gibi miydi? Yoksa kendi kendine mi konuşuyordu?” “Kendi kendine konuşuyordu… Şey, aslında ikisini birden yapıyordu,” dedim. “Bu ne kadardır sürüyor?” Düşündü. “İlk fark edişim, sanırım iki üç hafta önce oldu.”

Başımı salladım. Matthew’nun bu halini daha önce fark etmeyişim, beni fazla şaşırtmamıştı. Hafta içinde çocukları pek az görüyordum. Mary devam etti: “Bana üzerinde durmaya değer bir şeymiş gibi gelmedi. Çocukların kapıldığı şu her zamanki çılgınlıklardan biri bence. Kendisini bir araba ilan ettiği zamanki gibi. Hani köşelerde viraj alıyordu, yokuş çıkarken vites değiştiriyordu ve her durduğunda fren yapıyordu ya… Neyse ki kısa sürmüştü. Muhtemelen bu da fazla sürmez.” Sesinde inançtan çok umut vardı.

“Sen endişelenmiyor musun?” diye sordum. Gülümsedi. “Tanrım, hayır,” dedi. “O gayet iyi. Ben asıl bizim için endişeleniyorum.” “Bizim için mi?” “Öyle görünüyor ki ailemizde yeni bir Piff… ya da onun gibi biri olacak.” Dehşete kapıldım, muhtemelen hislerimi belli de ettim. Başımı iki yana salladım. “Ah, olamaz! Sakın! Bir Piff daha olmaz!” diye itiraz ettim. Mary’yle on altı sene önce tanışmıştık ve tanıştıktan bir sene sonra da evlenmiştik. Tanışmamız, bu tür şeylere nasıl baktığınıza bağlı olarak, ya tamamen şans eseri ya da kaderin gereksiz ölçüde sinsi dolapları sonucunda gerçekleşen bir olaydı. Ama hangisi olursa olsun, geleneksel hiçbir tarafı yoktu ve ikimizin de hatırladığı kadarıyla bizi kimse tanıştırmamıştı.

Ofisi Bedford Meydanı’nda bulunan Ainslie ve Tallboy Serbest Muhasebecilik şirketindeki birkaç yıllık çok iyi çalışmam nedeniyle ödül olarak küçük ortak yapıldığım seneydi. Üzerinden çok zaman geçti, şimdi o kadar emin değilim ama ya başarımı kutlamak için ya da beni bu başarıya götüren işlerin yoruculuğu yüzünden (aslında muhtemelen, iki sebep de biraz etkili olmuştu) yaz tatilimi gündelik endişelerden olabildiğince uzakta geçirmeye karar vermiştim. Bir şekilde, ferah ormanlara ve yeşil çayırlara açılma dürtüsüne kapılmıştım.

Teorik olarak, tüm dünya kucak açmış, beni bekliyordu. Fakat gerçekte, maliyet, izin sürem ve o dönemde geçerli olan seyahat harcırahı, elimdeki seçenekleri kısıtlıyordu; yani yolculuğu Avrupa’yla sınırlamam gerekecek gibiydi. Yine de, Avrupa da büyük bir yerdi. İlk başta Ege Denizi’nde kruvaziyer turuna çıkmayı düşündüm. Masmavi denizlerdeki güneşli adaların hayali gözlerimi kamaştırıyordu, sirenlerin şarkıları kulaklarımda çınlıyordu. Ancak ne yazık ki, araştırdığım zaman, fahiş fiyatlı birinci sınıf kamaralar dışında tüm biletlerin ta ekim ayına kadar tükenmiş olduğunu öğrendim. Sonra başıboş dolaşma düşüncesi geldi aklıma; hiçbir lüks aramadan, pervasızca, dağ bayır gezecektim… Ama tekrar düşündüğüm zaman, kıt öğrenci Fransızcasından daha fazlasını bilmeyen cahil bir gezginin, bu sınırlı zamandan en iyi şekilde faydalanamayacağını fark ettim. Bu da beni, benden önceki binlerce başkası gibi, normal bir tura katılmanın avantajlarına getirdi. Bu şekilde, rehber eşliğinde pek çok ilginç yer görebilirdim.

Önce Yunanistan’ı düşündüm; fakat günde yüzlerce kilometre katetsem bile oraya kara yoluyla gidip dönmenin uzun zaman alacağını öğrendim. Sonunda, gönülsüzce de olsa, Yunanistan’ı keşfetmenin ihtişamını gelecek bir tarihe bıraktım ve Roma’nın görkemini düşünmeye başladım; zira orası çok daha kolay ulaşılabilir bir hedefti. Mary Bosworth içinse bu bir ara dönemdi. Londra Üniversitesi’nde tarih bölümünü henüz bitirmişti, ancak diplomaya hak kazanıp kazanmadığını ve kazandıysa bile bu diplomanın ne işe yarayacağını merak ediyordu hâlâ. Arkadaşı Melissa Campley’yle birlikte, sınav programının kısıtlamalarından sonra bu arayı yurtdışında tatil yaparak ve böylece ufuklarını genişleterek doldurabileceklerine karar vermişlerdi.

Bunu en verimli nerede yapabileceklerine dair görüş ayrılıkları yaşamışlardı bir süre. Mary, Yugoslavya fikrini savunuyordu; o dönemde, batıdan gelen turistlere kapısını ihtiyatla da olsa biraz daha aralayan bir ülkeydi. Melissa ise Roma’ya meylediyordu; kısmen, prensip olarak komünizme karşı olduğu için ama daha çok, Roma yolculuğunu bir tür hac ziyareti olarak gördüğü için. Mary’nin, turist otobüsüyle yapılacak bir hac ziyaretinin geçerliliğine dair kuşkularını reddetti; gezerken dünya hakkındaki bilginizi geliştirecek böylesi bir hac ziyaretinin, sıradan bir hac kafilesiyle çıkılacak ve kuşkulu hikâyelerle zenginleştirilecek bir ziyaretten daha az geçerli olmayacağına, hatta pek çok açıdan daha övgüye değer olacağına işaret etti. Sonunda tartışma, seyahat acentesinin Mary’ye yaptığı uyarıyla sona erdi: O sıralarda Yugoslavya vizelerinde gizemli gecikmeler yaşanıyordu. Yani, istikamet Roma’ydı.

Yola çıkmalarından iki gün önce Melissa kabakulağa yakalandı. Mary, birkaç arkadaşını aradıktan ve bu kadar kısa zamanda hiçbirinin Melissa’nın yerini almaya gönüllü olmadığını öğrendikten sonra, bir parça gönülsüzlükle, kendi seçimi olmayan bir tura tek başına çıkmaya karar verdi. Böylece, bir dizi aksaklık ve ikincil seçimler sonucunda Mary ve ben, yirmi beş başka yolcuyla birlikte, yan taraflarına altın rengi ışıl ışıl harflerle GOPLACES TOURS LTD1 yazılmış parlak pembe-turuncu bir otobüse doluştuk ve Avrupa’yı aşarak güneye doğru sallana sallana yola çıktık. Ve Roma’ya asla varamadık. Como Gölü’nün birkaç kilometre uzağındaki lakayt bir otelde rahatsız bir gece geçirdikten sonra –odalar yetersiz, yemekler nahoştu– Lombardiya tepelerine çöken sis tabakasının arasından yeni yeni sıyrılan güneşin aydınlattığı mülayim bir sabaha uyandık ve kendimizi orada mahsur kalmış bulduk. Rehberimiz, şoförümüz ve hatta otobüsümüz, geceleyin ortadan kaybolmuştu. Kendi aramızda heyecanlı heyecanlı tartıştıktan sonra GOPLACES TOURS LTD’nin merkez ofisine acil bir telgraf yolladık. Yanıt gelmedi. Gün ilerledikçe sinirler bozuldu; yalnızca turistlerinki değil, otel sahibininki de. O gece için bir başka turun rezervasyon yaptırdığı anlaşıldı ve söz konusu tur grubu gelince kaos çıktı.

Benzer İçerikler

Ustanın Çocukları

yakutlu

Acemi Peri | Meredith Badger

yakutlu

Kaptan- ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa | Aziz Erdoğan

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy