Dünya Halk Masalları | Ataol Behramoğlu


Ataol Behramoğlu’nun dünya halk edebiyatından seçtiği 12 masal!

Masallar, bir halkın kültürel ve sosyolojik olarak en önemli özelliklerini yansıtırlar. Onlar da zaman içerisindegünün getirdiği dile bürünürler. Ama verdikleri öğütler ve çıkarılması gereken dersler asla değişmez.

İnsanları umutlarının, acılarının, sevinçlerinin, düşlerinin, korkularının, hayal güçlerinin sonsuzluğunu gördüğümüz bu masalları okuyabilmek, tüm çocuklar için başlı başına bir sevinçtir. Ataol Behramoğlu’nun titiz çalışmasıyla hazırlanan Dünya Halk Masalları, çocuklarla birlikte yetişkinlerin de mutlaka okuması gereken, dünyanın dört bir yanından derlenen masallardan oluşuyor.

İçindekiler

Güneşe Yolculuk, 9
Çivinin Marifetleri, 17
Çörek, 27
İki Aptal Kurbağa, 33
Balkabakları, 40
İki Kız Kardeş, 48
Kolay Ekmek, 57
Uçan Gemi, 64
Tazının Çizmeleri, 73
Yaşlı Balıkçı ile Altın Balık, 80
Savanların Gözcüsü, 90
Kuşlar, 99

Güneşe Yolculuk

Slovak Masalı

Günlerden bir gün kocaman bir bulut güneşin önünü kapamış. Güneş tam üç gün görünmez olmuş. İki civciv kardeşin, Biricik ile Minicik’in canları çok sıkılmış bu işe. Öyle ya, gün ışığından yoksun nasıl yaşanır? Düşünmüşler taşınmışlar, güneş nereye gizlendiyse bulup çıkarmaya, getirip gökyüzündeki yerine yerleştirmeye karar vermişler. Kararlarını annelerine de bildirmişler: “Cik cik, annecik, biz gidip güneşi bulmaya karar verdik.”

“Güneşi bulmaya mı?” diye gıdaklamış anne tavuk. “Nasıl bulacakmışsınız onu? Nerede olduğunu bilmiyorsunuz ki!” “Olsun,” diye karşılık vermiş civciv kardeşler. “Bilmesine bilmiyoruz. Ama yolda karşılaştıklarımıza sorarız, eninde sonunda da buluruz.” Anne tavuk yolculuğa hazırlamış yavrularını. Biricik’in sırtına arpayla dolu bir torbacık yüklemiş. Minicik’in eline de darı dolu bir çantacık tutuşturmuş ve hemen dönmüş kümesine. İki kardeş az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, geriye dönüp bakmışlar ki, gittikleri bir arpa boyu yol. Birazcık arpa yiyip yeniden koyulmuşlar yola. Yine az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, geri dönüp bakmışlar ki, gittikleri bir darı boyu yol. Birazcık da darı yiyip yine düşmüşler yola. Gide gide bir bostana varmış yolları. Bakmışlar, kocaman bir lahana koçanının arkasında, bir salyangoz yan gelip yatıyor. Hem de iri kıyım, boynuzlu bir salyangoz. Sırtında da kulübesi… “Salyangoz kardeş, salyangoz kardeş,” diye seslenmiş Biricik. Salyangoz boynuzlarını kabuğunun içine çekmiş, neden sonra güvensizce çıkarıp gönülsüzce yanıtlamış: “Ne var?” “Güneşin nerede olduğunu biliyor musun?” diye sormuş Minicik.

“Bilmiyorum,” demiş Salyangoz. “Zaten umurumda da değil nerede olduğu. Ben evimde rahatım. Ama şu karşı ağaçtaki saksağan biliyordur belki.” Ve hemen boynuzlarını yine çekmiş içeri. Uzaktan Biricik’le Minicik’i gören saksağan, onların yaklaşmasını beklemeden, bir çalımla uçup gelmiş yanlarına. “Civcivler, civcivler,” diye gaklamış bet sesiyle. “Nereye gidiyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, nereye?” “Güneş görünmez oldu da,” demiş civciv kardeşler, “onu aramaya çıktık.” “Ben de sizinle geleyim, ben de sizinle geleyim, ben de sizinle!”

“Sen güneşin nerede olduğunu biliyor musun?” “Ben bilmiyorum ama,” demiş saksağan, “belki tavşan biliyordur. Hemen şuracıkta, tarlanın kıyısındadır evi, hemen şuracıkta, tarlanın kıyısında…” Birilerinin kendisine konuk geldiğini gören tavşan, şapkasını özenle düzeltmiş, bıyıklarına diliyle bir güzel çekidüzen vermiş, kulaklarını çırparak tozdan topraktan arındırmış, evinin kapısını ardına kadar açıp konukları buyur etmiş. “Tavşan amca, tavşan amca, güneşin nerede olduğunu biliyor musun?” diye ciklemiş Biricik. “Onu aramaya çıktık da…” diye ciklemiş Minicik. “Ben de onlarla gidiyorum, ben de onlarla gidiyorum, ben de onlarla…” diye gaklamış saksağan.

Tavşan bir civciv kardeşlere, bir saksağana bakmış, kulaklarını bir daha çırpıp bıyıklarını oynattıktan sonra: “Güneşin nerede olduğunu ben bilmiyorum ama, arkadaşım ördek biliyordur belki,” demiş. “Kendisi ırmak kıyısındaki sazdan kulübesinde yaşar. Gidip ona soralım.” Hep birlikte ırmağın yolunu tutmuşlar. Az sonra ördeğin sazdan kulübesini, kulübeye bağlı sandalını görmüşler. Ama ev sahibi görünürlerde değilmiş.

“Hey, komşu!” diye seslenmiş tavşan. “Evde misin?” Ördek, kulübesinin penceresinden başını çıkarıp: “Evdeyim, evdeyim!” diye vaklamış. “Sobayı yaktım, güneş görünmez olalı tüylerim kurumak bilmiyor.” “Biz de zaten onu aramaya çıkmıştık,” diye ciklemiş Biricik’le Minicik. “Ben de, ben de…” diye gaklamış saksağan. “Güneşin nerede olduğunu biliyor musun sen?” diye sormuş tavşan. “Ben bilmiyorum ama,” diye vaklamış ördek, “ırmağın öte yakasında, bir meşe kütüğünün kovuğunda çok bilgili bir kirpi var. O mutlaka biliyordur.” Biricik’le Minicik, tavşanla ördek, sandala binip ırmağın öte yakasına geçmişler. Saksağan da uçarak izliyormuş onları.

Karşı kıyıda, meşe kütüğünün kovuğunda kirpiyi uyuklarken bulmuşlar. Çok bilgiç bir görünüşü varmış gerçekten de… “Kirpicik, hey kirpicik!” diye seslenmiş Biricik’le Minicik. Kirpinin kılı bile kıpırdamamış. “Kirpi arkadaş!” diye gaklamış bet sesiyle saksağan. Kirpi gözlerinden birini aralayıp şöyle bir bakmış. “Kirpi hazretleri!” diye saygılı bir tonla eklemiş tavşan. Kirpinin öteki gözü de aralanmış. “Kirpi kardeş!” diye vaklamış ördek. Kirpi doğrulup oturmuş. Ne diye uyandırdınız beni dercesine ters ters bakmaya başlamış gelenlere. Okları da kirpi gibi dikelmiş.

O zaman Biricik ile Minicik, saksağan, tavşan ve ördek, bir ağızdan: “Kirpi kardeş, kirpi arkadaş, sayın kirpi, acaba güneşin nerede olduğunu biliyor musunuz? Üç gündür gökteki yerinde yok. Hasta filan olmasın?” demişler. Kirpi biraz düşünmüş, azıcık kaşınmış, gerinmiş, bir süre konuşmaya erinmiş, sonunda: “Güneşin nerede olduğunu bilmeyecek ne var?” demiş. “Şu meşenin ardında bir dağ vardır, dağın üstünde bir kara bulut, bulutun üstünde aydede, oraya varınca da uzat elini güneşi tut…” Kirpi böbürlene kirpilene söyleyip bu sözleri, almış eline sopasını, geçirmiş başına şapkasını, düşmüş önlerine Biricik’le Minicik’in, saksağanın, tavşanın, ördeğin.

Hep birlikte koyulmuşlar yola, güneşi bulmak için. Gide gide varmışlar yüce bir dağın eteklerine. Oflaya puflaya tırmanmışlar yüce dağın tepesine. Gerçekten de kocaman, kapkara bir bulut yan gelip yatmadaymış yüce dağın doruğunda. Biricik’le Minicik, saksağanla tavşan, ördekle kirpi, tırmanmışlar üstüne kara bulutun, bulut da denizde gemi gibi salına salına götürmüş onları aydedeye. Güneşe giden yolcular, görünce gökte bir kavun dilimi gibi kıvrılmış yatan ayı, hep bir ağızdan koparmışlar yaygarayı: “Aydede, aydede, ne olur bize güneşin yerini söyle! Üç gündür görünmedi. Çok özledik onu.” Bu kez aydede almış onları sırtına, götürmüş dosdoğru güneşin sarayına. Ama kapılar sımsıkı kapalı, pencereler ışıksızmış. Güneşin uyuyup kaldığı, uyanmaya da niyetinin olmadığı anlaşılıyormuş. Saksağan gaklayarak, civcivler cikleyerek, ördek vaklayarak, tavşan kulaklarını çırparak, kirpi sopasını kapıya çarparak, hep bir ağızdan başlamışlar bağırmaya: “Güneş güneş, canımız güneş, ne olur uyan artık,karanlıkta kaldık, aydınlat bizi, ışıt bizi…”

Güneş: “Ne oluyor, kimdir o penceremin altında bağıran? Kimdir o beni uykudan uyandırmaya cesaret eden?” diye homurdanmış. Biricik’le Minicik, saksağanla tavşan, ördekle kirpi: “Biziz, biziz!” diye bağırmışlar bir ağızdan. “Seni uyandırmaya geldik, sabah oldu, kalk artık…” “Ah, ah!” diye inlemiş güneş. “Ben nasıl kalkayım? Hangi yüzle göğe çıkayım? Sizi nasıl aydınlatıp nasıl ışıtayım? Üç gün önce kara bir bulut kesti önümü, ışınlarımı engelledi. O gün bu gündür ışıyamaz oldum. Hem karardım, hem kirlendim, hem dertlendim…” Tavşan duyunca bu sözleri, bir kova geçirmiş eline, onu suyla doldurup getirmiş. Ördek bir güzel yıkayıp arıtmış güneşi. Saksağan bir havluyla kurulamış onu. Kirpi arta kalan kiri pası ayıklamış oklarıyla. Biricik’le Minicik de kanatlarıyla bir güzel parlatıp cilalamışlar güneşi… Güneş yeniden alımlı, tertemiz, pırıl pırıl, gökteki yerini almış. Her yer, her şey, bir anda aydınlanmış, ışıldamış. Anne tavuk da güneşte ısınmak için kümesinden çıkmış. Gıdaklaya gıdaklaya yavrularını da çağırmış yanına.Meğer yavruları zaten oracıktalarmış. Avluda koşuşmakta, yem aramakta, güneşte ısınmaktalarmış… İnanmayan varsa çıkıp baksın avluya. Civcivler orada mı, değil mi?

Benzer İçerikler

Gemide Macera

yakutlu

Çalış(ma)mak: Daha Ciddi Bir Mesai | Josh Cohen

yakutlu

Ağaç Okul; Çocuklara Afganistan Şiirleri | Cahit Zarifoğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy