“Arşimed’in Hamamı – Bir Bilim Söylenceleri Kitapçığı”
“Bilimi yerinden oynatın, size bir dayanak noktası vereyim!” Bir popüler bilim kitabı yazmak için, basın-yayından anlayan, mümkünse televizyonla içli dışlı, eli kalem tutan bir fizik uzmanı gerekir. Ama eğer iki fizik uzmanı bulunursa, işte o zaman ortaya Arşimed’in Hamamı gibi eğlenceli bir kitap çıkar.
Arşimed’in sesi hamamın dışında da o kadar hoş mudur?
Şu ufolar neden hep Amerika’ya iner?
Newton’un elmasının da arkasında bir Havva olmasın?
İnsanla maymun arasında kaç halka eksik, kaç halka fazla?
Big bang dedikleri bir kuru gürültü mü?
Bilimle ilgili ünlü öyküler, kulaktan kulağa çarpıtılan söylenceler, yarım yamalak bilgiler, tadımlık imgeler… Sven Ortoli ve Nicolas Witkowski’ye göre, bunlar bilimden ayrılamaz. Dolayısıyla bu kitap, bilime ilişkin söylencelerin doğruluğunu ölçmek yerine, bilimin kitlelerce algılanışının kısa bir tarihini yapıyor, söylenceler en az bilimsel kuramlar kadar tutarlı çünkü!
Tanrı’nın Sarnıcı
Herkes bilir: Isaac Newton elmaları kendisine doğru çeker, Einstein dil çıkarır, Arşimed hamamdan çığlık çığlığa fırlar, Leonardo da Vinci her şeyi yapabilir ve bilim adamları da laboratuvarlarının içinde yeni Frankenstein versiyonları üretebilecek büyücü çıraklarıdır. Bilimsel –yani anlaşılamayan– her olay bu klişelerden birine indirgenebildiği için de, bilim konusunda bunları bilmek yeter. Bir İngiliz astrofizikçi hakkında, Newton’un kürsüsünde bulunduğundan ve Einstein’ın çalışmalarını sürdürdüğünden fazlasını bilmeye gerek yok; dünyanın en zengin adamıyla ilgili olarak, büyük Leonardo’nun değerli bir elyazmasını satın aldığı bilinsin yeter; yakın zamanda Nobel ödülü alan Fransızdan akıllarda kalan tek şey, yeni bir Newton olduğudur. Daha ne olsun?
Sipariş üzerine düzülen bu tanrılar geçidine daha yakından bakmaksa düpedüz put kırıcılıktır. Böyle bir şey yapmak için, her türlü kutsallık fikrinden habersiz olmak gerekir; Lourdes’daki mucizevi kaynağı gezerken, rehbere “Bu sarnıç ne kadar su alır?” diye soran küçük bir oğlan çocuğu gibi örneğin. İşte biz de bilimsel söylencelere bu soruyu sormaya çalışacağız: Newton’un elması golden elması mıydı, yeşil elma mıydı? Arşimed’in küveti Jacob Defalon muydu, yoksa basit bir gerdelden mi ibaretti? Leonardo ikinci dereceden bir denklemi çözmeyi biliyor muydu acaba?
Saygın söylence bilginlerinden pek azı bilim söylencelerine eğilmiştir. Roland Barthes bu söylencelerden birini, “Einstein’ın beyni” söylencesini Çağdaş Söylenler’ine ustaca iliştirerek bunların yasal varlıklarını tanımıştır. Claude Lévi-Strauss ise (bir giriş yazısında) “bilgin bizim (ne yazık ki bazen kendisinin de) kullanmamız için eski düşünce biçimlerini diriltmeye razı olmadıkça”, bilim dünyasının kapılarının bize kapalı olduğunu yazmıştır. Aslında bilime karşı takındığımız bu iki yanlı tavır, uzun süre geçerli kalacak söylencelerin oluşması için çok elverişli bir zemin oluşturur. Ünlü Eureka’nın ve E=mc2’lerin ötesinde, daha birçok söylence, araştırmacıların da, sokaktaki insanın da bilinçaltına üşüşür ve meslek dışındakilere özgü korku ve umutları besler. Yani bu kitabı oluşturan söylenceleri biz seçmedik, onlar bizi seçti. Ayrıca bu söylencelerle bütünün bir tipolojisini çıkarmayı da amaçlamadık, çünkü sınıflandırma çılgınlığının, bütün bu hikâyelerin öyle ya da böyle kaynaklandığı mutlak bilgi isteğinin olmazsa olmaz bir biçimi olduğunu dikkate aldık. İzlediğimiz sıra, tarih sırasıdır yalnızca, ancak okuyucu, hiçbir biçimde bu sırayı izlemek zorunda değildir. İstediği gibi daldan dala atlayabilir, Kekulé’nin yılanından Schrödinger’in kedisine geçebilir, böylece yazarken benimsediğimiz stratejiyi okumada sürdürmüş olur.
Her kültürün kendi bilimsel söylenceleri vardır: Sözgelimi Edison Amerika Birleşik Devletleri’nde yer bulmuştur, Alexander Fleming’se İngiltere’de; Batılı olmayan ülkelerde daha niceleri vardır. Burada yaptığımızı o ülkelerde deneseydik, Arap bilimi, Yunanlılarla çağdaş bilim arasındaki halka olmaktan çıkar, Hint matematik geleneği veya Çin’deki teknoloji Batı kültürünün uzun zamandır onlara vermemekte direndiği ilk plandaki haklı yerlerine kavuşurdu. Öte yandan da her devrin kendine özgü söylenceleri vardır.
Bernard Palissy, artık tarih kitaplarında kendinden söz ettirmiyorsa, bugün zincirin eksik halkasının ve sürekli devinimin pabucu dama atılmışsa da, Leonardo da Vinci, Einstein ve uçan daireler yüzlerinin akıyla kendi konumlarını günümüzde koruyor, beri yandan kelebek etkisiyle kaos ya da kara delikleriyle Big Bang söylenceler sahnesine parlak bir giriş yapıyor. Ancak bir söylence yok olmuşsa, sonradan mutlaka daha güçlü dirilmiş, aynı hikâyeyi –insanla doğanın, melekle cinin, Tanrı’yla şeytanın hikâyesini– her seferinde yeni bir bakış açısıyla anlatmıştır.
Söylencelerde her şey hep akla karadır ya, bilimin söylencelerinde bu özellik daha da baskındır. Görüleceği gibi, insanla doğa arasındaki söyleşimin söylence haline getirilmesinde, farklı adlar taşıyan ama hep aynı özelliği koruyan iki kutup arasında gidip gelinir: Bir yanda Maxwell’in şeytanı vardır, öbür yanda Tanrı (“Ve Tanrı ‘Newton olsun’ dedi, ve her şey ışık oldu”) ya da peygamber (Mendeleyev); bir yanda kararmış makine yağı (makinelerin ve tekniğin yağı ya da simyacıların “ilk maddesi”), öbür yanda matematiğin saflığı; bir yanda vücut, öbür yanda ruh; bir yanda determinizm, öbür yanda kaos. Her Big Bang kara deliğiyle birlikte doğar, her sihirli formülün peşinden kendi atom bombası gelir. Bu iki uç nokta arasında kuşkunun, güvensizliğin uçurumu vardır; elbette bunu bilimle özdeşleştiriyor değiliz.
Roland Barthes çoktan belirtmişti: Söylence bilginini birçok tehlike bekler. Bir söylence yargılanamaz, çünkü yararlılığının kanıtı, var olmasıdır. Bununla birlikte, söylenceleri yıkmak yolunda birçok girişim, kesin ama bir o kadar da gereksiz yargılara varır ve alttan alta ortak bilinçaltı çözümlemelerine, hatta bilimdışı dünyanın safdilliğiyle aydın düşmanlığı arasında bir davaya dönüşür – bilim söylencelerinin meşruluğunu her şeyden önce kendilerini yaratan ortamdan (bilim ortamından) aldıkları olgusu da böylece bir kenara itilmiş olur.
En yaygın kanı, söylencelerin, bir biçimde, küskünlük sonucu oluştuğudur: anlamamaktan ileri gelen küskünlük, düşüncelerin işleyişinin gerisinde kalındığı duygusundan, matematik cephanesinin yetersizliği nedeniyle büyük kuramların yıldırıcı güzelliğinin kilidini açamamaktan ileri gelen küskünlük. Gayet sıradan olan bu küçük umutsuzluk, bir hırsızlığa yol açar: bir imge (“elma”) ya da söz (“her şey görelidir”) aşırılıp hemen ilk anlamından saptırılır. İnsanı suçlu durumuna düşüren bu davranışın peşinden bir ikincisi gelir: bilim söylencelerinin doğuşuna ve oluşumuna daha yakından bakmak. Kaynaklara dönmek de elbette öncelikle temel metinlere dönmekle başlar.
…